Haziran sıcağının alnında, Didim-Milas yolundan Sarıkemer’e saptığımızda üzerinden geçtiğimiz dar köprünün altından geçen Büyük Menderes’i gördük. Büyük Menderes’ten geriye kalanı demek daha doğru olur! “Can çekişen Menderes” demeye dilim varmıyor bir türlü. Oysa koca nehir yatağında, küçük kum adacıklarının arasına sıkışmış kahverengi-kirli yeşil suyu en iyi anlatan sözcükler bunlar, ne yazık ki!
B. Menderes’i, Sarıkemer’deki köprünün altında öylesine mecalsiz bir şekilde gördüğümüzden iki gün önce, Aydın Umurlu’daki Armutlu Köprüsü’nün üzerinden de izlemiştik. Yine bir öğle vakti, yine cehennem gibi bir sıcak, bir iki tembel bulutu saymazsak masmavi bir gökyüzü vardı. Köprünün korkuluklarına yaslanmış yan yana dizilen 9-10 kişinin ellerindeki dövizlerde, pankartlarda “Menderes’in çığlığını duy!” yazıyordu.
Köprünün üstündeki eyleme katılanlar arasında yüzlerinde, elbiselerinde hâlâ biraz önce bırakıp geldikleri tarlaların tozu olan birkaç köylü de vardı. Bu köylüler dokunsanız ağlayacak bir haldeydiler. Ellerine tutuşturulan pankart ve dövizleri tüm gövdelerine sinmiş dingin bir bezginlik içinde tutuyorlardı. Konuşmalar bittikten sonra köylülerden birisi söz aldı, “Menderes öldü, balıklar öldü, biz öldük!” diye konuştu. Sonra ağlamaklı bakışları birden değişti. Isırıcı bir parıltı belirdi gözlerinde. Kendisine yönelen kameralara doğru suçlayıcı, ayıplayıcı bir ses tonuyla “Siz de öleceksiniz!” dedi...
Bu konuşmadan sonra Aydınlı Tiyatrocu Hüsnü Ertuğ adeta kendisini köprünün ortasına atarak konuşmaya başladı. Ağıt yakar gibi, ilenir gibi, yalvarır gibi çıkıyordu sesi. Aydın ellerinde, topraktaki, havadaki, nehirlerdeki kirliliği, talan edilen kültürü, yok olan değerleri anlattı. Sözlerini bitirmeden önce Menderes’i işaret etti, ileride silueti görünen Latmos Dağlarına doğru elini uzattı, kendi etrafında bir semazen gibi dönüp, kollarını havaya açtı; “Eyvaaahhh” dedi. “Eyvaaah Latmos! Eyvaaah Menderes!”
Sık sazlıkların arasından geçerek köprünün altına, nehir yatağına indik. Nehirden gelen kötü kokunun nedeni hemen önümüzdeydi. Her biri 25-30 cm iriliğinde balık ölüleri! Kokuşmaya yüz tutmuş balıklar nehrin bir avuç kalan suyunun üzerinde cansız yüzüyordu. Günlerdir su içerisinde olduğu anlaşılan balık cesetleri çürümeye başlamış, sarı pullarının çevresi yeşil-kahverengi bir renk almış, gözleri içine kaçmış, kuyrukları ve yüzgeçleri düşme sınırına gelmişti. Nehrin geniş yatağında, suyun çekilmesi sonrası oluşan kum yığınlarına takılarak kalmış balık ölülerinden yükselen ağır koku nedeniyle bir süre sonra burnumuzu tutmadan orada duramaz hale geldik.
***
Bu basın açıklamasından iki gün sonra otomobilimizle, mor çiçekleri açmış hayıtlar, sarı sarı gülen kantaronlar ve koyu yeşil makiler arasında kıvrım kıvrım uzayıp giden dar yoldan Beşparmak’a, Latmos’a doğru gidiyorduk. Neredeyse her kilometrede bir karşımıza çıkan maden kamyonları nedeniyle yavaş ve bir o kadar da dikkatli ilerliyorduk. Bereket dar da olsa yol düzgün ve kamyonlar da çok süratli değillerdi. Asfalt yolun üzerindeki tabelada yolun Aydın Büyükşehir Belediyesi tarafından yapıldığı yazıyordu. Yaklaşık 1 saatlik yol boyunca damperlerinde maden cevheri yüklü kamyonlar dışında bir ya da iki sivil araçla karşılaştık. Yolu, Latmos’u, Azap Gölü’nü görmeye gelen turistlerden öte maden yüklü kamyonların kullandığı anlaşılıyordu.
Neyse ki, Latmos’un o büyüleyici kayalarının arasında ilerlerken bir sürü güzellikle de karşılaştık. Avşar köyünün leylekleri başlı başına bu güzelliklerden birisiydi. Sarı sıcağın altında cayır cayır tüten kuru otların, el vurulamayacak kadar kavrulmuş kayaların içinden çöl ortasındaki bir vaha gibi karşımıza çıktı Azap Gölü. Dar yolun genişlediği bir alanda, gölün kenarında, ahşap masa ve sıralarla oluşturulmuş, bilgilendirici tabelalarla çevrelenmiş seyir terasından Azap Gölü’nün koyu yeşil sularına, sazlıkların arasında bir kaybolup bir görünen sakar mekelerin, küçük karabatakların, allı turnaların güzelliğine daldık bir süre.
Bu güzellikleri on dakika seyredip yola koyulduktan sonra damperlerinden beyaz tozları döke döke gelen kamyonların yüklerini alıp geldikleri madenlerle karşılaştığımızda bütün keyfimiz kaçtı. Bu korkunç ve iğrenç manzara karşısında gözlerimiz fal taşı gibi açıldı. İnsanın bir otu koparmaya kıyamayacağı, bir kayayı yerinden yurdundan kaldırmaktan hicap duyacağı bu eşsiz coğrafya, ne yazık ki bu maden ocakları tarafından tam anlamıyla talan ediliyor, yok ediliyordu!
Karakaya köyüne bir kilometre uzaklıkta bulunan, birkaç sene öncesinde geldiğimizde yüzlerce insanın kaynaştığı Latmos Festivalinin yapıldığı geniş düzlük de perişan haldeydi. Alanın ortasına yerleştirilmiş, tarih öncesi resimlerin büyütülmüş hallerinin çizildiği kayalar sıcaktan yanmış, etraflarını sarı otlar, dikenler kaplamıştı. Birkaç tembel inek ve yaşlı bir ağacın altına zincirle bağlanmış, ne zamandır bir insan görmediyse artık, bizi görünce sevincinden deli divane olan bir köpek yavrusundan başka, yaz böceklerinin, yaban arılarının ve belki beş yüz metre kadar yakınımızdan boğuk boğuk sesi gelen maden gürültülerinin dışında inin cinin top oynadığı bir sessizlik hakimdi her yerde.
Taşların arasındaki kaya resimlerinden daha önce bölgeye iki kere gitmiş olmama rağmen sadece bir tanesini bulabildim. Ne bir işaret ne bir tabela...
Yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri küçük köpek yavrusuyla paylaşıp, şişeden içtiğimiz suya dillerini bir karış çıkararak bakan susuzluktan kavrulmuş danalara su serpiştirip dönüş yoluna düştük.
Geride, insana hasret kalmış hüzünlü bir köpek yavrusu, iki cılız ahlat ağacı ve bu ağaçların gölgesine sığınıp sıcaktan korunmaya çalışan ineklerin dışında herkesin unuttuğu, kadri kıymeti bilinmemiş eşsiz bir coğrafyanın iç burkan yalnızlığını bıraktık...
“Eyvaahh Latmos, Eyvaaahh Menderes!”
Özer Akdemir / EVRENSEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder