31 Ocak 2021 Pazar

İnsanlığın başındaki iki mikrop - BURÇAK ÖZOĞLU / SOL-GELENEK

 İnsanlığa karşı pandemi tehdidi karşısında emekçi sınıfların yapması gereken hem koronavirüse hem de bu düzenin mikrobuna karşı bilimsel bilgi ve eylemliliğin ışığında 


Dünya ölçeğinde oldukça zorlu bir yılı geride bıraktığımız günlerdeyiz. Önümüzdeki yılın öncülünden daha az zor olacağını düşünmemiz için de herhangi bir gösterge bulunmuyor.

2020 yılında neler yaşandığını hatırlayalım.

Olgusal olarak 2019 yılının sonlarında başlamış olduğu kabul edilen, koronavirüsün neden olduğu, Covid-19 hastalığının birkaç ay içerisinde küresel ölçekte yayıldığı gözlendi. Bunun üzerine, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 12 Mart 2020’de bir basın toplantısı düzenledi ve Genel Sekreteri Tedros Adhanom Ghebreyesus’un ağzından, 11 Mart itibarıyla 114 ülkede 118 bin vakanın görüldüğünü ve 4 bin 291 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.

Ghebreyesus, o toplantıda "Binlerce kişi hastanelerde yaşam mücadelesi veriyor. Önümüzdeki günler ve haftalarda vaka ve ölüm sayılarının artmasını bekliyoruz" dedi ve bu yayılma hızının DSÖ’yü alarm seviyesine getirdiğini ve Covid-19'u pandemik bir hastalık ilan ettiklerini ekledi.

Pandemi tanımlaması, dünyan nüfusunun eşzamanlı ve yaygın bir şekilde tehdit altında olduğuna işaret ediyordu. Bu alarmın ardından DSÖ, dünya ülkelerine şu önerilerde bulundu:

“Her ülke kamu sağlığını korumak ile ekonomik ve sosyal faaliyetlere yönelik kısıtlamaları en az seviyede tutmak arasında hassas bir denge bulmalı, bunları yaparken insan haklarına da saygılı olmalı.

Acil durum müdahale mekanizmalarınızı hazır hale getirin ve güçlendirin.

Halkınızı riskler ve korunma yöntemleri konusunda bilgilendirin.

Her bir Covid-19 vakasını tespit, izole, test ve tedavi edin. Temas ettiği herkesi inceleyin.

Hastanelerinizi hazırlayın. Sağlık işçilerinizi koruyun ve eğitin. Birbirinize sahip çıkın.”1

DSÖ’nün bu alarmı bir küresel kriz ilanı demekti. Daha doğrusu, pandemi ilanı ve sıralanan bu öneriler kapitalist ülkeler açısından bir sermaye birikimi modeli krizi eşiğinde olmak anlamına geliyordu.

Nitekim sekiz dokuz aylık bir sürede kriz derinleşti ve bugünkü noktaya gelindi. Aralık ortasında vaka sayısı 73 milyonu, hayatını kaybedenlerin sayısı da 1 milyon 600 bini geçti. Hemen tüm ülkelerde, işsizlik, yoksullaşma, ekonomik daralmalar yaşanmakta.

Sermaye birikim modeli krizi

Covid-19 pandemisinin ve ona ilişkin önlem ve mücadelenin tanımlanma biçimi, aslında olan bitenin bir insan sağlığı tehdidi ve krizi olmasının yanında ve hatta onun ötesinde kapitalizm açısından yani sermaye düzeni açısından bir kriz olacağını anlatıyordu.

Nitekim geçirdiğimiz aylarda ülkelerin bu krizle baş etme tercihleri ile açık bir kristalleşme ortaya çıktı, kapitalist ülkelerde durum açık bir biçimde sermaye düzenini bir bütün olarak koruma ve sürdürme krizi haline geldi.

DSÖ’nün pandemi için ülkelere yaptığı önerilere tek tek bakalım: ekonomik ve sosyal faaliyetlerin asgari kısıtlanması ile kamu sağlığı arasındaki hassas denge; acil durum mekanizmaları; risklere karşı halkın bilgilendirilmesi, korunması; sağlık işçilerinin korunması, eğitilmesi…

Bu maddelerin tümünde, kamucu, toplumcu ve merkezi planlamacı politika ve önlemlere işaret edildiğini görebiliyoruz. Bunu, hem tekil kapitalist ülkelerin sermaye birikimi üzerine şekillenmiş düzenlerine hem de bir bütün olarak emperyalist işbölümü ve işleyişe yönelen bir kriz tehdidi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Bu noktada önce kısaca sermaye birikim modelinden ne kastettiğimizi hatırlamakta fayda var.

Marx, birikim modelini birbiriyle diyalektik ilişki içerisinde ilerleyen iki farklı biçim ile açıklar.2

Birincisi, teknolojik ve organizasyonel değişimler dışarıda bırakılarak emek gücünün fiziki ve değer üretkenliklerinin sabit kaldığını varsayar. Bu koşullar altında birikim, değişken sermayeye yapılan giderlerin artışını beraberinde getirir. Sermaye ilişkisi sürekli artan ölçekte yeniden üretilir. Yani daha büyük sermayedarlar ve daha fazla sayıda ücretli işçi. Bu biçim içerisinde sermayenin birikimi proletaryanın sayısal artışıdır.

İkinci biçim ise, teknolojik ve organizasyonel değişikliklerin, emeğin kıt olduğu durumlarda, birikimi sürdürebilmenin araçları olarak kullanılmasına dayanır. Bu değişiklikler kullanılan toplam sermaye içindeki değişken sermayeye dair talebi azaltarak ücret oranını azaltırlar ve bu şekilde sömürünün fiili oranında bir artışa izin verirler. Bu, sermayenin değer kompozisyonundaki artışa denk düşer. Toplumsal emeğin üretkenliğindeki artış bu birikim biçiminin en güçlü uzantısı haline gelir.

Buraya kadar pandemi gözüyle duruma bakalım. Yayılma hızı ve etkisi göz önüne alındığında, buna önleme, koruma ve tedavi süreçlerinin külfeti eklendiğinde koronavirüs mikrobunun hem niceliksel hem de niteliksel açısından emek gücünü olumsuz etkilediğini, bunun da sermaye açısından pek de iyi bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Ancak sadece bu durumun bir bütün olarak sermayenin düzenini yani birikim modelini krize sokacağını iddia etmek pek doğru olmaz.

Covid-19 hastalığının küresel ölçekte bir işgücü kırımına yol açtığını söylemek biraz iddialı olur. Dünya nüfusu açısından çok önemli bir tehdit olmakla birlikte, tıp biliminin, ve ilişkili sektörlerin bugün ulaştığı gelişkinliğin proletaryanın sermaye birikimini durduracak ölçüde sayısal azalışına izin vereceğini düşünmemek gerekir.

Diğer taraftan, bilim ve teknolojideki ilerlemelerin üretim süreçlerine yansıtılmasının emek gücü dahil tüm üretici güçlerin üretkenliklerinin artırılmasına yol açtığını, bunun da emek süreçlerinin daha fazla birikim odaklı olarak esnetilebilmesine olanak sağladığını görüyoruz. Bu dolayımla bakıldığında, pandeminin, toplumsal emeğin üretkenliğindeki artışı bırakın tersine çevirmeyi, duraklatmasının dahi söz konusu olduğu söylenemez.

O zaman pandemi krizinin emperyalist kapitalist düzene etkisini açıklamada Marksist çözümlemeye başvurmaya devamda fayda var.

Marx, üçüncü bir birikim modelini açıklamaya başlarken fikirlerini modern ekonomi politiğin en önemli yasasına, yani kârlılık oranlarının düşme eğilimine bağlamıştır.3

Buna göre genel olarak, sömürü oranı sadece azalan bir oranda artışını sürdürebilir. Halihazırda yoksullaşmış bir işgücünden daha da yüksek sömürü oranlarını elde etmenin gittikçe güçleşmesi, sınıf mücadelesinin mevcut durumu ve işçi sınıfının az da olsa tüketime devam etmesi gerekliliği de ayrıca kısıtlayıcı etkide bulunur.

Covid-19 pandemisinin ortaya çıkardığı söylenen krize ve kapitalist ülkelerin son dokuz aydır sözleşmiş gibi aynı çizgide yürüttükleri salgınla mücadele taktiklerine baktığımızda, sermaye birikim modeline yönelen tehdidin, bu üçüncü başlıkla ilişkili olarak algılanıyor olduğunu söyleyebiliriz.

Marksist ekonomi politik alanı kapitalizmin hareket yasalarını tartışırken de diyalektik yöntemle ilerler. Buna göre, kâr oranlarının düşme eğilimi yasası aynı zamanda bu yasanın etkilerini gideren ve sona erdiren karşı koyucu eğilimleri de barındırır. Bu karşı koyucu eğilimler de özsel olarak birbiriyle çatışan görüntü verir ve belirli bir tarihsel konjonktürdeki mevcut güçlerin dengesi, sistemin nihai yönünü belirler.

Böylece bir başat eğilimden ve ona bağlı çeşitli karşı koyucu eğilimlerden söz eder hale geliriz. Bağlı eğilimler, başat eğilimin kazandırdığı devinim içerisinde ilerlerler, o sınırlar içerisinde işlerler. Bu bakış açısıyla, devlet müdahalesi, emperyalist güçlerin işleyişi, yapısal reformlar ve hatta sınıflar mücadelesinin oluşturacağı karşı koyucu eğilimlerin, düzenin gidişat yönünü değiştirmede kendiliğinden potansiyelleri sınırlıdır, düzenin iç dinamiğine bağlı ilerlerler.

Sermaye birikim modelini üç başlığı bir arada, yani proletaryanın niceliksel artışı, emek üretkenliğinin artışı ve birikim ve kâr oranlarının düşme eğilimi ile birlikte ele aldığımızda, 2020 yılında yaşanan küresel ölçekli krizi çözümlememiz de kolaylaşacaktır.

Çıkışında tüm dünya nüfusunu eş zamanlı ve benzer süreçlerle etkilediği söylenen koronavirüs mikrobunun sebep olduğu Covid-19’un nasıl olup da aylar içerisinde emekçi sınıfların ve yoksul halkların hastalığı haline geldiğinin yanıtı bu çözümlemede yatar.

Kapitalizmin pandemi krizine yanıtı

Yukarıda, sermaye birikim modellerinin tehdit altında olduğu dönemlerde kapitalizmin karşı koyucu eğilimler geliştirdiğinden bahsedilmişti. Covid-19 pandemisi de emperyalist düzende güçler dengesini ve işbölümünü de yansıtacak biçimde oluşan krize karşı koyucu başat ve bağlı eğilimler ortaya çıkardı.

Kapitalist ülkeler açısından başat karşı koyucu eğilim, söz konusu mikrobu ve neden olduğu hastalığı sermaye birikim modellerinin tüm boyutlarına karşı tehdit olmaktan çıkarmaya yönelmek oldu. Yani, pandemi, insanlığın sağlığına, iyiliğine, yaşam kalitesine dönük bir tehdit olarak değil, kapitalist emperyalist sistemin işleyişine karşı bir tehdit olarak algılandı ve buna karşı koymak için de öncelikle sistemin ekonomik ve toplumsal işleyişinin korunmasına dönük önlemler alındı.

Pandemi gerekçesiyle dayatılan ekonomik, toplumsal ve yasal düzenlemeleri gözden geçirelim. Tüm kapitalist ülkelerde öncelikle, tıbbi gerekler asgari düzeyde tutularak, üretim ve hizmet süreçlerinin, küresel ölçekte tedarik, dağıtım zincirlerinin, ticaret, piyasa mekanizmalarının ve tüm bunların finansal düzeneğinin güvencesi ve sürekliliği sağlandı.

Bunun için, birikim modeli bileşeni olması koşuluyla, her düzeyde ve her ölçekte sermayeye dönük ekonomik ve ticari kurtarma önlemleri sıralandı. Bu önlemlerin, birikim modelini güvenceye almaya yönelik olduğunu hatırlayarak, emek-sermaye çatışmasında açıktan ve doğrudan sermaye tarafında yer aldığının altını çizelim.

Bu kurtarma ve güvenceye alma önlemlerinin emekçi sınıflara dolaysız yansıması, çalışma rejimlerini düzenleyen yasal düzenlemeler oldu. Pandemi tehdidi altındaki tüm kapitalist ülkeler zaten yüzyıl başından beri geliştirmekte olduğu esnek çalışma yöntem ve araçlarını çeşitlendirdiler.

Esnek çalış(tır)ma rejimleri bu noktada, önce pandemi gerekçesiyle durdurulan işler, kapatılan işletmeler nedeniyle çalışma olanaklarını kaybeden işçilerin her düzey hak ve alacaklarını sermaye lehine kısıtlamaya dönük yasal düzenlemeler olarak ortaya çıktı.

Tüm sektörlerde çalışmaya devam eden emekçiler için ise, karşı karşıya oldukları riskleri bilme, önlemler talep etme ve iş bırakma hakkı; krizle mücadelede kararlarda söz sahibi olma; çalışma saatleri ve işe ulaşım koşullarının, eşitlikçi, güvenli ve insanca çalışmaya uygun düzenlenmesi talepleri gibi başlıklarda mutlak baskı ve çoğu yerde zorbalığa varan uygulamalar oluştu.

Esnek çalışma rejimlerinin emek gücüne karşı en gelişkin silahlarından olan uzaktan çalışma düzenlemeleri ile: düzensiz çalışma saatleri; artan iş yükü; özel hayatın izlenmesi; çeşitlenen mobbing biçimleri; mesleki itibarsızlaşma; yabancılaşma ve yıpranmanın artması; kaygı ve endişe derinleşmesi gibi sonuçlar karşımıza çıktı.

En nihayetinde çalışma rejimine dönük tüm bu uygulama ve düzenlemeler, emekçi sınıflar açısından yoksullaşma ve yaşam kalitesinde önemli oranda kötüleşmeye yol açtı. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün 2020-2021 Küresel Ücret Raporu, pandemi krizinin ücretli emek gücüne yansımasını net olarak ortaya koyuyor.

Rapora göre, 2020 yılının ilk yarısında dünya ülkelerinin üçte ikisinde ortalama ücretlerde keskin bir düşüş eğilimi gözleniyor. Aynı rapor, dünya genelinde pandemi kaynaklı gelir düşüşlerinin en fazla düşük ücret gruplarını ve tüm ücret gruplarında oransal olarak kadın emekçileri olumsuz etkilediğini gösteriyor.4

Bu noktada kadın emekçilerin pandemi sürecinde sadece ücret konusunda değil, sermayenin düzenini koruma eğilimiyle sürdürdüğü tüm uygulama ve düzenleme başlıklarında çifte yüke ve sömürüye maruz kaldıklarını da buraya eklemek gerekir.

Mikrobun hiç mi suçu yok?

Yukarıda Covid-19 pandemik hastalığından çok, bu hastalık gerekçesiyle yaratılmış durumdan ve bu durumun sınıflar mücadelesi ve sermaye birikim modeli açısından nasıl bir yere oturduğundan söz edildi. Peki bu tabloda, on milyonlarca insanı enfekte eden, iki milyona yaklaşan insanı öldüren virüsün hiç mi katkısı yok diye sorulabilir.

Korona virüsünün yalan, Covid-19 hastalığının uydurma, pandeminin kurmaca olduğunu iddia edecek değiliz. Tümü olgusal gerçeklerdir, ortada bilimsel olarak kanıtlanmış bir küresel salgın ve insanlığın bugünü ve geleceğini tehdit eden bir durum var elbette.

Ancak daha önce de yazıldığı gibi, Covid-19, ortaya çıkışından neredeyse hemen sonra emekçi ve yoksul halkların hastalığı haline dönüştü. Pandemi, bu anlamıyla da küresel ölçekli bir sınıflar mücadelesi başlığı haline geldi.

Bu anlamıyla baktığımızda Covid-19 artık neredeyse emekçi sınıflarla özelleşmiş bir sağlık sorunu olarak ortaya çıkıyor.

Tüm kapitalist ülkelerde ilk sırada, salgınla mücadelede ön cephede bulunan emekçiler bulunuyor: Sağlık emekçileri; belediye, sosyal hizmetler, güvenlik işçileri; gıda, enerji, ulaşım gibi kilit sektörlerin, ulaştırma, iletişim ve tedarik-lojistik sektörlerinin çalışanları. Tümü için iş sağlığı ve güvenliği, mesleki riskler, çalışma koşulları, saatleri ve iş yükleri virüs ile enfekte olma ve hastalanma tehdidin yanında artarak birikiyor.

Diğer tüm üretim ve hizmet süreçleri için, iş durdurma ya da uzaktan çalışma fark etmeden, pandemiye dönük koruma, önleme, teşhis ve tedavi süreçlerine ulaşımda eşitsizlik söz konusu.

Bu eşitsizliğe, kontrolsüz biçimde artan işsizlik oranları, iş kayıpları ya da düşürülen ücret seviyeleri ile derinleşen yoksullaşma da eklenince, kapitalist düzenin salgıladığı mikrobun, koronavirüsün etkisini kat kat artırdığını açıkça görüyoruz.

Sermayenin bir refleks olarak kendi düzenine dönük tehdide karşı önlemler geliştirdiği ve hızla uygulamaya soktuğu ortada. İnsanlığa karşı pandemi tehdidi karşısında emekçi sınıfların yapması gereken hem koronavirüse hem de bu düzenin mikrobuna karşı bilimsel bilgi ve eylemliliğin ışığında eş zamanlı ilerlemek.

İnsanlık, Covid-19’a dönük koruma ve iyileştirmede önemli yol kat etti, tedavi yöntemleri gelişti, aşılar uygulanmaya başlandı. Sıra diğerinde...

BURÇAK ÖZOĞLU / SOL-GELENEK

  • 1.Aktaran BBC Türkçe https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51614548
  • 2.Kapital 1. Cilt, s. 620-621.
  • 3.Bu kapsamdaki okumalar için bkz. Kapital üçüncü cilt.
  • 4.Global Wage Report 2020–21: Wages and minimum wages in the time of COVID-19 International Labour Office – Geneva: ILO, 2020.

Z’lerin gelişi Y’lerin duruşundan belli... midir? - Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

2001’den sonra doğanlara Z kuşağı diyorlar. 

Eğer 2023’te öngörülen seçimler yapılırsa, AKP iktidarı sürecinden başka yaşanmışlığı olmayan Z kuşağı, seçmen kitlesinin en az yüzde 16’sını oluşturmaya ve Türkiye’nin siyasal kaderinde başrol oynamaya aday. 

Otosansürle çok erken tanışan ve “götürürler” tehlikesiyle baskılanmış bir toplumda büyüyüp serpilen bu gençler, haliyle pek ketumlar. Ne düşündükleri, ne istedikleri, yaşamdan ne bekledikleri, kitlesel anlamda bir muamma. 

İşte tam Z’li genç seçmen eğilimlerinin tartışıldığı bugünlerde, Y kuşağından bir mektup aldım. Rüzgâr adlı okurumun ne yazık ki kısaltmak zorunda kaldığım Y ve Z kuşakları yorumunu takdirinize sunuyorum:    

Siyasal İslamın önlenemeyen iflası        

Türkiye’de Soğuk Savaş artığı siyasetçiler ne çağı ne de gençliği okuyabiliyor.

1960 ile 80 arası doğanların Türkiye’de bugün Y ve Z kuşağındaki değişimlerin temelini attığını, 1980-2000 arası doğanların dinden siyasete, siyasetten cinsel tercihlere ve kadın kimliğine varıncaya dek her konuyu sorgulayıp tartışmaya açtığını görmüyorlar. 

Benim de aralarında olduğum Y kuşağının siyasal İslama tepkisi derin. 2000 sonrası doğanların çoğu ise dinsiz ya da inançsız. 

Bizi örnek alıyorlar. Sorularına doyurucu yanıtlar veremeyen din tacirlerini gördükçe, inançsızlıkları daha da kökleşiyor. 

Kendi yetiştirdikleri çocuklara bile dinsel bir yaşam dayatamadılar!

Kökü Osmanlı’nın sözümona “Altın Çağı” 16. yüzyıla uzanan ümmetçiliğin kişiliksizliği ve çürümüşlüğü iliklerine işlemiş siyasal İslamcıların başarılı olmaları zaten beklenemezdi.

Siyasal İslam, bu topraklara ait bir olgu değildir. İngiliz patentlidir. Bu yüzden de tıkanmaya ve tükenmeye mahkûmdur. 

Türkler hiçbir zaman İslami şeriata uygun yaşamadı. Gerçek anlamda İslamiyetle, siyasal İslamcıların gece gündüz sövdükleri Cumhuriyet döneminde tanıştılar. 

Dil Devrimi nefreti 

Bildiğiniz gibi Osmanlı Arapçıdır. Türkler, Osmanlı’nın Araplaştırma girişimlerine direnmiş ve sonuçta Atatürk devrimleriyle özüne kavuşmuştur. Bu öze dönüşte Alevi-Bektaşi geleneğinin Türkçeyi ve Türklüğü gözü gibi korumuş olmasının önemi büyüktür.  

Ben bir Türklük bilimcisiyim. Türkçeyi ana kaynağında tüm lehçeleriyle öğrenebilmek için Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nde Türkoloji okudum. 35 çağdaş Türk lehçesinde ve 8 ayrı Türk yazın dilinde karşılaştırmalı dilbilim araştırması yapacak düzeyde uzmanlaştım. 

Bu birikim bana en başta İslamcıların ve Türk-İslam sentezcilerinin öne sürdükleri savların ne kadar temelsiz olduğunu gösterdi. Siyasal ve Türk İslamcıların Atatürk’ün devrimleri arasında neden en çok “Dil Devrimi”nden nefret ettiklerini kavradım...

Türkçe kavramlar ağırlık ve işlerlik kazandıkça, Türkler yeryüzüne özgün kimlikleriyle, Türkçe bakmaya başlamışlar. Bence bugünkü dönüşüm ve değişimi hazırlayan olgu da bu bakış. 

Türkçe üzerine dünyadaki hemen tüm sözlükleri inceledim. Çalışmalarım sırasında Osmanlı’nın Türkçeyi soykırımdan geçirdiğini görmek beni çok incitiyor ve Atatürk’ün değerini daha iyi anlıyorum. 

Bu iktidarı istemiyoruz!

Sanmayın ki bu konuda yalnızım. Y kuşağı bizler, sistemin tüm sorunlarına karşın sağlam bir eğitim aldık. Dönemimizde hâlâ fırsat eşitliği vardı. Zekâ ve çalışkanlıkla hâlâ bir yerlere geliniyordu.  

Ne iktidar ne de muhalefet Türkiye’yi yakın gelecekte yönetecek ve yazgısını belirleyecek kuşağın Y kuşağı olduğunun farkında. Sanıyorlar ki Türkiye hep kendi bildikleri gibi kalacak. Oysa bambaşka bir yöne evriliyor. Ekonomik bunalımın elbette etkisi var ama AKP iktidarını derinlerdeki kuşak çatışması da çökertiyor.

AKP iktidarının seçmen kitlesi ağırlıklı olarak 60 öncesi doğanlar. Artık tartının kefesi Y’lerden Z’lerden yana ağır basıyor ve bizler, bu iktidarı istemiyoruz.

Yalnız iktidarı mı?

Ayrımcılığın hiçbir türünü istemiyoruz. Bizim kuşağımız için türban, cinsel tercihler vb. kişisel hak ve özgürlük sorunu. 

Başı kapalı nice ilerici genç kız var, kravatlı, küpeli nice yobaz. Biz kaba kapağa bakmıyoruz, içeriğe bakıyoruz. 

İşte siyasilerin kavrayamadıkları olgulardan biri de bu!

Dünyaya hâlâ dar kalıplardan bakıyorlar. Oysa klasik, ideolojik yaklaşımlarla kimsenin Y ve Z kuşağını anlaması olanaklı değil. 

Sandığı bekliyoruz!

Bizi aptal sanıyorlar. Değiliz. 

Bizi apolitik sanıyorlar. Değiliz.

Bizi unutkan sanıyorlar. Değiliz.

On dokuz yıllık hesapları bir yerde belgeledik. Yaşanan tüm yolsuzluk ve haksızlıkları bir yere yazdık, belleğimize kazıdık. 

Öfkeliyiz. 

Bizi dindar yapamadılar ancak çok güzel kindar yaptılar.  

En çok da gevrek gevrek gülerek iktidara yalakalık yapanları bağışlamıyoruz.  

Sandığı bekliyoruz!

İktidar da muhalefet de toplumdaki sıkışmışlığı çok küçümsüyor. Durumun ciddiyetini kavrayamıyorlar.

Fransız Devrimi de Sovyet Devrimi de açlığın ve yoksulluğun, adaletsizliğin, gelir eşitsizliğinin, adam kayırmacılığın, devletteki kokuşmuşluğun sonucunda patlak vermişti. 

İlgililer Voltaire, Rousseau, Robespierre, Danton, Hugo, Dostoyevski, Çernişevski, Pasternak, Tolstoy, Mayakovski, Gorki okusunlar; açlığın ve adaletsizliğin insanları ve ulusları nerelere sürüklediğini anlamak istiyorlarsa...

Ayrıca bir konuda size gönül borcum olduğunu bilmenizi isterim. Dil bilincimin gelişmesinde katkınız büyük. Sağ olun!

Rüzgâr.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Anadolukavağı, Pavarotti ve Zeynep’in kitabı - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

 Hayat biraz da keyif demek. Öyleyse başlayalım:

Karı çok severim ama cebimde üç günde harcanacak altı bin liram olmadığı için karlı dağlardaki, her şey dahil otellere gidemiyorum. Ayrıca açık büfeden nefret ederim. Şehrimize az da olsa kar yağdı ya “Haydi garibanım dedim, al bir arkadaşını yanına, bin bir Boğaz vapuruna, Anadolukavağı’na git.” İyi ki demişim, Üsküdar’dan vapura bindik. Kar yağıyor, Boğaz’ın iki yakası da sisler içinde ve vapurun sıcacık salonunda sadece beş kişiyiz. Tiyatrocu iki arkadaş, bir öğretmen, ben ve benim arkadaşım. Öğretmen çok canlı bir kadın, çocuklarına ev ödevi vermiş, “çevrenizi fotoğraflayın” diye. Kendi de bütün yol boyunca martılara simit atarak, fotoğraf çekerek kendi ev ödevini hazırlıyor. Büfe kapalı olsun, termosumuz var, kahvelerimizi yudumlayıp vallahi de billahi de bayram çocukları gibi şen şakrak yol alıyoruz.

İşte geldik, Anadolukavağı’ndayız. Sıra sıra yeme içme yerleri kapalı, müthiş bir ıssızlık. Sadece bir köşede kovanın içinde ateş yakan birkaç balıkçı, leğenlerde oynayan hamsileri ayıklıyor. Karnımız aç, balıkçılar “Ayıklarsanız biz pişiririz” diyorlar. Tamam. İşe girişiyoruz, ben zaten balık ayıklamasına bayılırım. Acayip bir keyif, arada laflıyoruz. Az sonra ayıklanmış balıklar ve olağanüstü midye tava, karların içindeki masamızı şenlendiriyor. Bütün bunlar olurken çok yaşlı, beli iki büklüm bir Anadolukavaklı balıkçıların yanına geliyor. Belli ki herkes onu tanıyor. Balıkçılardan biri bir arkadaşından poşet istiyor ve kocaman eline doldurduğu hamsileri poşete aktarıp yaşlı adama veriyor. Adam “ama” diyor, “Bu dört kişiye yetmez”. O zaman balıkçı yeniden bu kez iki eliyle hamsileri kucaklayıp poşete dolduruyor. Yaşlı adam memnun ayrılıyor. Balıkçılardan biri “Kediler yok, martılar gitti, biz de onların hakkını amcaya veriyoruz” diyor. Evet, böyle bir gün. Herkese bu kaçamağı tavsiye ederim. İyi geliyor.

Biraz duralım, bu Pavarotti beni öldürecek. Müthiş bir belgeselini yapmışlar, hayranıydım ama bu belgeselden sonra hayranlığım zirve yaptı. Bu nasıl bir adam, kocaman bir çocuk ve sadece şarkı söylüyor. Bütün kadınların sevgilisi. Zaten kendisi de söylüyor: “Ben kadınların şımarttığı bir adamım.” Hayır, sen kadınların şımarttığı kocaman bir çocuksun! Belgeselde Pavarotti’nin organize ettiği, dünyanın her köşesindeki yoksullara, engellilere, AIDS hastalarına yardım için yapılan konserlerde Pavarotti, dünyanın en ünlü pop, rock şarkıcılarıyla sahne alıyor. Nasıl bir tevazu, nasıl bir sevecenlik, sahneye çıkanlar onun enerjisinden öylesine etkileniyorlar ki bir kat daha iyi çalıyorlar, bir kat daha içten söylüyorlar. Ben en çok ölüm döşeğindeyken ilk karısının ona en sevdiği makarnayı yapıp götürmesinden etkilendim. Bak Pavarotti, sana bir sır: Bir arkadaşımla arabaya binmişiz, Şile’ye gidiyoruz. CD çaları sonuna kadar açmışız, sesin bizi alıp başka diyarlara götürüyor. Sahiden götürüyor, döneceğimiz kavşakları, yol işaretlerini görmemişiz. CD bittiğinde bilmediğimiz bir kıyıda öylece durduk.

Şimdi gelelim can dostum Zeynep’in “Yeryüzü Yurdum Benim” adlı SİA Yayınları’ndan çıkan gezi kitabına. Zeynep inanılmaz bir gezgindir ve gördüklerini, yaşadıklarını herkesle paylaşmayı sever. Pek çok gezi kitabı var. Şu günlerde dijital dünyadan vazgeçip onun gezi kitaplarını okuyun. Bilgiyse bilgi, mizahsa mizah, aşksa aşk!

Şimdi sizlere iki kadın yazarın akrabalıklarından söz edeceğim. Biri Zeynep, biri bendeniz. Zeynep, kitabının “Burası Tibet, Şaşmayacaksınız” bölümünde Tibetli rahiplerden söz ediyor ve onların yaşam boyu sadece ama sadece dua ederek yaşamalarına şaşırıyor. Satırları okurken çok eğlendim, ben de Katmandu, Moğolistan ve Bangkok’ta sadece dua eden kavuniçi giysili rahiplere çok şaşırmıştım. Aşırı avantacı gelmişlerdi. Özellikle son gittiğim Moğolistan’da gördüm, altlarında dört çeker cipler, ceplerinde son model cep telefonları, işi daha da ileri seviyeye taşımışlar. Zeynep, Buenos Aires’in en ünlü tango okuluna davet ediliyor. Tango dersi onun anlatımına göre harika. Öğrencilerin yaş ortalaması 6 ile 96 arasında değişiyor. Sonra hoca arkadaşı onu dansa kaldırıyor. Zeynep kendi söylüyor: “Ben ki iyi dans ederim, ben ki her dansı anında öğreniveririm, ben ki partnerim ne yaparsa yapsın ona uymakta hiç güçlük çekmem (yani o ana kadar öyle sanıyordum). Karşılıklı dururken kasılıp kalıverdim. Değil dans etmek, bir iki adım atmak bile imkânsız. Kazık gibi duruyorum. Kımıldayamıyordum bile.” Bu benim de başıma geldi, tango dersi almaya gittiğimde hoca, “Siz bu dansı yapamazsınız” demişti. Başımıza bunun gelmesini Zeynep, tangocu hocaların şu sözleriyle açıklıyor: “Tango yalnız ve yalnız kadınla erkek arasındaki uyuma, ikisi arasında diyaloğa bağlı. Uyum olmazsa, diyalog olmazsa tango da yok.” Eh ne yapalım, biz de salsa yaparız. Bana şenlikli zamanlar yaşattığın için teşekkürler Zeyno.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

30 Ocak 2021 Cumartesi

Savunma Bakanının rengi, Sanders’in eldivenleri - Erhan Nalçacı / SOL

 Neden ABD tarihinde ilk kez siyahi bir yurttaşın Savunma Bakanı olarak seçildiğini sormalıyız.

Biden dönemi Savunma Bakanı olarak emekli bir asker seçildi. Afrika kökenli bir ABD’li olan Lloyd Austin’in silah tekelleri ile olan ilişkisi gözden kaçırılırken, kabinede renge dayalı bir “çeşitlilik” olarak takdim edildi.

Yine de neden ABD tarihinde ilk kez siyahi bir yurttaşın Savunma Bakanı olarak seçildiğini sormalıyız.

Burada bir liyakat sorunundan bahsetmiyoruz. Irak’ın işgalinde yer alan, cihatçıların vekâlet savaşlarında kullanılmasında rol üstlenen Austin en az muadilleri kadar cinayetlere, yalanlara ve hilelere yatkın olmalıdır.

Ancak bu yazıda, bu seçimin ABD sermayesinin kafasında büyük bir yer işgal eden yurttaşları nasıl düzene bağlayacağı ve tekellerin çıkarları için nasıl savaştırılacağı sorunuyla ilişkilendireceğiz.

19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında köylülük egemen sınıfların asker deposu olarak da işlev gördü.

Daha önce bu köşede konu edilen 1. Dünya Savaşı’nın Verdun mezbahanesinde örneğin her iki taraftan daha çok köylü çocukları kuzu kuzu başlarını uzattılar cellatlarına.

Ancak nüfusun yapısı değişip kentler işçi sınıfının katmanları ile dolunca işin rengi değişti. Yurttaşlar sermayenin savaşlarına karşı direnç göstermeye ve örgütlenmeye başladılar.

Vietnam Sendromu kavramı değişik anlamlarda kullanılıyor ama asıl olarak sermaye sınıfının ağır bir travmasını bize yansıtıyor. 

ABD 1965-75 yıları arasında Vietnam, Laos ve Kamboçya’ya vahşice saldırdı, savaş boyunca attığı 7 milyon ton bombayla buradaki emekçi halkların direncini yok etmeye çalıştı, 500 bin kadar asker bulundurdu bu ülkelerde.

Ancak savaşın sonunda ABD halkının %60’ından fazlası savaş karşıtı haline gelmişti.

İlk savaş karşıtı hareket ABD’nin siyahi halkından çıktı, çünkü onlar ABD devletine hiçbir şekilde güvenilmemesi gerektiğini öğrenmişlerdi zaten. 1965’te Vietnam’da bir arkadaşlarını kaybeden gençler aşağıda bir kısmı alıntılanmış savaş karşıtı bildiriyi dağıttılar:

“Zenci çocuklar burada, Mississippi’deki zorunlu askerlik işlemlerini onurlandırmayacaklardır. Anneler çocuklarını askere gitmeye özendirmeyeceklerdir.”

Sonrasında, o zaman baskılar nedeniyle işçi sınıfının siyasi öncüsünün pek ortalıkta gözükmemesine rağmen, bugün için de çok umut verici bir hareketlenme yaşandı.

Milyonlarca insan savaş karşıtı protestolar için toplandı. Sadece 1969’un ilk yarısında en az 215 bin öğrencinin kampüs protestolarına katıldığı, 3 binden fazlasının tutuklandığı ve bin kadarının okuldan uzaklaştırıldığı bildiriliyor. Liselerde bile beş yüz kadar yeraltı gazetesi çıkarılmıştı. Ayrıca askeri üslerin bulunduğu yerlerde yeraltı gazeteleri çıkarılmaya başlanmıştı.

ABD’deki 60’ların sonlarındaki savaş karşıtı gösterilerden biri. Dövizde “Oğlum Vietnam’da öldürüldü. Ne için?” yazıyor.












İnsanlar asker alımından kaçmaya, hatta ABD’den başka ülkelere göçmeye başladılar. Askerler arasında da savaş karşıtlığı hızla yayıldı. ABD asker alımında zorlanmaya başladı. Bu yazıya bütün ayrıntılar sığmayacaktır, sadece bir olaya değinelim, Kongre ile ilgili olduğu için güncel bir yanı var.

Vietnam’dan dönen askerler savaş karşıtı bir örgüt kurmuşlardı. 1971’de bunlardan bin kadarı Kongre Binası etrafında bir tel örgüye giderek tek tek Vietnam’da kazandıkları madalyaları telin öbür tarafına attılar ve zehir gibi bir acıyla konuştular.

Vietnam Savaşı direnen Vietnam yoksul köylüsünün olağanüstü direnciyle değil sadece, ABD emekçilerinin savaşa karşı direnişiyle de kazanıldı.

ABD sermaye sınıfı bu deneyimin altında ezildi. Bu yüzden Irak işgalinden önce kitle imha silahları yalanını ortaya attılar. Bu nedenle emperyalist ülkelerin halkları metroda gazlı saldırı, şarbonlu mektuplar, sokaklarda bıçaklı Cihatçılarla bir korku çemberine alındı.

Şimdi, pandemi esnasında ABD’de patlayan “Siyahların yaşamı değerlidir” ayaklanmasından sonra neden Savunma Bakanının siyahi olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Eğer ABD bir emperyalist paylaşım savaşına katılacaksa milyonlarca emekçiyi askere almayı deneyecektir.

Sanders’in eldivenine gelince…

Biden’ın başkanlık törenine örme tuhaf eldivenlerle katılmış. Bu çok meşhur oldu. 

Ama insanlar “Solcuysan neden bu kadar dünya halklarına karşı cinayetler işlemiş bu çetenin içindesin o zaman?” diye sormuyorlar. Demokrat Parti’nin solcusu olmaz!

Ayrıca Bernie Sanders sosyal demokrasinin ne kadar sığ olduğunu da gösterme fırsatı buldu eldivenler sayesinde. Eldivenli tişört bastırıp satışından elde edilen geliri ABD’li yoksullara yardım eden bir derneğe aktarmış.

Ya sermayenin işsizliğe, yoksulluğa, evsizliğe mahkûm ettiği on milyonlarca ABD’li. 

Savaş çığırtkanlarıyla sosyal demokratlar hep tarihte kol kola olmuştur.

Ne diyelim, nitelikli dolandırıcılık!

Erhan Nalçacı / SOL


Ölümünden yüz yıl sonra…- Aydemir Güler / SOL

 Ölümlerinden yüz yıl sonra Mustafa Suphi ve yoldaşlarının kimlik kartı, üstüne gelenin geçenin çiziktireceği boş bir yaprak değildir.

Ölümünün üstünden yüz yıl geçtikten sonra, o kişiyle ilgili rivayetlerin tükenmiş, tüketilmiş olması beklenir. Mustafa Suphi çekiştirilmeye devam ediliyorsa, bunu tartışmaların yararına ve verimine falan bağlamayalım.  

Kimseyi suçlamıyorum; varsa bir sorumluluk, Mustafa Suphi’nin mirasını sürdürenlerdedir. Demek ki boşluk bırakmışız… 

Bırakmışız ki, birileri geçen yıl yayınlanan bir kitaptan hareketle gerçekleştirilecek bir televizyon programı için abuk sabuk bir duyuru yazabiliyor: “… kitabında cinayetin çok yönlü (Bolşevik partisi-Türk yönetimi-yerel yetkililerin) ortak sorumluluğu altında yapılan bir katliam olduğu bir kez daha kanıtlanıyor.” Bu saçmalıkla “ilgilenenler” ilgili TV programını izlesinlermiş…

Yüz yıl sonra nasıl bir belge çıkmış, hangi gerçek keşfedilmiş olabilir? Bahsi geçen ama konumuz olmadığı için adını vermediğim kitapta da yok zaten. TKP’nin “genel başkanı” Mustafa Suphi’nin başında bulunduğu ve Merkez Komite üyeleriyle parti görevlilerini içeren heyet Trabzon’da Sovyet Rusya’ya geri gönderilecekleri söylenerek tekneye bindirildiler ve peşlerinden hareket eden bir diğer teknedekilerin saldırısı sonucu katledildiler. 

O sıra Türkiye’deki merkezi iktidarın başında, TKP heyetinin Ankara’ya gelmesini olumsuz karşıladığı ve yol boyu yaşanan organize taciz ve ortalama şiddetli linç girişimlerinden haberdar olduğu bilinen Mustafa Kemal vardır. Trabzon’da ise yerel iktidarda yoğun bir İttihatçı, somut olarak Enver Paşa gölgesi vardır. Enver Paşa siyasetin solmakta, Kemal Paşa ise yükselmekte olan yıldızıdır. Trabzon katliamında uzantıları günümüze doğru salınan, dönemin yeni yetme burjuvaları hazır ve nazırdır. Tetikçiler bunların tümüyle bağlantılıdır. Ve bütün bunlar bilinmektedir. Yüz yıldır biliyoruz!

Bilinmeyen, ama belirli periyotlarla uydurulan Bolşevik Partisinin suç ortaklığıdır. Bütünüyle uydurmadır. Mustafa Suphi aynı zamanda Rus Bolşevik Partisi’nin üyesiydi. Suphi’nin kurulmasına ön ayak olduğu geleneğin zenginliğini hiç hissetmeyen birileri, aynı aileden olan bizimkilerle Rusya Bolşeviklerinin Anadolu’ya ilişkin politika, taktik ve beklentilerde farklılaştıklarını görünce mal bulduklarını zannederler. 

Bolşevik Parti liderliği Ekim Devriminin yalıtılmasına ve kuşatılmasına karşı kurmak zorunda olduğu dostluklara komünistlik şartı ekleyecek kadar şaşkın değildi. Türkiyeli komünistler ise ülkelerindeki siyasal krize devrim ve iktidar perspektifiyle yaklaşıyor, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelede zaferin kendilerinden, işçilerden ve yoksul köylülerden geçtiğine inanıyorlardı. Bu iki yönelim arasında elbette çelişki vardır. Çelişkiyi yaşayan taraflar aynı ailedendi. Yoldaştılar. 

Ailenin küçük kardeşi TKP kendi ülkesinde ne yapacağı kararını başkasına bırakmayacak kadar kişilikli bir liderliğe sahipti. Benimsediği taktik büyük kardeş tarafından eleştirilmiş, tartışılmış, düzeltilmek istenmiş, ama sonuç olarak TKP kendi tercihini yapıp bedelini de ödemiştir. 

TKP enternasyonalist olarak doğdu; Ekim Devriminin çocuğuydu bizimkiler. Ve TKP yurtsever olarak doğdu; daha o günden burjuva bir önderliğin getireceği kurtuluşun eksik gedik kalacağını biliyorlar ve yerlerinde duramıyorlardı. Burada anlaşılmayacak bir şey yoktur, çekiştirilecek çok şey vardır. 

Sovyet Rusya Partisi katliama, “bizimkilerin” tercih ve hak ettiği dozajda tepki vermemiştir. Buradan tek sonuç çıkar: Moskova katliamı düzenleyen veya sonuçlarını cebine koyan Ankara’dan vazgeçebilecek durumda değildir. Buradan başka sonuçlar çıkartmaya kalkan çekiştirmeciler verimli bir tartışma falan yürütmüyorlar. Yapmaya çalıştıkları Türkiye komünizminin 1917 Ekim Devrimi ve Komintern ile, buradan hareketle reel sosyalizm geleneği ile bağlarını topa tutmak. 

O bağlar kopartılırsa boş kâğıda istediklerini yazabilecekler mi? 

Örneğin Mustafa Suphilerin ölümüyle Türkiye komünistleri “İslamla dostluk seçeneğini yitirmiş” midir gerçekten? 

Sırf Suphi Bolşeviklerin Müslüman halklara yönelik örgütlenmesinde çalıştı diye böyle şey uydurulur mu? 

Denemesi bedava sanıyorlar…

Türkiye komünizmini yıkmak için bu yüz yıl içinde çok uğraşıldı. Bu uğraşların en alçakçası ve en ağır sonuçlar üreteni Bolşeviklerin yerini kapanlarla ortaklaşa icra edilen olmuştur. Sovyet sosyalizmini yıkan glasnostçu karşıdevrimcilerle Türkiye’de komünist hareketi, adı dahil silmeye karar veren tasfiyeciler arasında gerçek bir suç ortaklığı vardı. 

Şimdi o operasyonun başını çekenlerden biri kalkmış ve yüzüncü yıl çekiştirmesine cüret etmiş. Bu kez isim vereceğim; Nabi Yağcı “yeni tartışmalarla yeni bir düşünce ufkuna açılma umuduyla” Mustafa Suphi’nin “Doğulu ve enternasyonalist bir komünist” olduğunu, ama bu gerçeğin “utanılası biçimde farkında olamadığımızı” yazmış…

Ne var bunda demeyin, konumuz Mustafa Suphi’nin Komintern’in Doğuya açılan penceresinden süzülmüş olması değildir. Mesele şudur ki, Türkiye komünizmi bu gerçeği bir kader olarak yaşadığı durumda Batı tipi bir işçi sınıfı devrimi ve sosyalist iktidardan uzaklaşır, uzaklaşmıştır da. Ama Türkiye komünizmi hamle yapmaya ne zaman kalkışsa, bu ister 1940’larda aydın hareketi, ister 1970’lerde işçi hareketi yaratmak, isterse 1990’larda kendisini yeniden kurmak olsun, az gelişmişliğin ezikliğinden uzak durmuştur. Bundan öte bir Doğululuk yoktur komünist hareketimizde. Ama ne yazık ki aramızdan Şark kurnazlarının çıktığına çok tanık olmuşluğumuz vardır. 

Bu akılsız kurnazlar enternasyonalistliğin “Sovyetiklik” olduğunu unutturmak isterler. Belki de sosyalizmin ağırlık oluşturmadığı bir dünyada enternasyonalistliği kendi toprağına yabancılaşmış bir kozmopolitizm olarak sunmanın mümkün olduğunu düşünüyorlardır. 

Ölümlerinden yüz yıl sonra Mustafa Suphi ve yoldaşlarının kimlik kartı, üstüne gelenin geçenin çiziktireceği boş bir yaprak değildir. Kurdukları Parti, kurucuları kadar enternasyonalist ve yurtseverdir. Devrim ve sosyalist iktidar o gün olmadığı kadar gerçek çıkış yolumuzdur. Onların, ulusal kurtuluş ve ilerlemeye, Sosyalizmle taçlanmazsa yıkılır diye bakmakta haklı çıktıkları bugün, TKP dinci gericiliği sermaye düzeniyle birlikte topyekûn yok etmeye kararlıysa kimlerden esinlendiğimiz açıktır. 

Yüz yıl sonra çekiştirilip duruyorsa Suphi ve yoldaşları, bunun nedeni, Partilerinin devrime en az onlar kadar inanarak yola devam ediyor olması değil midir?

Aydemir Güler / SOL

Hızlı ve korkulu - Orhan Gökdemir / SOL

 Korktukça karartıyorlar ve düşmemek için hızlanıyorlar. Ancak biliyoruz, karanlıkta hız ölümcüldür.

Beyaz takkeli oğlanlar ellerinde Kuranlarla geçit töreni yapıyor. Arkada dualar okunuyor. Kızlar ve oğlanlar tek tip giydirilmiş, ayrı yerlerde toplanmış, kıyafetler IŞİD modeli. Ancak toplantının organizatörü IŞİD değil Diyanet İşleri Başkanlığı. AKP iktidarı, TSK'nın cihatçı “Özgür Suriye Ordusu” ile birlikte kontrol altında tuttuğu bölgede eğitim faaliyetinde…

Eğitim dedikleri hafızlık öğretimi. Kuran ezberleyip ezberden okumaya hafızlık diyorlar. İşgal altında tuttukları topraklarda Arap halkının çocuklarına layık gördükleri eğitim modeli bu. Kurs bitmiş, “icazet”e gelmiş sıra. Ortaçağ usulü diploma törenidir. 

Bu kentte daha önce de vali-kaymakam atamış, “İslami İlimler Fakültesi” kurup işletmeye başlamışlardı. Adından anlaşıldığı gibi bu ihraç malı “fakülte”nin içine pek çok “ilim” sığdırmışlar. Hafızlık bunlardan biri olmalı. Ezbere dayalı tekrara “ilim” adı verince ezber ezber olmaktan çıkmıyor ama olsun. İlim, ilim bilmektir! 

TRT'nin Arapça kanalı söz konusu törenden devşirdiği görüntüleri paylaştı. Devletin dinden sorumlu bürokrasisi tam kadro oradaydı. Arap çocuklarına Diyanet’in inayetiyle hafızlık öğretmeyi başarmışlardı. Sahnesi Azez’dir, Suriye Arap Cumhuriyeti’nden koparılmış ve “özgür” kılınmış bir toprak parçasıdır. Özgürlükten anladıkları IŞİD modeli yaşam tarzıdır…


Bu görüntüler aynı zamanda AKP’li yıllarda Laik Cumhuriyetin nasıl bir ucubeye dönüştürüldüğünün kanıtıdır. Sadece sınır ötesinde değil ülke içinde de yapmak istedikleri bu. Ancak ülke henüz bunlara hazır değil. Halka IŞİD entarisi giydirmeyi beceremediler haliyle. Fakat niyet ettiler, orasını biliyoruz.

***

Toplum direniyor ama devlet dönüştü. Yalnız bu dönüşüm tek başına AKP’nin marifeti değildir. Türkiye’nin egemen sınıfı son 50 yılda devletin bu yönde dönüşmesini istedi, plan-program yaptı, arkasına güç yığdı, uygulaması için darbeler tezgahladı. 12 Eylül devleti Azez’deki haline dönüştürmek için peydahlandı. Cunta bir başlangıç yaptı, AKP tamamladı. Yani AKP dönüşümün sebebi değil basit bir sonucudur. 

Bu dönüşümü erken haber veren kitaplardan biri “Öteki İslam” kitabımdır. Kaynakları var, yani kitap yazıldığında doğrultu çoktan belli olmuştu. 

O kaynaklardan biri Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Taha Parla imzasını taşıyor. Parla’nın 19 Mayıs 1986 tarihli Yeni Gündem dergisinde yayınlanan makalesinin başlığı “Dini Milliyetçilik”tir. Öteki İslam’da “Dinci Milliyetçilik” başlığıyla yer alıyor. Çünkü dini değil dinci bir program söz konusudur. 

Parla “Dini Milliyetçilik” analizine şöyle başlıyor: “12 Eylül'den sonra kamu yaşamında birçok önemli değişiklik meydana geldi. Bunlardan biri de, din-devlet ilişkisi konusunda 60 yıldır sürmekte olan bir kültür savaşının ve siyasi mücadelenin taraflarının ve bunların güç konumlarının değişmesidir. 1980-86 yönetimleri klasik Kemalist laiklik ilkesini hiç değilse kısmen ve fiilen terk etmişler; dini, devletin gözetiminde tekrar kamu yaşamanın hatta siyasi yaşamın sınırları içine almışlardır. Din, ama belli bir tür din ve dinsel gruplar, toplumda zaaf noktasından kuvvet noktasına geçmiştir.” Yani “Kemalist rejim” AKP tarafından değil 12 Eylül Cuntası tarafından yürürlükten kaldırılmıştır. 

Parla’ya göre Batıcı-Milliyetçi Kemalist Sentez “Tarihin durdurulup sıfırdan başlatılabileceğine inanan aksiyoncu ve voluntarist” bir tarih anlayışına dayanıyordu. Haliyle kendi siyasal programını oluştururken İslamiyet’i çıkarıp atabileceklerine inanıyorlardı. “Laik bir düzen kurmak istiyorlardı” şeklinde çevirebiliriz. Bununla birlikte dediği önemlidir; 12 Eylül Cuntası Kemalizm’in denklemden çıkardığı dini geri çağırmış, dinci milliyetçi bir devlet düzeni kurmuştur. Rejim değişikliğidir. 

Parla, Kemalizm’in yerine kurulan rejim hakkında da hakkında çok nettir. Şöyle not ediyor: “…12 Eylül'den sonra meydana geldiğini düşündüğüm değişiklik, yönetimlerin ve bürokrasinin klasik Kemalist laik çizgiyi bırakarak, Türk-İslâm Sentezi adı altında (vurgu Türk'te) oluşmaya başlayan dinci bir milliyetçiliğe (vurgu milliyetçilikte) razı gelişleridir.” Demek ki yeni rejimin generallerce şekillendirilen ilk hali “Türk-İslam Sentezi” diye adlandırılan Dinci bir Milliyetçiliktir. 

***

Azez’deki tabloya ulaşmaya çalışıyoruz, devam ediyoruz. Yıkılan “Batıcı Milliyetçi” rejimin yerine kurulan Dinci Milliyetçi yeni rejimin devlette ortaya çıkardığı değişim, “Dini Milliyetçilik”te şöyle ifade ediliyor: “1980'lere kadar ancak ‘hortlayabilen’ ve de kovalanan din, bu kez yönetimlerin refakatinde emin adımlarla sahneye gelmiştir. Her Türk yurttaşının nüfus cüzdanında İslâm yazmasına karşın 1980'lere kadar neredeyse bir ‘alt kültür’ statüsünde kalan dinin, Ortodoks devletçi türü, artık ‘resmi ideoloji’ Kemalizm'in yanı başında ‘resmi kültür’ olmak yoluna girmiş bulunuyor.” 1982 Anayasası esasında bu değişimin belgesidir. Din o belgeyle birlikte kamu yaşamına kesin bir biçimde geri dönmüştür. 

Demek ki toplumun İslamizasyonunu sadece AKP’ye bakarak anlayamayız. Bizdeki tartışmasız bir ordu malıdır. Ordunun envanterine de TÜSİAD merkezli büyük patronlar tarafından kaydedilmiştir. 24 Ocak kararlarıyla piyasa toplumunun önündeki engeller kaldırılırken devlet eski haliyle varlığını sürdüremezdi. Dönüştürdüler. 

Çok ilginç, “Dinci Milliyetçilik” tartışmalarına hep “başkanlık sistemi” tartışması eşlik etti. Dini kamu yaşamına sokanlar aynı zamanda güçlü bir idare istiyorlardı. Demek ki toplumun İslamizasyonu ile güçlü yönetim ihtiyacı arasında doğrusal bir ilişki var. Toplum dindarlaşacak ve idare güçlenecek; Programın özeti budur.  

Bu özet, programın “enternasyonal” yanını da ele vermektedir. “Dini Milliyetçilik” makalesi programın bu niteliğine de atıfta bulunuyor. Devlet kontrolünde Dinci Milliyetçilik, 1980'ler Türkiye’sine özgü bir şey değildir. Üçüncü Dünya ülkeleri için geliştirilen "bürokratik-otoriter yönetimlerle yeniden gelenekselleşme" tezleri ve politikaları ile uyum ve irtibat içindedir. ABD’li akademisyenlerce "sosyal bilimsel" dayanak kazandırılan bu tezler, yerli uygulamacılar tarafından, yalnızca sola değil, genel olarak demokrasiye karşı kullanılan devlet politikalarına dönüştürülmüştür. Özetle devlet kontrolündeki dini milliyetçilik programının içeriği ve hedefi anti komünizmdir. Yani hep aynı sınıf refleksine ulaşıyoruz. Gericileşiyorlar, çünkü çok korkuyorlar. Karanlığın sebebi patronların büyük korkusudur. Korktukça daha çok karartıyorlar. Karanlıktayız. 

***

Programa AKP katkısına geliyoruz. Cunta işi Dinci Milliyetçilik 90’lı yılların ortalarında işlemez hale geldi. Kemalizm’in çöküşüyle birlikte “Milliyetçi” yan da etkisizleşmişti. Dinci Milliyetçi dönüşüm sırasında patlak veren Kürt sorunu rejimi başka bir tutkal arayışına sürüklüyordu. Dinin bu rolü üstleneceğine inandılar. Refah Partisi ve AKP o inançtan doğdu. Dinci Milliyetçi rejim, dincilerin yönetimine geçmişti.

Böylece Cuntanın programı mantıki sonuçlarına ulaştı. Bugün yürürlükte olan “Milliyetçi Dinci” (vurgu dinde) bir rejimdir. Yeni olmakla birlikte Cunta’nın Dinci Milliyetçiliğinin içinden çıkmıştır, 12 Eylül kokuludur. Azez’de ordusu ve imamlarıyla birlikte bu kadar rahat çalışmalarının arkasında işte bu tarih vardır. 

***

İslamizasyon tartışmalarına hep “başkanlık sistemi” tartışması eşlik etti. Rol modeli Kenan Evren’dir. Bugünkü muadilleri onun açtığı yoldan ilerledi. Demek ki toplumun İslamizasyonu ile güçlü yönetim ihtiyacı arasında doğrusal bir ilişki var. Toplum dindarlaşacak ve idare güçlenecek; programın özeti budur.  

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı “Ata”sı silik Mehmet Uçum birkaç gün önce bunu kendi tarzıyla ifade etti. “Parlamenter sistemle ilgili muhalefetin tüm beklentileri bir hayalden öteye gidemez”, dedi. Parlamenter sistemin en önemli sorunu olan dağınık, çok başlı, parçalı yönetim uygulamasının ortaya çıkardığı zafiyetleri ve sorunları artık geride bırakmışlardı. Toplumun İslamizasyonu ile birlikte devletin dönüşümü de tamamlanmıştı, söylediği budur. 

Korktukça karartıyorlar ve düşmemek için hızlanıyorlar. Ancak biliyoruz, karanlıkta hız ölümcüldür.  

Yalnız "bürokratik-otoriter yönetimlerle yeniden gelenekselleşme" programının hızdan ve karanlıktan başka sonuçları var: Kapitalizmde parlamento bir lükstür, ortaya çıkmıştır. Demokrasi ise zaten ham bir hayaldi, yaşandı bitti. Haliyle Mehmet Uçum’un işaret ettiği gibi artık devleti “yavaşlatmak” üzerine kurulu bir siyasi mücadele mümkün değildir. Çünkü devletin ve tabii rejimin hızlanmazsa düşeceği bir evredeyiz.

***

Hızlandırdılar ve kararttılar. Bu durumda, parlamenter sistemle ilgili bir beklenti için de imkan kalmadı. 

Ancak biz hayal kuranlardan değiliz. Biliriz, yavaşlatamayız ama yeniden kurabiliriz. Büyük netliktir.

Orhan Gökdemir / SOL  

Erdoğan'dan Berat Albayrak'ın yerine çok konuşulacak atama - SOL

Erdoğan, Varlık Fonu görevinden de ayrılan Berat Albayrak'ın yerine, Albayrak'ın doktora tezini yazdığı belirtilen ismi atadı. Bu isim aynı zamanda fişleme iddialarıyla gündeme gelmişti.

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, bugün çok sayıda atama kararına imza attı. Atama kararlarından biri özel olarak dikkat çekti.

Berat'ın yerine atama

Bugün Resmi Gazetede yayımlanan 2021/85 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararıyla, Varlık Fonu Yönetim Kurulu üyesi Prof. Dr. Erişah Arıcan, Varlık Fonu Başkan Yardımcılığı görevine getirildi.

Başkan Yardımcılığı görevi Berat Albayrak’ın Kasım 2020 tarihinde görevinden alınmasıyla boşalmış ve bugüne değin atama yapılmamıştı.

Tezini yazmıştı, şimdi koltuğunu aldı

Prof. Dr. Erişah Arıcan, Varlık Fonu Yönetim Kurulu üyeliğinin yanısıra 27 Eylül 2018’den bu yana Borsa İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.

Arıcan’ın, Berat Albayrak’ın doktora tezini yazdığı iddia ediliyordu.

WikiLeaks belgelerinde yer almıştı

WikiLeaks'in yayınladığı Berat Albayrak'ın e-postaları sonrası ortaya çıkan olay o dönem büyük tepki çekmişti.

Söz konusu maillerde Arıcan şu ifadeleri kullanmıştı:

  • Sevgili Berat,  Yarın ki tez izleme ile ilgili, 12 slayttan oluşan bir sunumu sana gönderiyorum. Tez jüri üyelerinin sayısı kadar çoğaltırsan iyi olur. Şimdi ben model taraması da yapıyorum. Tezle ilgili eksiklikleri de tamamlamaya devam edeceğim. Kolay gelsin, iyi çalışmalar, yarın görüşmek üzere.   Erişah
  • Sevgili Berat Bey,  Ekteki dosyada da göreceğiniz gibi, geçen hafta size verdiğimiz "yapılacaklar listemiz"deki görevlerin büyük kısmını tamamladık. Sadece Türkiye'deki yenilenebilir enerji kaynakları ile ilgili kısa bir yer kaldı. Onun dışında biz an itibariyle ekonometrik modele başlıyoruz. O konuda da gelecek hafta verileri toplayarak Doç. bir arkadaşımızla o kısmı da tamamlayacağız.

Maillere göre tezi hazırlayan kişi olan Arıcan, 1 Nisan 2016 tarihinde ise Borsa İstanbul Yönetim Kurulu Üyeliğine seçilmiş, bunun "tez hediyesi" olduğu eleştirileri gündeme gelmişti.

Bir de muhbirlik iddiası

Arıcan hakkındaki iddialar bunlarla da sınırlı değil. Arıcan'ın görev yaptığı Marmara Üniversitesi'ndeki akademisyenleri fişlediği, bu isimlere ilişkin Berat Albayrak'a bilgi notları gönderdiği öne sürülmüştü.

WikiLeaks'in yayımladığı söz konusu maillerde "Marmara Üniversitesi Dekan ve Müdürler Listesi" başlığı altında 29 profesörün ismini veren Arıcan bu isimleri, "solcu, gezici, aktivist, ülkücü, iktidar karşıtı tehlikeli, rejim karşıtı, hükümet politikalarını eleştiriyor" diyerek tek tek fişlemişti.

Erdoğan'a yeni danışman

Erdoğan'ın yaptığı atamalar Arıcan'la sınırlı değil. 

Feridun Hadi Sinirlioğlu Cumhurbaşkanı danışmanlığına atandı. Sinirlioğlu 21 Ekim 2016 tarihinde atandığı Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Nezdinde Daimi Büyükelçisi olarak görev yapıyordu.

2009-2016 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı görevinde bulunmuş; 2015 yılı genel seçimler sonrasında oluşturulan geçici seçim hükümetinde Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştı.

Hazine ve Maliye Bakanlığı'na iki atama

Hazine ve Maliye Bakan yardımcıları Osman Dinçbaş ile Bülent Aksu görevlerinden alınarak yerlerine AKP Genel Başkan Yardımcısı Cengiz Yavilioğlu ile TMSF Başkan Şakir Ercan Gül atandı.

Atama üstüne atama

Erdoğan'ın kararıyla yapılan diğer atamalar şöyle:

MTA Genel Müdürü Cengiz Erdem görevden alındı.

YÖK üyeliğine Üniversitelerarası kurulca seçilen Mustafa Çiçekler yeniden atandı.

Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu ve Yürütme Kurulu Başkanlığına Prof.Dr. Abdülkadir Balıkçı görevlendirildi; yönetim kurulu üyeliklerine ise Kadim Budak ve Prof. Dr. İbrahim Dinçer atandı.

Devlet Malzeme Ofisi Yönetim Kurulu üyeliğine İsmet Keskin atandı.

Konya Ovası Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığına Mahmut Sami Şahin atandı.

Karayollarında 6. Bölge Müdürü görevlerinden alınarak yerlerine yenileri atandı.

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığında açık bulunan 5 il müdürlüğüne; Tarım Orman Bakanlığında açık bulunan AB Dış İlişkiler Genel Müdür Yardımcılığı ile Ticaret Bakanlığında açık bulunan İç Ticaret Genel Müdür yardımcılığına atamalar yapıldı.

SOL