*Hataa Al Nasr”: “Zafere kadar” (Arapça).
(I)-İsrail soykırımcı ve katil bir ileri karakoldur. Pek tabi ki yaşanmış olan ve yaşanılan zulmün en asli sorumlusudur. Ancak tek sorumlu o mudur?
Yıllar öncesiydi, İsrail Ordusu Hizbullah denetimindeki Güney Lübnan’ı füze yağmuruna tutmaktaydı. Fotoğrafı çeken de İsrailliydi galiba, bir anda tüm dünyaya medya kanalları aracılığıyla yayıldı. Fotoğraf İsrailli küçük çocuklar Lübnan’a atılacak füzelerin üstüne bir şeyler yazarken çekilmişti. Yaşları çok küçüktü, ancak yazdıkları ürkütücüydü. “İsrailli çocuklardan Lübnanlı çocuklara sevgilerle”, yazdıkları tam olarak buydu. Fotoğraf tüm dünyaya yayılınca büyük bir öfke ve protesto fırtınası patladı. Yorumlardan birinde haklı olarak fotoğrafın İsrail’in ve sıradan İsraillinin psiko-patolojisinin bozuk olduğunu kanıtladığı vurgulanmıştı. Bozuk olduğu kesindir. Ancak Orta Doğu’da psiko-patolojisi bozuk olan sadece İsrail midir? Ayrıca İsrailli Yahudi halkın tamamını bozuk psiko-patolojiyle suçlamak Filistinlilere yönelik saldırıları ve Filistinlilerin topraklara el konulmasını eleştiren cesur İsrailli aydınlara ve insanlara haksızlık etmek anlamına gelecektir
Norman Finkelstein ABD’de yerleşik Yahudi bir entelektüel ve akademisyendir. Yazdığı Soykırım Endüstrisi (“Holocaust Industry”) kitabıyla adından bolca söz ettiren Finkelstein bir aralar İslamcı medyadan da pek takdir görmüştü. Verdiği bir konferansta kendisini Yahudilerin çektiği acıları küçümsemek ve onları Nazilerle bir tutmakla suçlayan Yahudi gençlere şiddetle karşı çıktı. Hem babası (Auschwitz’den sağ çıkmıştı) hem de annesi (Majdanek’ten sağ çıkmıştı) toplama kamplarından sağ kurtulanlar arasındaydı. Gençlere açık bir şekilde Avrupa Yahudilerinin çektikleri acıların İsrail’in Filistinlilere karşı işledikleri suçlar için bahane olarak kullanılamayacağını yüksek bir tondan ifade etti. Finkelstein Soykırım’ın acı çekmiş bir halkın başka bir halka karşı zulmünü aklamak için kullanıldığını iddia etmektedir.
İsrail soykırımcı ve katil bir ileri karakoldur. Pek tabi ki yaşanmış olan ve yaşanılan zulmün en asli sorumlusudur. Ancak tek sorumlu o mudur? Yıllar önce devrimci ve solcu aydın James Petras yazmıştı; İsrail, Washington D.C. ve New York’da Tel Aviv’de olduğundan daha güçlüdür demişti (galiba aynı belirlemeyi Yalçın Hoca, Yalçın Küçük de yapmıştı). Hatta Amerikan istihbarat örgütlerinin içinde apaçık bir MOSSAD örgütlenmesi olduğunu da ima etmişti. Buna bir de özellikle Wall Street ve ABD finans çevreleri içinde örgütlü güçlü sermaye gruplarının varlığını da eklemişti. Böylece Amerikan emperyalizminin çekirdeği içinde güçlü bir İsrail lobisinin varlığı apaçık teşhis edilmiş oluyordu.
Psiko-patolojik bir ırkçılık ve bozukluk; ya da örgütlü Yahudi sermayesi ve siyasi gücü; sadece bu ikisi İsrail terörünü açıklamaya yeter mi? Yetmez. Burada 120 yıldır, yani emperyalistlerin bölgeye ilk Yahudi yerleşimcileri getirdikleri günden bu yana süren acıklı bir hikayeden bahsediyoruz. Bu hikayede tek bir suçlu yok, tek tek suçlulardan oluşan suçlu bir sistem ve suçlu bir tarih var. İsrail terörizmi bir neden değil bir sonuçtur. Peki neyin sonucudur?
- İngiliz-Fransız Emperyalizmleri: Sykes-Picott anlaşmasından Balfour Deklarasyonuna bir dizi gizli anlaşmayla bölgeyi daha baştan şekillendiren İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin müdahaleleri Arap coğrafyasını kendi aralarında bölüşürken gelecekteki büyük çatışmaların tohumlarını attılar. Yerel Arap güçlerini birbirlerine karşı kullanmanın yanında bir de dünyanın Yahudi nüfusunun tarih boyunca dinemeyen vatan özlemini ve göç isteklerini kışkırtarak kan gölü yaratmaya meyilli coğrafyayı bir tür Gordion düğümüne çevirdiler.
- Küresel Siyonizm: Theodore Herzl ünlü kitabı Der Judenstaat’ı 1896’da bastırdı. Kitap açık bir şekilde Rothschildlere hitap etmekteydi. Sürekli kırıma uğrayan bir halkı entegre olmaktan alıkonuldukları topraklardan kopararak yeni bir vatana yerleştirme programının en açık ifadesiydi. En ensesi kalın, en katmerli burjuva Yahudilerden, Rothschildlerden medet umuyordu Herzl, Siyonizm daha baştan gerici kaderle doğdu. Bu minvalde doğan Siyonizm emperyalizm ve kapitalizmle uzlaşmaya her zaman meyilli gerici bir ideoloji oldu. Bu nedenle Siyonizmin hazır kıtaları onlara toprak vaat eden Balfour deklarasyonunu, hem de ileride yaratacağı lanetli kaderi düşünmeden, düğünle, bayramla, şenlikle kabul ettiler. Pragmatik ve açık uçlu bir gericiliğin, Siyonizmin bir devlete sahip olduğunda sistemin diğer kapitalist ülkeleri kadar katliamcı olmasından daha doğal ne olabilirdi ki?
- Tarihsel Anti-Semitizm: Romalılar, onları o zaman için bilinen dünyanın dört bir tarafına sürdüklerinde, daha önceki sürgünlerinde olduğu gibi, Yahudiler kendi dar ufuklu dinlerinin onları zorladığı zorunlu tevekküle dalmayı, ve Tanrının İbrahim’e vaat ettiği topraklara bir gün döneceklerini vahiy eden ulularının sözlerine inanmayı tercih ettiler. Ancak onların yalıtılmışlığını yaratan bu inanç değildi. Gittikleri topraklardaki toplumların egemenleri, sömürgenleri sürekli olarak onları yalıtılmış birer günah keçisi olarak tutmayı tercih ettiler. Onları hem sömürdüler, hem de kırdılar. Bir süre sonra sıradan okumuş yazmış Yahudi için bu kader sanki bir günahın kefareti gibi gelmeye başladı. Gerçi bazı Yahudiler “Yahudi Sorunu”nun çözümünü içeride değil, dışarıda; toplumsal reform veya toplumsal devrimde aramaya başladılar ama onların bu düzen karşıtlığının faturası bile karşı çıkan bireylere değil Yahudiliklerine kesildi. Örneğin ülkemizin ve dünyanın sağcılarından ve faşistlerinden Marx’ın veya diğer yoldaşların Yahudi kökenleri ile ilgili küfürleri sürekli olarak duymak zorunda kalmadık mı? Anti-Semitizm sömürgenlerin halk sınıflarının dimağını bulandırmak için kullandıkları bir araca dönüştü, itilip kakılan, kırılan Yahudilerin tarihsel bilincinde ise bugünün İsrail’inde su yüzüne çıkan bozuk bir psiko-patolojinin tohumlarını ekti.
Devam etmeden bir vurgu yapmak gerekiyor: Gördüğü her Yahudiyi katletme güdüsü ile sözde vaat edilmiş topraklar üstünde yaşayan her Filistinliyi temizleme arzusu aynı fosseptik çukurundan beslenen ve birbirlerini büyüterek tamamlayan melanetlerdir. Her ikisi de onları birlikte yaratan fosseptik çukuru kurutulmadıkça ortadan kalkmayacak gericiliklerdir. Ve gericilik öldürür. Tıpkı şu anda Mescid-i Aksa’da, Batı Şeria’da ve Gazze Şeridi’nde yaptığı gibi. - Amerikan Emperyalizmi: Aslında Amerikan emperyalizminin İsrail’in giderek radikalize olan bir bölgede, hem de petrol zengini bir bölgede etkin olarak kullanılabilecek bir araç olduğunu keşfetmesi biraz zaman aldı. Örneğin daha 1956’da Başkan Eisenhover İngiliz-Fransız emperyalizmiyle birlikte Nasır rejiminin millileştirdiği kanala karşı harekat düzenleyen çekilmesi için İsrail’e kati bir ültimatom vermişti. Ancak ne zaman ki Kennedy ve onun “Demokrat” emperyalizmi iktidarı eline aldı Amerikan emperyalizmi İsrail terörünün sağladığı tüm olanaklardan yararlanmaya başladı.
Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da radikal bir dönem başlamıştı, ve Araplar bir tür uyanış yaşıyorlardı. Daha önce bir yazıda bahsetmiştim,* asıl Arap Baharı 1956 yılında başladı. Bazı tez canlı solcuların veya liboşların öve öve bitiremedikleri 2010 yılında başlayan ve radikal Arap rejimlerinin sonunu getiren kalkışmalar bir Arap Baharı’na değil, bir Arap Kışı’na işaret etmekteydi. Arap Kışı ise bir bütün olarak Arapların İsrail terörü karşısında diz çökmeleri anlamına gelmekteydi. Göremediler, nasıl göremediler bilemiyorum.
Kennedy dönemiyle birlikte Amerikan emperyalizmi bölgedeki sadık müttefiklerinin kümesini İsrail’i de içine alacak şekilde genişletti. Üstelik bunu yaparken gerici Arap rejimlerinden gelecek tepkiyi önemsemedi; önemsemedi çünkü bu gericilerin varoluşlarını, hem de yükselen ve sola kayan Arap milliyetçiliği karşısındaki varoluşlarını Amerikan emperyalizmine borçlu olduklarının bilincinde olduklarını biliyordu. Ayrıca Amerikan emperyalizminin bölgedeki sadık müttefikleri ailesinin diğer iki üyesinin, Pehlevi dönemi İran’ının ve Türkiye’nin ise bundan zerre kadar rahatsız olmayacağını da biliyordu. İsrail’in radikal Arap rejimleri karşısındaki 1967 ve 1973 zaferleri İsrail’in ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gösterdi. İsrail artık bölgedeki Sovyet destekli radikal unsurları istikrarsızlaştırma aracı olarak kullanılabilirdi. Tıpkı ırkçı ve faşist Güney Afrika rejiminin ulusal bağımsızlık savaşı vererek bağımsızlığına kavuşmuş ve hızla sola kaymış komşularını, Angola, Zimbabwe ve Mozambik’i istikrarsızlaştırmak için kullanıldığı gibi.
Bahsedildi, Amerikan Emperyalizmi İsrail’in oldukça kullanışlı olduğunu biraz geç anladı. Anladığında ise İsrail’in kutsal terörünün önüne çıkacak her engeli yok etmek için yemin etmişçesine çabalamaya başladı. Yine vurgulayalım; Demokrat başkanlar bu terörü güvenli bir gelişim hattında tutmak için Cumhuriyetçi başkanlardan daha mahir davrandılar.
Bir ara belirlemede bulunalım. Biden iktidara geleli 5 ay oldu. Amerikan emperyalizmi namına bu 5 ayda gösterdiği performans onun sözde liberal enternasyonalizmine duyulan şüpheleri haklı çıkarmaktadır. Rusya ile başladı, garip ve saldırgan bir kampanyayı başlattı. Yeni yaptırımlar ve Rus diplomatların sınır dışı edilmesi ile birlikte onun kolektif emperyalizminin sonucu olarak ikincil ve üçüncül güçler de (İngiltere, Almanya ve diğerleri…) aynısını yapmaya başladılar. Bir kere daha vurgulayalım Clinton, Obama ve Biden’ın liberal kolektif emperyalizmi ile karşılaştırıldığında Cumhuriyetçi kıt akıllı başkanların emperyalizmleri daha dağınık ve daha beceriksiz görünmektedir. Şimdi Biden’dan gazı alan tüm bu bağımlı ikincil ve üçüncül güçlerin liderleri İsrail’e destek mesajları yayınlıyorlar. Liberal solcular ve liberallerin beklediği acaba tam olarak bu muydu?
Ana mevzuya geri dönelim. Amerikan emperyalizmi, İsrail hariç, İsrail terörünün en büyük sorumlusudur. İsrail aleyhine gelişecek herhangi bir uluslararası oluşumu engelleme, en küçük kınama çabalarını bile bloke etme, sürekli silah yardımı yapma, bitmeyen bir ekonomik sıkıntı içindeki bu ayrıcalıklı küçük terör devletine sürekli sermaye akıtması, bölgede İsrail’e yönelik en küçük tehdidi bile kendisine de yönelik sayması… İşin garibi Amerikan emperyalizminin bölgedeki Müslüman müttefikleri de bu olguların herkes kadar bilincindedir.
Mesela gerici Suudi rejimi ve onun körfezdeki minyatür gerici benzerleri. Muazzam bir petrol gelirinin üstünde oturan bu rejimlerin Filistinlilerin kurtuluş mücadelesine yönelik ilgileri geçmişten bugüne pragmatik ve bazen yüz kızartıcı bir mecrada ilerlemiştir. Bu rejimler varoluşlarının temel şartı (emperyalizmin bölgedeki tahkimatı) ile İsrail’e yönelik ikiyüzlü tepkileri arasındaki çelişkinin bilincindedirler. Bunların Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve El Fetih ile ilişkileri her zaman sorunlu olmuştur. Malum FKÖ ve El Fetih hem sekülerdi hem de ilerici Arap rejimlerinin (ve dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin) desteğini almaktaydı. Ne zaman ki İsrail ve Mossad’ın müdahaleleri Filistin mücadelesini çatlattı ve İslamcı Hamas FKÖ’nün ciddi bir alternatifi haline geldi, bu rejimler ikiyüzlüce bir şekilde vermek zorunda oldukları sözde ve güdük desteğin mali ve manevi yükünden kurtuldular.
Aslında İngiliz emperyalizminin bölgedeki bakiyesi içinde olan bu çakma ve yapay gerici devletlerin bölgedeki varlığı bölgedeki her türden ilerici ve aydınlanmacı adımın önündeki en büyük engel oldu. Üstelik genellikle devran dönse de yerinde duran bu arkaik ve zorba rejimler bölgede küresel petrol ve silah tekellerinin en önemli müşterisi olmayı sürdürdüler. Filistin’in kurtuluş mücadelesine verdikleri zoraki desteği bile kâr hanesine yazmayı becerebilmiş bu güdük rejimler hattı zatında çok yakınlarda İsrail’i resmen tanımanın adımlarını atmaktaydılar zaten.
Bunların ikiyüzlülükleriyle ilgili olarak ilginç bir örnek verilebilir. Malum 1973’de Yom Kippur Savaşı’nın başlamasının hemen ertesinde Arap Petrol Üreticisi Ülkeler Örgütü’nün (OAPEC) önayak olduğu ve OPEC’in de sonrasında katıldığı bir petrol ambargosu uygulandı. İsrail’e silah satan ve aralarında ABD ve İngiltere’nin de olduğu bir grup ülkeye petrol satışını durdurdular. Dünyanın geri kalanına petrolü varil başına % 300 zamlı satmaya başladılar, ayrıca petrol üretimini de % 30 civarında kıstılar. Böylece zaten bir kapitalist krizle cebelleşen kapitalist dünyayı ciddi bir şokla baş başa bıraktılar. Bunun benzerini, ancak daha düşük bir katılımla, 1979’da da yaptılar. Böylece petrol üreticisi ülkelerin elinde adına sonradan “petrodolar” denilecek yüklü miktarda bir dolar rezervi birikti. İki şok için toplam rezerv birikiminin 1 trilyon dolardan fazla olduğu tahmin ediliyor. Peki bu birikmiş rezervin aslan payını elinde tutan Suudlar ve benzeri minyatür gerici devletler bu parayla ne yaptılar dersiniz? Halkın refahını ve yaşam standardını arttırmak için mi harcadılar sanıyorsunuz? Hayır, bu parayı İsrail’i çekincesiz destekleyen emperyalist merkezlerin banka-finans sistemlerine yatırdılar. Ne güzel değil mi?
Ancak ihanetleri bununla bitmedi. Filistinlilerin önemli bir bölümü 1948’den bu yana mülteci olarak bu ülkelerde yaşıyorlar. Üstelik İsrail’in Araplara karşı kazandığı her yeni zaferle birlikte sayıları artmış gibi görünmektedir. Bu ülkelerin petrol parasıyla zenginleşmiş ve emperyalizm tarafından kollanan asalak zenginleri Filistinlilerin ucuz emeğini pervasızca sömürmekteler, tıpkı İsrail’in hala Gazze Şeridi’nde, Kudüs’de veya Batı Şeria’da kalmayı tercih eden Filistinlilere yaptığı gibi. Dahası bu gerici rejimler Filistinli göçmen azınlıktan ve onun damalarına sinmiş FKÖ’den rahatsız olunca onları olabilecek en vahşi (hatta İsrail’in vahşetiyle aşık atabilecek kadar vahşi) yöntemlerle kovmaktan utanmayan rejimlerdir.
1968’de FKÖ ile Ürdün Ordusu koalisyonu İsrail sınırına yakın Karameh kasabası civarında İsrail ordusuna ciddi bir yenilgi tattırdılar (en azından FKÖ kaynakları öyle diyor). Bunun hemen ardından genelde FKÖ, özelde ise örgütün bileşenlerinden Marksist eğilimli Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Ürdün içinde giderek artan bir etki alanına sahip oldular. Hatta FHKC’nin yayın organlarında Ürdün’deki gerici Haşimi monarşisinin devrilmesinden ve bir sosyal devrimden söz edilmeye başlandı. Bundan çok ürken Haşimi gericiliği ve Kral Hüseyin harekete geçtiler. 1970 Eylül’ünde Ürdün Ordusu Filistin kamplarına karşı harekete geçti. Olaya Filistinlilerin saflarında savaşa müdahil olan Suriye Ordusu da karıştı. Sonuçta 3 binden fazla Filistinlinin can verdi ve Filistinliler ve FKÖ Lübnan’a sürüldüler. Tarihe “Kara Eylül” diye geçti.
Ancak Orta Doğu’daki gericilerin Filistin’in kurutuluş mücadelesine asıl darbesi Hamas’ın kuruluşuydu. Hamas aslında Mısırlı Müslüman Kardeşler’in uzantısı olarak doğdu. Ve özellikle Suudlar ve Ürdün'den gelen destekle hızla büyüdü. FKÖ’nün aksine İslami bir toplum modeli öngörmekteydi. Aslında Hamas FKÖ’nün ve Filistin mücadelesindeki ilerici güçlerin yenilgisinin kanıtıydı. Bazı kaynaklar Hamas’ın kuruluşunun sadece gerici Arap rejimlerine değil, Mossad’a ve İsrail’e de bağlamaktalar. FKÖ’nün toplumsal tabanının ve desteğinin azaltılması için akılcı bir hamle gibi görünmüş olmalıdır. Kısacası Hamas Arap ve Yahudi gericiliğinin ortak eserdir.
Hamas klasik İhvanist bir örgüttür. Rivayet doğru ise ana finansman kaynaklarından birisi Batı’da veya Orta Doğu’da konuşlanmış Filistinli toplulukların bağışlarıdır. Ancak özellikle 2000'li yılların başında en büyük destekçisi Suudi Arabistan’dı. Bugün özellikle Gazze Şeridi’nde etkindir. Batı Seria ve diğer Filistin yerleşim bölgelerinde El Fetih daha baskın gibi görünmektedir. Hamas dışarıda olan ve Filistin Kurtuluş Hareketi’ni pragmatik amaçları için kullanmaya çalışan gericiliği şimdi içeri taşıyan mekanizmadır.
/././
(III)- İsrail varoluşuyla sadece Filistinlileri ve Arapları değil, bilfiil Yahudileri de tehdit etmektedir.
'Tarihi Filistin’i ziyaret edin! İsrail Ordusu orayı o kadar çok sevdi ki bir daha terk etmedi'
İsrail aslında İbrahim’in torunu, İshak’ın oğlu Yakup’un takma adıdır. “Melekle/Tanrıyla güreş tutan” anlamına gelmektedir. Rivayete göre ikiz kardeşi Essau, ki ondan biraz daha önce doğmuştur, ona “doğum hakkını”, yani büyük evlat olma hakkını satmıştır. Ancak Essau kindardır. Olası bir cinayetten kaçmak isteyen Yakup Harran’a gelir. Burada evlenir ve o zamanlar Kenan diye adlandırılan Filistin’e ailesiyle geri dönüş yolculuğuna başlar. Ancak Essau’nun kalabalık ve silahlı bir grupla onları karşılamaya geldiğini duyunca ailesini başka bir yere yollar ve kendisi Tanrıyla konuşmak için kalır. Tanrı bir meleği ona yollar. Melekle sabaha kadar güreş tutarlar. Yenişemezler. Melek onu kutsar ve böylece Yakup İsrail adını alır. Soyundan gelenler Kenan illerinin tanrı tarafından belirlenen sahipleri olacaktır ve İsrailoğulları diye adlandırılacaklardır. Filistin tanrının belirlediği Eretz İsrail (İsrail’in toprağı) olur. Bundan sonra büyük acılar çeken İsrail oğulları bir şeyi çok iyi anlarlar, bir devletleri olmadıkça ezilmeye devam edeceklerdir. Karşıdevrimci Siyonizm özünü bu dinsel mitolojiden alır.
Önceleri basit bir vaat edilmiş topraklar hikayesiydi. Ancak vaat edilmiş topraklara her döndüklerinde oraların başkalarının malı olduğuna acıyla şahitlik ettiler. Böylece her seferinde yeninden ve yeniden sürülmek oldu kaderleri. Asurlular, Romalılar ve Persler; ve daha niceleri vatanı ve devleti olmayan, ancak Tanrı tarafından seçilmiş ve kutsanmış olan bu halkı sürdüler. Sürmekle yetinmediler, içlerine de almadılar. Hoş, sekter ve dar grupçu dinleri de onların da başkalarıyla karışmalarını sürekli engelledi. Ancak anlam veremediler; eğer “seçilmiş” ve “kutsanmışlar” ise neden sürekli eza ve ceza çekiyorlardı? Öyleyse bir yerlerde büyük bir günah işlemiş olmalıydılar. Böylece onlardan da Hristiyanlığa aktarılacak “doğuştan günahkarlık” miti benliklerine yerleşti, Tanrı sürekli onları cezalandırıyordu. Ceza ise onlardan olmayanların, onların olmayan topraklarda onlara sürekli eziyet etmeleri şeklinde ortaya çıkmaktaydı. Musa’nın ya da İbrahim’im yaptığı gibi Tanrı ile konuşma şansları yoktu. Öyleyse kefaretin tamamının ödendiğini nasıl anlayacaklardı?
Böylece sapkın ve tedhişçi bir düşünce geldi yerleşti nahif bilinçlerine; vaat edilmiş topraklara dönmeleri yeterli değildi, o toprakların onlardan olmayanı dışlayan ve yok eden, böylece onları ilelebet koruyan bir devletin de vatanı olması gerekirdi. Böylece sadece seçilmiş halka ait seçilmiş bir devlet fikriyatı karşı konulmaz bir çekiciliğe sahip oldu. Kuşkusuz bu türden bir devlet açıkça dinsel bir faşizmin aracı olacaktı ancak önemli değildi. Bu devlet kurulduğunda 2000 yıllık kefaretin ödendiğini anlayacaklardı. Eretz İsrael artık Medinat Yİsrael’e (İsrail devleti) dönüşüyordu.
20. Yüzyıl’ın başlarında hem Avrupa’da hem de Kuzey Amerika’daki Yahudi cemaatleri Filistin’e göç etme kampanyalarını finanse etmek için kolları sıvadılar. Bu göç başlarda çok düşük sayılarla gerçekleşti. 1900’lerin başlarında Filistin’e daha çok görece yoksul ve yaşadıkları toplumlarda iyice dışlanan Yahudiler göç ettiler. Henüz sermaye birikiminin tahakkümünden uzak, kooperatif türü örgütlenmelerle Celile’de ve sahil şeridinde yerleşim yerleri kurdular. Böylece daha sonra İsrail’de yıllarca iktidar olacak İşçi Partisi’nin besleneceği ana kaynak “Kibbutzim” de doğmuş oldu. Filistinli Arap nüfusla başlarda araları soğuk olsa da bu soğukluk açık çatışmaya gitmiyordu. Hatta II. Dünya Savaş öncesinde esas dertleri bölgeyi manda statüsünde yöneten İngiliz emperyalizmiydi. Örneğin ilk öz savunma birliklerini kurduklarında bununla Filistinlilere saldırmak yerine İngilizlere saldırdılar. Ancak II. Dünya Savaşı’nın Nazilerin toplama kamplarından kurtulan Yahudiler de Filistin’e göç etmeye başladıklarında nüfus dengesi birden değişti. Sadece nüfus dengesi değişmedi, bu yeni gelenler yeni ve derin, ve dinmeyecek bir nefret ve kini de beraberlerinde getirdiler. Sanki tüm dünyayı düşman gibi görüyorlardı. İsrail bağımsız olunca gelmeye devam ettiler.
Bu arada Amerikan emperyalizmi İsrail’e desteğini arttırdıkça sermaye de İsrail’e akmaya başladı. Geleneksel kibbutzimin yerini diğer kapitalist toplumlar gibi eşitsiz sınıfsal bir yapı aldı. Bu sınıfsal hiyerarşinin en altında hala vaat edilmiş topraklarda kalma ve direnme cesaretini gösteren Filistinliler bulunmaktadır. Yahudiler bile hem sınıfsal hem de köken olarak bölünerek bu hiyerarşide yerlerini almaktalar. En altta Etiyopya gibi ülkelerden gelen Afrikalı Yahudiler, onların hemen üstünde Orta Doğu kökenliler yer almaktadır. ABD’den gelen zengin Yahudiler ve bu topraklara 1900’lerin başından beri yerleşik haneler en üsttedir. Böylece ortaya sınıfsal hatlarla kesin bir biçimde bölünmüş bir toplum ve garip bir dini faşizmin üzerinde yükselen bir devlet çıkmıştır. Şimdi sürekli savaş halindedir. Bu savaş hiç bitmeyecekmiş gibi görünmektedir.
Filistin Kurtuluş Örgütü ve bileşenlerinin solculuğu bu anlamda da önemli bir direniş mevzisi oluşturmaktaydı. Oysa Hamas’ın Gazze Şeridi’ne sıkışmış fanatik ve dinsel anti-semitizmi aslında İsrail’in Siyonist gericiliğini beslemektedir, tersine İsrail’in faşizan siyonizmi de Hamas’ın faşizan anti-semitizmini beslemektedir.
1980’lerin başına kadar İsrail’in iç siyasetine İşçi partisi egemen olmuştu. Öte yandan adına bakmayın, revizyonist bir siyonizmin temel aktörü idi İşçi Partisi. Ancak tüm kapitalist dünyada olduğu gibi 1980’lerin başından itibaren iç siyasette dengeler değişti, aşırı sağ güçlenerek iktidara geldi. Menachem Begin, Kasap Şaron ve Netenyahu bu sağ hegemonyanın göz önündeki aktörleri oldular. Filistinliler için vaat edilmiş toraklarda yaşamak daha da zorlaştı.
Bu arada İsrail gerçekten bir tür Yahudi enternasyonalizmini de bıkmadan ve usanmadan hala hayata geçirmektedir. Dünyanın dört bir tarafından Yahudiler göçe ve İsrail’de ev almaya teşvik edilmektedirler. İsrail Filistinlilerin yaşama alanlarını giderek daraltan saldırgan bir konut politikası uygulamaktadır. Üstelik buralara yerleşen dünya Yahudilerinin bir bölümü İsrail’de sahip oldukları evleri sayfiye evi gibi kullanmaktalar. Kendi ülkelerindeki evleriyle İsrail’deki evleri arasında mekik dokumaktadırlar. Filistinliler güvenli ve sıhhi yaşam koşullarından yoksun iken bir de her gün kaybettikleri toprakların üstünde lüks yerleşim yerlerinin türediğine şahit olmak zorundalar. Ateşkesin hemen ardından evlerine dönen yaşlı Filistinli çiftin evlerine ABD’den gelen Yahudi yerleşimciler tarafından el koyulduğunu gördüklerinde yaşadıkları şaşkınlığı anlatan videoya bakabilirsiniz.
İsrail aslında özenle korunan ve beslenen bir tümör gibidir. Metastaz yapabilmesi için uygun ortam yaratılmıştır. Yakın tarihe kadar Sina Yarımadası’nı, hala Golan tepelerini, zaman zaman Güney Lübnan’ı ve Filistinlilerin topraklarını işgal altında tutmaktadır. Üstelik pervasızdır. İran’dan Tunus’a kadar gizli ve açık operasyonlar düzenlemektedir. Ayrıca her türden gericiliğe de açık ve yoz bir destek vermektedir. Hindistan’daki aşırı sağcı Modi rejimiyle sıkı bir ittifak halindedir. Yıllarca ırkçı Güney Afrika’ya lojistik ve istihbarat desteği sağlamıştır.
İsrail varoluşuyla sadece Filistinlileri ve Arapları değil, bilfiil Yahudileri de tehdit etmektedir. Bugün her sıradan İsrailli aslında atlarının toplama kampı barakalarında yaşadığı korku ve endişeyi büyük bir oranda yaşamaktadır. İsrail’in yükselttiği duvarlar veya çektiği tel örgüler aslında Orta Doğu halklarının gelecekte birlikte kuracakları ortakçı dünyaya yönelik bir tehdittir.
Sürüldüler, geri döndüler, tekrar sürüldüler, tekrar döndüler. Son defasında bir daha dönmemek üzere geldiler, dünyanın zengin saldırganlarıyla birlikte bölgenin fukara halkalarının üstüne çöktüler. Vatanları ve devletleri oldu. Ancak sözde kefaret bitmedi; yeniden lanetlendiler. Bu defa onlar başkalarının kanlarıyla yıkandılar ve damgalandılar. Anlamadılar, anlayamadılar; gerçek kefaret ancak vatan ve ulus kavramları ortadan kalınca, tüm insanlık tüm evreni sınırsız bir vatan yapınca ve tüm insanlar ortakçı bir toplumun sıradan ve saygın üyeleri olunca ortadan kalkacak.
Not: Girişteki poster galiba İsrail ordusu tarafından hazırlanmış bir posterdir. Şöyle diyor: “Tarihi Filistin’i ziyaret edin! İsrail Ordusu orayı o kadar çok sevdi ki bir daha terk etmedi.
/././
(IV) - AKP’nin dış politikada attığı adımlar İsrail’i rahatsız etmek bir yana, onu bayağı rahatlatmıştır.
Emperyalizmin Arap Halkları üzerinden elini çekmesini isteyen bir Sovyet posteri
Şimdi son perdede Türkiye, İsrail ve Filistin üçgeni üzerinde durulacak. Aslında buna bir üçgen demek zor çünkü Türkiye’nin dış politikası açısından, en azından Hamas’a kadar, Filistin sorunu Filistinlileri de hesaba katarak düşünülecek bir sorun değildi. Dünyaya duyuru yapan dış politika açıklamalarında İsrail terörü lafa ola beri gele kınandı ancak bu süreçte ekonomik, siyasi ve askeri ilişkiler giderek güçlendirildi. El Fetih ve FKÖ Türkiye hariciyesi için Moskova’yı ve Nasırist/Baasçı idealleri hatırlatmaktaydı. Amerikan emperyalizminin kucağında ve onun Güney Batı Asya- Güney Doğu Avrupa savunma sisteminin merkezindeki Türkiye için açıkçası FKÖ ve El Fetih ile kendi inisiyatifiyle bir ilişkiye geçmek düşünülemeyecek bir şeydi zaten.
1949 yılından, yani İsrail’in resmen tanınmasından beri Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bir görünen ve yansıyan yüzü, bir de genellikle gözden kaçırılan gerçek yüzü vardır. 1949 yılında İsrail’in resmen tanınması da aslında Türkiye burjuvazisinin Batı Kapitalizmi ile Amerikan emperyalist sistemi içinde yer alma arzusundan doğmuştu. 1948’deki bağımsızlık ilanının ilk olarak SSCB tarafından tanınması, İsrail’in bağımsızlığına imza atan siyasi güçlerin ekserisinin kendisini Sosyalist olarak tanımlamaları artık kendisini emperyalizmin güvenli ellerine teslim eden Türkiye burjuvazisi için rahatsızlık yarattılar. Ancak ne zaman ki bölgede artan Sovyet tehdidine karşı Amerikan emperyalizmi İsrail ile ilişkilerini geliştirmeye başladı Türkiye burjuvazisi ve onun sözcüleri İsrail’i bir “realite” olarak kabul etmeye başladılar (galiba dönemin dışişleri bakanı böyle nitelendirmişti İsrail’in durumunu). Hatta dışarıya karşı soğukmuş görüntüsü verilse de İsrail ile ilişkileri giderek geliştirdiler.
Aslında Türkiye’nin bölgedeki rolü çok çabuk bir şekilde ortaya çıktı. 1955 yılında İngiltere, Irak (ki o zaman Batı yanlısı gerici bir monarşiydi), Pehlevi’nin İran’ı, Pakistan ve Türkiye Bağdat Paktı’nı, sonraki adıyla CENTO’yu oluşturdular. Emperyalistlerin tasarımından çıkan bu birliğin amacı belliydi; bölgede Sovyet etkisini ve Nasır’ın artan baskısını sınırlandırmak. İsrail apaçık bir şekilde CENTO üyesi değildi ancak bu birlik eğer etkili olursa onun için bir nimetti. Bu birliğin aslında pek bir etkisi olmadı. Öncelikle İngiliz emperyalizmi zaten bölgeden kovulmak ve yerini Amerikan emperyalizmine bırakmak üzere idi. Diğer taraftan Irak’ın gerici Haşimi hanedanı General Abdül Kerim Kasım liderliğinde bir darbe tarafından devrildi ve Kasım’ın ilk yaptığı işlerden biri de Bağdat Paktı’ndan çıkmak oldu. Türkiye burjuvazisi bu paktı pek sevdi, ancak 1979’da İran Devrimi zaten çok da işler ve önemli olmayan paktı doğal olarak ortadan kaldırdı.
1950’lerin ikinci yarısında Menderes Hükümeti el altından İsrail ile ilişkileri had safhada geliştirdi. Hatta MOSSAD Türkiye’de çok aktif bir hale geldi, rivayet doğru ise çok sayıda Türkiyeli istihbaratçı MOSSAD uzmanları tarafından yetiştirilmeye başlandı. Bu arada Türkiye bölgede Amerikan emperyalizmi açısından ne kadar verimli bir ortak olduğunu kanıtlamakla meşguldü. Örneğin 1957 yılında Suriye giderek radikalizme ve Nasır’ın Mısırı ile birliğe doğru kaymaktaydı. Sovyet etkisi artmaktaydı ve bu durum Amerikan emperyalizmi ve onun bölgedeki müttefikleri için endişe kayanğıydı. Böylece Suriye’nin kulağını çekmek istediler. Türkiye askeri güçlerini Suriye sınırına yığdı, Eisenhover apaçık tehditler savurdu. Ancak Sovyetlerin tepkisi sert olunca geri adım attılar. Türkiye anti-emperyalist damarı kabaran Suriye için bir gardiyan olarak atandı. Çok ilginç bundan 55 yıl sonra Türkiye yine radikal bir rejimi devirmek için planlanan geniş ölçekli bir harekatın parçası olarak Suriye topraklarına girecekti.
Bu kriz ortamında Pentagon anlaşılan Suriye’yi yola getirmek için İsrail’in de Suriye’ye saldırması gerektiğini ciddi ciddi düşünmüştü, ancak Türkiye – Haşimi Irak – Pehlevi İran koalisyonu bunun büyük bir tepki doğuracağı konusunda Pentagon’u ikna etmiş olmalılar ki ihaleyi Türkiye yüklendi. Türkiye bölgede bundan sonra sürekli bu role soyunacaktı, hem de utanmadan.
Bunun hemen üstüne 1958 yılında David Ben Gurion, Golda Meir ve diğer yüksek düzeyli İsrailli yöneticilerden oluşan bir ekip gizlice Ankara’ya gelerek Menderes ve ekibiyle a pek çok konuda anlaşmaya vardılar. Türkiye’de sonrasında pek çok burjuva hükümeti geldi gitti ancak Türkiye bu anlaşmaya her zaman sadık kaldı. Türkiye burjuvazisi soğuk savaş mantığıyla bölgede sola kayan herhangi bir dinamiği yok etmek için İsrail’in siyonizmiyle işbirliği yapmaktan hiç çekinmedi.
Ancak Türkiye’nin sosyalistleri ve devrimcileri burjuvazisinden daha onurlu ve daha cesurdular. 1960’ların sonundan başlayarak azımsanmayacak sayıda Türkiyeli sosyalist ve devrimci El Fetih ve FKÖ saflarında savaşmak için Filistin’e gittiler. Bazıları o topraklarda düştüler. Bu ülkenin sosyalistleri ve devrimcileri onların miras bıraktığı bu tarihsel onuru hala taşımaktadırlar. Onlar cesurdu ancak bu ülkenin burjuvazisi tarihsel olarak korkak ve kendi gölgesinden korkar bir durumdaydı. Onlar cesurdu ancak bugün İslamcı cenahta Gazze için, Hamas için ağlayanların ata babaları o zamanlar pek korkaktı.
Türkiye bahsedildiği gibi El Fetih ve FKÖ’ye hiç ama hiç yüz vermedi. Gerçi İslamcı ve sağcı politikacılarımız halka açık demeçlerinde siyonizme ateş püskürüyorlardı ancak gerçekte kıllarını kıpırdatmıyorlardı.
AKPli yıllarla birlikte Hamas’ın Filistin topraklarında yükselen egemenliği Türkiye ile Filistin ilişkilerine görünüşte bir düzey atlattı. AKP’nin ve Hamas’ın İhvanizmleri onları pek çok noktada ortaklaştırdı. Aslında önceki yazılarda da bahsedildiği gibi Hamas’ın Filistin kurtuluş hareketini çatlatarak doğması FKÖ için bir yenilgiydi. Ancak yenilgi FKÖ’nün şahsında anti-emperyalizmin ve Arap ulusalcılığının da yenilgisiydi. Hamas İsrail’in gerici ve ırkçı siyonizmine tepki olarak, ancak paradoksal olarak onunla aynı çukurdan beslenen gerici ve ırkçı bir anti-semitizmi sahiplendi. AKP görünüşte Hamas’ın hamiliğini üstlendi.
Oysa üstat görünüşle öz aynı olsaydı bilimlere gerek kalmazdı demişti değil mi? İşin özü AKP’nin İsrail politikası kendisinden önceki burjuva hükümetlerin İsrail politikasının devamıdır. AKP’nin dış politikada attığı adımlar İsrail’i rahatsız etmek bir yana, onu bayağı rahatlatmıştır. Örneğin Irak’ın işgali sırasında Türkiye’nin Amerikan emperyalizmine sağladığı lojistik ve taktik destek İsrail için nimettir. Örneğin Baasçı Suriye’nin bile isteye bir iç savaşa sürüklenmesi İsrail’i olsa olsa rahatlatır değil mi? Mavi Marmara rezaleti bile bahsi geçen ikiyüzlülüğü kanıtlamıyor mu? El Fetih ve FKÖ’ye yıllarca öyle ya da böyle destek veren Libya’nın istikrarsızlaştırılması ve yok edilmesi sürecinde Türkiye’nin taşeron rolü İsrail’i rahatsız etmiş midir? Neden etsin?
Türkiye bu ilişkiden rahatsız olsa bile bunu ifade edemeyecek kadar çekingendir. Maduro kadar bile yiğit olamadılar. Maduro İsrail büyükelçisini ülkesinden kovarken ülkesinde ırkçı ve soykırımcı bir rejimin büyükelçisini istemediğini açıkça ifade etmişti. Türkiye’nin İsrail ile imzaladığı askeri ve istihbarat işbirliği anlaşmaları hala oldukları yerlerde durmuyorlar mı? Mayından temizlenen arazileri bile İsraillilere peşkeş çekmeye çalışmadık mı? İsrail ile ticari ve ekonomik ilişkilerimiz katlanarak büyümeye devam etmiyor mu? Peki şimdi Gazze ve Kudüs için akıtılan gözyaşlarının içtenliğine nasıl inanalım?
Bitirirken Türkiye’nin bölgedeki emperyalist tasarım içindeki görevleriyle ilgili bazı belirlemelerle bitirelim.
- Türkiye II. Dünya savaşı sonrasında bölgede kurulan emperyalist kurguda dört yapraklı yoncanın bir yaprağıdır (Suudların Arabistan’ı, İran, İsrail ve Türkiye). Sonra İran Devrimi bu yoncayı bozmuştur.
- Türkiye bu tarih içinde bölgedeki tüm radikal ve ilerici akımların karşısında olmuştur.
- Türkiye dört yapraklı yonca içinde, ekonomik ve siyasi nedenlerden dolayı, manevra alanı en az olandır.
- Türkiye bu kurgu içindeki rolüne gönüllü bir şekilde, bilerek ve kendini pazarlayarak (özellikle de Sovyetlerin toprak istediğine dair saçma sapan tezlerle) sahip olmuştur. Zaman içinde bu ısrar ve bu inat hiç eksilmemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder