12 Şubat 2021 Cuma

Anayasa tartışmalarının amacı ve AKP’nin katarsis* arayışı - NEVAL OĞAN BALKIZ** / SOL(Görüş)

 

Türkiye “Biçimsel Seçim Demokrasisi” ve Geldiğimiz Durum 

Türkiye ‘biçimsel seçim demokrasisi’ bugüne kadar, periyodik aralıklarla yapılan seçimleri kurumsallaştırdı. Demokratikleşme, bu seçimlere biçimsel katılım süreci ve düzeyiyle sınırlı kaldı. Gerçek anlamda tam ve çoğulcu katılımı sağlamaktan uzak, bir yönü ile otoriter siyasi ve ekonomik yapıyı daima koruyan bu yapı ile geniş halk kitlelerinin seçimlere katılması sağlanarak, daha radikal değişimlerin önü kapatıldı ve aynı zamanda, anti reformist geleneklerin sürekliliği garanti altına alındı. Yeni demokratik süreçlerin kontrolden çıkıp, Sol’un gereğinden fazla toplumsal güç elde etmesine olanak vermeyen bu yapı, ‘yönetilemezlik’ halinde bir alternatif olarak ordunun hazırda beklemesini de, sistemin parçası kabul etti. Böylece bu siyasal/toplumsal yapı -görünüm biçimleri ve yoğunluğu farklı olmakla birlikte- her dönemde; siyasal karar alma süreçlerine geniş halk kesimlerinin katılımını engelledi ve temelini, daha fazla sosyal adalet taleplerinin oluşturduğu toplumsal reform hareketlerini, gündemden tamamen uzak tuttu. Toplumsal reformlardan uzak, tek ve yalın bir biçimsel demokrasi de, ekonomik eşitsizliği artırdı ve toplumdaki eşitsiz erk paylaşımını yoğunlaştırdı. 

Bu koşullarda, AKP’nin sivilleştirilmiş, İslamcı muhafazakâr/otoriter iktidarı, açık otoriter bir rejimin karşılaşabileceğinden daha az halk direnişiyle karşılaştı, on sekiz yıl süresince, hegemonik/ideolojik bir rejim olarak, daima tercih edilir durumda kalmayı başardı. Bu rejim, daha fazla zarara uğramadan acı, hatta daha baskıcı toplumsal ve ekonomik politikalar izledi, ilerici reformları engelledi ve statükoyu korumuş oldu. 16 Nisan 2017 tarihinde de, MHP’ yi de eklemleyerek, parlamenter sistemi ortadan kaldıran, M.Steven Fisch’in tanımıyla “süper başkanlık” getiren bir anayasa değişikliğini gerçekleştirdi. Üstelik bu değişiklik, batı dillerinde anayasanın; “birden fazla aktörün birlikte yapma, kurma, oluşturma” faaliyetine dair bir edimi ifade eden (constituere) anlamından tamamen uzak bir şekilde gerçekleştirildi. Değişiklik önerileri, Meclis’te temsil edilen siyasi partiler ile herhangi bir birliktelik ve uzlaşı aranmadan, toplumsal kesimlerin bilgisi ve önerilerine sunulmadan, kamuoyunda ve üniversitelerde tartışılmadan hazırlandı, Komisyonu’ndan geçirildi, Meclis Genel Kurulu’nda açık ve yeterli görüşmelere olanak verilmeden oylandı, halkoyuna sunuldu ve kabul edildiği ilan edilerek, yürürlüğe konuldu. 

Böylelikle, iktidarın kendilerine “doğuştan bahşedildiğine” ya da “yetenekleri nedeniyle kendine verildiğine” ilişkin bir inanç taşıyanlar, bu inançla; hukuksal bir insan kurumu olan devleti; tüm kurum ve kuruluşlarıyla, örgütlenme, işleyiş ve hukukun oluşturulması ve uygulanmasıyla, tekil ve tek bir iradeye bağlamış oldular. Devlet düzeni ve rejim türünü, toplum yaşam biçimini, bireysel ve kolektif var olma biçimlerinin tümünü ve hakim olan değerler sistemini, ‘tek bir bütünde’ topladılar! 

Dolayasıyla; yönetsel erkin (iktidar ve devletin) tüm karar ve faaliyetlerinin hukukla bağlanması ve sınırlanması, hukuka bağlılığın bağımsız yargı organlarınca yürütülecek bir yargısal denetime tabi olması, yönetsel erkin sınırlanmasının ancak temel hak ve özgürlükler temelinde ve onların yararı amacıyla yapılması, devletin üstün bağlayıcılığı olan bir anayasa ile çerçevelenmesi, yönetsel erkin yasama yürütme ve yargı arasında paylaştırılması (kuvvetler ayrılığı ilkesi), hukukun egemenliği ve hukuksal güvenlik (toplumsal ve ekonomik ilişkilerin öngörülebilirlik özelliğinin güvence altına alınması) ilkeleri ve parlamentarizm ile belirlenen (hukuk ) devlet anlayışı, bütünüyle tek irade temelinde dönüştürüldü! Siyasal tarihimizin; ağır, yapısal ve işlevsel açıdan eksik, tökezleyerek oluşan demokratik yönetim birikimi, cumhuriyetçi ahlak/gelenek ve parlamenter sistem içinde gelişmiş, demokratik denge unsuru deneyimi, temelinden sarsıldı.

“Partili Cumhurbaşkanı” sıfatı ile politik tüm gücü ( yasama, yürütme ve yargı) bu sıfatta birleştiren; icra, oluşturma/örgütleme, karar ve yönlendirme yetkileriyle ve bütçe yapma hakkı, varlık fonu yönetimi vb. tüm ekonomik araç ve karar gücünü elinde bulunduran konumuyla hem hukuk üstü, hem  yasa /norm koyma yetkisiyle hukuka içkin ve fakat herhangi bir sorumluluğu olmayan bir başkan ve kendine özgü “süper  başkanlık” sistemi oluşturuldu. 

Birey olarak her birimizi de; ‘çoklukla uyumlu hale getirme’, bütün birleri, tek bir ‘herkeste birleştirme’ ölçüsü olarak, ‘bütün koyunlarına ihtimam gösteren ve onların her biriyle tek tek ilgilenen ilahi çobanın’ ilgisi ve sevgisine teslim edilmiş olduk!

 Siyasal ve Toplumsal Değişim  

Anayasada gerçekleştirilen 12 Eylül 2010 tarihli değişikliğin ardından, 2018 Temmuz ayında yürürlüğe giren bu değişikliklerle kurumsallaşan sistem:

- Toplumsal yaşamın her alanında; muhafazakar, otoriter, Sünni İslamcı AKP iktidarının yaratmış olduğu biz /onlar karşıtlığı, hasımlar arasındaki bir siyasal cepheleşme olmaktan öteye geçerek, iktidar tarafından doğru /yanlış arasındaki bir mücadeleye, iyi ve kötü arasındaki ahlaki bir karşıt olma durumuna dönüştürüldü. Bu çerçevede, kendilerine oy vermeyen muhalif kesimlerin hepsinin düşmana dönüştürülmesi ve bastırılması, sistemden dışlanması durumu sistematik ve yaygın hale geldi. Nefret söylemi, her farklı düşünce, etnik, dini vb. kimlik özelliğini ve yaşam biçimini hedef alacak şekilde sistematik ve yaygın hale geldi ve nefret suçlarına dönüştü! “Çatışmacı bir kültürün egemen olduğu ve zaten son derece kutuplaşmış bir toplumda, kazananın her şeyi kazandığı, kaybedenin her şeyi kaybettiği bu sistem”, kutuplaşmayı ve toplumsal çatışmayı, ötekileştirme ve ayrımcılığı giderek arttırdı. 

- Demokratik değişim yönünde halk hareketlenmesinin gerçekleşebileceği yasal alan bütünüyle ortadan kalktı. Güçler dengesinde demokratik değişim olanaksız hale geldi. Devletin; antidemokratik olan örgütlenme biçimini, yapısını ve işleyişini “insan hak ve özgürlükleri temelinde bir nebze olsun!” değiştirme umudu ve buna yönelik oluşacak demokratik gelişmelerin önü kapandı. Devleti, bireyin hizmetinde olan “insan haklarına dayalı demokratik bir hukuksal, insansal kuruma” dönüştürmeyi amaçlayan her söylem, politik araç ve oluşum engellendi. “Kutsal ve mutlak devlet anlayışı” tek adam şahsında birleşti. Devletin, temel hak ve özgürlükleri ile yurttaş haklarını tehdit eden güçlerinin ‘hukuk dışına çıkarılması’ ,’istisnai alanların’ yaratılması arttı.

- Emekçilere, öğrencilere, farklı düşünce ve ideolojik , felsefi görüşlere, insan hakları savunucularına, sivil kitle örgütleri ve meslek odalarına, bağımsız basına karşı alışılmış baskı ve insan hakları ihlalleri ağırlaşarak devam etti. Her demokratik muhalefet hareketi, radikal talepleri eklemlemiş olmakla suçlandı. İktidarın yarattığı bu ‘görüntü’ altında, belli kesimlerde toplumsal istikrarsızlığın arttığı kanısının uyanması olasılığını güçlendirdi, bölünmeler ve toplumsal kutuplaşmalar arttı. Eşzamanlı olarak, diğer yanda toplum denetiminin azalmasından ve yerleşik çıkarların tehlikeye düşmesinden hep kuşkulanan kesimler, toplum üzerinde gözcü ve denetçi olma konumlarını daha da artırmaya devam etti. 

- İktidarın siyaseti ‘ekonomik çıkarların koordinasyonundan ibaret’ gören anlayışının sonucu olarak, ekonomik gücün küçük bir kesimin elinde yoğunlaşması arttı, bu kesimlerin demokrasi önündeki yapısal bir engel olama konumları giderek güçlendi. Bu sınıflar zaten, siyasi desteğini merkezci ve muhafazakâr parti ve politikacılara ayarlamış ve hareketsizleşmiştir. Böylelikle bu yönetici koalisyonun konumunu ve ekonomik gücün bölüşümünü koruyan muhafazakâr ekonomik ve toplumsal politikaların güçlenmesi sürerken, işçiler ve diğer halk kesimleri üzerindeki baskılar, işsizlik, yoksulluk, güvencesiz çalıştırma her biçim altında artarak devam etti! 

- Mevcut siyasal yapı, ekonomik statükonun korunmasını sağlayan hâkim muhafazakâr partiler yaratmayı sürdürdü! Emek karşıtı olan ve halk kesimlerinin örgütlenmelerini sınırlayan tüm yasalar, içerik ve kapsam olarak daha da ağırlaştı, sayıları arttı. İktidarın, “ekonomik büyüme” hedefli neoliberal politikaları, halkın ortak emek ve ekonomik değerlerini oluşturan işletmelerini, suyunu, toprağını, ürününü, dağını, ormanını, madenlerini yağmalamayı genişletti, yargı denetiminin dışına çıkardı, bütünüyle denetimsiz ve sınırsız hale getirerek, tüm ülkeye yaydı. Yaşamsal olanaklara erişimde daha az ayrıcalıklı olan halk kesimleri daha da genişledi, bu kesimlerin ekonomik sıkıntıları çok daha arttı, global sermaye ve rekabetçi rüzgarları kısa ve orta vadeli ekonomik krizlerin yapısal etkilerini arttırdı, yoksulluk, sosyal yaşamın varlığını ve devamını olanaksız hale getirdi. Savaş politikalarıyla tahkim edilen piyasa koşullarında, çoğunluğun ekonomik sıkıntılarının daha demokratik bir politik kültürün yararlarıyla dengeleneceği beklentisi, bütünüyle ortadan kalktı. 

- ‘Yönetilemezlik’ sorunlarının ortaya çıkardığı, giderek yükselen siyasi gerilim, sürekli bir durum almış oldu! Sol partiler dahil tüm partilerin seçimlere eşit katılımı olanağını azaltacak, hukuki ve fiili engeller, giderek çoğaldı. İş, sermaye ve tarikat topluluğunun yakın desteğine sahip muhafazakâr politikacılar, sınırlı biçimsel demokrasiyle yetinen sınıfların oyu ile öne geçmeyi sürdürmek amacıyla, bu yasal ve fiili engelleri arttırmanın ve sorunsuz uygulayabilmenin olanaklarını yaratma arayışına girdi. 

AKP, Yeni Anayasa (Değişikliği) Çağrısıyla ile Ne Yapmayı Amaçlıyor?

Bu koşullar içinde, Türkiye siyasal tarihinde oluşan ‘kırılma süreci’, en önemli dönüm noktasına gelmiş bulunuyor. Olağanüstü halin, neredeyse ‘olağan bir sürekli duruma’ dönüştüğü bu ortamda; “insansal bir hukuk kurumu olarak tanımlanan devlet, her yerde gözü, kulağı olan bir kurum, otoriter bir güvenlik devleti” haline geliyor. Özgür, tarafsız, katılımcı bir müzakere alanı olma niteliğini kaybeden ‘kamusal alanı’ değil yalnız, onun temeli olan ve her bireyin kişisel yaşamını koruyan ‘özel alanı’ da denetimi altına alıyor. Temel hak ve özgürlükler ortadan kaldırılıyor. Hukuk, (eşitliği de sağlama özelliğini taşıyacak şekilde) maddi, felsefi ve toplumsal ahlaki ölçüt olma anlamıyla ‘adalet ilkesinden”, adaleti sağlama amacından bütünüyle uzak, egemen ideolojinin ve dayandığı ekonomipolitiğin meşru şekilde tahkim ve uygulamasını sağlayan, bu amacın önceliklerinden türetilen (norm) kurallardan oluşan bir alan haline indirgenmiş bulunuyor. Devletin kurum ve kuruluşlarının Anayasa’da tanımlanan yetkileri ve işlevleri ile bunlar sonucunda aldıkları kararları (Anayasa Mahkemesi vb.) uygulanmıyor.     

Pandemi koşullarının da arttırdığı işsizlik ve yoksulluk giderek yoğunlaşıyor ve derinleşiyor, sosyal yıkımlara yol açacak, yapısal ve kalıcı etkisini giderek arttıran, en şiddetli sorunlardan biri olmayı sürdürüyor. 

Buna karşın korku ile oluşturulmuş ‘zorunlu bir rıza’, her türlü hukuksuzluğu, şiddeti ve yıkımı “milliyetçilik” söyleminde ve “istikrar” arayışında eritiyor, algı düzeyinde -büyük oranda ve hala - kabul edilir hale getiriyor. 

Toplumsal her kesimin, ‘iyimser bir gelecek tasavvurunu’ yitirmeye başladığı ve toplumsal gerilimin oldukça arttığı bu koşullarda, yılgın bir suskunluğun hakimiyetini bozacak kimi kitlesel eylemler de ( Akademisyen ve öğrencilerin Boğaziçi eylemleri, Birleşik Metal İş, Bimeks ve PTT işçilerinin eylemleri gibi) oluyor ve bu eylemler, demokratik her türlü muhalefeti örten korkunun perdesini aralıyor! 

Bu koşullar içinde; AKP’nin “umut dağıtabilme” kapasitesi ortadan kalkıyor. On sekiz yıldır, AKP iktidarı bu kapasitesini kullanarak, ekonomik demokrasiye de hiç değinmeden, derin toplumsal eşitsizliklerin ağırlığında yaşamakta olan halka; ‘yaptıklarımızla size hemen eşitlik ve iyi yaşam koşulları sağlamasak da, gelecek için iyi bir yaşam umut edebilmenize olanak veriyoruz. Bizleri iktidarda tutmazsanız, yaşadığınız koşullara umutsuzca saplanıp kalacaksınız’, diyordu. 

Ancak şimdi, bu söylem inandırıcılığını yitiriyor ve sanal gerçekliğin örtüsü aralanıyor. On sekiz yıldır her türlü politik, ideolojik söylem ve araçlarla, eğitim biçimleri ve içeriklerle öğretilen ve/veya aktarılan, aynı zamanda sosyal ve tarihsel bir hafızanın da yönlendirdiği siyasal/kültürel bir aitlik duygusu ile beslenen taraftarlıkla iktidarı destekleyen, kollektif bir özdeşim içinde davranan kitlelerde, çeşitli biçimlerde ortaya çıkan bir değişim ve çözülme gerçekleşiyor. 

Tüm bu siyasal, ekonomik, sosyokültürel ve ideolojik koşullardan, bunların gündemde olan tarihsel bağlamlarından ve uluslararası ilişkiler gerçekliğinden sorumlu AKP iktidarı da; bu çözülmeyi durdurmak, kendi tabanını tahkim etmek ve elbette muhafazakâr, milliyetçi İslamcı, otoriter yönetim anlayışını, çok daha katı ve hegemonik olarak yoğunlaşmış ve daha da merkezileşmiş bir duruma getirmek amacıyla, “yeni bir anayasa gerektiği” söylemiyle gündemi belirliyor!

Halkın, çok sınırlı da olsa, oluşum ve karar süreçlerinde biçimsel olarak yer aldığı politik yapı ve alandan kurtulma isteğinin aceleciliği ile ‘tekil iradenin’, kendi ideolojilerine içkin olan, devletsel ve toplumsal düzeni, İslam din anlayışı temelinde dönüştürme davasının “nihai amacını” gerçekleştirmek istiyor. 

Bu amaçla, bugüne kadar 1982 Anayasasında gerçekleşen on dokuz değişikliğin on ikisini kendi iktidarları döneminde gerçekleştiren AKP yönetimi, “vesayet mantığının devam ettiği” söylemiyle, bunu kaldıracak (!) bir ‘demokrasi ve özgürleştirme paradigmasına’ sahip olduğu yönünde algı yaratmaya, iç ve dış politika alanında kendisini amaca taşıyacak bir katarsis (arınma) süreci yaratmaya girişiyor!

Bu girişim ise; iktidar sürecinin oluşum ve işleyişini belli, açık ve kesin kurallara bağlamayı, siyasal gücü değişik organlar arasında paylaştırmayı, bunların birbirlerine karşı özerk ve bağımsız kılmayı ve tüm bu unsurları üstün bağlayıcı güce sahip yazılı bir belgede (Anayasa) düzenlemeyi, yapısal ve biçimsel olarak zaten reddeder.

Bilindiği üzere siyasal nitelik taşıyan hukuk belgeleri olan anaysalar, genel olarak devletin; kuruluş ilkelerini, bu ilkelerin türetildiği felsefeyi, kurum ve kuruluşlarıyla örgütlenme biçimini, işleyişini ve bunlara hakim olan anlayışı belirtir. Devlet karşısında hak öznesi birey (ve grupları ) tanımlar, öznesi oldukları hakların içeriğini ve güvencesini sayar ve devlet ile bunlar arasındaki iletişimin alanı olan kamusal alanı belirler, iktidarın sınırlarını çizer.

Anayasalar tanım gereği siyasi iktidarı sınırlamaya ve iktidarı gayrı şahsi kılmaya hizmet eder. Bunlar iktidarın otobiyografisidir.

Hukuksal ve siyasal nitelikleri itibariyle en özgürlükçü ve işlevsel kabul edilen günümüz batı tipi anayasal (modern) demokrasiler; bir anayasada en azından üç öğeyi bir araya getiren, kurumsal bir çerçevede biçimlenir. Bu kurumsal çerçeve yurttaşların; devletin üyesi olarak kamusal özerkliği, toplumun üyesi olarak özel (kişisel) özerkliği  ve devlet ile toplum arasında aracı olarak iş gören kamusal alanın bağımsızlığını esas alır. 

Bu çerçevede modern demokratik sistemlerde: 

- Herkesin, eşit iletişim ve katılma hakları tanınarak ve bu haklar güvenceye altına alınarak, siyasal katılımı güvence altına alınır.

-Herkese aynı özgürlükleri tanıyan bir temel özgürlükler sistemi kurulur ve işletilir, temel hak ve özgürlükler; bağımsız mahkemelerce sağlanan eşit hukuki koruma ile güvence altına alınır;

- Yasama , yürütme ve yargı arasındaki güçler ayrılığı; kamu yönetiminin hukuka bağlı kalmasını sağlayan ve denetleyen kuvvetler ayrılığı ilkesi yoluyla, kişilerin özel alanının hukukun egemenliğiyle korunması güvence altına alınır.

-Basın özgürlüğü , haberleşme özgürlüğü ve medyanın çeşitliliği yoluyla; sivil toplum aktörlerinin kamusal alana kendiliğinden geçmesini kolaylaştıran ve kamusal iletişim alanlarının belli çevrelerin örgütlü toplumsal ve ekonomik gücü tarafından işgal edilmesini önleyen düzenlemeler yoluyla, sivil toplumda kök bulan bağımsız bir kamusal alanı güvence altına alır.

AKP (ve ittifakının) yeni anayasa (değişikliği!) yapma çağrısının, bu öğelerden herhangi birini ya da bütününü gerçekleştirmek niyet ve amacını taşıyacağını düşünmek, buna yönelik bir inanç taşımak, buna bir olasılık tanımak siyasal gerçekliğimize ne kadar uygun düşebilir? 

Toplumsal Önceliğimizi kavramak!

Jacgues Ranciere Demokrasi Nefreti (1) adlı eserinde; kendini demokratik gibi gösteren oligarkların iktidarının devamı adına, demokrasideki eşitlik ve halkın yönetimi fikrini benimsemiş gibi davranırken, kendilerini mutlak ve doğal yönetici olarak gördüklerini, demokrasiye karşı bir nefret oluşturduklarını ve bu nefreti, tüm iktidar araçları ve söylemleriyle yaydıklarını belirtiyor. Ama aynı zamanda iktidarlarını daha mutlak hale getirmek için ‘demokrasiden’ yararlandıklarını, onu kullandıklarını söylüyor. “Bir tür demokratik tüketiciye dönüşen bu kesim, iktidarının devamı adına demokrasiyi kendine göre düzenler ve bu yeni şekli sonuna kadar kullanır. Üstelik yönettiği kitleyi de kendi istediği kıvama getirmenin bir yolunu mutlaka geliştirir”. Demokrasiyi; “binip gidilen bir araç” ya da “kirli sepetine atılası bir gömlek gibi” ya da “reklam arası” görmek de, demokrasiye karşı duyulan nefretin hızlandırıcısı olur” saptamalarını yapar! Bu durumun çok yaygın olması karşısında, Walter Benjamin’in; “bugün içinde bulunduğumuz olağanüstü tehlikeli hal, istisnai bir durum değil, kuraldır. Bu kavrayışa uygun bir tarih mefhumu (anlayışı) geliştirmeliyiz” çağrısı, gerçek anlamını bulur!

Türkiye toplumu olarak bizlerin önceliği; kasıtlı algı oluşturma aracı olarak önümüze getirilen amacı belli “yeni anayasa (değişikliği)” tartışmalarının peşine takılmak değil; “egemen siyasetin teori ve ideolojisine karşı, her alanda ve durumda (iktidarın oluşturduğu ilişki ve yapılar ile onlara içkin olan çelişkileri ortaya koyan, çözümleyen) eleştirel, açık ve algılanabilir bir mücadeleyi” yürütmek, halk kesimlerini kapsayacak demokratik toplumsal dönüşüm stratejilerini bu “kamusal mücadelenin alanına” taşımaktır.   

Ekonomi politiği doğru oluşturulmuş böyle bir kitle demokrasisi kurma mücadelesini, tüm alanlara yaymak gibi bir zorunlulukla karşı karşıya olduğumuz ortada. Bu süreç; demokratikleşme ve demokrasiyi birbirinden ayırmamıza olanak sağlayacak, demokrasiyi savunma değil, oluşturma ihtiyacı içinde olduğumuzu bize öğretecek dinamikler ve aşamalar içeriyor. E.H Carr’in söylediği gibi; “bugün onlarca yıldır veya yüzyıllardır bildiğimiz ve sahip olduğumuz bir şeyi savunurmuşçasına .. demokrasiyi savunma değil, oluşturma ihtiyacı ile karşı karşıyayız…bunun ölçütü geleneksel kurumların varlığını devam ettirmesinde değil, iktidarın nerede bulunduğu ve nasıl kullanıldığı sorusunda aranmalıdır. Bu açıdan bakıldığında ... Kitle demokrasisi zor ve bugüne kadar keşfedilmemiş bir alandır.” (2)

Bu alanı “keşfetmek” zorunda olan bizler; “her izleyicinin bir müşteri olduğu, tartışmanın üsluplar arasındaki rekabete indirgendiği, en son kamuoyu araştırmasına, gelecekle ilgili ortak bir beklentiden daha çok itibar edildiği ve kendi kendini övmenin zorunlu olduğu³” bir ortamda, susmaya ilişkin zihni yorgunluğumuzu bozmalıyız.

Anayasa hukuku metodolojisi ve anayasacılık tarihi açısından, anayasa yapma yöntemi ne olmalı? (Tarihsel koşullara bağlı ve onları içkin olan geçmiş anayasalardan esinlenmeden!) nasıl bir anayasa yapmalı? Sorularına yanıt bulmak, sonraki iş!...

NEVAL OĞAN BALKIZ / SOL(Görüş)


 *Katarsis: Arınma.Yunanca:Κάθαρσις olarak da bilinen katarsis, Aristoteles'in Poetica adlı yapıtından alınmış bir sözcüktür. Bir retorik olarak, özünde ruhani başkalaşmayı, hatta bunun için bazen boyut değiştirmeyi de anlatmaktadır.

**Hukukçu/Akademisyen

Kaynakça

1. Ranciere , Jacgues., Demokrasi Nefreti, İletişim,1. Basım, 2014, İstanbul

2. Arblaster, Anthoney., Demokrasi, Doruk Yayınları ,1999, Ankara 

3. Aynı yerde, bkz.dipnot 2.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder