9 Ağustos 2021 Pazartesi

Türkiye nasıl bir ülke? - Engin Solakoğlu / SOL

 Ormanlar yanıyor. Türkiye’nin kıyı şeridinde yitirilen canın ve malın haddi hesabı yok. Yangın yerine gerçeği ve bilgiyi söndürmeye yeminli bir zihniyetle mücadele etmek zorundayız.


Her sabah uyandıktan kısa bir süre sonra karşılaştığımız ve gün boyunca devam eden olaylar aklımıza hep şuna benzer soruları getiriyor. “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?”. “Bu nasıl bir ülke?”. “Bu ne biçim ülke?”. “Dünyanın başka neresinde böyle bir şey olabilir?”. “Ne biçim bir ülkeyiz biz?”. Keza bunlara benzeyen içerikte yargı belirten “Bu ancak Türkiye’de olur.” mealinde cümleler kuruyoruz.

Derdimiz çok. Başta ülkeyi yönetenlerin iyi niyet ve beceri yoksunluğu olmak üzere devasa sorunlarımız var. Yarının ne olacağını bilememek hepimizi kaygılandırıyor. Gördüklerimiz karşısında sinirleniyor ve sosyal medyayla sınırlı da kalsa isyan ediyoruz. Bütün bu olumsuz tabloya tek bir tanım altında toplamayı denersem, “kronik umutsuzluk” içindeyiz.

Tamam, üzülmekte haksız değiliz. Cumhuriyet’in eksik ve yetersiz bulduğumuz, değiştirilmesi ve iyileştirilmesini zorunlu gördüğümüz ne kadar kazanımı varsa hoyratça yok edildiğine tanık olduk. Anadolu aydınlanması ve çağdaş uygarlık düzeyi diye çıkılan çetin ama onurlu yol, derin ve tekinsiz bir karanlığın dehlizlerinde kaybolan, emekçiye paralı, sermayeye “geçiş garantili” bir otoyola dönüştürülmüş durumda.

100 yıl önce en temel haklarından yoksun bırakılmış, üç beş sarıklının karınca dualarına ve üfürüğüne terk edilmiş bir toplumu çağa taşıma hedefini taşıyan eğitim şimdi can çekişiyor. Çocuklarımızın önüne konan seçenek, “kırk katır mı, kırk satır mı?” misali, ya niteliği ziyadesiyle şüpheli paralı eğitim, ya da varlığını sürdürüyor olması Cumhuriyeti kuranların ve onları takip edenlerin en büyük günahlarından biri olan ve gerçek dünyada hiçbir karşılığı bulunmayan bir hurafe eğitimi.

Göçmenlerle birlikte 90 milyon nüfusa ulaşmış bir ülkede o nüfusu artık besleyemez hale getirilmiş bir tarım sektörü. Ancak göçmen işçinin emeğinin acımasız sömürüsüyle varlığını sürdüren bir sanayi. Mutsuz, yoksullaştırılmış, birbirlerini de başkalarını da sevmeyen, birbirlerinin yediğine içtiğine, giydiğine çıkardığına karışmaya kalkışan, her an birbirine girmeye hazır görünen milyonlar. Yöneten zihniyet destekli kadın cinayetleri. Sabahtan akşama yalan söylemeyi siyaset ve yaşam biçimi olarak belirlemiş yöneticiler.

Bu görüntüye bakıp bunalmamak, yakınmamak, neden başka bir ülkede doğmadığına hayıflanmamak, çareyi başka diyarlarda aramamak güç görünebilir ama resmin tamamı bu değil. Sızlanmak ve kaçış yolları aramak da çare değil. Seferis’in o güzel dizelerinde dediği gibi “yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın…”. Hem Seferis yalnız da değil vaz geçmemek bahsinde. Büyük İnsanlığın ozanı Nazım’ın Yaşamaya Dair şiirini okuyun bir daha, şu dizeleri yineleyin içinizden veya yüksek sesle:


Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yani ağır bastığından.

Ormanlar yanıyor. Türkiye’nin kıyı şeridinde yitirilen canın ve malın haddi hesabı yok. Yangın yerine gerçeği ve bilgiyi söndürmeye yeminli bir zihniyetle mücadele etmek zorundayız. Bunların hepsi gerçek ama bir yandan da müthiş bir dayanışma, yardımlaşma ve mücadele inadı var. Yangının dumanı, isi gözlerinize perde çekmesin. Binlerce insan koştu yangın alanlarına. Lumpenliğin ve faşizmin yol barajlarına da maruz kaldılar giderken. Yılmadılar. Oralara gidemeyenler bulundukları yerden karınca kararınca katkıda bulunarak katıldılar bu büyük kavgaya.

Eczacı Cem Kılınç’a ve arkadaşlarına bakın örneğin. Birkaç gün içinde bilgilerini emekleriyle harmanlayıp “Boyun Eğme” adıyla yanık ve yara merhemleri hazırlayıp gönderdiler yangın bölgelerine. Yüzlerce veteriner dağıldı mücadele sahasına hayvanların yardımına koşmak için. Altlarına milyonluk makam araçları çekenlere değil, üç otuz paraya canını tehlikeye atan, iki ağaç eksik yansın diye kendisi yanan orman işçilerine, ormanı hepimizden iyi bilen orman köylülerinin çabalarına bakın. Yangın alanlarına yiyecek, içecek koşturan kadın kooperatiflerine, örgütlülüğün erdemini bir kez daha ortaya koyan TKP semtevleri önderliğinde yardım dağıtan gönüllülere bakın. Ciğerlerinizin salt dumansız havayla değil, cesaret ve sevgiyle, aklınızın ise umutla yeniden dolduğuna tanık olacaksınız.

Kimin yazdığını anımsamıyorum şimdi ama sosyal medyada dolaşan metinlerden birinde okuduğum bir cümle kalmış aklımda: “…bu halk ne güzel devrim yapar diye düşündüm” diyordu mealen. Bu yazının esin kaynaklarından biri oldu o cümle. Yazanın aklına, fikrine sağlık.

Yangın sürecinde tanık olduğunuz olumlu örnekleri bir daha anımsayın ve “Türkiye nasıl bir ülke?” sorusunu yeniden yöneltin şimdi kendinize.

Sizin yanıtlarınızı bilemem ama benim yanıtlarım aşağıda:

-Her ülke gibi iyisiyle kötüsüyle, alçağıyla yiğidiyle güzel bir ülke Türkiye.

-Yoksul olmadığı halde emperyalizm ve yerel işbirlikçileri eliyle yoksullaştırılan ama donanımlı insan kaynağıyla bu yoksulluğu aşması işten bile olmayacak bir ülke Türkiye.

-Elifi görse mertek sanacak kapıkullarıyla değil, örgütlenen halkıyla birlikte yönetildiğinde yaralarını hızla saracak ve büyüyecek bir ülke Türkiye.

-Betonla, asfaltla, ormanların içine hançer gibi sokulmuş zehir saçan termik santrallarıyla, acımasız doğa katliamıyla değil, dayanışan, direnen, insan gibi yaşamayı talep ve elde eden halkıyla kalkınacak bir ülke Türkiye.

-Savaşla değil, barış ve kardeşlik içinde komşu halklarla el ele bölgesini ve dünyayı da güzelleştirecek bir ülke Türkiye.

Türkiye işte böyle bir ülke.

Engin Solakoğlu / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder