11 Temmuz 2021 Pazar

Monarşi, otokrasi ve "çürüme" - Taner Timur / Birgün-Pazar

 

Otuz Yıl Savaşları ekonomide feodal üretimden kapitalizme, siyasette ise dağınık dukalık ve prensliklerden mutlakiyetçi krallıklara geçilirken yapılmıştı. Radikal dönüşümlerde tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini “hasım” olarak görmeye başlarlar.

“Danimarka krallığında çürümüş bir şeyler var!”.

“Hamlet”te, bir kale muhafızının ağzından çıkan bu sözler son zamanlarda sık sık kulaklarımda çınlıyordu ve kendi kendime sordum: yoksa yüzyıllar önce mutlak monarşilerde olduğu gibi, bugün de çağdaş otokrasilerde “çürümüş bir şeyler” mi vardı? Sonunda bu soru beni rahatsız etti ve ilk bakışta fantezi gibi görünecek bazı sezgilerimi deşmek ihtiyacı duydum. Gerçekten de toplumsal çelişkilerin ve düşmanca duyguların bunalıma sürüklediği bir 17. yüzyıl krallığı ile 21. yüzyıldaki bir cumhuriyet arasında bir benzerlik var mıydı?

≈≈


Shakespeare, Hamlet’i 17. yüzyıl başlarken yazmıştı ve bu başyapıtında, yazar, aslında Danimarka’dan çok İngiltere’yi anlatmıştır. Zaten yorumcular da eserin kahramanları ile İngiliz siyasetçiler arasında paralellikler kurarlar. O dönemde, Avrupa’da, kapitalizm gelişiyor, feodal ilişkiler çözülüyor, Protestanlık hızla yayılıyordu. Bu nedenle sınıf kavgaları da daha çok din çatışması kılıfı altında yürütülüyordu. Nitekim Shakespeare’in oyununda da Hamlet ve dostu Horatio üniversite öğrenimlerini Almanya’da, Luther’in ilkelerini yaymaya başladığı Wittenberg şehrinde yapmışlardı ve yine o “kutsal” şehre dönmek istiyorlardı.

Aslında Hamlet’te İngiltere ve Danimarka’yı aşarak bir “Avrupa iç savaşı”na yol açacak tüm temalar (din, siyaset, ihanet, intikam) mevcuttur. Zaten bu savaş da Hamlet’in yazılışından kısa bir süre sonra başlayacak ve otuz yıl boyunca (1618-1648) Avrupa’yı temellerinden sarsacaktır.

≈≈

“Otuz Yıl Savaşları”, ekonomide feodal üretim biçiminden kapitalizme, siyaset planında da dağınık dukalık ve prensliklerden “mutlakiyetçi” krallıklara geçilirken yapılmıştı. Böyle radikal dönüşümlerde, toplumlarda tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini her alanda “hasım” olarak görmeye başlarlar. Nitekim İngiliz düşünür Thomas Hobbes da insanları “birbirinin kurdu” (Homo Homini Lupus) olarak ele alan ünlü eseri Leviathan’ı (1651) böyle bir ortamda kaleme almıştı. Betimlediği devlet tipinde din, ilahiyat, siyaset ve iktisat iç içe idiler ve “mutlakiyet” sadece siyaseti değil, tüm toplumu şekillendiren totaliter bir “İktidar”ı ifade ediyordu. Bu ortamda “Mutlak Güç” her ürünü pazarlanacak bir “mal”, her “mal”ı da bir “fetiş” haline getiriyordu. Böyle toplumlarda, “mallar” arasındaki ilişkiler, giderek “insanlar” arasındaki ilişkilerin yerini alıyor ve “Hıristiyanlığın soyut insan kültü de -özellikle Protestanizm ve Deizm gibi burjuva formatlarında- buna en uygun tebliği oluşturuyordu” (Marx; Kapital). Kısaca tarihte ilkel sermaye birikimine dini duygular eşlik etti.

Oysa modern çağa girilirken, F. Braudel’in deyimiyle, “iktidar da (sermaye gibi) birikiyordu” ve din, ilahiyat ve servet aynı bütünün farklı yüzlerini teşkil ettiler. “Mutlak monarşiler” bir “şirket” gibiydiler ve çağdaş bir tarihçinin ifadesiyle, “toprakları, vergileri, ticari tekelleri, teknisyenleri, levazımcıları ve bunların ortağı maliyecilerle bir çeşit büyük kapitalist işletme haline gelmişlerdi”. (R. Mousnier). Bu durumda “mutlak iktidar” da, Lord Acton’un ifadesiyle, “mutlak yozlaşma” yaratıyor ve tüm etik kurallarını “kâr”, “kazanç” ve “itibar” hırslarına tâbi kılıyordu. 17. yüzyılda Avrupa’yı sarsan dönüşümü de bu dürtüler yarattı ve Hamlet’te kralın entrikacı danışmanı Polonius, ancak böyle bir çürüme içinde “bu devirde dürüst birine ancak on binde bir kişide rastlanır” diyebiliyordu!

İşte Shakespeare’e ilham kaynağı teşkil eden Avrupa, 17. yüzyıl başlarında böyle bir manzara sergiliyordu. Şimdi tekrar başa dönerek sorumuzu yineleyelim: Yukarda sergilenen “mutlakiyetçi” rejimlerle çağdaş “otokrasi”ler arasında gerçekten de bir benzerlik olabilir mi?

≈≈

Sorgulamaya ekonomiden başlayalım.

17. yüzyılda, henüz Batı Avrupa’da bile hegemonya kuramamış olan kapitalist üretim biçimi, günümüzde “küresel” bir “sistem” haline gelmiş ve siyaseti de küresel planda yönlendirmeye başlamış bulunuyor. Ne var ki bu aşamaya düz bir çizgide, barışçıl ve insancıl yöntemlerle gelinmedi. Kıtalar arası ulaşım araçları insanlığı küresel bağlarla birleştirdikçe “köhne ulusal sanayiler” de yıkılıyor ve “içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü bağımlılığı” alıyordu (Manifesto, 1848). Bu arada sermaye de giderek yoğunlaşıyor, tekeller oluşuyor ve 19. yüzyıl sonlarında, kapitalizm, Lenin ve Rosa Luxemburg gibi kuramcıların “emperyalizm” başlığı altında inceledikleri aşamaya ulaşıyordu.

Sonra?

Sonra, aradan yüzyıl daha geçti ve kapitalizm, bu kez de özellikle bilim ve teknolojideki devrimlerin dürtüsüyle, kimi iktisatçıların “(maddi) sermayesiz kapitalizm”, kimilerinin de “gözetleme kapitalizmi” adını verdikleri yeni bir aşamaya ulaştı. Artık insanlık, “GAFA” (Google, Apple, Facebook, Amazon) gibi, esas olarak fikrî mülkiyet ve sofistike yazılımlara dayanan ve küçük bir “işçi aristokrasisi” ile inanılmaz kârlar sağlayan tekelci şirketlerle, dev bankaların şekillendirdiği bir dünyada yaşıyor.

Oysa bu aşamaya da doğrusal bir “ilerleme” ile gelinmedi. İktisadi krizler, devrim ve karşı-devrimler, dünya savaşları, zulme karşı ayaklanmalar sarmalında, kısaca “ileri” ve “geri” adımlarla gelindi. Ve sonunda da birkaç devletin gelirine eşit birikimin tek ellerde toplandığı durumlar ortaya çıktı.

≈≈

Ne var ki madalyonun bir de öteki yüzü vardı. Kapitalizm, sermaye ihracı yoluyla bu yıkıcı işlevi, “yapıcı” sayılan bir işlemle tamamlıyor ve büyük kapitalist metropollere bağımlı, ikincil metropoller yaratıyordu. Bu süreçte, emperyal metropollerin hedefi elbette ki fakir ülkeleri kalkındırmak değildi. Aslında hedeflenen şey, yüz yıl önce Lenin’in işaret ettiği gibi, sadece “kapitalizmin dünya çapında daha çok yayılması ve derinleşmesi” idi.1

Yine de bu arada bazı ekonomiler büyüyor ve sonunda -Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin de küresel pazarla bütünleşmeleri ile kapitalizm tarihte benzeri olmayan bir ivme kazanıyordu. Bu bağlamda dünya da artık “merkez-periferi”, “gelişmiş ülkeler-üçüncü dünya” şeklinde ikili değil, araya “yükselen pazarlar”ın da girmesiyle, üçlü bir görünüme büründü.

≈≈

“Yükselen pazarlar” (emerging markets) kavramı ilk kez 1981 yılında Dünya Bankası’nda çalışan iktisatçı A. van Agtmael tarafından ortaya atılmış ve genel kabul görmüştü. (The Economist, 5 Ekim 2017). Aslında kavramı icad eden iktisatçının amacı, yüksek potansiyelli borsalara sahip bazı az gelişmiş ülkelerden bir grup oluşturarak onlara güven sağlamaktı. Bu amaçla başlangıçta da, fon yöneticilerinden oluşan bir gruba “Üçüncü Dünya Varlık Fonu” adı altında tek bir şirket kurmalarını önermiş, fakat bu “parlak” fikir finansçılar tarafından reddedilmişti. “Yükselen Pazarlar” (ya da “Yükselen Ekonomiler”) kavramı bu ortamda benimsendi ve izleyen yıllarda da, bazı ülkeler, Dünya Bankası’nın beklentilerine uygun şekilde, hızla büyümeye başladılar. Çok geçmeden de, Reagan-Thatcher neo-liberalizminin saldırısı ile Berlin Duvarı yıkılacak ve “küreselleşme” dönemi başlayacaktı.

“Küreselleşme” süreci, “özgürlük” denilince sadece “girişim özgürlüğü”nü anlayan burjuva ideologları için aynı zamanda bir “özgürleşme” dönemi idi ve “yükselen pazarlar” da bunun bir işareti sayıldı. Oysa sermaye birikimi sürecinde siyasi yapıların da çok önemli olduğunu hesaba katmayan bu anlayış daha o tarihlerde gerçeklere ters düşüyordu ve izleyen yıllarda daha da anlamsız hale geldi.

Gerçekten de, son otuz kırk yıl içinde bir kısım “az gelişmiş” ülkeleri “yükselen”, hatta bazılarını da “gelişmiş” ekonomilere dönüştüren bu süreç, yüzyıllar önce “mutlak monarşi”lerin kuruluşuna yol açan süreçle benzer öğeler taşıyor. Üstelik “Trumpizm” dalgasıyla kapitalizmin en ileri kalesini bile sarsarak, faşist ve otokratik gelişmeleri günümüzde özgürlükler için en büyük tehlike haline getiriyor.

≈≈

Günümüzde iktisatçılar sayıları otuzu aşan “yükselen ekonomi” sayıyorlar ve bu ülkelerin hemen hepsi de bu “yükseliş”lerini Batılı metropollerden sermaye ve teknoloji ithal ederek sağladılar. Aslında konumları bir bakıma 17. Yüzyıl Avrupa ülkelerinden çok daha elverişliydi. Kapitalizm, Batı Avrupa’ya özgü tarihsel koşullar içinde gelişmiş, fakat bu gelişme tarihte yepyeni bir durum yaratmıştı. Artık geri kalmış toplumlar, “kapitalizmle çağdaş oldukları için” beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya idiler. Marx, daha 150 yıl kadar önce, Rus popülistlere bu “fırsat”ı şöyle açıklamıştı. Artık Rusya buhar makinesini, demir yollarını vb kullanmak için Batı’daki gibi uzun süre beklemek zorunda değildi; Ruslar, “Batı’da gelişmeleri yüzyıllar alan banka ve kredi kurumlarının kendi ülkelerinde göz açıp kapanana kadar kurulduğunu unutmamalı” idiler.2 Nitekim 2000’li yıllara girilirken bilgisayar devrimi bu “fırsat”ı az gelişmiş dünyaya çok daha ileri bir düzeyde sunuyordu. En hızlı “yükselen” ekonomiler de bu olanağı en iyi kullanan ülkeler oldular.

Ne var ki ekonomide Batılı sermaye ve teknolojiden yararlanan ülkeler, siyasette de Batılı kurumları yaratabilecek konumda değillerdi. Batı’da hak ve özgürlük kazanımları, yüzyıllarca süren ve az gelişmiş dünyada karşılığı olmayan sınıf kavgalarının ve devrimlerin ürünü olmuştu. Geri kalmış ülkeler demokratik kurum ve kuralları kabule yanaşsa da, kısa sürede bunlar yozlaşıyor, nepotizmin ve oligarşik çıkarların aracı oluyorlardı.

≈≈

“Küreselleşme” döneminde “kalkınmakta olan” ülkelerde siyaset-iktisat ilişkisi konusunda en “gerçekçi” açıklamayı, Malezya Başbakanı Mahathir bin Muhammed yaptı. “Yükselen Pazar”ların en tipik örneklerinden birini uzun yıllar yöneten bu liderin, 1990’larda, bu konudaki yorumu şöyleydi: Batılı metropoller geri kalmış dünyaya kendi siyasal sistemlerini dayatmaya çalışıyorlar; oysa bu model onlara uygun değil; çünkü bu ülkelerin küresel rekabette tek “avantajları” var, o da “düşük ücretler”! Bunu koruyabilmek için de “güçlü ve istikrarlı hükümetlere” ihtiyaç duyuluyor.

Kısaca, Mahathir’e göre batılıların bir “uluslararası asgari ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantaj, ancak “güçlü iktidarlar” sayesinde korunabilirdi. Diğer tüm avantajlar (sermaye, bilim, teknoloji vb) Batı’nın lehine idi ve bu durumda Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu. (İ. H. Tribune, 18 Mayıs 1994).

Aslında Mahathir’in yorumu “malumun ilâmı” idi ve önerdiği reçete zaten “kalkınmakta olan ülkeler”de uygulanma halindeydi. Burada ekleyelim ki, ilerleyen yıllarda bu “reçete”yi en iyi dillendiren liderlerden biri de Türkiye’de R. T. Erdoğan olacak ve Tayyip Bey, yabancı iş adamlarına grev tehdidi olan yerlere, “anında müdahale ettiklerini” ve “iş dünyasını sarsmamak” için “OHAL’i kullandıklarını” söyleyecektir. (12 Temmuz 2017).

≈≈

Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, yer yer açıkça savunulsa da, otokratik politika genellikle dinci, milliyetçi ve popülist kılıflar altında uygulanıyor ve beraberinde yaygın bir “yozlaşma” potansiyeli taşıyordu. Oysa 2008 krizi ve batılı bankaların “parasal genişleme” bağlamında “yükselen pazarlar”a milyarlarca dolar akıtmaya başlamaları bu potansiyeli hızla gerçeğe dönüştürdü. Artık dünyada “otokratik” yönetimler çoğalıyor, hemen hepsinde de “çürüme” semptomu skandallar patlıyordu. İlginçtir ki bunlar arasında en tipik örneği de “otokrasi” kuramcısı Mahathir’in ülkesi teşkil etti. Güçlü Başbakan Mahathir’in halefi Necip Rezak, Malezya’da İslamcı ve milliyetçi nutuklarla milyonları götürmüş, sonunda da yakalanarak hapishaneyi boylamıştı. Malay ve Müslüman olmayanları adam yerine koymayan bu muktedirin “bir Suudi Prensi’nin kendisine yüz milyon dolar hediye ettiği” şeklindeki savunması da işe yaramamıştı.

Benzer olaylar Güney Kore’de de yaşandı ve “Yükselen pazar” konumundan “gelişmiş ülke” statüsüne geçen bu ülke bile “salgın”dan kurtulamadı. Orada da Başkan Park Geun-hye, bir tarikat şefinin kızı olan Choi ile kurduğu ilişkiler sayesinde servetine servet katmış, fakat sonunda o da yakayı ele vermişti. Halen kendileri, “Rasputin” lâkaplı ortağı Choi Soon-sil ile Seoul cezaevinde gün sayıyorlar. Yine bugünlerde Hindistan’ı tipik otokratlardan Hindu’cu Modi, Brezilya’yı da dinci ve milliyetçi Bolsonaro yönetiyor ve bu arada ülkeleri de yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor. Türkiye’ye gelince, on dört yıl önce “gemicik” tartışmalarına (!) başlayan ülkemiz ise, günümüzde bir mafya liderinin videolarının devlet yöneticilerinin açıklamalarından çok daha fazla ilgi gördüğü bir “otokrasi” haline gelmiş bulunuyor.

Durum bu; isterseniz “otokrasi” listesini çok daha uzatabilirsiniz; ben ise “Hamlet”le başlayan ufuk turumu bu kez de ileriye dönük bir benzerlik beklentisiyle noktalamak istiyorum.

Tarihte toplumlar hep diyalektik dönüşümlerle evrildiler ve 17. yüzyılda Shakespeare’in “yozlaşmış krallığı” da bu mantık içinde önce Habeas Corpus (1679) ve “Şanlı Devrim”e (1688), sonra da -18. yüzyılda- “Aydınlanma”ya yol açtı. Aynı şekilde günümüzün yozlaşmış otokrasileri de diyalektik karşılıklarını gelecek nesillerin baskı ve yağma yöntemlerine bu çağa uygun tepkilerinde bulacaktır.

Taner Timur / Birgün-Pazar


1.Lenin; Imperialism; New York, 1939. s. 65.

2.K. Marx’ın Rus devrimci Vera Zassoulitz’e 8 Mart 1881 tarihli mektubu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder