1 Kasım 2021 Pazartesi

Özelleştirme: Devletin çözülmesi - Kadir Sev / SOL

 'Kendimizi sermayeye yem edecek değiliz. Nasıl ele geçirdilerse biz de aynı yöntemlerle geri alacağız. Ülkemizin zenginliklerine sahip çıkacağız.'

Özelleştirme İdaresi eliyle (ÖİB), 1986-2021/Haziran ayına değin yaklaşık 70,4 milyar dolar tutarında kamu varlığı satılmış; 50,2 milyar doları bütçeye aktarılmıştır. Satılan 275 kamu işletmesinin 269’unda hiç kamu payı kalmamıştır.

İşletmelerin satılmasından 64,6 milyar dolar; otel, sosyal tesis, arsa/arazi satışlarından 5,4 milyar dolar gelir elde edilmiştir. Kamu taşınmazlarının bir bölümü de 1,5 milyar dolar değer biçilerek çoğu özelleştirme kapsamında olan başka kamu kurumlarına ve TOKİ’ye devredilmiştir. Daha açık deyişle; Devlet kendi malını Özelleştirme İdaresine vermiş, 1,5 milyar dolara geri almıştır.

Portföyünde, hemen hepsi kentlerin merkezlerinde olmak üzere henüz satılmamış milyonlarca m² taşınmaz bulunmaktadır.

ÖİB’ye yasalarla imar planı yapma yetkisi tanınmıştır. Devredilen taşınmazları, ticaret+konut alanına dönüştürmekte, nüfus yoğunluğunu artırıp satmaktadır. Planlar üzerinde belediyelerin söz hakkı yoktur. İtirazlar yalnızca ÖİB’na yapılabilmektedir. Böylelikle kentler özelleştirme mantığıyla biçimlendirilmektedir.

Özelleştirme Kapsamına alınmakla birlikte henüz satılmamış işletmelere, alıcıların daha çok kâr etmesini sağlamak amacıyla yüz milyarlarca lira tutarında yatırım harcaması yapılmaktadır. 2021 yılı yatırım programında, BOTAŞ; EÜAŞ; TEDAŞ; TEİAŞ ve TCDD’nin toplam 342,5 milyar TL yatırım proje stoku bulunmaktadır. 106,7 milyar lirası harcanmıştır. 2021-2023 arasındaki üç yılda 112,1 milyar lira harcanacaktır. Bu tutarları kabaca bir hesapla (dolar kuru 8,50 TL varsayımıyla) dövize çevirdiğimizde, proje stokunun 40,3 milyar dolar; 2020 sonuna değin ödenenlerin 12,5 milyar dolar; 2021-2023 arasında ödenmesi öngörülenlerin 13,2 milyar dolar olduğu ortaya çıkmaktadır.

Özelleştirme öykülerine bakıldığında, kimi durumlarda gabin kavramıyla (kişinin bilmezliğinden, zor durumundan, akılsızlığından yararlanıp aşırı çıkar sağlama) anlatılabilecek örneklerle karşılaşılmaktadır. Kamu kaynakları sermayenin belirli kesimlerine yağmalatılmaktadır. Ancak öylesine bir düzen kurulmuştur ki ucuz ya da değerine satılmasının hiçbir önemi yoktur. Özelleştirme karşılığında tahsil edilen paralar bütçeye aktarılmaktadır. Ve yine sermayenin isterleri/çıkarları doğrultusunda harcanmaktadır. Bütçe giderlerinin karşılanmasında özelleştirme gelirleri, vergilerin yerini almıştır. 

Otoyol, köprü ve tüneller “tek kuruş vermeden” aldatmacasıyla, Yap-İşlet-Devret ya da benzeri modellerle yaptırılmış; ulaşım özelleştirilmiştir. Bütçe ödenekleriyle yapılan Boğaziçi, Fatih Sultan Mehmet köprüleri ile içlerinde Edirne-Ankara-İstanbul otoyolunun olduğu 5 otoyolun satılması amacıyla 2014 yılında Karayolları Yasasının 29.maddesine bir ek yapılmıştır. Maddede, otoyol ve köprüleri yönetmek üzere ÖİB’nin bir Anonim Şirket kurması; gelirinin %25’ini bakım ve onarım karşılığında Karayolları Genel Müdürlüğüne (KGM) vermesi öngörülmektedir.

Yol ve köprülerin bakım ve onarımlarını zaten KGM yapmakta; gelirlerin tamamı bütçeye aktarılmaktadır. 2000-2020 arasında 2021 fiyatlarıyla 40,1 milyar TL gelir elde edilmiştir. Şirket kurulduğunda elde edilecek gelirin %75’i bütçenin değil, bir süre sonra hisse satışı yöntemiyle özelleştirileceği anlaşılan Şirketin olacaktır.

Sermayeye sağlanan çıkarların sonu gelmemektedir. Şehir hastanelerinde devlet, vergi; bağışıklıkları; toprak tahsisi; istihdam destekleri gibi teşvikler vererek binalar yaptırmakta ve bunları kiralayıp kullanmaktadır.

Devletin satış ofisi olarak çalışan kurumu yalnızca ÖİB değildir. Mülk edinebilen kamu kurumları, taşınmazlarını satma yarışına girişmişlerdir. Resmi Gazetede hemen her gün Hazinenin, İl Özel İdarelerinin, belediyelerin onlarca, kimi günlerde yüzlerce milyon lira tutarında taşınmaz satış ilanlarına rastlamak olağanlaşmıştır.

Okul yapmaları karşılığında müteahhitlere para yerine kamu taşınmazları verilmektedir. Takas olarak değerlendirilmekte ve bu yüzden de yapının fenne uygunluğu denetlenememektedir.

Taşeronluk kaldırılmıştır ama belirli süreli işleri, işçi simsarlarının sağladığı işçiler eliyle gördüren kamu işletmelerine rastlanmaktadır. İşçi çalıştırılması işi bile özelleştirilmiştir.

Devlet, kuralsızlığı koruyan bir anlayışla ve gizlilik içinde yönetilmektedir. Bütün kaynaklar, sermayenin çok sevdiği deyişle; “ekonominin hizmetine” sunulmuştur. Kamu hizmeti kavramı tarihte kalmıştır.

2001 yılında çıkarılan Elektrik Piyasası Yasasıyla Devletin yeni santral kurması yasaklanmıştır. Elektrik üretimi patronlara bırakılmış, onlar da derelerin, jeotermal sahalarının üzerine üşüşmüşlerdir. Ruhsatı kapan, elektrik üreteceğim diye bir derenin başına çökmektedir. Yaşamlarını, geçimlerini, derelerini korumaya çalışan köylülerin üzerine jandarma destekleri ile saldırılmaktadır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında sermaye birikim sürecine katkı vermek amacıyla kurulan işletmeler satılmış, devletin tarıma, sanayie, ekonomiye müdahale edecek aracı kalmamıştır. Elde kalanlar Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKE) gibi Anonim Şirkete dönüştürülmekte satılmaya hazırlanmaktadır. Birçoğu da Türkiye Varlık Fonu (TVF) adlı bir örgüte devredilmiştir. Milyarlarca dolar değerindeki varlıkların nasıl kullandığı sır gibi saklanmaktadır.

Dahası, varlıkların devredilmesinin öngörüldüğü CB kararlarının bundan böyle Resmi Gazetede yayımlanmayacağını gösteren belirtiler bulunmaktadır. Türkşeker’in henüz satılmamış 15’i şeker işleme olmak üzere 23 fabrikasının Varlık Fonuna devredilmesinin kararı yayımlanmamıştır. TVF İnternet sitesinde önce yayımlanan kararlara da artık ulaşılamamaktadır. 

Tank Palet Fabrikasının başına neler geldiğini kimse öğrenememektedir.

Yukarıda özetlenen vahim sonuçların alınabilmesi için Uluslararası sermayenin Dünya Bankası; IMF; OECD, gibi mali kuruluşları ile içerideki uzantıları TOBB, TÜSİAD ve benzerleri, 1970’lerden bu yana var güçleriyle çalışmışlardır. Halk, moral olarak hazırlanmış; özelleştirmenin yasal çerçevesi kurulmuş; bürokrasi eğitilmiş ve sonunda “kürek çeken değil dümen tutan devlet” özlemlerine kavuşmuşlardır.

Devlet çözülmüştür. Emperyalizmin yasaları yürürlüktedir. Devlet anonim şirket gibi yönetilmektedir. Ama Tayyip Erdoğan istedi diye değil; sermayenin çıkarı öyle gerektirdiği için öyle yönetilmektedir.

Bu yazıda “Özelleştirmenin sefaleti” kısa değinmelerle açılmaya çalışılmaktadır.

Kamu işletmelerinin kurulma süreci 

Türkiye Cumhuriyeti’ni, beş büyük devletin kurduğu Düyun-u Umumiye adlı bir şirketin 40 yıldan uzun süredir yönetmekte olduğu, çökmüş bir imparatorluktan, bağımsız devlet çıkarma çabasında olanlar kurmuştur. Kadroları, ekonomik egemenlik olmadan bağımsız olunamayacağını yaşayarak öğrenmiştir.

Ülke ekonomisini kapitalist dünyayla eşit koşullarda bütünleşebilmek için ulusal sermayenin güçlendirilmesi gerektiği düşüncesinden yola çıkmışlar ve sermaye birikim sürecine katkı vermek üzere çok sayıda kamu işletmesi kurmuşlar; var olanları millileştirmişlerdir.

Tam bağımsızlık; çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma; sanayileşme, gibi kavramlar o yılların anahtar sözcükleridir.

Başta demir çelik, bakır, tekstil, şeker olmak üzere gıda, cam, seramik, kimya gibi sektörlerde üretim yapan işletmeler sayesinde sermayeye ucuz girdi ve yetişmiş işgücü sağlanmış; üretimin pazara ulaştırılabilmesi için demiryolu yatırımlarına girişilmiştir. Bunun yanısıra eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim kolaylaştırılmış; ucuz geçim seçenekleri sunularak, sermaye üzerindeki ücret baskısı hafifletilmiştir. Yapılanlar geniş toplum kesimlerine, ekonominin canlanması; refah düzeyinin yükselmesi; ücretsiz kamu hizmeti olarak yansımış, benimsenmiştir.

'Bizim devletçiliğimiz…'

Çok sayıda kamu işletmesi kurulması, iç ve dış kapitalist dünyada kaygılara yol açmış olmalıdır. Bu yüzden de “yanlış anlaşılmaktan” çekinmişler ve sosyalizme yönelmek gibi gizli amaçlarının olmadığını her fırsatta vurgulamışlardır.

“… Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılamadığını göz önünde tutarak memleket iktisadiyatını devletin eline almak…” (Atatürk’ün 1935 İzmir Fuarı açılışına gönderdiği metinden)

Oysa çekinmelerini gerektiren bir neden yoktur. İşletmelerin kuruluş yasalarında özel girişimi desteklemek amacı açıkça belirtilmektedir. Üstelik Anonim Şirket statüsündedirler. Tüzel kişilikleri vardır; özel hukuk kurallarına göre yönetilmeleri öngörülmektedir. Kamu kurumlarının uymakla yükümlü olduğu kuralların çoğundan bağışık tutulmuşlardır. Dahası, pay senetleri hamiline (taşıyana) yazılıdır. Bunun anlamı, “devretme zamanı geldiğinde” yerli ya da yabancı şirketler arasında fark gözetilmeyecek demektir.

1970’li yılların ikinci yarısına değin, KİT’lerin yukarıda sıralanan işlevlerine olan gereksinme, azalarak da olsa sürmüştür.

Karadelik ilan edilmeleri

Sermaye sınıfı geliştikçe, kamu işletmelerini rakip olarak görmeye başladı. Kamunun pazar payına göz dikti. Devlet bez mi üretir? Otel mi işletir? gibi sözler işitir olduk.

1970’lerde “karadelik” ilan edildiler. Ülke kaynaklarını savurganca kullandıkları; gerekenin üzerinde işçi çalıştırdıkları; zarar ettikleri; kalkınmanın önünde engel oluşturdukları gibi savlar, neredeyse Ülkenin ana gündem malzemesi yapıldı.

Oysa verimli çalışmadıkları savı doğru değildi. Verimlilik, teknolojinin gelişkinliğiyle ilişkili bir kavramdır. Kamu işletmeleri birçok sektörde henüz özel sektörden daha gelişkin bir teknolojiye sahipti. Yenilenmediği için köhneleştiler, zaman içinde sözleri gerçek oldu.

Zarar ettikleri savlarını ise ihtiyatla karşılamalıyız. Kamu kuruluşlarının asıl amacı kâr etmek değil, kamu hizmetidir. Üstelik çoğu zarar etmiyordu. Dönemin İktidarları, verdikleri görevlerden kaynaklanan ve teknik adı “görev zararı” olan bu durumu kötü yönetilmeleriyle ilişkilendirip toplumu aldatıyorlardı.

Gerekenin üzerinde işçi çalıştırdıkları savı belki doğruydu. Ama işsizlik sorununun çözümüne olan katkılarını ihmal etmek doğru değildi. Üstelik kamuda çalışanların sendikaları, toplu iş sözleşmeleri vardı ve insanca yaşama mücadelesi verebiliyorlardı. Sendikal mücadele özel sektöre de yansıyordu ve patronlar ayaklarını denk almak zorunda kalıyordu. Bu durumdan sermaye rahatsızlık duymaya başlamıştı.

Söylemler farklı eylem aynı

Emperyalizmin çıkarları söz konusu olduğunda düzen partileri aynı siyaseti güderler. Tavırları duruma göre biraz değişebilir ama hepsi o kadardır.

Bu sözleri birkaç örnekle destekleyelim: Özelleştirme uygulamalarını düzenleyen 4046 sayılı yasa 1994 yılında DYP- SHP koalisyon döneminde çıkarılmıştır.

Özelleştirme, 1999 yılında DSP İktidarında Anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.

DSP’nin iktidar olduğu Aralık 2001’de Resmi Gazetede yayımlanmayan “gizli” bir bakanlar kurulu kararıyla Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) adını taşıyan ve yasal dayanağı olmayan bir kurul oluşturulmuştur. Kurulda TOBB; YASED; TÜSİAD gibi patron örgütlerinin üst düzey yöneticileri; ekonomiden sorumlu bakanlıkların bakan-müsteşar düzeyindeki yetkililerine yer verilmiştir. Kararnameye göre ve uluslararası şirketlerin CEO’ları bile bulunabilecektir. Komiteler kurulmuş, sermaye çıkarına olacak mevzuat hazırlamakla görevlendirilmiştir.

Komitelerin hazırladığı raporlarda önerilenlerin çoğu, zaman içinde yasa ya da Bakanlar Kurulu Kararlarına dönüştürülerek uygulanmaya başlanmıştır. YOİKK’in önerileri özetle şunlardır: Kamu hizmeti zihniyeti ve kamu görevlileri tavrı değişmelidir… madencilik lisans verme süreci gözden geçirilmelidir… kamu arazilerinin satışı teşvik edilmelidir… Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası Türkiye’deki yatırım ortamının liberal niteliğini yansıtacak daha uygun bir yasa ile değiştirilmelidir… reform politikaları, özel sektör kaygılarını yansıtabilmeli, onlara çözüm sunabilmelidir…

Devletin şirket gibi yönetilmesi

Devletin anonim şirket gibi yönetilmesi özlemi, Tayyip Erdoğan’ın düşüyle açıklanacak basitlikte bir olay değildir. Dünya Bankası; IMF; OECD gibi örgütler ile ABD ve AB kaynaklarından beslenen fonların hemen hepsi özelleştirmelerin ve devletin şirket gibi yönetilmesinin yararlarını anlatmak uğruna, milyarlarca dolar/avro harcamaktadırlar.

AKP, Devletin şirketleştirilmesi sürecini yönetebildiği için iktidar olmuştur. Ve iktidarı, gücünü yitirinceye değin sürecektir.

Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşların çabalarına yabancı değiliz. Gizlide kalmış, saygınlığını yitirmemiş OECD’nin katkılarına bakalım. 

OECD, konumuzu ilgilendiren 3 önemli rapor yayımladı. Haziran/2000’de “Uluslararası Yatırımlar ve Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) Deklarasyonu” 2002’de “Türkiye’de Düzenleyici Reformlar” 2005’te “Kamu İşletmeleri İçin Kurumsal Yönetim Rehberi”

Raporlardaki şu öğütler dikkat çekiyor: Reformların dışarıdan empoze edildiği yolundaki yaygın inancın giderilmesi için sendikalar ve STK’larla ortak çalışmalar yapılmalıdır; Çok Uluslu Şirketlere uygun ortamlar hazırlanmalı, yerli şirketler lehine korumacılık yapılmamalıdır. Kamu işletmeleri hiçbir kamusal yetki kullanmamalı, özel sektör işletmeleriyle eşit koşullarda rekabet etmelidir. Kamu işletmelerinden alacaklı olanlar iflas süreci başlatabilmelidir. Özelleştirilmelerinden önce, daha çok kâr edecekleri koşullar hazırlanmamışsa özel sektörün ilgi duymayacağı dikkate alınmalıdır. 

AKP’nin bu işlerin üstesinden geleceğine olan inancı OECD’nin “Türkiye’de Düzenleyici Reformlar” adlı raporda şu sözlerle dile getiriliyor; “…yapısal, kurumsal ve düzenleyici reformlarda da güçlü atılımlar yapmaktadır ve söz konusu reformlar şimdiye kadar kimsenin yapmaya teşebbüs etmediği reformlardır.”

Değerine mi satıldılar? Gabin gölgesi var…

İşletmeler gabin kavramını çağrıştıran ihalelerle satıldı; yağmalandılar demek daha doğru olur. 

Garip gelebilir ama şu gerçeğin özellikle vurgulanması gerekiyor. Bizden çaldıklarını satıyorlar; ederine satılsaydı “ucuza gitmedi” diye sevinecek miydik?

Gabin, hukuk kitaplarında; “İki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde karşılıklı edimler arasında, taraflardan birinin müzayaka (darda kalma) halinden, tecrübesizliğinden ya da düşüncesizliğinden istifade edilerek oluşturulan açık oransızlığa denir.” sözleriyle tanımlanıyor.

Denetim raporlarına ve yargıya yansıyan birkaç örnek verelim:

Tahmin edilen bedeli hesaplarken çarpma yerine bölme işlemi yapmışlar; bir ihalede 96 milyon dolar teklif, tahmin edilen bedelin altında olduğu gerekçesiyle reddedilmiş, bir yıl sonra 83 milyon dolara satılmış.

Neyi sattıklarının bile farkında olmadıklarını gösteren örnekler var: Sattıkları şirketin yanında bir arsasının olduğunu bilmiyorlarmış, arada o da gitmiş. Olayın ortaya çıkması üzerine “biz onu satmamıştık” deyip yargıya başvurdular. Bir başka ihalede şirketin kasasında para olduğunu unutmuşlar; satın alanlar kasadaki parayı ve iki yıllık kârını verip işletmenin sahibi olmuş. Öyle bir fiyat belirlemişler ki; alanlar hemen iki katına başkasına satmış. Abonelerin sayaçlarını okumayıp satılmadan önce gerçekleşmiş olan alacaklarını işletmenin yeni sahiplerine armağan etmişler.

Bu tür örnekleri sayfalarca uzatabiliriz.

TEDAŞ ihalelerinde nedeni anlaşılamayan garip şeyler oldu. 2010 yılındaki 7 ayrı dağıtım şirketi ihalesini kazanan yükleniciler, söz birliği etmişçesine toplam 342 milyon dolar tutarındaki teminatlarını yakma bahasına sözleşmelerinden caydılar. 2013 yılında yeniden yapılan ihalelerde bir bölümü çok daha ucuz bedellerle satıldı.

Akdeniz Dağıtım Şirketi için 2010 yılında 1 milyar 165 milyon dolar teklif verilmişti: 2013 yılında yarı bedeline, 546 milyon dolara satıldı. İstanbul Anadolu Yakası için 1 milyar 813 milyon dolar teklif verilmişti; 2013’de 585 milyon dolar eksiğiyle 1 milyar 227 milyon dolara satıldı.

Üste para mı verdik?

Kamu işletmelerini belki de üste para verip sattık: Çok belirti var. 2021 yılı Bütçe gerekçesindeki bilgilere göre, 1986-2020 arasında 70,4 milyar dolar tutarında satış yapılmış; 69,3 milyarı tahsil edilmiş; 49 milyar dolar Hazineye aktarılmıştır. 7 milyar doları, üç bankanın kredi alacaklarını kurtarabilmek uğruna devir almak zorunda kaldığı Telekom’dur.

Fon Kullanım Çizelgelerinde, ÖİB’ne devredilen işletmelerin 1986-2019 arasında yasal yükümlülüklerini karşılamak için 7,7 milyar dolar; sermaye artırımlarına katılmak için 8,6 milyar dolar olmak üzere toplam 16,3 milyar dolar harcandığı yazılıdır. Daha açık ifade edelim: 2020 yılına değin Hazineye 49 milyar dolar aktarılmış ama satılan işletmelere 16,3 milyar dolar harcanmıştır. Bunu düştüğümüzde net tutarın 32 milyar 700 milyon dolar olduğunu görürüz.

Acele etmeyelim: gerçekte bu tutarda gelir elde edilmedi. Alınan paralardan belki daha çoğu yatırım harcaması olarak özelleştirilecek işletmelere harcanıyor. Yalnızca enerji ve ulaşım sektöründeki 5 KİT için Bütçe kaynaklarından karşılanan 342,5 milyar lira tutarında yatırım projeleri yürütülüyor. 106,7 milyar lirası 2020 sonuna değin harcandı. Kabaca da olsa karşılaştırma yapabilmek için dolar kurunu 8,50 TL varsayıp bir hesap yapalım: 40,3 milyar dolar proje stoku var ve bunun 12,5 milyar doları harcandı.

Çizelgede ayrıntısı görülüyor:






Bu işletmeler için KİT Yatırım Programında 2021-2023 arasında 112,1 milyar lira yatırım harcaması öngörülüyor. Yukarıdaki yöntemi uygulayarak dövize dönüştürdüğümüzde önümüzdeki üç yıl içinde toplam 13,2 milyar dolar ödenek kullandırılacağı anlaşılıyor.

Harcanan 12,5 milyar dolar ile 2023 değin harcanacak 13,2 milyar doları topladığımızda 25,7 milyar ediyor. Bu hesabın yıllar önce özelleştirilmiş kurumlara yapılan harcamaları içermediğini unutmayalım. Bu paralar, 7 milyar dolara satılan otel-sosyal tesisler ile kamu taşınmazlarına değil işletmeler için harcanıyor; bunu da hesaba katalım. 

Özelleştirmeden bekledikleri gerçekleşti mi?

Sermayenin beklentileri gerçekleşti. Daha da iyileştirilmesi için Cumhurbaşkanlığı Ofisleri, özellikle de YOİKK’in görevini devir alan Yatırım Ofisi, Ülkeyi yerli/yabancı tekellere pazarlama işlevi görüyor.

Bize söyledikleri ise bir aldatmacaydı.

Özelleştirildiğinde, kaynaklar verimli işletilecek; maliyetler düşecek; hizmet kalitesi artacak; rekabet ortamında sağlanan yarar tüketiciye yansıyacak…toplum refahının yükselmesine katkıda bulunulacak…gibi bir dizi söz ediliyordu. Hiç biri gerçekleşmedi. Üstelik tam tersi oldu. 

Elektrik dağıtım şirketlerinden örnekler verelim: faturalar el yakıyor. Tüketiciden haksız olarak kayıp kaçak bedeli tahsil ettikleri ortaya çıkmasın diye faturalardaki borç bileşenlerini bile gizliyorlar.

Devlet, elektrik dağıtım şirketlerinin alacağının peşine düştü. Borcunu ödemediği gerekçesiyle çiftçinin tarlasını suladığı pompanın elektriğini kestiler. 2013 yılında kaçak elektrik trafolarını belirlemek üzere asker ve tanklar eşliğinde köylere operasyonlar düzenlendi; jandarma helikopterleri havadan destek verdi.

2014 yılından sonra tahsildarlık görevini Devlet üslendi. Yeni buldukları yöntemde tanklar-helikopterler görünmüyor. Bu yüzden daha çağdaş bile sayılabilir. Tahsildarlığın kuralları önceleri Bakanlar Kurul Kararlarıyla belirleniyordu yeni düzende Cumhurbaşkanı kararları çıkarılıyor. Bu yöntemde şirketler, alacaklı oldukları çiftçilerin adlarını Ziraat Bankası şubelerine bildiriyor; Banka tarımsal destek ödemelerinden kesip şirketlere ödüyor. Ve temel görevi çiftçiyi ve tarımı gözetmek olan Tarım Bakanlığı bu işten hiç sıkılmıyor; tebliğler çıkarıp uygulamayı yönetiyor.

Sermayeninse halkın değildir

Ülke kaynaklarını, özelleştirmelerle; Anonim Şirkete dönüştürüp hisse satışlarıyla; Kamu Özel İşbirliği (KOİ), Yap İşlet Devret (YİD) ya da türevleriyle; maden ruhsatlarıyla, ne yolla olursa olsun bir biçimde ele geçirenler, bütün canlılarını ve halkını da satın almış sayıyorlar kendilerini. Yaşamlarının, bedenlerinin, sağlıklarının da sahibi olduklarını düşünüyorlar. Zehirlemekte bile hiç beis görmüyorlar. Direnmelerle karşılaştıklarında kolluk güçlerinden önlenmesini talep ediyorlar. İstekleri derhal yerine getiriliyor. Yaşam güdüleri böyle; başka türlü yaşayamazlar.

Ne yapmalı?

Kendimizi sermayeye yem edecek değiliz. Nasıl ele geçirdilerse biz de aynı yöntemlerle geri alacağız. Ülkemizin zenginliklerine sahip çıkacağız.

Kadir Sev / SOL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder