İnsanlığa karşı pandemi tehdidi karşısında emekçi sınıfların yapması gereken hem koronavirüse hem de bu düzenin mikrobuna karşı bilimsel bilgi ve eylemliliğin ışığında
2020 yılında neler yaşandığını hatırlayalım.
Olgusal olarak 2019 yılının sonlarında başlamış olduğu kabul edilen, koronavirüsün neden olduğu, Covid-19 hastalığının birkaç ay içerisinde küresel ölçekte yayıldığı gözlendi. Bunun üzerine, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 12 Mart 2020’de bir basın toplantısı düzenledi ve Genel Sekreteri Tedros Adhanom Ghebreyesus’un ağzından, 11 Mart itibarıyla 114 ülkede 118 bin vakanın görüldüğünü ve 4 bin 291 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.
Ghebreyesus, o toplantıda "Binlerce kişi hastanelerde yaşam mücadelesi veriyor. Önümüzdeki günler ve haftalarda vaka ve ölüm sayılarının artmasını bekliyoruz" dedi ve bu yayılma hızının DSÖ’yü alarm seviyesine getirdiğini ve Covid-19'u pandemik bir hastalık ilan ettiklerini ekledi.
Pandemi tanımlaması, dünyan nüfusunun eşzamanlı ve yaygın bir şekilde tehdit altında olduğuna işaret ediyordu. Bu alarmın ardından DSÖ, dünya ülkelerine şu önerilerde bulundu:
“Her ülke kamu sağlığını korumak ile ekonomik ve sosyal faaliyetlere yönelik kısıtlamaları en az seviyede tutmak arasında hassas bir denge bulmalı, bunları yaparken insan haklarına da saygılı olmalı.
Acil durum müdahale mekanizmalarınızı hazır hale getirin ve güçlendirin.
Halkınızı riskler ve korunma yöntemleri konusunda bilgilendirin.
Her bir Covid-19 vakasını tespit, izole, test ve tedavi edin. Temas ettiği herkesi inceleyin.
Hastanelerinizi hazırlayın. Sağlık işçilerinizi koruyun ve eğitin. Birbirinize sahip çıkın.”1
DSÖ’nün bu alarmı bir küresel kriz ilanı demekti. Daha doğrusu, pandemi ilanı ve sıralanan bu öneriler kapitalist ülkeler açısından bir sermaye birikimi modeli krizi eşiğinde olmak anlamına geliyordu.
Nitekim sekiz dokuz aylık bir sürede kriz derinleşti ve bugünkü noktaya gelindi. Aralık ortasında vaka sayısı 73 milyonu, hayatını kaybedenlerin sayısı da 1 milyon 600 bini geçti. Hemen tüm ülkelerde, işsizlik, yoksullaşma, ekonomik daralmalar yaşanmakta.
Sermaye birikim modeli krizi
Covid-19 pandemisinin ve ona ilişkin önlem ve mücadelenin tanımlanma biçimi, aslında olan bitenin bir insan sağlığı tehdidi ve krizi olmasının yanında ve hatta onun ötesinde kapitalizm açısından yani sermaye düzeni açısından bir kriz olacağını anlatıyordu.
Nitekim geçirdiğimiz aylarda ülkelerin bu krizle baş etme tercihleri ile açık bir kristalleşme ortaya çıktı, kapitalist ülkelerde durum açık bir biçimde sermaye düzenini bir bütün olarak koruma ve sürdürme krizi haline geldi.
DSÖ’nün pandemi için ülkelere yaptığı önerilere tek tek bakalım: ekonomik ve sosyal faaliyetlerin asgari kısıtlanması ile kamu sağlığı arasındaki hassas denge; acil durum mekanizmaları; risklere karşı halkın bilgilendirilmesi, korunması; sağlık işçilerinin korunması, eğitilmesi…
Bu maddelerin tümünde, kamucu, toplumcu ve merkezi planlamacı politika ve önlemlere işaret edildiğini görebiliyoruz. Bunu, hem tekil kapitalist ülkelerin sermaye birikimi üzerine şekillenmiş düzenlerine hem de bir bütün olarak emperyalist işbölümü ve işleyişe yönelen bir kriz tehdidi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Bu noktada önce kısaca sermaye birikim modelinden ne kastettiğimizi hatırlamakta fayda var.
Marx, birikim modelini birbiriyle diyalektik ilişki içerisinde ilerleyen iki farklı biçim ile açıklar.2
Birincisi, teknolojik ve organizasyonel değişimler dışarıda bırakılarak emek gücünün fiziki ve değer üretkenliklerinin sabit kaldığını varsayar. Bu koşullar altında birikim, değişken sermayeye yapılan giderlerin artışını beraberinde getirir. Sermaye ilişkisi sürekli artan ölçekte yeniden üretilir. Yani daha büyük sermayedarlar ve daha fazla sayıda ücretli işçi. Bu biçim içerisinde sermayenin birikimi proletaryanın sayısal artışıdır.
İkinci biçim ise, teknolojik ve organizasyonel değişikliklerin, emeğin kıt olduğu durumlarda, birikimi sürdürebilmenin araçları olarak kullanılmasına dayanır. Bu değişiklikler kullanılan toplam sermaye içindeki değişken sermayeye dair talebi azaltarak ücret oranını azaltırlar ve bu şekilde sömürünün fiili oranında bir artışa izin verirler. Bu, sermayenin değer kompozisyonundaki artışa denk düşer. Toplumsal emeğin üretkenliğindeki artış bu birikim biçiminin en güçlü uzantısı haline gelir.
Buraya kadar pandemi gözüyle duruma bakalım. Yayılma hızı ve etkisi göz önüne alındığında, buna önleme, koruma ve tedavi süreçlerinin külfeti eklendiğinde koronavirüs mikrobunun hem niceliksel hem de niteliksel açısından emek gücünü olumsuz etkilediğini, bunun da sermaye açısından pek de iyi bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Ancak sadece bu durumun bir bütün olarak sermayenin düzenini yani birikim modelini krize sokacağını iddia etmek pek doğru olmaz.
Covid-19 hastalığının küresel ölçekte bir işgücü kırımına yol açtığını söylemek biraz iddialı olur. Dünya nüfusu açısından çok önemli bir tehdit olmakla birlikte, tıp biliminin, ve ilişkili sektörlerin bugün ulaştığı gelişkinliğin proletaryanın sermaye birikimini durduracak ölçüde sayısal azalışına izin vereceğini düşünmemek gerekir.
Diğer taraftan, bilim ve teknolojideki ilerlemelerin üretim süreçlerine yansıtılmasının emek gücü dahil tüm üretici güçlerin üretkenliklerinin artırılmasına yol açtığını, bunun da emek süreçlerinin daha fazla birikim odaklı olarak esnetilebilmesine olanak sağladığını görüyoruz. Bu dolayımla bakıldığında, pandeminin, toplumsal emeğin üretkenliğindeki artışı bırakın tersine çevirmeyi, duraklatmasının dahi söz konusu olduğu söylenemez.
O zaman pandemi krizinin emperyalist kapitalist düzene etkisini açıklamada Marksist çözümlemeye başvurmaya devamda fayda var.
Marx, üçüncü bir birikim modelini açıklamaya başlarken fikirlerini modern ekonomi politiğin en önemli yasasına, yani kârlılık oranlarının düşme eğilimine bağlamıştır.3
Buna göre genel olarak, sömürü oranı sadece azalan bir oranda artışını sürdürebilir. Halihazırda yoksullaşmış bir işgücünden daha da yüksek sömürü oranlarını elde etmenin gittikçe güçleşmesi, sınıf mücadelesinin mevcut durumu ve işçi sınıfının az da olsa tüketime devam etmesi gerekliliği de ayrıca kısıtlayıcı etkide bulunur.
Covid-19 pandemisinin ortaya çıkardığı söylenen krize ve kapitalist ülkelerin son dokuz aydır sözleşmiş gibi aynı çizgide yürüttükleri salgınla mücadele taktiklerine baktığımızda, sermaye birikim modeline yönelen tehdidin, bu üçüncü başlıkla ilişkili olarak algılanıyor olduğunu söyleyebiliriz.
Marksist ekonomi politik alanı kapitalizmin hareket yasalarını tartışırken de diyalektik yöntemle ilerler. Buna göre, kâr oranlarının düşme eğilimi yasası aynı zamanda bu yasanın etkilerini gideren ve sona erdiren karşı koyucu eğilimleri de barındırır. Bu karşı koyucu eğilimler de özsel olarak birbiriyle çatışan görüntü verir ve belirli bir tarihsel konjonktürdeki mevcut güçlerin dengesi, sistemin nihai yönünü belirler.
Böylece bir başat eğilimden ve ona bağlı çeşitli karşı koyucu eğilimlerden söz eder hale geliriz. Bağlı eğilimler, başat eğilimin kazandırdığı devinim içerisinde ilerlerler, o sınırlar içerisinde işlerler. Bu bakış açısıyla, devlet müdahalesi, emperyalist güçlerin işleyişi, yapısal reformlar ve hatta sınıflar mücadelesinin oluşturacağı karşı koyucu eğilimlerin, düzenin gidişat yönünü değiştirmede kendiliğinden potansiyelleri sınırlıdır, düzenin iç dinamiğine bağlı ilerlerler.
Sermaye birikim modelini üç başlığı bir arada, yani proletaryanın niceliksel artışı, emek üretkenliğinin artışı ve birikim ve kâr oranlarının düşme eğilimi ile birlikte ele aldığımızda, 2020 yılında yaşanan küresel ölçekli krizi çözümlememiz de kolaylaşacaktır.
Çıkışında tüm dünya nüfusunu eş zamanlı ve benzer süreçlerle etkilediği söylenen koronavirüs mikrobunun sebep olduğu Covid-19’un nasıl olup da aylar içerisinde emekçi sınıfların ve yoksul halkların hastalığı haline geldiğinin yanıtı bu çözümlemede yatar.
Kapitalizmin pandemi krizine yanıtı
Yukarıda, sermaye birikim modellerinin tehdit altında olduğu dönemlerde kapitalizmin karşı koyucu eğilimler geliştirdiğinden bahsedilmişti. Covid-19 pandemisi de emperyalist düzende güçler dengesini ve işbölümünü de yansıtacak biçimde oluşan krize karşı koyucu başat ve bağlı eğilimler ortaya çıkardı.
Kapitalist ülkeler açısından başat karşı koyucu eğilim, söz konusu mikrobu ve neden olduğu hastalığı sermaye birikim modellerinin tüm boyutlarına karşı tehdit olmaktan çıkarmaya yönelmek oldu. Yani, pandemi, insanlığın sağlığına, iyiliğine, yaşam kalitesine dönük bir tehdit olarak değil, kapitalist emperyalist sistemin işleyişine karşı bir tehdit olarak algılandı ve buna karşı koymak için de öncelikle sistemin ekonomik ve toplumsal işleyişinin korunmasına dönük önlemler alındı.
Pandemi gerekçesiyle dayatılan ekonomik, toplumsal ve yasal düzenlemeleri gözden geçirelim. Tüm kapitalist ülkelerde öncelikle, tıbbi gerekler asgari düzeyde tutularak, üretim ve hizmet süreçlerinin, küresel ölçekte tedarik, dağıtım zincirlerinin, ticaret, piyasa mekanizmalarının ve tüm bunların finansal düzeneğinin güvencesi ve sürekliliği sağlandı.
Bunun için, birikim modeli bileşeni olması koşuluyla, her düzeyde ve her ölçekte sermayeye dönük ekonomik ve ticari kurtarma önlemleri sıralandı. Bu önlemlerin, birikim modelini güvenceye almaya yönelik olduğunu hatırlayarak, emek-sermaye çatışmasında açıktan ve doğrudan sermaye tarafında yer aldığının altını çizelim.
Bu kurtarma ve güvenceye alma önlemlerinin emekçi sınıflara dolaysız yansıması, çalışma rejimlerini düzenleyen yasal düzenlemeler oldu. Pandemi tehdidi altındaki tüm kapitalist ülkeler zaten yüzyıl başından beri geliştirmekte olduğu esnek çalışma yöntem ve araçlarını çeşitlendirdiler.
Esnek çalış(tır)ma rejimleri bu noktada, önce pandemi gerekçesiyle durdurulan işler, kapatılan işletmeler nedeniyle çalışma olanaklarını kaybeden işçilerin her düzey hak ve alacaklarını sermaye lehine kısıtlamaya dönük yasal düzenlemeler olarak ortaya çıktı.
Tüm sektörlerde çalışmaya devam eden emekçiler için ise, karşı karşıya oldukları riskleri bilme, önlemler talep etme ve iş bırakma hakkı; krizle mücadelede kararlarda söz sahibi olma; çalışma saatleri ve işe ulaşım koşullarının, eşitlikçi, güvenli ve insanca çalışmaya uygun düzenlenmesi talepleri gibi başlıklarda mutlak baskı ve çoğu yerde zorbalığa varan uygulamalar oluştu.
Esnek çalışma rejimlerinin emek gücüne karşı en gelişkin silahlarından olan uzaktan çalışma düzenlemeleri ile: düzensiz çalışma saatleri; artan iş yükü; özel hayatın izlenmesi; çeşitlenen mobbing biçimleri; mesleki itibarsızlaşma; yabancılaşma ve yıpranmanın artması; kaygı ve endişe derinleşmesi gibi sonuçlar karşımıza çıktı.
En nihayetinde çalışma rejimine dönük tüm bu uygulama ve düzenlemeler, emekçi sınıflar açısından yoksullaşma ve yaşam kalitesinde önemli oranda kötüleşmeye yol açtı. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün 2020-2021 Küresel Ücret Raporu, pandemi krizinin ücretli emek gücüne yansımasını net olarak ortaya koyuyor.
Rapora göre, 2020 yılının ilk yarısında dünya ülkelerinin üçte ikisinde ortalama ücretlerde keskin bir düşüş eğilimi gözleniyor. Aynı rapor, dünya genelinde pandemi kaynaklı gelir düşüşlerinin en fazla düşük ücret gruplarını ve tüm ücret gruplarında oransal olarak kadın emekçileri olumsuz etkilediğini gösteriyor.4
Bu noktada kadın emekçilerin pandemi sürecinde sadece ücret konusunda değil, sermayenin düzenini koruma eğilimiyle sürdürdüğü tüm uygulama ve düzenleme başlıklarında çifte yüke ve sömürüye maruz kaldıklarını da buraya eklemek gerekir.
Mikrobun hiç mi suçu yok?
Yukarıda Covid-19 pandemik hastalığından çok, bu hastalık gerekçesiyle yaratılmış durumdan ve bu durumun sınıflar mücadelesi ve sermaye birikim modeli açısından nasıl bir yere oturduğundan söz edildi. Peki bu tabloda, on milyonlarca insanı enfekte eden, iki milyona yaklaşan insanı öldüren virüsün hiç mi katkısı yok diye sorulabilir.
Korona virüsünün yalan, Covid-19 hastalığının uydurma, pandeminin kurmaca olduğunu iddia edecek değiliz. Tümü olgusal gerçeklerdir, ortada bilimsel olarak kanıtlanmış bir küresel salgın ve insanlığın bugünü ve geleceğini tehdit eden bir durum var elbette.
Ancak daha önce de yazıldığı gibi, Covid-19, ortaya çıkışından neredeyse hemen sonra emekçi ve yoksul halkların hastalığı haline dönüştü. Pandemi, bu anlamıyla da küresel ölçekli bir sınıflar mücadelesi başlığı haline geldi.
Bu anlamıyla baktığımızda Covid-19 artık neredeyse emekçi sınıflarla özelleşmiş bir sağlık sorunu olarak ortaya çıkıyor.
Tüm kapitalist ülkelerde ilk sırada, salgınla mücadelede ön cephede bulunan emekçiler bulunuyor: Sağlık emekçileri; belediye, sosyal hizmetler, güvenlik işçileri; gıda, enerji, ulaşım gibi kilit sektörlerin, ulaştırma, iletişim ve tedarik-lojistik sektörlerinin çalışanları. Tümü için iş sağlığı ve güvenliği, mesleki riskler, çalışma koşulları, saatleri ve iş yükleri virüs ile enfekte olma ve hastalanma tehdidin yanında artarak birikiyor.
Diğer tüm üretim ve hizmet süreçleri için, iş durdurma ya da uzaktan çalışma fark etmeden, pandemiye dönük koruma, önleme, teşhis ve tedavi süreçlerine ulaşımda eşitsizlik söz konusu.
Bu eşitsizliğe, kontrolsüz biçimde artan işsizlik oranları, iş kayıpları ya da düşürülen ücret seviyeleri ile derinleşen yoksullaşma da eklenince, kapitalist düzenin salgıladığı mikrobun, koronavirüsün etkisini kat kat artırdığını açıkça görüyoruz.
Sermayenin bir refleks olarak kendi düzenine dönük tehdide karşı önlemler geliştirdiği ve hızla uygulamaya soktuğu ortada. İnsanlığa karşı pandemi tehdidi karşısında emekçi sınıfların yapması gereken hem koronavirüse hem de bu düzenin mikrobuna karşı bilimsel bilgi ve eylemliliğin ışığında eş zamanlı ilerlemek.
İnsanlık, Covid-19’a dönük koruma ve iyileştirmede önemli yol kat etti, tedavi yöntemleri gelişti, aşılar uygulanmaya başlandı. Sıra diğerinde...
BURÇAK ÖZOĞLU / SOL-GELENEK
- 1.Aktaran BBC Türkçe https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51614548
- 2.Kapital 1. Cilt, s. 620-621.
- 3.Bu kapsamdaki okumalar için bkz. Kapital üçüncü cilt.
- 4.Global Wage Report 2020–21: Wages and minimum wages in the time of COVID-19 International Labour Office – Geneva: ILO, 2020.