Bu hafta Diyarbakır Keçi Burcu’nda, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası’nın ev sahipliği yaptığı, ülkemizdeki hemen hemen tüm sanayi kuruluşlarının parasal katkılarıyla, (sanat eserlerine sponsor olanlar verdikleri parayı vergiden düşerler) anlı şanlı konuklarıyla Ahmet Güneştekin’in “Hafıza Odası” adlı sergisi açıldı.
Serginin yürütücülüğünü Pilevneli Galeri üstlenmiş.
Ben sergiyi sadece fotoğraflardan gördüm ve en çok parlak sarı, fosforlu yeşil, parıltılı kırmızı renkleriyle sıralanmış tabutların arasında, arkalarında Diyarbakır fonu, bir manken gibi fotoğraf çektirenleri görünce adeta şok oldum.
Ben yıllardır hemen her ülkede bellek müzelerine giderim. Böyle bir kepazeliği görünce nutkum tutuldu. Kendi kendime dedim ki senin bu Hafıza Odası’nın açıldığı bölgeye çok gitmişliğin var. Öyleyse ben bir hafıza tazeleyeyim:
Tarih 2016 Nisan ayı, Sur katliamının ardından Sur’un içinde bir güzel avludayız. Avlu kalabalık, insanların gözleri yaşlı, boyunları bükük, çünkü onlar Sur katliamında ölen çocuklarının cenazelerini alamayan analar babalar. Çocuklarının öldüklerini basın yoluyla öğrenmişler ama günlerdir cenazelerine ulaşamıyorlar. Çoğu yoksul olan aileler, çok zor koşullarda cenazelerin yollandığı Elazığ, Gaziantep ve Malatya’ya gidip DNA eşleşmesi için kan örneği veriyorlar ama yirmi gün, bir ay bekliyorlar hiçbir haber yok. Her gün (Dicle-Fırat Kültür Merkezi, MEYA-DER) merkezde buluşup bir umutla bekliyorlar. Bu arada derneğin eşbaşkanı Ayşe Hanım, gelen cenazeleri kendi elleriyle yıkadıktan sonra ailelerinin görmesine izin veriyor. Nedeni, analar babalar karınları deşilen, uzuvları yakılan oğlanlarını, kızlarını öyle görmesinler diye. Ayşe Hanım nasıl dayanıyor bilmiyorum, o yüzüne kezzap atılmış, kadınlık organları parçalanmış cesetleri anlattığında gencecik bir insan hakları avukatı olan ve İnsan Hakları Derneği’nde çalışan Nevin dehşetle haykırıyor:
“Yeter!”
Evet, yeter ama bütün bunlar bizlere bir uçuş mesafesiyle 1.5 saat uzakta olan bir coğrafyada yaşanıyor. Ve bekleyiş sürüyor.
Merkezde anneler babalar çocuklarından haber beklerken Cansu kız bir köşede sürekli cep telefonundan bir şarkı dinliyor. Ama sürekli dinliyor, yanına gittiğimde bana bu şarkının ağabeyinin en çok sevdiği şarkı olduğunu söylüyor, belki şarkıyı duyup ağabeyi geliverirmiş.
O böyle söylerken az ilerideki anne gözyaşlarını tutamıyor. Ağabey Şehmuz Akyol, Tahir Elçi’nin vurulduğu yerin yakınındaki bir markette çalışıyormuş, vurulup ölmüş, yani artık hiç gelmeyecek. Cansu bilmiyor, yirmi gündür annesi oğlunun cesedine ulaşmaya çalışıyor. Elazığ Adli Tıp Kurumu’na gitmişler yok, Gaziantep Adli Tıp Kurumu’na gitmişler yok. Kan vermişler gene haber yok. “Belki de” diyor Hanime Hanım, “Yıkılan yerlerdeki molozların içindedir. Ama onlar da gömüldü. Yok oldu oğlum.”
“Benim kızım Rojin daha 16 yaşındaydı. Üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Öyle heyecanlıydı ki ‘Anne’ diyordu, ‘Öyle çok çalıştım ki mutlaka istediğim yeri kazanacağım!’ İstediği yer psikolojiydi. İnsanlara yardım etmeyi severdi, bir de fotoğraf çekmeyi severdi. Valiliğin açtığı bir fotoğraf kursundan birincilikle mezun olmuştu. Ama o uğursuz gün kızımı yitirdim. Hani bir 18 saat sokağa çıkma yasağı kaldırılmıştı, o gün Rojin, ‘Ben Sur’a gidip orada kalan arkadaşlarımla görüşeceğim’ demişti. Sınavlarda ne yapacaklarını konuşacaklardı. Gidiş o gidiş.
Ben Rojin’in öldüğünü basından öğrendim. O gün bugündür yavrumun ölü bedeninin peşindeyim. Gaziantep’e gönderdik dediler. Gittik, kan verdik, DNA eşleşmesi için ama hiçbir ses çıkmadı. Neden, nerede yavrum? Artık çürümüştür, çünkü hiçbir adli tıpta o kadar ölüyü barındıracak soğuk hava depoları yok. Bize haber geldi, Erzurum’da en az 40 ölü varmış. Onları sebzeleri, meyveleri bozulmasın diye koydukları kilerlere doldurmuşlar. Ama insanoğlu çürür, razıyım kemiklerini versinler ve benim gidip dua edeceğim bir mezar olsun.”
Rojin’in annesi Fahriye Çukur buraya kadar dayanıyor, sonra sessizce gözyaşlarına bırakıyor kendini.
Bir süre merkezdeki kişilerden hiçbir ses yükselmiyor, hepsi aynı acıyla iç geçiriyorlar yalnızca. Ve çocuğunun ölüsünü almak için 35 gündür bekleyen İhsan Bey, herkes adına konuşuyor: “Biz şu günlerde Kerbela’yı da yaşadık, 90’ları da yaşadık, bazen yaşamadığımız ne kaldı diye düşünüyorum. İnsanlar neden yanımızda değil, biz onlara ne yaptık? Öyle bir propaganda yaptılar ki çocuklarımız terörist ilan edildi. Oysa oğlum eline silah almamıştı. Tek suçumuz Sur’da yaşamak. Peki, Sur vatan toprağı değil mi? Buradakiler insan değil mi? Devlet neden bize düşman gibi davranıyor?”
Ya Cihan Akmeşe ne yapmıştı? Annesi soruyor: “Ne yaptı ki öldürdünüz onu! Daha 13 yaşındaydı. Nereye gitti? Devlet değil misin benim kayıp çocuğumu bul. Bul!”
Bölgede o kadar acıya tanık oldum ki benim hikâyelerim bitmez ama en çok şu hikâye hep yanı başımdadır: O, yaşı belli olmayan yaşlı bir adam. Dağları, dağlardaki kovukları, akan suları ezbere bilen biri. O, geceleri hiç uyumaz. Kurşun seslerini dinler. Nereden atıldı, nereye isabet etti? Sabahleyin ilk iş, kurşunun isabet ettiği dağ kovuklarını gözden geçirir. Mutlaka bir genç ölüsüne rastlar. O zaman ölünün bütün parçalarını bir çuvala koyar. Dağlarda tek bir parça bırakmaz. Sonra onları köy mezarlığına gömer. “Bunu neden yapıyorsun” diye sorduklarında şöyle yanıt verir: “Tanrı’nın huzuruna güzel çıksınlar diye.”
Işıl Özgentürk / Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder