İktidar cenahı, sonuç alamayacağı bir işle uğraşmaya yani havanda su dövmeye mecbur bırakılmıştır. Uzun zamandır ilk kez, savunma konumuna geçmiştir.
İktidar iyice sıkıştı. "128 milyar dolar nerede?" kampanyası kimyasını daha da bozdu. Anamuhalefet uzun zamandır ilk kez bu denli gündem belirleyici olabildi. İktidarın ortaya attığı gündemler (örneğin amiraller vb) gelip geçiyor, geçmese de halka mal olmuyor veya adaletsizlikler halkın tepkisini çekiyor, buna karşılık 128 milyar gündemi gene suyun üzerinde kalıyor. Demek ki halka maledilebilen/ onun gündemini de (işsizlik, gelirsizlik, muhtaçlık, sağlık ve eğitim politikasındaki başarısızlık) yakından ilgilendirebilen konular, halkın da katıldığı bir genel sorgulamaya dönüşebiliyor.
Buna benzer bir konu da yüksek ve çoklu maaşlar sistemi oldu ve oluyor. Daha büyük yolsuzluklar halkın algılama ufkunu aştığı ve kanıtlanmamış iddialar gibi algılandığı için, bu denli ilgi görmüyor. Oysa, maaşlar somut, kanıtlı ve karşılaştırılabilir nitelikte. Bir zamanlar milletin derdi, halka açık bilgi olan milletvekilleri maaşları idi. Bütün karşılaştırmalar onun üzerine kurulurdu. AKP döneminde başından beri milletvekili maaşlarını çok aşan kamu personeli ücretleri söz konusuydu aslında.
Ama Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi (CYS) sonrasında bu işin de şirazesi iyice kaçınca, hakedilmeyen kariyerlere çoklu maaşlar tahsis edilince, bunlar CHP Zonguldak Mv. Deniz Yavuzyılmaz'ın başarılı iz sürmesiyle kamuoyuna oldukça ayrıntılı yansıyınca (bir döküm için bkz. Evrensel, 17 Nisan 2021), tepkiler de gecikmedi. Özellikle de şiddetli bir işsizlik/mağduriyet ortamında, AKP'nin basit üyelerinin büyük çoğunluğunun bile iş ve aş imkanlarının kısıtlandığı veya umutsuzluğa dönüştüğü bir ortamda bunlar çok daha fazla göze batar oldu.
Kanal İstanbul denilen rant ve Montrö'yü delme projesinin halkın ilgisi yerine tepkisini çekmesinin nedeni de bu. İstanbul sakinlerini aşan, Türkiye'ye şamil bir yaygınlıkta reddedilen bu projeyi Erdoğan'ın "inadına" (aslında paylaşılmış ve paylaşılacak büyük rantlar uğruna) sürdürmek istemesi, projeye karşı çıkanları olmadık suçlamalara konu etmesi, bardağı taşıran damlalar oluyor.
Keza, insan kaçakçılığı yapan şebekeler devletin hizmet pasaportları üzerinden işlerini görebilirken, Erdoğan "göç tersine dönmüştür" diyebiliyor. İşgücü istatistikleriyle adeta oyun oynanıyor, nüfus artarken işgücüne katılım oranları aşağıya çekiliyor, istihdam azalırken işsizliği de azaltma mucizesi gösteriliyor. Gelir/servet dağılımı aşırı bozulurken, pandemi yılında sadece dolar milyoner/milyarderleri kazanırken, "yoksulluğu azalttık" masalları söylenebiliyor.
Kitleler, kendileri bunca muhtaçlık içindeyken, nüfus başına Kovid-19 vakalarında Türkiye dünya birincisi olmuşken, buna karşılık sağlık hizmetleri böylesine dibe vurmuşken, pandemi yönetiminde ve aşılamada, eğitimin örgütlenmesinde bunca fiyasko yaşanırken, Saray'ın halkın gerçek gündeminden kopukluğuna, sefahat derecesine varan görgüsüzlük ve savurganlıklara da tepkililer. İktidarın inandırıcılığı giderek tükeniyor; bu zaafını, daha fazla sansürle, daha fazla devlet şiddetiyle örtmeye çalışıyor. İdeolojik aşınmasını daha fazla Cumhuriyet düşmanlığıyla, daha fazla kutuplaştırmayla telafiye çalışıyor. Bunlar, daha fazla dibe batmasına neden oluyor.
128 milyar meselesi!
Meclis içi ve dışı muhalefetin bu ve benzer gündemleri sürekli canlı tutması bu bakımdan da çok önemli. İktidar, kimyası bozuldukça ya aşırı tepki veriyor ya da birbiriyle çelişen açıklamalara zorlanıyor. Tekrar "128 milyar dolar" konusuna dönersek, iktidar bu denli aşırı tepki vermemiş olsa büyük olasılıkla daha erkenden sönümlenen bir gündem olurdu. Gene iktidar bu denli çelişkili açıklamalar yapmamış olsa, eleştirenlerin elini bu denli güçlendirmemiş olurdu.
"Rezervler yerinde duruyor"dan "rezervler usulüne uygun olarak harcanmıştır"a, "Merkez Bankası (MB) döviz talebini karşılamaya mecburdu yoksa temerrüde düşerdi" uydurmasından "MB ile Hazine Müsteşarlığı arasında 21 Şubat 2017'de imzalanan bir protokole göre işlem yapılmıştır"a kadar giden türlü çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bunların kimi diğerini yanlışlamaktadır; ama daha önemlisi bunlar ya konuyu çarpıtmakta ya da açıklamadan ziyade itirafname yerine geçmektedir. Üstelik kurumlar birbirinin üzerine sorumluluk atmaya, Hazine ve Maliye Bakanlığı TCMB'yi sorumlu gösterirken, o da tersini yapmaya yönelmektedir. İktidar cenahı, sonuç alamayacağı bir işle uğraşmaya yani havanda su dövmeye mecbur bırakılmıştır. Uzun zamandır ilk kez, savunma konumuna geçmiştir.
Her bir açıklamanın ayrıca açıklanmaya muhtaç olması ve yeni bir tartışmayı başlatması da cabasıdır. Örneğin henüz 21 Şubat 2017 Protokolünün ayrıntısını bilmiyoruz; ancak MB Başkanı açıklama yapmaya zorlanınca böyle bir gizli protokolün varlığından haberdar olabiliyoruz. Ama daha önemlisi, MB başkanın açıklamasından sızan bilgiler. Başkan Kavcıoğlu, ilk önce döviz likidite ihtiyacını artıran koşullara değiniyor: '-Sermaye çıkışının artması; -doğrudan yabancı yatırımların azalması; -altın talebinin hızla artması; -turizm ile ihracat gibi döviz kazandırıcı faaliyetlerin durma noktasına gelmesi' (Erdoğan ve Ticaret Bakanı ihracat için tam tersi açıklamlar yapıyorlar- OO); '-yüksek seyreden jeopolitik riskler; -dış açıkların artması' (2019 için de cari açıktan bahsediyor ki yanlış)... Buradan hareketle, 30 milyar dolar cari açık için, 31 milyar dolar yabancı sermaye çıkışı için; 50 milyar dolar reel sektörün yabancı para pozisyon azaltması (dış borç ödemesi) için, 54 milyar dolar döviz ve altına yöneliş için gerekli likidite ihtiyacının karşılandığını belirtmiş oluyor. (MB rezervlerinin eksiye düşmesi konusunda Sol Gazete'de 2021 Mart başında yayımlanan söyleşimiz ile 23 Mart 2021 tarihli yazımıza bakılabilir).
Ama söylemedikleri daha önemli: Sayılanlar sonuçtur; MB'nın tüm rezervlerini eritip eksiye düşmesinin nedenlerini oluşturamaz. Dışa açık bir ekonomide MB'nın milli parayı koruması, faizler üzerinden olabilir; ama ekonomik politikalarla da desteklenmesi gerekir. Döviz rezervlerini kullanarak kuru sabitlemek ve likidite ihtiyacını karşılamak, dalgalı kur rejiminde MB'nın görev tanımı içinde değildir ve yanlıştır. Ayrıca, döviz rezervlerinin eritilmesi nedenleri arasında gösterilmeyen üç konu belirleyicidir: (i) zamanında faiz silahını çekmeyerek üç yılda üç döviz krizine neden olmak; (ii) her döviz krizi öncesinde bol kepçe rezerv eritmek; (iii) siyasi dönüm noktalarında (Nisan 2017 referandumu, 2018 seçimleri, 2019'un Mart ve Haziran seçimleri) dövizi tutmak için MB rezervlerinin kullanmak. Açıklama bekleyen sorular aslında daha fazladır: 2016'dan sonra niçin döviz ihalelerinden vazgeçilmiştir? Doğrudan satışlarda alıcılar kimlerdir? Satış dönemleri, satış hacimleri ve satış kurları nasıl bir seyir izlemiştir? Saydamlık neden gözetilmemiştir?...
Öte yandan MB Başkanının açıkladığı üzere 21 Şubat Protokolü kapsamında 2017 yılından itibaren ihtiyaç görülen durumlarda Hazine hesapları üzerinden kamu bankaları aracılığıyla döviz işlemleri yapılmaya başlandığı itiraf edilmektedir. MB'na ait olan döviz işlemleri yapma yetkisinin Hazine ile paylaşılması, MB bağımsızlığının erkenden gündemden çıktığını ve damat bakan aracılığıyla Saray'a bağlandığını göstermektedir. Kamu bankalarının Hazine aracılığıyla döviz-TL swap işlemlerine zorlanması (hatta özel bankaların da buna dahil edilmesi), MB'nın döviz varlıklarını elden çıkarıp kendisinin olmayan dövizin (hiç net rezerv içermeyen brüt rezervler) emanetçisine dönüştürülmesi; sonuçta sistemin keyfileşmesi, kontrolden çıkması, döviz işlemlerinin ve MB bilançosu ayrıntılarının takip edilemez duruma düşülmesi, sorunun temel nedenlerinden olmuştur.
Sonuç olarak, eksi 43 milyara düşmüş bir net rezerv sorunumuz vardır ve bunun sorumlusu şu ya da bu bürokrat, hatta şu ya da bu bakan değil, ekonomi yönetimini doğrudan doğruya Saray'ın arka bahçesi olarak gören bir numaralı kamu personeli yani yürütmenin başıdır.
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder