8 Nisan 2021 Perşembe

Bloklaşma eğilimi güçleniyor (I-II) - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET


 (I) Uluslararası ilişkilerde bloklaşma eğilimi hızlandı. Bu eğilim 30 yıllık neo-liberal küreselleşmenin temel varsayımlarını ve ürettiği biçimleri de sorguluyor.

ABD, SAFLARI SIKLAŞTIRIYOR

Geçen ay, Alaska’da ABD ve Çin temsilcileri iki ülke arasındaki sorunları tartışmak için bir araya geldi. Toplantıda, ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Çin temsilcilerine insan hakları üzerine bir söylev verdi. Çin tarafı da toplantı başlarken saptanan 6 dakika konuşma sınırını 15 dakika aşarak “sen kendine bak” türünden sert ve uzun bir söylevle cevap verdi. Sonunda Blinken, “Kurallara uymaya niyetli olmadığınızı bir kez daha kanıtladınız” derken, Çin temsilcisi “Kendi demokrasi anlayışınızı başkalarına dayatamazsınız” tepkisiyle cevap verdi. İki büyük gücün, Biden dönemindeki ilk toplantısı, ağız dalaşının ötesine geçemedi.

Ancak, ABD temsilcileri Blinken ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Sullivan’ın, Alaska toplantısına gelmeden önce Avrupa Birliği ve Asya’daki, Japonya ve Güney Kore, Avustralya gibi müttefikleriyle görüşmüş olması, bu sert tutumun belli bir bloklaşma eğilimi mutabakatı içinde şekillendiğini de gösteriyordu. AB üyelerinin ABD ile birlikte, Çin’i Uygur Türklerini hedef alan bir soykırım uygulamakla suçlaması da çelişkileri derinleştirdi; Avrupa Birliği ile Çin arasında yapılan son ticaret ve yatırım anlaşmasının, onaylanma olasılığını, AB’nin “tarafsız kalma” hesaplarını sıfıra indirdi.

Aynı günlerde ABD Başkanı Biden’ın Rusya Başkanı Putin için “katil” ifadesini kullanması, bloklaşma eğiliminin yalnızca ABD ve müttefikleriyle Çin arasında yaşanmadığını, Rusya’yı da hedef aldığını gösteriyordu. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in “NATO’nun, Çin’in hızla büyüyen gücüne karşı dost ülkelerle birlikte davranması gerekir” sözleri, NATO’nun bu bloklaşma eğiliminin askeri kanadı olmaya, harekât alanını küreselleştirmeye hazırlandığını düşündürüyor.

RUSYA, ÇİN VE DİĞERLERİ 

Alaska toplantısından 72 saat sonra, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov Pekin’deydi. Çin ve Rusya yakınlaşması ikinci blokun omurgasını oluşturuyor. Bu yakınlaşma, öncelikle ABD merkezli dünya ekonomisinin (neo-liberal küreselleşmenin) finansal yapısının temel taşı olan ABD Doları’nın, telekomünikasyon, bilgi işlem, sosyal medya ayaklarını kontrol eden ABD teknoloji, yazılım ve bilgisayar şirketlerinin egemenliğine, ABD’nin ambargo uygulamasını kolaylaştıran dolara dayalı elek-tronik ödemeler sistemine (Swift) karşı şekilleniyor. Rusya ile Çin arasındaki ekonomik ilişkiler de gelişmeye devam ediyor. Rusya, Çin’e petrol ve değerli mineraller satıyor, Çin’den elektronik tüketim malları ve yüksek teknoloji ürünleri alıyor. İki ülke arasındaki silah ticareti de bir başka önemli boyut.

Çin’in, Rusya’ya ek olarak nükleer silahlara sahip Kuzey Kore ve petrol, gaz kaynaklarına, bir nükleer teknoloji sektörüne sahip İran gibi önemli müttefikleri de var. Çin’in Orta Asya ve Ortadoğu’da etkisi de giderek artıyor.

Orta Asya üzerinden Avrupa’ya kadar uzanan “Kuşak ve Yol Projesi”, Çin’in tedarik zincirlerini, ABD denetimindeki denizyollarının dışına taşımaya başlıyor; hem Çin’e bu proje üzerinden yeni diplomatik ilişkiler, müttefikler getiriyor hem de Çin ekonomisine, kriz eğilimlerini, mal, sermaye nüfus fazlası ihracatıyla dışlaştırmaya uygun yeni mekânlar açıyor. 

İkincisi Çin, ABD’nin aksine, Ortadoğu’da hem İran’la hem de İran’a karşı şekillenmekte olan Arap-İsrail yakınlaşmasıyla iyi ilişkiler sürdürmeyi becerebiliyor. Çin ile İran arasında geçen hafta imzalanan 25 yıllık ve yaklaşık 400 milyar dolarlık ticaret ve yatırım anlaşması da Çin’in bölge jeopolitiğini güçlü biçimde etkileyecek adımlar atmaya başladığını gösteriyor. 

Bir tarafta ABD, Avrupa, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda diğer tarafta, Çin, Rusya, İran, Kuzey Kore olarak şekillenmekte olan bloklaşma süreci, Güneydoğu Asya’da, Orta Asya’da, Ortadoğu’da birçok ülkeyi taraf olmaya zorluyor. Taraf olmadan her iki kampla birlikte yaşamaya çalışan ülkelerin manevra alanı hızla daralıyor. Bu bağlamda hem NATO üyesi ve uluslararası sermaye girişine bağımlı hem de ABD merkezli küreselleşmenin ekonomik, kültürel ve siyasi hatta askeri kurallarıyla sorunları gittikçe derinleşen AKP Türkiyesi’ni oldukça “ilginç” günler bekliyor. 

                                                       ***

(II) Uluslararası ilişkilerde bloklaşma eğiliminin arkasında ilk aşamada iki dinamik var. Bunların arkasında da kapitalizmin 1980’lerde devreye giren ve yayılan kriz yönetim modelinin, neo-liberalizmin 2008 finansal kriziyle birlikte tükenmiş olması… Bu kriz yönetim modelinin tükenmesiyle şekillenen dinamikler, Atina ve Isparta arasındaki Peleponnes Savaşları’nı anlatan tarihçi Tükidides’e atıfla, “Tükidides tuzağı” olarak adlandırılan bir duruma doğru gidiyor.

“Tükidides tuzağı”, büyük güçler arası ilişkilerde geri dönülmesi zor ve savaşa yol açma olasılığı yüksek bir tıkanmayı betimliyor: Bir yerleşik hegemonya merkezi, yeni yükselen bir merkezin gelişmekte olan kapasitelerinden korkuyor. Yerleşik merkez bu yeni merkezin yükselişini durdurmak için karmaşık ittifaklar zinciri kurarken sistemde “antropi” artıyor, bu iki merkez arasındaki ilişkilerde kırılma noktaları çoğalıyor. Korku, karşılıklı güvensizlik ortamında, yanlış hesaplara dayanan hamlelerin “güçler dengesini”, “güçler arası savaşa” dönüştürme olasılığı da giderek güçleniyor.

İKİ DİNAMİK

Bir kriz yönetim modeli, kapitalizmin kimi kriz eğilimlerini ötelerken çelişkilerinin kimi ürünlerinin bir kırılma noktasına doğru birikmeye devam etmesini önleyemez. Bu, neo-liberalizm için de geçerliydi. 

Neo-liberal küreselleşme ortamında yeni kapitalist birikim merkezleri yükseldi. Ekonomik birikim, siyasi güç birikimine, teknolojik ilerlemeye de yol açar. Bu merkezler içinde Çin, hızla dünyanın en büyük ekonomisi, yapay zekâ, kuantum bilgisayarları, 5G, uzay teknolojisi gibi stratejik alanlarında öncü konumuna yükselmeye başladı. Çin kapitalizmi hızla genişlerken karşılaştığı mekânları kendi gereksinimleri doğrultusunda yeniden yapılandırıyor, bir anlamda kendi küreselleşme modelini inşa ediyordu. Çin’in bu yükselişi hem kriz yönetim modelinin tükenme sürecinin bir sonucuydu hem de onun tükeniş sürecini hızlandırıyordu. 

Bu süreç emperyalist sistem içinde ülkeler arasında, şekillenmiş bölüşüm ilişkilerini değiştirmeye başladı. Şimdi emperyalist sistem, kaçınılmaz olarak bir “yeniden paylaşım” noktasına doğru ilerliyor.

Neo-liberalizm, gelir dağılımındaki dengesizlikleri, merkez ülkelerin içinde daha da bozarak “sağ popülizmi”, daha doğrusu “süreç olarak faşizmi” yeniden canlandırdı, kimi ülkelerde de iktidara taşıdı. Böyle durumlarda tarihsel örneklerden, hükümetlerin kendi meşruiyetlerini korumaya devam edebilmek için, “süreç olarak faşizmin” kitle tabanını oluşturan kesimlerin, ekonomik, sosyal, kültürel taleplerine cevap vermeye, ekonomik alandaki yetersizliklerini kültürel alandaki adımlarla kapatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Hükümetler, işsizliğin artmasını önlemek için sanayi politikalarına, kamu yatırımlarına (silah sanayisi istihdam yaratmaya elverişlidir) dış ticarette korunmaya, toplam talebi (tüketici ve yatırımcı) destekleyen maliye politikalarına öncelik vermeye başlıyorlar. Hükümetlerin ırkçı, yabancı düşmanı söylemler karşısında direnci de azalabiliyor, milliyetçi, yayılmacı politikaları benimsemeleri kolaylaşıyor. Bu gelişmeler ekonomik ve siyasi alanlarda uluslararası gerginlikleri daha da artırıyorlar.

YENİ ‘SOSYAL DEMOKRASİ’

Yükselen bir güce karşı direnebilmek, müttefiklere örnek olarak liderliği koruyabilmek için ülke içinde sınıflar arası ilişkileri, “toplumsal mutabakatı” konsolide etmek gerekir. ABD’de Biden yönetiminin, neo-liberalizmin yarattığı toplumsal yıkımın sonuçlarından kaynaklanan gerginlikleri, kutuplaşmayı azaltacak, ekonominin rekabet gücünü artıracak örnek olacak yeni bir model bulma çabalarını işte bu yukarıda özetlenen bağlam içinde değerlendirebiliriz. 

İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde iki bloklu denge sisteminde bu modelin en başarılı uygulayıcısı “düzenleyici” sosyal demokrat partiler, kitlesel sendikalar ve refah devleti politikalarıydı. Biden’ın da bugün bir yeni model arayışında Demokrat Parti’nin tarihinden, 1930’larda Roosevelt’in “New Deal” ve 1964’te Lyndon Johnson’un “Great Society” programlarından esinlendiği söylenebilir.

Diğer bir deyişle, Biden yönetiminin “sosyal demokrat” politikalarını, bloklaşma sürecinin öbür yüzü, yeni bir kriz yönetim modeli inşası çabaları olarak okuyabiliriz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder