5 Mart 2021 Cuma

3 MART 1924 - 3 DEVRİM YASASI / SOL

 




(1) 3 MART | Bugün halifeliği sadece meczuplar mı tartışıyor?

Kaldırılmasının 97. yılında 'halifeliğin geri getirilmesi' tartışmalarını TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'a sorduk.

3 Mart 1924 günü Cumhuriyet'in Meclis'i üç devrim yasasını kabul etti. Hilafetin kaldırılması, devrim yasalarından birisi olarak tarihe geçti. Bugün her üç devrim yasasının da Cumhuriyet'in ilk yıllarına damga vuran etkileri zayıflamış gibi görünüyor. Hilafet ise tartışmaya açılmış durumda. Hilafetin kaldırılmasının "yanlış" olduğunu söyleyenler var. Halifeliği geri getirme isteğini gizlemeyenlerin marjinal islamcı militanlardan ibaret olduğunu da artık söylemek zor görünüyor.

Hilafeti ve kaldırılmasını TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'la konuştuk.

'Birileri meczuplaşarak öncülük yapıyor, mayınları temizliyor'

Geçmişten değil, bugünden başlayalım. Bugün "hilafet" tartışmalarının bir karşılığı var mı? Halifeliğin geri gelmesi gibi bir şey meczupluk seviyesinde marjinal bir takım grupların fantezisi olmaktan öte bir anlam taşımıyor gibi görünüyor. Ama tartışma da bir türlü gündemden düşmüyor. Neden böyle?

Türkiye’de gericilik, çoğu kez meczup bir görüntü verir. En ciddileri için bile geçerlidir bu. Öte yandan, bu görüntüden, Türkiye’de gericiliğin gerçek bir olgu olmadığı sonucuna varılmamalıdır.

Yıllar öncesinden bir örnekle devam etmekte yarar var. Geçtiğimiz günlerde iktidarı ve muhalefeti ile göklere çıkarılan Erbakan’ın yıldızının parladığı 1970’li yıllarda, Milli Selamet Partisi’nin söylemi birçok kişi açısından “komedi”ydi, dalga geçenler vardı. Erbakan başarının kimilerinin gözünde meczuplaşmaktan geçtiğini kavramıştı, bayağı rol yapıyordu.

O MSP yüzde 11 oy aldı ve Türkiye’nin kilit partisi haline geldi. Bu nedenle “meczup” diye kestirip atarken dikkatli olmalı. Bugün en uç örneklerini Osmanlı Hanedanlığından gelen kişilerde gördüğümüz “abartılı” ve gayri ciddi görüntü, gerçek-üstü hissi yarattığı oranda tehlikenin küçümsenmesi ve kanıksanmasına neden oluyor. Bunu bilerek yapıyorlar. Şu anda halifeliğin yeniden ilanı türünden bir çıkışın henüz karşılığı yok ama bu Türkiye’de bunun için altyapı çalışmalarının sürmediği anlamına gelmiyor. Birileri meczuplaşarak öncülük yapıyor, mayınları temizliyor, buzkıran işlevi görüyor ve yolu açıyor. AKP’nin hilafet diye bir gündemi olmadığını söylemek fazlasıyla saflık, naiflik olur.

'Hiçbir sıfat ya da makam, gerçekliği ters yüz edemez'

Hilafetin kaldırılmasına dönük eleştirel değerlendirmeler özellikle AKP iktidarının ikinci yarısında öne çıkmaya başladı. "Türkiye'nin islam dünyasındaki önderlik potansiyelini ortadan kaldırdığı" yönündeydi bu görüşler. Siz ne düşünüyorsunuz?

Hilafet makamının kendi başına büyük bir otorite ya da iktidar kaynağı olduğunu söylemek gerçekçi değil. Dört halifenin ardından İslam’ın daha geniş bir coğrafyaya yayılması hem ona ilişkin yorumları çeşitlendirdi hem de İslamiyet adına son sözü söyleme iddiasındaki odakların sayısını artırdı. Uzun bir süre halife değil, Halifelerden söz etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bir rekabet ve hatta çatışma söz konusu. Burada halifelik ilanı, belli bir güce ulaşan İslam Devletleri’nin, o gücü tescil ettirme girişimi olarak görülmelidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da halifelik, imparatorluk belli bir genişliğe ulaştığında ciddiye alınır bir olgu haline geldi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, İslam coğrafyasının tamamı olmasa bile önemli bir kısmına hakim durumdaydı. Hatta öyle ki, İmparatorluğun sınırlarına ulaştığı ve artık yavaş yavaş gerilemeye başlayacağı dönem halifeliğin padişahlar için ek bir otorite kaynağı haline geldiği dönemdi. Sonra dünyada burjuva devrimlerinin etkisi hissedilmeye, Osmanlı’da da Tanzimat ve ardından Meşrutiyet ilanı gerçekleştiğinde, halifelik makamının ağırlığının azaldığını görüyoruz. Osmanlı’nın son dönemine damga vuran milliyetçi hareketlerin Müslüman halkları da kapsaması ile birlikte Yavuz ya da Kanuni döneminde baskın bir biçimde kullanılan Halifelik makamının etkisi de doğal olarak azalıyordu.

Osmanlı’nın son döneminde, hele hele 1918 yılında Halifelik belki yok hükmünde değildi, hâlâ belli bir ağırlığı vardı ama eski önemini büyük ölçüde yitirmişti. Hiçbir sıfat, ya da makam, gerçekliği ters yüz edemez. Osmanlı kurulduğunda ve genişleme döneminde ilerici bir işlev üstlenmiş, bir imparatorluğa dönüşürken üretici güçlerin gelişimine ayakbağı olmak bir yana, o gelişimin önünü açabilmişti. Ancak bir noktadan sonra bütün imparatorluklar gibi, Osmanlı da çağdışı kaldı. Bazı makamların bu gidişatı tersine çevirmesi mümkün değildi.

'Hilafet Osmanlı için tescil işlevi gördü'

Bu tarih penceresinden baktığımızda "hilafetin Osmanlı'ya bir yararı oldu mu?" sorusuna da bir yanıt oluşuyor galiba. Bir yandan Osmanlı padişahlarının "halife" sıfatını kullanma konusunda uzunca bir dönem çok da ihtiraslı olmadığı biliniyor. Hilafetin Osmanlı için "bir enstrüman" olarak iş gördüğü oldu mu gerçekten?


Hilafet Osmanlı için daha çok bir tescil işlevi görmüştür. İmparatorluğun gücünü simgelemiştir. Bu güç azaldığında o simgenin de değeri azalmıştır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun ve padişahların İslamiyet’in Hıristiyanlığa karşı korunması ve yaygınlaşmasında üstlendiği rol, fetihlerin bu açıdan anlamı küçümsenmemeli. Kuşkusuz Osmanlı’nın yayıldığı alanda farklı inançların varlığını sürdürmesi, özgün ve önemsenmesi gereken, hatta Osmanlı yayılmasını da bazı açılardan açıklayan bir olgu. Ancak yine de Osmanlı’nın gücü, tüm İslam coğrafyası açısından (ister istemez) oldukça değerliydi. Bu güç zayıfladıkça, Osmanlı’ya karşı İslamiyet içinden tepkiler de daha fazla duyulur hale geldi. Halifeliğin İstanbul’da olması, bu tepkileri yatıştıramazdı. Çağın ruhuna aykırıdır bu.

'Mustafa Kemal'in başından itibaren hedeflediği bir dönüşümdü'

Hilafetin kaldırılması olayına gelirsek... Bu adımın arkaplanında ne var? "Cumhuriyet hilafeti neden kaldırdı?" sorusu tuhaf bir soru bir yanıyla elbette... Ama kurtuluşa yakın günlerde hilafetin "TBMM uhdesine verilmesi" fikri de ortaya atılmış, hatta Mustafa Kemal'in kendisinin halife olmak istediğini iddia edenler olmuş. Saltanatın ilgası'ndan neredeyse bir buçuk yıl sonra gerçekleşiyor Hilafetin kaldırılması. Genç Cumhuriyet'in hilafete son vermesinin nedenleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Liberallerin idda ettiğinin tersine, laiklik, yani dinin siyasal düzlemin ve devletin tamamen dışına çıkarılması, Mustafa Kemal’in başından itibaren hedeflediği bir dönüşümdü. Hilafet kurumu bu dönüşümün önündeki engellerden biriydi. Kendisini güçlü gördüğü bir anda bu adımı attı. Genç Türkiye Cumhuriyeti için hilafet bir yük olurdu. Çünkü Cumhuriyet’in kuruluşu, biraz da Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasını terk anlamına geliyordu. Oradaki iddialardan vazgeçmek… Hilafetin kaldırılması bunun ifadesidir.

'Halifelik, bu perspektifle yeniden gündeme sokulmaya çalışılmaktadır'

Bugün tartışmaya açılan sadece bir tarih değil o zaman?

Şimdi, kapitalistleşme yolunda büyük mesafeler alan ve hatırı sayılacak hacimde bir sermaye sınıfına sahip olan Türkiye’nin yeniden İslam coğrafyasına yayılması için arayışlar içine girmesi sadece AKP’nin ideolojik tercihlerine bağlanamaz. Türkiye’nin bu coğrafyadaki rekabete katılmasının ekonomik arka planı hafife alınamaz. Erdoğan bugün Pakistan, Malezya gibi ülkelerle kurduğu ilişkiler ile, Avrupa’daki Türkiye çıkışlı büyük nüfus üzerindeki etkisi ile, Hindistan’daki müslümanlar arasındaki popülerliği ile, Balkanlar ve Kafkaslarda dinselliği ve Türklüğü kullanarak yarattığı kanallar ile, Afrika’da tuttuğu kritik noktalar ile İran, Suudi Arabistan ve Mısır’la beraber İslam dünyasında hegemonya kavgasına giriştiyse, bunun itici gücü Türkiye burjuvazisidir. Halifelik, bu perspektifle yeniden gündeme sokulmaya çalışılmaktadır. Öte yandan AKP sayesinde ortaya çıkan etki alanı ne olursa olsun, Türkiye kapitalizminin İslam coğrafyasında diğer rakipleri alt ederek öne çıkması mümkün değildir. Daha doğrusu İslam coğrafyasında hiçbir gücün tek başına borusu ötmeyecektir. Bu açıdan Osmanlı’nın tekrarı olanaksızdır.

                                                                    ***

(2) 3 MART | ‘Eğitimde birlik çürümüş şeriat rejiminden kopma iradesidir’

Tevhid-i Tedrisat, eğitimde birlik... Bu devrim yasasını TKP’li öğretmenlerle konuştuk.

Meclisin 3 Mart 1924 günü kabul ettiği üç devrim yasasından birisi de Tevhid-i Tedrisat, eğitimde birlik düzenlemesi. 97 yıl sonra ne anlam ifade ediyor, geldiğimiz yer neresi? Ve elbette ne yapılabilir? TKP’li öğretmenler sorularımızı yanıtladı.

Önce anlamından başlayalım. Tevhid-i Tedrisat, Eğitimde birlik... Ne anlama geliyor? Bu devrim yasasıyla somut olarak öngörülen nedir?

Tevhid-i Tedrisat’ı eğitim alanına dair bir düzenleme olarak görebiliriz elbette ama biraz daha geniş açıdan bakacak olursak eş zamanlı olarak yapılan diğer düzenlemeleri de değerlendirmeye katmak gerekir. Bu şekilde Tevhid-i Tedrisat dediğimiz eğitim ve öğretimin birleştirilmesi kanununun nasıl bir zeminin ve ihtiyacın parçası olduğu daha net anlaşılacaktır. Aynı kanun ile hukuk sisteminde de bir toplumsal dönüşüm amaçlanmaktadır. En özet  tabiriyle hukuk alanında var olan Şerriye- Nizamiye mahkemeleri arasında oluşan ikilik ve Mektep - Medrese arasındaki ikiliğin; modern, çağdaş yurttaşlar yaratma iradesi ile ortadan kaldırılıp yeni bir toplumsal zeminin yaratılması hedefinden kaynaklanır. Bu toplumsal zeminin en belirleyici rengi ,bugün yaşadığımız dönüşümle neredeyse ortadan tamamen kaldırılmaya çalışılan laiklik ve beraberindeki eşitliktir. Bu yasa ile birlikte çağdaş, ilerici, aydınlanmacı yeni yurttaşların yetiştirilmesi, oluşturulması esas alınmıştır. Bu saydığımız başlıklarda eski rejimden tamamen kopmayı ve yeni bir insan yaratma iddiasını ortaya koymaktadır.

Genç Cumhuriyet açısından eğitimde birliğin önemi ne? Yani spesifik olarak 1924 Türkiyesi'nde buna duyulan ihtiyaç nedir?

Genç Cumhuriyet iktidarında ve gelecekte ihtiyaç duyacağı insan kaynağının Osmanlı'dan kalma toplumsal zeminde ve o zeminin  oluşturduğu iklimde hayat bulan eğitim sistemi ile oluşamayacağını görür ve bunu değiştirmek için adım atar. Aslına bakarsak bu bağlamda çok köklü bir kopuşu temsil eder. Medreselerde verilen dini referansları esas alan dersler ve müfredat terkedilmiş, bu kurumlar kapatılmış, bu bakış açısı eğitim alanının tamamen dışarısına çıkarılmıştır. Burada önemli olan eğitimde sağlanan birliğin ilerici, modern bir içerik ve biçim ile yeniden organize edilerek yaşamı dinsel referanslarla benimsemeyen  aydınlanmacı, bilimsel düşünce sistematiğini kullanan  bireyler yetiştirmektir. Kul'dan, Tebaa'dan modern birey ve toplum yaratma çabasıdır. Çünkü Cumhuriyeti maddi olarak  sahiplenecek, yaşatacak ve ideolojik olarak da ayakta kalmasını, ilerlemesini sağlayacak insan kaynağını oluşturma iddiasıdır Tevhid – Tedrisat.

Ayrıca bu düzenleme ile , sonrasında gelecek olan Tekke ,zaviye ve türbelerin kapatılması yasası ile Harf devriminin önünün açılması unutulmamalıdır. Bu nedenle özellikle cumhuriyetin laiklik kazanımının çok önemli bir dönüm noktasıdır. Son olarak bu düzenleme sonrasına temel eğitimi zorunlu ve parasız hale getirmiş, karma eğitime geçilmiştir. Bunun günümüzden 97 yıl öncesinde inanılmaz bir aydınlanma seferberliği olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Şeytanın avukatlığını yapalım: Tevhid-i Tedrisat'ın bugünün demokratik normları açısından eleştirilmesi gerekmiyor mu? Yani eğitimin bütün ülkede ve bütün kurumlarıyla merkezi bir yapıya kavuşturulması karşısında "yerel ihtiyaçlara" göre "yerinden yönetilmesini" savunan görüşleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eğitim veya diğer başlıklarda kamusal alanın “yerel ihtiyaçlara göre” ve “yerinden yönetilmesi” kavramlarını yeni duyuyor değiliz. Tersinden Osmanlı'nın son döneminde de buna benzer bir işleyiş kısmi olarak fiilen vardı. Anadolunun bir çok yerinde herhangi bir bilimsel referansı olmayan içerikler , din görevlileri tarafından verilmekteydi. Mahalle mektepleri, çoğu köy veya mahalle imamlarının oluşturduğu sıbyan mektepleri ile medreselerin hangisinde, nasıl bir eğitim verildiği denetlenmiyordu. Kaldı ki Osmanlı'nın medrese, mahalle mektebi olarak tanımladığı yerlerin bir okul olmaktan çok uzak yerler olduğu dönemin raporlarına da yansımıştır. Uzun bir süre giden uygulamalar bugün bilinen anlamıyla modern eğitimden her yönüyle uzaktır. Kaldı ki Osmanlı'da şehzadeler ve saray eşrafının çocukları, yabancı dil, kültür - sanat, siyaset, tarih gibi bir çok konuda eğitim alma “hakkına” sahipken yurdun büyük kısmında emekçi çocuklarının bu bahsettiğimiz niteliksiz eğitime dahi ulaşma şansı bulunmamaktaydı. Burada kız çocuklarının ve kadınların bu eşitsilikten nasıl nasibini aldığını   yazmaya bile gerek yok. Eğitim ve öğretim faaliyetlerinde yerel ihtiyaçlar denilen şey aslında o yerelliklerde hakim olan ideolojik referansların belirleniminde bir eğitim faaliyeti yürütmek anlamına gelir. Gözönünde bulundurulması gereken unsur yerelleşmiş dinciliğin talepleri değil Okul öncesi, ilköğretim, ortaöğretimde çocukların merkezi bir planlama ile eşit, parasız, bilimsel, kamusal eğitim hakkına ulaşmasını sağlamak olmalıdır. Tevhidi tedrisat, bugün de güncelleğini koruyan ve mücadelemizin konusu haline gelen bu taleplerin başlangıç noktası olabilir.

3 Mart ile birlikte  “keyfiyete” son verildi. Eşitlik temelinde ilerici bir adım atıldı.

Buradan baktığımızda eğitimin içeriğinden, eğitim hakkının kullanılmasına kadar eşitliği; bu anlamıyla merkeziyetçiği garanti altına almadığımızda  yerelliklerde ortaya çıkan “özgünlükler” eşitsizliği derinleştirecektir. Örneğin yerelliğin belirlenimine bırakılan eğitimde; eğitime harcanacak bütçe de oranın özgün koşulları ile belirleneceği için toplumsal eşitsizliğin hakim olduğu bölgelerin çocuklarına bu eşitsizlik eğitim yaşamına başlar başlamaz dayatılacaktır. Kaldı ki bütçeyi kim belirliyor ise hangi öğretmeni, nasıl çalıştırır, içeriği de o belirler doğal olarak. Buna modern şehirlerin içerisinde mahallelere kadar inmiş toplumsal – sınıfsal eşitsizlikler ile köy veya kırsal bölgelerin de olanaklarını göz önüne alarak bir kez daha baktığımızda bu tartışmada “yeni” çok şey olmadığını görürüz. Ayrıca yerel ihtiyaçlar ve öncelikler de ülkede merkezi bir planlamanın dışında tartışılabilir konular değildir. Bu konulara bile o yerelden daha çok evrensel bir soyutlama ile bakmakta fayda vardır.

Bugün hangi noktadayız? Yani devrim yasası olarak eğitimde birliğin 97. yılında eğitim alanında tablo nedir? Birliğin yerini tam bir dağılma almış gibi görünüyor.

Bugün kağıt üzerinde aynı noktada, fiilen ise Tanzimat ile Cumhuriyet arasında bir yerde şıkıştık. Evet cumhuriyetin bu laiklik alanında bulunan pek çok kazanımı burada olduğu gibi yıkıldı. Ama toplumun büyük bir kısmı bu dayatmayı içine sindirmiş, kabullenmiş ve ikna olmuş değil. Bugün hala yasalara aykırı olmasına rağmen sıbyan mektepleri merdiven altı kaçak işletmeler gibi varlığını sürdürmekte hatta bazı dernek ve vakıflar aracılığı ile buna fiili yasal zemin oluşturmaya çalışmaktadır.

Gerici dernek ve vakıfların yurtlarında , yatılı kurslarında yaşanan olaylar , çocuklarımızın başına gelenler hepimizin malumudur.

Eğitim müfredatı bilimsellikten hızla uzaklaşmış, zorunlu seçmeli dersler aracılığıyla laik eğitim ve aydınlanmacılık iddiaları gericilikle bastırılmaya çalışılıyor. (Burada bir ara not olarak “yerelciğile” dönelim ve seçmeli derslerin dayatmaya dönüşmeden önümüze  yerel özgünlük olarak pazarlandığını hatırlatalım.)

Kamu okullarında öğrenci ağırlığına baktığımızda ortaokullarda ve liselerde İmam hatip okulları öğrenci sayılarının hızla arttığını, özellikle emekçi çocukları eşitsizlik nedeni ile bu okullar dışında seçeneksiz bırakıldığını görürüz.

Okullarda fen laboratuarları ve kütüphaneler kapatılıp yerlerine mescit açıldı. Çeşitli gerekçeler ile gerici tarikat ve cemaatler okullarda etkinlikler düzenlemektedir. Akp iktidarı ile medreseler yeniden açılıp topluma pazarlanmadı ama bütün okullar fiilen medreselere dönüştürülmeye devam ediyor.

Birliğin yerini ne aldı? Örneğin sıbyan mekteplerinde küçücük çocuklara neler anlatılıyor ve kimler tarafından anlatılıyor hiç bilmiyoruz. Denetlenmediğini hatta devlet eli ile hoş tutulup özendirildiğini biliyoruz. Okullarda modern anlamı ile eğitim bir kaç özverili aydınlanmacı, ilerici, yursever öğretmen tarafından ilke olarak savunuluyor ve uygulanıyor. Geriye kalan büyük niceliğin eğitim olmadığını da güncel olarak bir çok örnekte, etkinlikte ve sergide görmekteyiz. Bu gerici kuşatmaya daha az maruz kalmak isteyen, buna yeterli bütçeyi ayırabilen yurttaşlara  ise özel okulların kapısı işaret edildi. Anayasanın ve eğitimde eşitliğin her başlıkta ayaklar altına alındığını gördüğümüz bir dönemdeyiz.

Kadı ki eğitimde birlik ve eşitliğin ne kadar hayati olduğunu pandemi koşullarında bizzat şahit olduk.

Devrim yasası eğitimde birlik Cumhuriyet'e ait bazı başka kazanımlarla aynı kaderi paylaştı diyebilir miyiz? Yani bugün ülkemizde eğitimde birlik olduğundan söz edebilir miyiz?

Özellikle laiklik,kamuculuk ve eşitlik başlıkları toplumda hangi hızla itibarsızlaşmaya maruz kaldı ise yaşam ve toplum da aynı hızla dağılmaya devam etti. Devrim ayasaları tartışılmaya başlandığında ve toplum önüne getirildiği dönemde ülkemizde yurttaşların bir amacı ve ülküsü vardı. Modern bir cumhuriyette yaşama arzusu özellikle ön planda idi. Bugün bu ne olduğu belirsiz ucube yapı ile toplum dağılmış veya dağıtılmış durumda. Şanssızlığımız toplumun büyük kısmı ne istemediği konusunda bir fikri var ve ne istediği konusunda bir akıl ortaklığına sahip değil. Bu akıl ortaklığı ve ortak hayali olmayan her toplum gibi ne yapacağını bilmez ve istediklerine nasıl ulaşacağı konusunda kafası karışmış yurttaşlardan oluşuyor. Bu dağınıklık nedeni ile insanlarımız kimden, neyi, nasıl talep edeceği; bunun için kimlerle yan yana gelip mücadele etmesi gerektiği konusunda karasız ve bazen umutsuz bir şekilde bakıyor.

Peki nasıl olabilir? Yani eğitimde birlik ilkesinin, eşit ve bilimsel bir eğitimin tüm ülkede ortak standart ve ilkeler, ortak içerikle hayata geçirilmesi mümkün değil mi? Bunun önüdeki engel nedir?

İnsanlık gibi bizim toplumumuz da tarihte elde ettiği kazanımların farkına varıyor ve yeniden talep etmeye başlıyor. Zaten toplumun büyük kısmı bu kazanımların elinden çalınmasına razı değil, sadece nasıl koruyacağını ve bu gerici dalgayı nasıl püskürteceğini bilmiyor. Bu gerici dalganın karşısında gibi görünen muhalefet aktörlerinin de bu zemini beslediği bilince tam  olarak çıkmış değil.Yani muhalefetin bir kısmı özellikle bu gericilik ile pazarlık ve uzlaşı zemini arıyor olması toplumdan saklanabilir değil.

Buradan umutsuzluk çıkmaz, bizim yurttaşlarımız da yeri geldiğinde insanlık tarihinde ve ülkemiz tarihinde görülen en az  cumhuriyet sıçraması kadar ileri hamleler yapabilecektir, mevcut zihniyet tarihte nasıl yenildi , tarihe gömüldü ise yeniden gömülecektir. Bizim ihtiyacımız olan Cumhuriyet, Osmanlı ile hangi radikallikte hesaplaştı ise bizim de cumhuriyeti yıkanlar ile aynı radikallikte hesaplaşmamız, fikren ve düşünsel olarak bu düzenden kopmak gerekir.

Eğitimin yeniden eşit, bilimsel nitelikler kazanması için aynı irade ile cumhuriyetin yeniden kurulması gerekir. Bu kez kurulan cumhuriyete sahiplerinin de, garantisinin de bizler,emekçiler olduğunu göstermemiz gerekir. Bu cumhuriyete en çok kimlerin ihtiyacı var ise onların yan yana gelmesi , örgütlenmesi, birlikte hayal kurması ve geleceğe umutla bakması gerekir. Eğitim alanında ihtiyacımız eşit ,bilimsel, laik ,aydınlanmacı hurafe ve gericilikten arındırılmış bir eğitim; bunun yeşerdiği bir toplum içinse toplumsal eşitsizlikleri de ortadan kaldırdığımız yeni bir cumhuriyete ihtiyacımız var. Sınıflı bir toplum çelişkiler üretir , bu çelişkilerin üzerini örtmek ve sürdürmek  için de gericiliğe ihtiyaç duyar. Gericiliği  tarihin çöplüğüne göndermek istiyorsak toplumumuzda var olan sınıfları da ortadan kaldırmalıyız. Eşitliğin ve özgürlüğün hüküm sürdüğü bir cumhuriyet için hep birlikte kolları sıvamalıyız.

                                                                   ***

(3)  3 MART | Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması: Laiklik için hayati bir adım

Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluşuna da vesile olan 3 Mart 1924’te çıkarılan devrim yasasının tam karşıtı bir işlev görmektedir, kapatılmalıdır.(Kadir Sev)

Osmanlı’da Şer’iyye, Şeyhülislamlık kurumunun; Evkaf ise Evkaf-ı Hümayun Nezaretinin karşılığıdır. Biri din hizmetlerinin öteki vakıf mallarının yönetilmesi için kurulmuş olan Osmanlı’nın bu iki ayrı kurumu, 2 Mayıs 1920 tarihinde çıkarılan 308 sayılı Millet Meclisi Kararnamesiyle kurulan Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti örgüt yapısı içinde birleştirilerek Türkiye Devletine aktarılmıştır.

Vekalet, 3 Mart 1924 günlü 429 sayılı Yasayla kapatıldığında yalnızca 4 yıllık bir geçmişe sahiptir. Üstelik 1922 yılı sonuna değin Anadolu’da savaş ve belirsizlik durumu vardır. İstanbul’da ise saltanat henüz sürmektedir. Bu iki neden yüzünden faaliyetini kısıtlamış olmalıdır. Diyanete yakın kaynaklarda, fetvalar verildiği; projeler geliştirildiği; din görevlisi yetiştirildiği gibi bilgilere yer verilse de hizmetin niteliği ve neler yapıldığı belirsizdir.

Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmıştır ama devlet ne din işlerinden ne de vakıfların yönetiminden çekilmiştir. Din işlerini yönetmek üzere Diyanet İşleri Reisliği; vakıfları yönetmek üzere de Başbakanlığa bağlı bir müdürlük kurulmuştur.

Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, yerine Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş olsa da laiklik konusunda atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilmelidir. Çünkü din hizmetleri devletin yükümlülüğüne bırakılarak, tarikatlar biçiminde örgütlenen yerel egemenlik odaklarının güçlerinin kırılması amaçlanmıştır. Reislik de zaten Osmanlı Devleti’ndeki şeyhülislam yetkileriyle donatılmamıştır.

Şer’iyye ve Evkaf hizmetlerinin ayrılarak iki ayrı kurum olarak yapılandırılmasının önemsenmesini gerektirecek bir başka neden daha vardır. Böylelikle görevi din hizmetlerini yürütmek olan bir kurumun bütçe ödenekleriyle yetinmesi sağlanmış, ticaret yapması önlenmiştir.

İlk yıllarında çok kısıtlı bütçe kullandırıldığı anlaşılmaktadır. 1931 yılı Bütçe yasasına konulan bir maddeyle cami görevlilerinin aylıklarının Vakıflar Genel Müdürlüğünce ödenmesinin öngörülmesi bu nedene bağlanmalıdır. Cami görevlilerinin aylıkları 1935 yılında Diyanet İşleri Reisliği Örgüt Yasası çıkarılmış olmasına karşın, 1950 yılına değin Vakıflar Genel Müdürlüğünce ödenmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yasası 1965 yılında yenilenmiştir. İzleyen yıllarda bütçe ödeneklerinden daha çok yararlandırılmaya başlandığı anlaşılmaktadır. Yeni yasada her yıl için 2 bin imam-hatip kadrosu verilmesi öngörülmüş; 1971 yılında imam-hatiplerle birlikte 32 bin kişi çalışanı olan bir kuruma dönüşmüştür.

Ticaret yapmasının önlenmesi az iş değildir.

Osmanlı döneminde vakfedenlerin soyu bilinemediği için sahipsiz kalan ve eline geçirenin çıkar sağladığı, yararlandığı binlerce mazbut vakıf ve onların binlerce taşınmazı vardır. II. Mahmut bu vakıfların hepsini 1826 yılında Evkaf-ı Hümayun Nezareti yönetimi altında toplamış, gelirlerinin bütçeye kaydedilmesini sağlamıştır.

Milyarlarca lira değerindeki bu taşınmazları günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü yönetmekte, dilediğince kiralamakta, satmakta, yap- işlet yöntemleriyle AVM’ler yaptırmaktadır.

Eğer ayrı bir kurum olarak yapılandırılmasaydı, bu işlerle Diyanet İşleri Başkanlığı ilgileniyor olacaktı. 

Diyanet İşleri Başkanlığı Yasası 2010 yılında önemli ölçüde değiştirilmiş, toplumsal yaşamın her alanında var olan; her şeye karışan; şeyhülislamlık kurumuyla yarışacak düzeyde işler yapan; devasa büyüklükte bütçeler kullanan, bir kuruma dönüşmüştür. Artık tarikatların, yerel egemenlik odaklarının gücünün kırılması amacından çok uzaklardadır. Üstelik laiklik karşıtı yaptığı işlerin karşılığı vergilerimizden oluşan bütçelerden ödenmektedir.

Laikliğe ne yazık ki sahip çıkılamamıştır. Mevcut haliyle Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluşuna da vesile olan 3 Mart 1924’te çıkarılan devrim yasasının tam karşıtı bir işlev görmektedir, kapatılmalıdır.

(SOL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder