CHP Genel Başkanları ve yönetimlerinin tamamı, neoliberal programa ürettikleri rıza ve uygulamalara sağladıkları meşruiyet nedeniyle tarih önünde sorumludur.
2008-2013 yılları arasında Kanada Merkez Bankası Başkanlığı, 2013-2020 arasında İngiltere Merkez Bankası Başkanlığı, 2011-2018 yılları arasında da G20 ülkeleri tarafından kurulan Finansal İstikrar Kurulu'nun Başkanlığı görevini yürütmüş bir isim olan Mark Carney, 19 Mart 2021 tarihinde Financial Times gazetesine yazdığı "Küreselleşmeyi Yeniden Başlatma Fırsatı" başlıklı yazıda, İtalya ve Avrupa Merkez Bankalarına Başkanlık yapmış olan, şimdinin İtalya Başbakanı Mario Draghi ile olan bir anısına yer veriyor.
2008 finansal krizinin patladığı, gelişmiş ülkelerin finansal sistemlerinin çöküşün eşiğine geldiği günlerde alelacele toplanan bir G20 zirvesinde, küresel ekonomi için yeni bir konsensus inşa edilmesi gerekliliği masaya yatırılmıştı.
Zirveye katılan Carney, ABD Başkanı Bush'un, ABD'nin yaptığı hataları kabul eden, bunları düzeltme sözü veren ve birlikte daha güçlü olacakları inancıyla diğer G20 ülkelerinden yardım istediği alçakgönüllü bir konuşma yaptığı bir oturumdan birlikte çıkarken, Draghi'nin kendisine anlattığı anektodu aktarıyor:
1990'ların başında Sovyetler Birliği'nin ekonomik reform konusunda G7 ülkelerinden tavsiye istediği bir dönemde Mihail Gorbaçov ile tanışan, o dönemde İtalya'nın Hazine Müsteşarlığı gibi zirvenin diğer katılımcılarına göre alt seviyede bir görevi olan Draghi, ihtişamlı Sovyetler Birliği'nin Genel Sekreteri Gorbaçov'a bakarak, "Bunun gibi bir adamın benim gibi bir adamla ne işi var? Rusların problemleri düşündüğümden daha büyük olmalı." diye düşündüğünü anlatıyor ve ekliyor; "Mark (Carney), biliyor musun? Şu anda Amerikalılarla ilgili tam olarak aynı şeyi düşünüyorum."
Yazısına bu anılarla başlayan Carney, Türkiye'deki politika yapıcı herkesin gerekirse kafasına vura vura anlatılması gereken bir tespitle devam ediyor:
"Küresel ekonominin son büyük dönüm noktası olan 2008 finansal krizi, Reagan-Thatcher devrimiyle başlayan (benim gözümde kökten dincilikten pek farkı olmayan, TD) neoliberal kökten piyasacılık anlayışının bitişini ilan etti."
O yıllardan günümüze kadar olan süreç ise dünyanın elindeki enkazla ne yapılabileceği sorusunun aranmasıyla geçti. Onyıllardır gelişmiş/gelişmekte olan/gelişmemiş ülke ayrımı olmaksızın dünyanın dört bir tarafındaki emekçi kesim için düşen gerçek ücretler, artan iş güvencesizliği, artan gelir adaletsizliği gibi konuların üstüne gelen pandemi, küresel ekonomik sistemi reforme etme çağrılarının ve çabalarının gittikçe artmasına neden oluyor.
Dünyanın dört bir tarafında huzursuzluk artıp 'garip' seçim sonuçları ortaya çıktıkça, radikal siyaset yükselişe geçip işlerine çomak sokmaya başlayınca, insanlarda para kalmadığı için mallarını satacak yer bulamaz olunca, tıpkı fildişi kulelerinden inip alçakgönüllü bir şekilde yardım istemek zorunda kalan Bush ya da Gorbaçov gibi, kudretli sermaye sahipleri ve bunların sözcüleri de lütfedip gelir adaletsizliği gibi konulardan bahseder oldular.
ABD'de Demokrat Parti'den Başkan olabilmek için iki dönem yarışan Vermont Senatörü Bernie Sanders sermaye sınıfının her tür engellemesine maruz kalmasına rağmen kendisine çok ciddi bir kitlesel taban desteği oluşturarak adil gelir dağılımı ve eşitsizlik konularında, Wall Street ve finans sektörü başta olmak üzere ilaç şirketleri, fosil yakıt endüstrisi, askeri-endüstriyel kompleksler, büyük teknoloji devleri gibi dünyanın en büyük şirketlerini karşısına alarak dünya siyasetinde sistem karşıtı ve reform yanlısı yeni bir dalga yaratmış durumda.
Öte yandan geçtiğimiz günlerde yapılan TÜSİAD Genel Kurulu'nda yeniden Başkanlığa seçilen Simon Kaslowski de dünyanın yeni bir ekonomi/finans mimarisiyle karşı karşıya olduğunu ve kamu yatırımlarının da açık kullanımı ile özellikle iklim temelli mücadelenin bununla beraber düşünülmesinin önemine işaret ettiği bir konuşma yaptı. Kaslowski'nin sözleri, yazının başında değindiğim Mark Carney makalesinde savunulan fikirlerle tesadüf olamayacak kadar benzeşiyor.
Carney ve daha nice sermaye sözcüsü, tıpkı Kaslowski'nin değindiği gibi, küresel ekonomik sistemin işlevselliğini kaybettiği ve reforma ihtiyaç duyduğunu vurguladıktan sonra; sermayenin, kamunun parasından gözünü ayırmaması felsefesinde ise ısrar ediyor, devletin kaynaklarını, yine özel sektör eliyle 'yatırıma' dönüştürmeyi teklif ediyor. "Yeni bir küresel ekonomik sistem yaratabilir ve bu şekilde yaratmalıyız" diyerek de; yine, yeniden, bir kez daha mülkiyet transferlerini hedefliyor, özelleştirmeler yoluyla mülksüzleştirme politikalarında ısrar ediyor. Ancak farklı olarak, bunu 'normal insanların' da biraz nefes alabileceği, bir şeyler satın alabilecek kadar ceplerine para girebilecek bir biçimde uygulamayı vaadediyor.
Yani bazısı dünyada biriken öfkeyi arkasına alıp değişim arıyor, bazısı bu öfkeyi işlerini fazla bozmadan sönümlendirmenin yollarını arıyor, ama kimin ne amaçladığından bağımsız olarak ortada üzerinde uzlaşılan tek bir gerçek var: herkes bu sistemin değişmesi gerektiği ve değişeceği konusunda hemfikir.
İşte bugüne kadar devlet mekanizmasını küçülterek kontrolü altına alan, bu yolla çıkarılan yasa, yönetmelik ve diğer uygulamalar eliyle kamunun birikimlerine rahatlıkla el koyan sermayenin ve bunun karşısında konumlanan kitlelerin, dünya üzerinde yeni bir finans mimarisi oluşturma gayretlerine karşı dünya ve Türkiye'nin nereden gelip nereye evrildiğini analiz edebilecek birikimli ve donanımlı kadrolar oluşturmak, bunları bir arada tutabilecek motivasyonu sağlamak, gelişmelere göre pozisyon alabilecek ve gelişmeleri yönlendirebilecek vizyonu gösterip politika üretmek siyasetin temel görevi, iş dünyasının, akademinin ve sermaye çevrelerinin temel tartışma konusu haline gelmiş durumda.
Bu amaçla örgütlenen siyasi partilerin tarım, sanayi, teknoloji, finans, eğitim, sağlık ve çevre başta olmak üzere yaşamın bütün alanlarında hem durum tespitini doğru yapabilmesi, hem de geleceğe ilişkin plan ve programa sahip olması gerekiyor.
Türkiye'de ise güncel durumda, bırakın değişim rüzgarlarına yön vermeyi veya bunlara göre pozisyon almayı, politika yapıcılar akıntıya karşı kürek çekmeye devam ediyor.
İktidarın pozisyonu zaten belli de, CHP'den devam edecek olursak; Erdal İnönü, Murat Karayalçın, Hikmet Çetin, Altan Öymen, Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu dönemlerinde partinin oylarının anlamlı bir şekilde yükselip düşmediğini görüyoruz. DSP dönemini ayırmak için, Bülent Ecevit'in birinci dönemi diyebileceğimiz CHP'deki Genel Başkanlık sürecinde, dünya ve ülke koşullarındaki değişikliklerle beraber izlediği 'ne ezen ne ezilen, hakça bir düzen',' toprak işleyenin su kullananın' temelli 'sol' politikalar partiyi geleneksel oy çemberinin dışında taşıyacak bir heyecan yaratıp yoksul periferiden anlamlı bir oy akışını bir süre için gerçekleştirmeyi başardı, ama hepsi o kadar.
CHP yönetimlerinin hâlâ anlamsız bir ısrarla dünyadaki akıntıya karşı savunduğu neoliberal ekonomik hat, yukarıda örneğini verdiğimiz birinci Ecevit dönemi hariç, ülkemizde, başka partiler eliyle hep iktidarda oldu. CHP'de Genel Başkan ve ekonomi ekibi de, şimdi iktidarda olan AKP'nin 2011'e kadar olan ekonomik politikalarını ve geçmişte de 24 Ocak kararlarının Başbakanı Demirel ile uygulayıcısı Özal'ı hep başarılı buldular.
Gerçi, Sayın Kılıçdaroğlu, ideolojik 'sağ ve sol' kavramlarından rahatsızlığını her fırsatta dile getirip, siyasetin ideolojilerin bir hükmü kalmadığını söylese de, kendisinin her fırsatta savunduğu BDDK, Merkez Bankası vb. kurumların bağımsızlığı argümanının bizzat küresel düzeyde ideolojik bir hattın (üstelik modası da geçmiş bir hat) sözcülüğünü yapmak olduğunu söylemeden de geçmemeliyiz.
Hatta, aslında kurultayda açıkladığı ikinci yüzyıl beyannamesinin de ancak yüz yıl öncesinin koşullarında geçerli olmuş, eskimiş ve yeni dünyanın ekonomik/politik değerler zincirinde artık hiçbir alameti farikası olmayan, yine küresel bir ideolojik yapılanmanın eseri olduğunun da altını çizmemiz gerekiyor.
CHP ile finans kapital arasında var olan simbiyotik ilişki partinin ve ülkenin halkçı, devrimci, üretime dayalı planlamacı bir ekonomik programı savunması arasında bugüne kadar hep engel oluşturdu. Ancak günümüz CHP'si, artık sermayenin dahi terk ettiği fikir ve ilkelere tutunmayı sürdürerek bağnazlıkta kelimenin tam anlamıyla çığır açıyor.
CHP, milyonlarca seçmenin bağımsızlıkçı damarı ile ülkemizdeki yıkımın önüne geçebilecek kitleselliğe sahipken, neoliberalizme sadakatla bağlı yöneticileri eliyle tarihin çöplüğüne gönderilmekte olan bu programın uygulanmasına rıza üretiyor, yoksul milyonların umudu olmaktan çıkarılıyor.
CHP Genel Başkanları ve yönetimlerinin tamamı, neoliberal programa ürettikleri rıza ve uygulamalara sağladıkları meşruiyet nedeniyle tarih önünde sorumludur. Gördüğünüz gibi, tarih unutmuyor.
Turgay Develi / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder