Tüm bunların bu kadar kolayca yapılabilmesinin, iktidarın siyaset sahnesinde istediği gibi at oynatabilmesinin sebebi ise elbette ki muhalefetsizlikle ilgili.
Ekonomik krizin giderek derinleştiği Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı “üzerine düşeni” yapmış ve 27 Şubat’taki Cuma hutbesinde Bakara Suresi’nden “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!“ şeklindeki ayeti paylaşmıştı.
Pazartesi günü döviz kurları Merkez Bankası’nın taze başkanının bir gece yarısı görevden alınmasına tepki olarak fırlayıp gidince, olan bitenin boyutlarını anlamış olacak ki, hayatımıza yeni giren figürlerden Ayasofya Baş İmamı da aynı ayeti sosyal medyada paylaşarak toplumdan tevekkül ve sabır istedi. Hemen ardından ise ekonomiyle ilgili görüşlerini bizimle paylaşarak şöyle dedi: “Faizin azaltılması ve sonunda tamamen kaldırılması hem İslam'ın hem de aklın gereğidir. Güçlü ekonomilerde faiz % 0-1 arasında. O sebeple faizcilerle mücadele etmek de İslam'ın bir emridir.”
Aynı gün, Saadet Partisi’nin yayın organı Milli Gazete’nin manşetinde ise gece yarısı kararnamelerinden diğeri vardı. Gazete İstanbul Sözleşmesi’nin feshini “Milli Mücadele… ve sonuç…” manşetiyle kutluyor, 15 kez manşet attıklarını, onlarca kez haber yaptıklarını, yüzlerce kez makaleler yayınladıklarını, dolayısıyla bu “zafer”in kendilerine ait olduğunu söylüyordu.
İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden döneceğiz ama önce faizle ve Naci Ağbal’ın sadece dört buçuk ay Merkez Bankası’nın başında kalabilmesiyle başlayalım.
Bundan iki hafta önce bu köşede “Krizin derinleşmesi, 'kendiliğinden çökecekler'in reddi” başlıklı bir yazı yazmış ve hem küresel ekonomideki hem de Türkiye ekonomisindeki gelişmelerin faiz artırımını kaçınılmaz kıldığını, bunun da birtakım siyasal sonuçları olacağını söylemiştim. Yüksek faiz, yatırımların azalması, ekonomik durgunluk ve daha çok işsizlik demekti, dahası yüksek faiz daha yüksek maliyetle borçlanmak, borçlanarak da olsa tüketim yapabilmekte daha da zorlanmak demekti.
Peki –diğer faktörleri dışarıda bırakarak soracak olursak- işsizliğin, hayat pahalılığının, yoksulluğun aynı anda arttığı, ekonomisi durgunlukta olan ya da küçülen bir ülkede, iktidarın seçimi kazanma şansı artar mıydı azalır mıydı? Yazıda bu soruya “azalır” yanıtı veriliyor ve iktidarın bu koşullarda bir seçime gitmesinin öyle kolay olmadığı söyleniyordu. Zaten Perşembe günü Merkez Bankası piyasa beklentilerinin de üzerinde iki puanlık bir faiz artışına gittiğinde, kimi yorumcular da benzer bir değerlendirme yaparak erken seçim ihtimalinin ortadan kalktığını belirttiler.
Erken seçim ihtimalinin ortadan kalkışının ortadan kalkışı için ise 48 saatten az bir süre geçmesi gerekecekti. Önce iki puanlık faiz artışına izin verilmiş ve ardından da Naci Ağbal bu iki puanlık artışa kurban edilmişti. Yerine getirilen isim ise “damat ekolü”nden olduğunu ve Erdoğan’ın o ünlü “faiz sebep enflasyon sonuç” teorisine yakın durduğunu bildiğimiz, Yeni Şafak gazetesi yazarı ve iktidar partisinin eski milletvekillerinden Şahap Kavcıoğlu oldu.
Bu karara bakarak söyleyebiliriz ki, AKP ne olursa olsun iktidarı vermeme, yani “seçimle gitmeme konsepti” doğrultusunda bir adım daha attı ve yaslandığı sınıf olan MÜSİAD sermayesiyle müteahhitlerin de talep ettiği şekilde, faizlerin yapay bir şekilde aşağıya çekileceği, döviz kurlarının, enflasyonun, bütçe açığının ve devlet borçlarının yükselmesinin ise göze alınacağı bir konjonktüre girildi.
Yapılan hesabın çarkları kısmen de olsa döndürmek, istihdam yaratmak ve hepsinden önemlisi ekonomiyi kredilerle yüzdürmeye devam etmek olduğu ve bunun da oya tahvil edilmek istendiği çok açık bir şekilde görülebiliyor, hesap tam olarak bu.
(Ancak bu hesabın tutma ihtimalinin de son derece zayıf olduğunu, çünkü faizlerin düşürüldüğü ama enflasyonun yükseldiği bir ortamda Türkiye’ye gelen sıcak paranın giderek azalacağını, bunun da sıcak para bağımlısı Türkiye ekonomisini yeni kriz dinamikleriyle karşı karşıya bırakacağını geçerken not edelim.)
Dolayısıyla baro yasası, bekçi yasası, sosyal medya yasası ve elbette ki HDP’ye kapatma davası açılması nasıl ki “seçimle gitmeme konsepti”nin bir parçasıysa, ekonomide yaşanan son gelişmeleri de bu konsepte yerleştirerek okumak gerekiyor. İktidar, uzun vadede ekonomiyi bütünüyle çökertme ihtimali olsa dahi, kendisini ve yaslandığı MÜSİAD sermayesini/müteahhitleri kurtarmak adına bu adımları atıyor, her zaman yaptığı gibi kendi bekasını ülke bekasının önüne koyuyor.
Peki ya İstanbul sözleşmesinin feshi? Sözleşmenin feshi ile Ağbal’ın görevden alınması kararının aynı gün verilmesi tesadüf değil elbette, çünkü bu kararı da “seçimle gitmeme konsepti” içerisine yerleştirmek gerekiyor.
Kararın bir boyutunda fesih kutlamaları yapan Saadet Partisi’ne, özellikle Oğuzhan Asiltürk kliğine el uzatılması ve Saadet’i Cumhur İttifakı’na katmak olduğu görülebiliyor. Öte yandan bu kararla Milli Görüş gömleğinin aslında hiç çıkarılmadığı ve İslami bir rejim inşasında bir adım daha atılmak istendiğini de görmek gerekiyor. Ayasofya’nın açılışından İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline, LGBT’lerin adeta “iç düşman” kategorisine yerleştirilmesinden yeniden yükseltilen hilafet tartışmalarına uzanan yollar var ve bu yolların hepsinin çıktığı yer ise devam eden rejim inşası.
İktidarın en iyi bildiği şeyin kutuplaştırmayı artırmak ve karşı ittifakları dağıtmaya oynamak olduğunu biliyoruz. Sözleşmenin feshi ile toplumun bir kez daha “dini ve milli değerler” üzerinden bölünmesi, kutuplaşması hedeflenir ve buna bağlı olarak da iktidarın dinci ve milliyetçi söylemi giderken derinleşirken, muhalefet bloğunun zayıf halkası olarak görülen Saadet Partisi’ni koparmaya yönelik hamlelerin de bu süreçte sıklaşacağı anlaşılıyor.
Tüm bunların bu kadar kolayca yapılabilmesinin, iktidarın siyaset sahnesinde istediği gibi at oynatabilmesinin sebebi ise elbette ki muhalefetsizlikle ilgili.
Ayasofya Cumhuriyet’ten rövanş için tekrar cami yapılırken “aman oyuna gelmeyelim” diyerek üç maymunu oynayanlar, hatta “elinizi tutan mı var, açın” diyenler ve tüm bunları “doğru strateji” diye alkışlayanlar, bugün Ayasofya İmamı’nın kendisini fetva makamına yerleştirmesine kızma hakkına sahip olabilir mi?
Erbakan anmasında muhalefetteki İslamcılarla buluşup onun “Cumhuriyet çocuğu” olduğunu ya da “Kürt sorununa demokratik çözüm istediğini” söyleyenler ve buna pragmatizm adına arka çıkanlar, muhalefetteki İslamcıların fetih kutlamaları misali İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kutlamaları yapmaları ve bundaki en büyük payın da kendilerine ait olduğunu söylemeleri konusunda ne düşünüyordur?
“Aman oyuna gelmeyelim”lerle, “sağ seçmeni ürkütmeyelim”lerle, sağın diliyle konuşmakla ve sağcılık yapmakla, iktidarda rejim inşa eden bir parti yokmuş gibi davranmakla, Meclis sınırlarını aşmayan muhalefet tarzıyla, seçimlerin “serbest” bir şekilde yapılacağı ve iktidarın barışçıl bir şekilde devredileceği yanılsaması üzerine kurulu bir stratejiyle varılabilecek bir yerin olmadığı açıktır.
Bu söylediğim eğer şimdiye kadar görülmemişse son bir haftada iktidarın attığı adımlara bakarak görülebilir, yok eğer bu körlükte ısrar ediliyorsa ülke ve toplum olarak bunun sonuçlarına da katlanmak gerekecektir.
Türkiye toplumu ya bu muhalefetsizliği de aşacak bir şekilde, kadın cinayetlerinden Ayasofya İmamı’na, İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhuriyet’ten rövanş alınmasına, kısa çalışma ödeneğinden döviz kurlarına, siyasal İslam’la ve bu sömürü düzeniyle cepheden ve bütünlüklü bir yüzleşmeyi göze alacak ya da bu devran böyle dönmeye devam edecektir.
Fatih Yaşlı / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder