20 Haziran 2021 Pazar

Kimimiz öz evlat, kimimiz üvey - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

İzmir’deyim, içim içime sığmıyor, çünkü 

aylarca insan yüzü görmedim ve şimdi soğuk 

da olsa İzmir’de harika bir açık bir alanda, on 

beş öğrencimle “Hadi Film Yapalım” başlıklı bir 

senaryo atölyesi yönetiyorum. 

Öğrencilerim öyle hevesli ki onların öğrenme 

isteği beni de baştan çıkarıyor; üç saat değil 

beş saat, hatta sabaha kadar ayakta durup 

hayata dair pek çok şey anlatabilirim.

Ama öyle bir ülkedeyiz ki en küçük bir mutluluk bile bize fazla. Araba beni ders verdiğim yere götürüyor o da ne! Yol kapalı, iletişim görevlisi arabayı durdurup “Ne oluyor” diye sormak için dışarı çıkıyor, bir süre sonra döndüğünde yüzü düşmüş, ölgün bir sesle “HDP binasına silahlı saldırı olmuş, yangın çıkmış ve genç bir kadın çalışan ölmüş, yolu kapatmışlar, başka yoldan gideceğiz” diyor. Ben içimden lanet okuyup cep telefonuma saldırıyorum. Evet, duyduklarım doğru. Bir an donup kalıyorum, gittiğim her yerde bir felaket mi olacak! Binanın önünden on gündür geçiyorum, gördüm, karşısında bir polis noktası var. Polisler kuş uçurtmuyorlardı. Elinde silah, bir adam nasıl içeri girmiş? Üstelik tek adamdan değil, iki kişiden daha söz ediliyor.

Moralim iyice bozuk. Aklımda Endonezya’da bir gecede öldürülen bir milyon muhalif, Yugoslavya’da komşunun komşuyu öldürdüğü iç savaş, derse giriyorum.  

Bir anayasamız var; “insana ait hiçbir şey bize yabancı değildir” başlığıyla başlıyor ve “tüm insanlar hiçbir ayrım gözetmeksiniz bizim dostlarımızdır” diye devam ediyor. Ben de içimdeki burukluğu atıp hayatın her zaman sanattan bir adım önde olduğunu anlatmaya başlıyorum. Öyledir, hayat hep öndedir; kendinize bakın, çevrenize bakın, öyle gerçek olaylarla karşılaşırsınız ki “Vay canına ben bunu kırk yıl düşünsem akıl edemezdim” dersiniz. Eyvah, düşüncelerimi toparlayamıyorum, gazetecilik refleksim beni HDP binasının oraya sürükleyecek ama yasak. Üstelik katilin başını okşayan polis fotoğraflarını da gördüm.

Derin bir soluk alıp başka şeyler düşünmeye çalışıyorum ve yıllar önce Diyarbakır’da yaptığım bir atölyede tadı damağımda kalan hararetli bir ders geliyor aklıma. Şöyle: O günlerde Ermenek’te madende boğularak ölen ve günler sonra cesedi çıkarılan işçi Tezcan Gökçe’nin babasının, oğlunun cenazesine yırtık bir lastik ayakkabı ile katılması ve daha sonra valilik emriyle ona devlet tarafından fiyatı 11 lira olan bir lastik ayakkabı gönderilmesi, olay olmuştu. Biz de bu konuyu çalışmaya karar vermiştik. 

Çalışmaya başladık ya, sınıfta fikirler uçuşuyor. Bir süre sonra sınıftaki öğrenciler adeta ikiye ayrılıyor. Bir kısmı babanın bu ayakkabıyı giymemesi gerektiğini söyleyenler, bir kısmı da “Baba ne yapsın? Şöyle düşünmüştür: Ayağımıza kadar getirmişler şimdi giymesek nankörlük olarak değerlendirilir” diyenler.  

Ben de hocalık yapıp herkese söz veriyorum ve sorularla her iki tarafın da düşüncelerini diğerlerine sağlıklı bir biçimde aktarmasını sağlamaya çalışıyorum. Birbiri ardından açıklamalar geliyor:             

“Babanın artık kaybedecek nesi var? Giymeyecekti!”

“Bizde devlet baba yerine geçer. Baba ise hem sever hem de döver! Yeni ayakkabı devletten gelmiş, baba bu düşünceyle ayakkabıyı giymiştir.”  

“Devlet nedir? Bizim vergilerimizle toplumda düzeni sağlaması gereken bir organizasyon. Bizim için var. O babaya da hiçbir şey lütfedilmiyor. Bir de alay eder gibi 11 liralık lastik ayakkabı gönderilmiş.”

“Arkadaşlar ayakkabı acaba kutusuyla mı verilmiş, kutusuz mu?” 

“Şimdi biraz baba açısından düşünelim. Kapısına kadar gelinmiş, ayakkabı önüne konmuş, getirenler bekliyor, adamcağız ne yapacaktı? Zor bir durum. Giyse bir türlü, giymese bir türlü.” 

“Baba, oğlunun neden öldüğünü biliyor. Oğluna kendisi söylemiş ‘o madene gitme’ diye, kim bu madenlerden sorumlu, kim izin vermiş? Devlet! O zaman o ayakkabıda oğlunun kanı var. Sadece onun değil, birlikte öldüğü arkadaşlarının da; öyleyse lanet olsun bu ayakkabıya demeliydi.” 

“Bunu neden bu kadar büyütüyoruz? Belki de adam hazır ayağıma gelmiş, ben de giyerim, diye düşünmüştür.”

“Ama o, madende boğularak ölen bir işçinin babası! Üstelik günlerce çocuğunun cesedi çıksın diye beklemiştir.” 

“O, kadere inanan bir insan. Ayrıca belli ki her zaman devletin de yanında olduğuna inanıyor. Bu onun acısını dindiren bir şey. Ayakkabıyı giymesi de doğal!” 

“Hocam bundan bir kısa film senaryosu bile çıkar.” 

“Çekim için madene mi gideceğiz?” 

“Hayır, bizim sadece bir yoksul ev bulmamız gerekli. Babanın evi. Sonra ayakkabıyı getiren resmi bir araba lazım bize. Lüks olması gerekiyor, çünkü resmi arabalar son model.” 

“Hocam, buradan baba olayına geçebiliriz. Bütün kültürlerde baba modeli, otoriter bir modeldir.” 

“Ben buna katılmıyorum. Baba koruyucudur, bize doğru olanı gösterir.” 

“Ama bazen baskıcıdır da!” 

“Arkadaşlar, tamam baba modeli üstünde durabiliriz. Burada da baba devlet ama bu babanın bazı çocukları üvey evlat bazıları da öz evlat!” 

“Biz hangi duruma giriyoruz, öz mü üvey mi?” 

“Olayı bizden çıkaralım!” 

“Arkadaşlar bir de şöyle değerlendirelim. Bu baba ertesi gün cenaze fotoğraflarında kendinin yırtık ayakkabılarla çekilmiş ve kocaman basılmış fotoğraflarını gördü. Hiç tahmin edemediğiniz kadar utanmıştır! Bu utancın üstüne gitmeyelim.”

“Babayı yırtık pabuçla cenazeye getirenler utansın!”

“Eyvah vaktimiz doldu. Yarın devam edelim mi?” 

Burada artık sözü ben almalıyım: “Herkes bir kısa film hikâyesi yazıp gelsin, bakalım neler yapabiliriz? Görelim bakalım öz mü yoksa üvey evlat mıyız?”


                        Deniz Poyraz’ın annesi haykırıyor! Bir annenin yüreği daha yandı.

 Işıl Özgentürk / Cumhuriyet



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder