soL "Köşebaşı + Gündem" -31 Ekim 2025-

 Hüküm devletin, tasarruf işgalcinin!-Yusuf Yavuz-

Sayıştay’ın Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda yaptığı denetimlerde, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki arazilerin işgalcileri ödüllendirecek şekilde kullandırıldığı ortaya çıktı: Tahliye yok, denetim yetersiz, işgaller özendiriliyor…

Son yıllarda Türkiye’nin gündeminden düşmeyen kamu arazisi işgalleri keyfi uygulamalar ve yetersiz denetimler yüzünden işgalcileri ödüllendiren bir düzene dönüştü. 

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda yapılan Sayıştay denetimlerinde, ülke genelindeki hazine arazilerinde işgaliye bedellerinin fiyat tespit araştırması yapılmadan alt sınırdan tahsil edildiği ortaya çıktı. İşgal edilen Hazine taşınmazlarında tahliye ve kontrol mekanizmasının da işletilmediği tespitine yer verilen Sayıştay raporunda, sözleşme süresi dolduğu halde işgallerin devam ettiği bulgusuna yer verildi.

Sayıştay, Bakanlığın Muğla ilindeki günübirlik alanları kiraya verdiği şirketin bu alanları yönetmeliğe aykırı şekilde üçüncü kişilere kiraladığını tespit ederek idareyi uyardı.

Korunması gereken alanlar işgale açıldı

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü, Muğla ilindeki korunan alanlar bünyesinde yer alan günübirlik alanları pazarlık usulü ile özel şirkete kiralıyor. Ancak Barselona Sözleşmesi gereği kirliliğe karşı korunması gereken Özel Çevre Koruma (ÖÇK) Bölgeleri bünyesinde bulunan günübirlik alanlar, barındırdığı özellikler nedeniyle yoğun günübirlik ziyaretçi kullanımın neden olacağı kirlilikten korunması gerekiyor. Bununla ilgili mevzuata göre koruma sorumluluğu Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nde.

Fethiye Göcek ÖÇK sınırlarındaki Ölüdeniz Bölgesindeki günübirlik alanlardan görünüm.

Sayıştay: Kira sözleşmelerine amaca aykırı hüküm konulmuş

Sayıştay, söz konusu korunan alanlardaki günübirlik kullanım alanlarının mevzuata aykırı şekilde ve koruma ölçütleri gözetilmeksizin üçüncü kişilere kiralandığını tespit etti. Sayıştay’ın Eylül 2025 tarihli raporunda, “Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğünün, pazarlık usulü ile kiraya verdiği günübirlik alanların kira sözleşmelerine amaca aykırı hüküm konulduğu görülmüştür” bulgusuna yer verildi.

‘Koruyup geliştirecek vakıflara kiralanabilir'

Danıştay 13. Dairesi’nin 2 Kasım 2021 tarih ve 3498 sayılı kararında, söz konusu alanların çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin en uygun şekilde korunması, kullanması, izlenmesi, proje geliştirilmesi, iyileştirilmesi ile çevre kirliliğinin önlenmesi amacı ile faaliyet gösteren vakıflara veya bu vakıfların kuruluşlarına 10 yıl süreyle kiraya verilebileceği hükmüne yer verildiği anımsatılan Sayıştay raporunda, bu alanların pazarlık usulü ile kiralanmasının üst hukuk kurallarına aykırı olduğu vurgulandı.

Muğla'daki günübirlik alanlar 3. şahıslara işlettiriliyor

Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün Muğla ilinde özel koruma gerektiren günübirlik alanları pazarlık usulüyle kiraya verdiği, kiralayan şirketin ise üçüncü şahıslara kiraladığı belirtilen Sayıştay raporunda, şu ifadelere yer verildi: 

“Yapılan incelemede, Muğla ilindeki günübirlik alanlarının işletilmesi için yapılan pazarlık ihalelerini alan kiracının ilgili alanları üçüncü şahıslara işlettirdiği tespit edilmiştir. Yukarıda yer verilen denetim tespiti üzerine İdare tarafından; pazarlık usulü ile kullandırma yönteminin mevzuata uygun olduğu belirtilmiştir. Ancak, bulguda bahsedilen husus özellikli alanların pazarlık usulü ile kullandırılması değil nitelikleri ve özelliklerinden dolayı yoğun günübirlikçi ziyaretçi kullanımının alanları kirliliğe açık hale getirmesi ve alanların bir bütün olarak düzenlenmesi, işletilmesi, denetlenmesi ve azami korunmasının önemine ilişkindir. Kamu yararı da gözetilerek pazarlık usulü ile ihale edilen alanların, kiracı tarafından ihale edilerek üçüncü şahıslara işlettirilmesi kısıtlayıcı bir usul olan Pazarlık usulünün amacına aykırılık teşkil etmektedir. Bu itibarla; Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğünce pazarlık usulü ile kiraya verilen yerlere ait kira sözleşmelerindeki üçüncü şahıslara işlettirme ile ilgili hükümlerin yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.”

Genel müdür de şirket yöneticisi de aynı kişi

Sayıştay raporunda Muğla’daki korunan alanları kiralayan şirketin adı doğrudan yer almasa da, bu şirketi yıllardır tartışmaların odağındaki MUÇEV olduğu belirtiliyor. Adında "Vakıf" ibaresi bulunsa da MUÇEV, ticari bir şirket statüsünde. MUÇEV’in Yönetim Kurulu Başkanı ise aynı zamanda Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürü olan Hacı Abdullah Uçan. İnşaat Mühendisi olan Uçan, 2019’da AKP’den Sultanbeyli Belediye Başkan aday adayı olmuştu. Seçilemeyince Bakanlık bünyesinde görevlendirilen Uçan, 2021’de Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün başına getirildi. Hacı Abdullah Uçan, Ağustos 2024’de ise 13 Ağustos 2027 tarihine kadar MUÇEV Yönetim Kurulu Başkanı olarak seçildi.

MUÇEV’in kıyılardaki keyfi kiralamaları tepki çekiyor

MUÇEV, Genel Müdürlükten kiraladığı Muğla ve Antalya’daki kıyı alanlarını benzer şekilde kiraya vermesi zaman zaman tepkilere yol açıyor. Ancak etkin denetim ve yaptırımın olmaması, korunan alanları da içeren kamuya ait arazilerin rant aracı olarak kullanılmasına yol açıyor.

Sözleşme bittiği halde işgalciler tahliye edilmiyor'

Sayıştay’ın Bakanlık’taki denetimlerinde öne çıkan bulgular arasında, işgal edilen kamu arazilerinin sözleşme süresi dolduğu halde tahliye edilmemesi de var. İdare tarafından kiraya verilen, irtifak hakkı kurulan veya kullanma izni verilen taşınmazlardan sözleşme süresi dolduğu hâlde işgali devam edenler olduğu belirtilen raporda, “Sözleşmesi feshedilen veya herhangi bir sözleşmeye dayanmaksızın fuzuli olarak işgal edilen Hazine taşınmazlarının tahliye işlemlerinin yapılmadığı, tahliyeye dair kontrol mekanizmasının kurulmadığı tespit edilmiştir. Yapılan incelemelerde; Ecrimisil bedeli alınan taşınmazlara ilişkin veri ve istatistiklerin Bakanlık tarafından tutuluyor olmasına karşılık taşınmazlardan tahliyesi gerçekleştirilenlere ilişkin güvenilir bir veriye erişilememiştir. Tahliye mekanizmasının etkin çalışmaması nedeniyle işgal edilen taşınmaz sayısının her yıl arttığı anlaşılmaktadır” denildi.  

2024’de 406 bin işgalciden 3,2 milyar işgaliye toplanabilmiş

Milli Emlak Genel Müdürlüğü Faaliyet Raporlarına göre; 2021 yılında toplam 82 bin 846 adet taşınmaz için ecrimisil ihbarnamesi düzenlendiği belirtilen Sayıştay raporunda, bu ihbarnamelerden toplam 681 milyon TL tutarında ecrimisil geliri tahsil edildiği kaydedilerek şu bilgilere yer verildi: 

“2022 yılında toplam 93 bin 463 adet taşınmaz için ecrimisil ihbarnamesi düzenlenmiş olup, 1 milyar 106 milyon TL ecrimisil geliri tahsil edilmiştir. 2023 yılında toplam 161 bin 522 adet taşınmaz için ecrimisil ihbarnamesi düzenlenmiş olup 1 milyar 952 milyon TL ecrimisil geliri tahsil edilmiştir. 2024 yılında ise toplam 406 bin 052 adet taşınmaz için ecrimisil ihbarnamesi düzenlenmiş olup 3 milyar 248 milyon TL ecrimisil geliri tahsil edilmiştir. Hazine taşınmazları üzerindeki ecrimisil uygulamalarının büyük kısmının önceki yıllarda başladığı ve fuzuli işgallerin tahliye edilememesi sonucunda uygulamanın artarak devam ettiği görülmektedir.”

Kamu taşınmazlarında hüküm devletin, tasarruf işgalcinin

Özellikle işgal edilen taşınmazların daha sonra doğrudan satış hakkıyla işgal edene satılacağı yönünde hareket edilmesinin, taşınmazlarda gerçekleşen işgal sayılarını arttırdığı tespitine yer verilen Sayıştay raporunda, “Yukarıda yer verilen denetim tespiti üzerine İdare tarafından; 81 İl Valiliğine, bulguya esas teşkil etmek üzere, Hazineye ait veya Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazlarının gerçek veya tüzel kişilerce işgale uğradığının tespit edilmesi hâlinde, işgal edilen Hazine taşınmazlarına ilişkin tahliye mekanizmasının işletilmesi hususunun istenildiği ifade edilmiştir. Bu itibarla, işgale konu taşınmazların tahliyesinin sağlanarak Hazine taşınmazlarının mevzuata uygun kullandırılması gerekmektedir” denildi.

İşgaliyeler için güncel fiyat tespiti de yapılmıyor

Devletin Hüküm ve Tasarrufu altındaki taşınmazlar üzerindeki işgallerin, işgalcileri özendirdiği gerçeğini ortaya koyan Sayıştay raporunda işgal edilen kamu arazilerinden alınan ve bir tür ‘ceza’ olan işgaliye paralarının da güncel fiyat tespiti yapılmadan tahsil edildiği kaydedildi.

Fiyat araştırması yapılmadan ecrimisal bedeli belirlenmiş

“İdare tarafından yapılan ecrimisil tespit ve takdir işlemlerinde mevzuatta öngörülen fiyat tespit araştırmaları yapılmadan alt sınırlardan ya da maktu tutarlardan ecrimisil bedeli takdiri yapıldığı görülmüştür” bulgusuna yer verilen Sayıştay raporunda, “Yapılan incelemelerde; mevzuatta yer alan gerekli fiyat araştırması yapılmadan doğrudan 336 sıra numaralı Milli Emlak Genel Tebliği’nde belirtilen emlak vergisi alt sınırından ecrimisil takdir işlemleri yapıldığı veyahut bölge, ilçe veya mahalle bazlı maktu metrekare birim fiyatları belirlenerek ecrimisil tutarı tespit edildiği görülmüştür. Genel itibarıyla belirlenmiş olan emlak vergi değerleri de çok düşük kaldığı için bu durum ecrimisil birim bedellerinin düşük belirlenmesine neden olmaktadır. Özellikle tarımsal amaçlı doğrudan kullanıcısına 10 yıllık kiralama işlemlerinde, en az 3 yıl süreyle tarımsal olarak kullanarak taşınmazı işgal eden işgallere kiralama için baz alınan tutar, son düzenlenen ecrimisil tutarının yarısı olması sebebiyle tarımsal amaçlı kiralamalarda tutarlar çok düşük kalmaktadır” denildi.

81 ilin valiliğine işgallerin tespiti için yazı gönderildi

İdarenin ecrimisil tutarının belirlenmesine ilişkin olarak sistematik bir usul belirlenmediğinin altı çizilen Sayıştay raporunda, “taşra teşkilatlarında farklı usuller izlendiği, ecrimisil ihbarnamelerine karşı kişilerce açılan davalarda mahkemelerin bedelin nasıl tespit edildiğine ilişkin bilgi istemlerine karşı İdarece sistematik bir çalışma sunulamaması nedeniyle dava kayıplarına yol açıldığı görülmektedir. Yukarıda yer verilen denetim tespiti üzerine İdare tarafından; 81 İl Valiliğine, bulguya esas teşkil etmek üzere, Hazineye ait veya Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazlarının gerçek veya tüzel kişilerce işgale uğradığının tespit edilmesi hâlinde, Ecrimisil Kıymet Takdirine esas birim bedellerinin belirlenmesinde, mevcut mevzuat hükümleri doğrultusunda araştırma ve incelemenin sağlıklı bir şekilde yapılması suretiyle işlem tesis edilmesinin istenildiği ifade edilmiştir. Yukarıda yer alan mevzuat hükümleri çerçevesinde işgale konu taşınmazlarla ilgili ayrıntılı çalışmaların yapılarak ecrimisil birim bedellerinin sağlıklı bir şekilde belirlenmesi gerektiği değerlendirilmektedir” ifadelerine yer verildi.

/././

Cumhuriyet Bayramını kutlamanın anlamı -Rıfat Okçabol-

Cumhuriyet Bayramı, yalnız cumhuriyet rejimine geçildiği için kutlanmıyor. Toplum bu bayramı pek çok nedenden dolayı da kutluyor. 

CUMHURİYET BAYRAMI, yalnız cumhuriyet rejimine geçildiği için kutlanmıyor. Toplum bu bayramı, 

*Egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olması;

* Ülkenin düşman işgalinden kurtarılması;

* Hiçbir özelliği olmasa da babadan oğula geçen saltanata 1 Kasım 1922’de son verilmesi;

* 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Anlaşması ile ülkemizin bağımsızlığını kazanması;

* Toplumun dini inançlarını sömürme aracı olup halk egemenliğiyle bağdaşmayan hilafetin ve Osmanlı hanedanın 3 Mart 1924’de kaldırılması;

* Cumhuriyet rejiminin  “fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” birey yetiştirme çabası;

* Yabancıların, azınlıkların, eğitim bakanlığının ve şeyhülislamlığın ayrı ayrı ve farklı amaçlarla yürüttüğü okulları eğitim bakanlığının sorumluluğuna veren ve de laik ve bilimsel eğitimin kapısını açan 430 sayılı Öğretim Birliği Yasasının kabul edilmesi;

* Şeri mahkemelerin kaldırılıp toplumsal gereksinimler doğrultusunda bilim ile insan aklının ve deneyimlerinin ürünü olan yasalara göre karar verecek yargı sisteminin kurulması;

* Karma eğitime geçilmesi ve devlet okullarında parasız eğitimin başlatılması;

* İnsanın özgürlüğünü elinden alan ve halk egemenliğinin gerçekleşmesini engelleyen tarikatların kapatılması;

* “Fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” öğrenci yetiştirecek, Gazi Eğitim Enstitüsü ve köy enstitüleri gibi öğretmen okullarının açılması;

* Harf devriminin yapılması ve Türkçe diline sahip çıkılması;

* Öğretim dilinin Arapça ve Farsçadan Türkçeye dönüştürülmesi;

* Kadının toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayacak yasaların çıkarılması;

* Bin küsur yıl önce kilise olarak inşa edilip 1450’lerde camiye çevrilmiş Ayasofya’nın, 1934’te müzeye çevrilip dünya mirası haline dönüştürülmesi;

* 1936’da İstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimini Türkiye’ye bırakan Montrö Boğazlar Sözleşmesinin imzalanması;

* 1937’de Anayasa’da laiklik ilkesine yer verilmesi;

* Hatay’da yaşayanların, 29 Haziran 1939’da oy birliği ile Türkiye'ye katılma kararı alması;

* Halkın temel gereksinimlerini daha ucuz ve daha kaliteli bir şekilde karşılayacak Kamu İktisadi Teşekküllerinin (KİT) açılmasına önem verilmesi;

* “Yurtta barış ve dünya da barış” ve insan hakları gibi aydınlanmacı değerlerin geçerlilik kazanması;

* Yasaların Anayasa’ya uyumlu olmasını denetleyecek Anayasa Mahkemesi’nin kurulması;

* Bu topraklarda yaşayanların, ırkları, inançları, cinsiyetleri, varsıllıkları, ten renkleri, yaşadıkları yöre ne olursa olsun eşit haklara sahip olması;

* Bu değerlere sahip çıkan milyonlarca gencin, yetişkinin ve yaşlının var olması;   

gibi pek çok nedenden dolayı da kutluyor. 

Toplumun genelini cumhuriyeti kutlamaya yönelten bu değerler ve gelişmeler, ne yazık ki, anlaşılmaz bir biçimde bazılarında cumhuriyet düşmanlığının nedenlerini oluşturuyor.

Kimilerinin,

* Ülkenin yabancılar tarafından işgaline izin veren, düşmandan kurtulmak için Kurtuluş Savaşı’nı başlatanları idama mahkum eden ve düşman mağlup olunca da ülkeden kaçan padişahı, kutsal ya da yurtsever sanmasını;

* Kendi iradesiyle ülkeyi yönetecek kişileri seçme hakkından vazgeçip birilerini sultan/padişah/kral ya da ümmet lideri olarak görmek istemesini;

* Ülkeyi düşmandan kurtarıp bağımsız bir ülke olmasını sağlayan bir kişiye (sevmese de) saygı duyulmamasını; buna karşın “Kurtuluş savaşını keşke Yunanlılar kazansaydı” diyenlerin baş tacı edilmesini;

* Hele bu tür davranış sahipleri içinde kalem yalamışların bulunmasını;

anlamak mümkün olmuyor.

Temelsiz ve de gerçekçi olmayan nedenlerle Cumhuriyete düşmanlık gösterenlerin, en büyük zararı kendilerine verdiklerinin ayrımında olmamaları ise olayın bir başka boyutu oluyor.

/././

Bartholomeos’un kaç tümeni var?-Tevfik Taş-

Pentagon’un Orta Çağ artığı manevi temsilcilerinin etkisini hafife almamak gerekiyor. Ancak etki alanlarının tümen sahiplerini harekete geçirmek üzerine kurgulandığını unutmamak koşuluyla…

İkinci Dünya Savaşı döneminde antikomünist cephenin başat aktörleri arasında etkin bir yer tutan Vatikan’ın Sovyet karşıtı kışkırtıcı tutumuna dair Stalin’in ünlü değerlendirmesi biliniyor: “Papa’nın kaç tümeni var?” 

Stalin’in bu sözü hangi bağlamda kullandığı bilinmesine rağmen, burjuva tarihçileri arasında genelde “Stalin’in cahilliği”ne gönderme yapılır. İspata ihtiyaç duymayacak kadar yüksek kalibreli Stalin, bu ifade ile Papalığın siyasi gücünü hafife almıyor, yalnızca siyasette güç ilişkilerinin son sözü belirlemesine atıfta bulunan somut gerçeği dile getiriyordu.

Nihayetinde Roosevelt’in Sovyetler Birliği ile Hitler karşıtlığı başlığında yakınlaşması en fazla dönemin Papası XII.Pius’u rahatsız etmişti. Roosevelt, 1941 Eylül ayında özel temsilcisi Myron C. Taylor’ı Vatikan’a göndermişti. Roosevelt, özel temsilcisi Taylor ile Papa’ya gönderdiği mesajında, deyim yerinde ise, Papa’nın histerik anti-komünizmine gem vurmak istercesine, Papa’nın Sovyetler Birliği’ne karşı izlediği “Haçlı Seferi Doktiri”ninden vazgeçmesini talep etmişti! Fakat bu ileti Vatikan’da öfke ile karşılandı. Papa’nın sağ kolu ve sağcılıkta faşizan ekole en yakın isim Başkardinal Tardini, Roosevelt’in talebini reddederek, öfkesini şu sözlerle ifade etmişti: “(...) Aziz Makam Bolşevizme dair yeni bir açıklamaya ihtiyacı bulunmuyor. Kendi payıma, komünizmin yok olmasından mutluluk duyarım.”1

Tümeni olmayan Papa, tümeni olan gücü komünizme karşı kışkırtmaya çalışıyordu. Bu tarihsel arka planın da referans verdiği gibi, Pentagon’un Orta Çağ artığı manevi temsilcilerinin etkisini hafife almamak gerekiyor. Ancak etki alanlarının tümen sahiplerini harekete geçirmek üzerine kurgulandığını unutmamak koşuluyla…

Yunanistan Ortodoks Kilisesi’nin Amerikan bağları

Yunan Ortodoks Kilisesi, Yunanistan iç savaşı yıllarında ABD’nin Atina Büyükelçiliği üzerinden yönetilirdi. Liberal tarihçi Andreas Sterigou, 1952 yılı itibariyle Yunanistan’da üç merkezli anti-komünist odak betimler: Birinci anti-komünist odak, kraliyet sarayıdır. İkinci odak, “Parakratos” yani Yunan kontrgerillası. Üçüncü odak, “ve belki de en önemlisi ise” diye kaydeder, “ABD Atina Büyükelçiliği” ... Ve şu değerlendirmede bulunur: “ABD Atina Büyükelçiliği’nin Yunan iç siyasetine müdahaleleri sayesinde Yunanistan’ın “özgür dünya”yla bağları güvence altına alındı.”2

Yunan büyük sermayesinin yönetme aygıtını tanımlayan İkinci Dünya Savaşı sonrasının “kutsal üçlü”sü yani kraliyet – hükümet/kontrgerilla – ordu sac ayağı, Amerikalı büyükelçinin de pişkinlikle yinelediği “Kutsal Üçlü”ydü.   Aslında bu üçlünün dördüncü ayağı da vardı ve Yunan Ortodoks Kilisesi, Rus Ortodoks Kilisesi’nden farklı olarak istisnasız düzeyde egemen siyaset lehine tutum almıştı ve bir kilise formatının çok ötesinde ileri derecede Amerikancı bir eksende hareket ediyordu... Halk ile temas halinde olan alt düzey papazlar tenzih edilmek koşulu ile, bir bütün olarak Yunan Ortodoks Kilisesi hem iç savaş sürecinde hem de Soğuk Savaş döneminde ABD Büyükelçisinin ve Yunan kralının sözünden çıkmamış, komünizm düşmanlığı konusunda kesintisiz propaganda ve koordinasyon faaliyeti yürütmüştür. Bugün açısından da durum değişmemiş, Yunan Ortodoks Kilisesi Yunan gericiliğinin kurmay ekibi içinde olmaya devam etmektedir.

ABD’nin Fener Patrikliği merakı

ABD teopolitiğinde öteden beri Fener Patrikliği’nin özel bir yeri var. Fener’i temsilen patrik Bartholomeos’un geleneksel “eşitler arasında birinci” olma durumunun ABD din siyaseti açısından önemi Trump ile başlamadı. Zaten ABD’de siyasete başkanlar yön vermez, tekelci sermayenin öncelikleri yön verir. Dolayısıyla ABD emperyalizminde Demokratlar ya da Cumhuriyetçiler ayrımı tüm diğer başlıklar gibi din siyasetinde de tekelci sermayenin çıkar ve önceliklerine göre belirlenen bir eksende gelişir. Eskiden Sovyetler Birliği’ne dönük siyasal girdilerle şekillenen ABD’nin Ortodoks Kilisesi din siyaseti (çünkü Ortodoks Kilisesi’nin kitlesinin büyük çoğunluğu reel sosyalist ülkelerde yaşıyordu), sonrasında Rusya ve diğer Ortodoks dünyasına dair güncellemelerle şekil almıştır.

Soğuk Savaş döneminin Fener Ortodoks Patrikliği ABD açısından o kadar önemliydi ki Truman, özel uçağıyla yeni seçilen ABD vatandaşı Athinagoras’ı 26 Ocak 1949’da New York’tan Yeşilköy Havalimanı’na yolcu ediyordu. Alman Tarihçi Friedrich – Wilhelm Fernau, Truman ile Athinagoras’ın “özel dostluğu”na dikkat çekerek şu cümleye yer veriyordu: “Athinagoras’ın Ökümen Patriklik seçimini kazandığı bilgisi kendisine ulaştırıldı. Başkan Truman’ın özel uçağıyla yeni Patrik Atlantik üzerinden Haliç’e ulaştırıldı."3 Dönemin Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, ABD’nin emrini yıldırım hızıyla yerine getirerek patrik ilan edilip, paraşütle koltuğuna yerleştirilen ABD vatandaşı Athinagoras’a T.C. vatandaşlığı veriyordu.

Fener’e ökümenik vatikanlaşma, Diyanet’e hilafet görevi

ABD tarafından seçilip Türkiye’ye ihraç edilen Athinagoras, Fener Patrikliğini ABD yardımıyla ulusal sınırların ötesine taşıması ile ün yaptı. Athinagoras ile Fener Patrikliği Lozan Antlaşması’nın sınırları dışına çıkarak, simgesel anlamının ötesinde misyonlar üstlendi. Bizzat Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından karşılanıp kollanan yeni patrik, Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde batı ekseninde tutulmasında da önemli görevler üstlendi. “Athinagoras’a kadar, Cumhuriyetin 25 yılı boyunca Yunanistan’ın patrikhaneye belirli bir sahip çıkma tavrı vardır. Athinagoras ile patrikhane ‘uluslararasılaşmış’ ve devreye ABD girmiştir. Bu dönem artık ABD’nin patrikhane ile doğrudan ilgilenmeye başladığı dönemdir.”4 İnönü ya da Menderes-Bayar ikilisi… Anti-Sovyet cephede tam boy Amerikancılıkta kutlu yarışa angaje olmakta ellerini hiç korkak alıştırmadılar.

Dün anti-Sovyet cephede Amerikan levazımatçılığı yapan Türkiye hâkim sınıflarının benzer içerikli farklı renkleri, bugün NATO’nun Rusya’yı kuşatma siyasetinde Kiev Ortodoks Kilisesi’ne iltimas geçen “eşitler arası birinci” Bartholomeos’un Amerikancı din siyaseti ile uyum içindedirler. Mesele üç-dört bin kişilik Fener Ortodoks patrikliğinin etki alanının çok ötesine taşmıştır. Ortodoksluk teolojik fıtratı gereği Vatikan tipi bir örgütlenmeye uygun olmamakla beraber, Bartholomeos’un ökümen olup olmaması ABD teopolitiği açısından son derece önemlidir.  Bu önem, patrikliğinin Ortodoks dünyasında yönlendirici bir konuma ulaştırılması ile doğrudan ilgilidir. ABD, bunu şiddetle istemektedir, çünkü ökümen patriği yöneten, tamamını olmasa da Ortodoks Kilisesi’nin irice bir bölümünü de yönetebilecektir. Birinci neden budur.

Türkiye ilericiliğinin yanıtı ne olacak?

İkinci neden ise doğrudan Türkiye ile ilgilidir. Sömürge valisi Barrack’ın alıştıra alıştıra söylediği üzere, Osmanlı millet sistemi için laikliğin tasfiyesi gerekmektedir. Türkiye dinci gericiliğinin AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın büyük hoşgörüyle karşıladığı bu yeni millet sistemi paketi içinde laikliğin bir bütün olarak tasfiye edilmesi zorunluluktur. Ortaya çıkacak olası tablo, Ortodoksluk için Türkiye içinde nasıl ekümenik üzerinden bir tür vatikanlaşma öngörülüyorsa siyasal İslam için de hilafet çığırtkanlığına zemin sunan uygun bir planlama düşünülmektedir.

Bartholomeos’un kaç tümeni var sorusunun yanıtı, Türkiye ilericiliğinin ulusal ve uluslararası siyasal gericiliğe vereceği örgütlü yanıt ile okunduğunda anlamlı bir bütün olabilecektir. Fener’in Osmanlı millet sistemi içindeki statüsü tartışması, laikliğin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesi tartışmasıyla birlikte okunmalıdır. Uluslararası haydutluğun amiral gemisi ABD ve onun yerel işbirlikçileri Bartholomeos ve AKP iktidarının neleri tasarladığı yeterince deşifre olmuştur. Şimdi yanıtlanması gereken soru şudur: Türkiye ilericiliğinin, Türkiye devrimciliğinin örgütlü gücü, Bartholomeosgillerin taburlarına karşı ne kadar direniş taburları örgütleyebilecektir?

1Stehle, Hansjakob, Geheimdiplomatie im Vatikan- Die Päpste und Die Kommunisten, BENZİGER Verlag, Zürich 1993, s. 199

2Historische Kommunismusforschung, Jahrbuch 11, im Auftrag der Bundesstiftung zur Aufarbeitung der SED – Diktatur, Aufbau Verlag 2011, Der Antikommunismus in Griechenland, Andreas Stergiou s. 109

3Fernau, Friedrich – Wilhelm, Patriarchen am Goldenen Horn – Gegenwart und Tradition des orthodoxen Orients -, C.W.Leske Verlag Opladen, 1967, s. 11

4Benlisoy, Yorgo-Macar, Elçin, Fener Patrikhanesi, Ayraç Yayınevi, Birinci Baskı 1996, Ankara, s. 54

/././

'İşçiler, köylüler, marabalar, deliler…'-Ahmet Büke-

Mutlaka Gördes’in taşını, toprağını, mücadelesini ve delilerini severiz. Ama bizim delileri daha çok severiz elbette!

Çocukluğumda sola dair ilk hatırladığım şey neydi diye düşündüğümde dokuz yaşıma girdiğim yılın o güneşli günü geliyor aklıma hep. Okuldan çıkmış, bizim manifatura dükkânının önünü süpürüyordum ki dedem gülerek göründü. “Gel, gel eğlence çıktı bize,” diye elimden tuttuğu gibi Ziraat Bankası’nın hemen karşısındaki köylü pazarına götürdü beni. Bir grup abla ve abi ki çoğunu bizim mahallelerden tanıyordum, tahtadan yapılmış, ayakları tekerlekli ve siyaha boyanmış uçak maketlerini sürükleyerek getirdi. Benim hiç anlamadığım konuşmalar yapıldı. Sonra uçakları gazyağıyla yakıp yokuş aşağıya salıverdiler. Dedem, köylü kalabalığı ve benim için seyirlik olan eylem böylece alkışlar arasında sona ermişti. Yıllar sonra bu olay neydi acaba diye araştırdığımda, 1979 yılında tüm Türkiye’de yaygın olarak protesto edilen Amerikan U-2 Casus Uçaklarının Türkiye üzerinden yürüttüğü faaliyetlere karşı yapıldığını öğrenmiştim. Yakılan, benim ve Gördesli ahali için eğlenceli olan malum maketler de U-2’leri temsil ediyormuş. Demek ki o yıllarda Gördes gibi kuş uçmaz, kervan geçmez gariban bir Ege ilçesi bile politikleşmeden kaçamamıştı. Elbette sadece bu değildi; duvarlardaki yazıları, gece boyunca afişlenmiş elektrik direklerini, oyunlarımıza sızmış ve kimi sözlerini çocukça değiştirdiğimiz marşları da hatırlıyorum. Bizim dükkân bir şekilde siyasetle ilgilenen hemen herkesin uğrak yeri olduğu için bu politikleşmenin öznelerini de sık sık görürdüm. Saatlerce süren tartışmalar, sohbetler olur, memleket ve dünya halleri kıyasıya tartışılırdı. Babam genellikle gülümseyerek konuşmaları dinler, kimi zaman da elektriklenen ortamı sakinleştirmek için gençlere takılırdı. Hatta bir defasında dükkânın önünden geçen çarşının delisini kolundan tuttuğu gibi içeriye çekmiş “Söyle bakalım; Çin mi, Rusya mı yoksa Arnavutluk mu daha güzel?” diye sormuş; deli abi de “Valla beyim, en yavuz davar bizim Yaka Köy’dedir,” diye cevap vererek babamı gülme krizine sokmuştu.  

Çocukluğumu renklendiren o günlerin kurucularından biri de Avukat Cenap Güven’di. Kaleminden çıkan ve Sosyal Tarih Yayınlarından basılan anılarını okurken ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Çünkü sadece eğlenceli değil aynı zamanda bu memleketin yetiştirdiği en namuslu, yurtsever ve toplumcu insanlarının arasında büyüyüp serpilmişim. Cenap Güven, babamın Gördes’te pek sevdiği ve saygı duyduğu isimler arasında yer alırdı. Eşi İnsel Güven de Gördes Ortaokulunda Türkçe öğretmenim olmuştu. Dilimi yetkin kullanmayı, doğru düzgün yazmayı ve edebiyatın sonsuz kıyılarını hep onun sayesinde öğrenmiştim.

Cenap Güven okumaya hevesli her Gördesli genç gibi gurbete gitmiş ve 1960’lı yılların o hararetli Türkiye’sinde politikleşerek siyaset yapmak için memleketine dönmüştü. Onu bu yola sevk eden ilk kıvılcım 1963 yılında yapılan yerel seçimlerde çakılmıştı. Dönemin Türkiye İşçi Partisi (TİP) teşkilatlanmasını tamamlayarak ilk kez seçimlere katılmaya hak kazanmış ve Mehmet Ali Aybar, Tarık Ziya Ekinci, Kemal Sülker, Esat Çağa, Avukat Şekibe Çelenk, Tahir Öztürk ve Niyazi Ağırnaslı gibi yönetici kadrolarının propaganda konuşmaları radyo üzerinden tüm yurtta dinlenmişti. O günlerde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Cenap Güven de “İşçiler, köylüler, marabalar, emekçiler…” diye başlayan o büyüleyici, müthiş etkileyici radyo nutuklarını yurt odalarında dinlemiş ve “ben de bir şeyler yapmalıyım,” diye düşünmeye başlamıştı. İlk iş olarak TİP’e kaydını yaptırmış ardından henüz Hukuk Fakültesi 3. Sınıf öğrencisi iken Gördes’e dönerek TİP’in Batı Anadolu’daki en özgün ve ilginç ilçe teşkilatlarından birinin kurucusu olmuştu.

Bir İlçe Başkanının Gözünden Siyaset ve Türkiye İşçi Partisi Anıları, Cenap Güven, Sosyal Tarih Yayınları, Eylül 2025.

İşte bu kitap o günleri, TİP’in Gördes macerasını, o yıllarda sosyalist ve toplumcu mücadele için hiç de uygun koşullara sahip olmayan coğrafyada inanmış ve idealist bir avuç insanın kararlı uğraşını anlatıyor. Henüz yirmili yaşlardaki bir gencin inadıyla çıkılan yolda, 1965-1980 yılları arasında tütün ameleleriyle, toprak işçileriyle, çarşının küçük esnafıyla, öğretmenlerle, kaymakamla ve hatta delilerle hemhal olarak ama daima bu topraklara ait bir siyasetin nasıl mümkün hale geldiğini okuyoruz sayfalar boyunca.

Şimdi biraz da Gördes TİP tarihine de damgasını vurmuş delilerden bahsetmek isterim. Bu defa yıl 1977’dir ve Gördes’te teşkilatlanan TİP seçimlere hazırlanmaktadır. Gördes’teki tüm diğer partiler gibi TİP teşkilatı da propaganda çalışmaları için köyleri dolaşmaya hız verir. Kahvehane toplantılarında partilerinin görüşlerini anlatırlar ve parti bağlarını güçlendirmeye uğraşırlar. Güven’in satırlarından okuyalım devamını.

“Bizim öteki partiler gibi her köyde üyemiz yok. Birçok köye habersiz, hani Tanrı misafiri gibi gidiyoruz (…) İşte bu seçim gezilerimizde bir akşam da Doktor Hüseyin Tokuç’la Börez Köyüne gidip köyün kahvesine girdik. İçerisi tıklım tıklım dolu; sandalyeler sinema düzeninde sıra sıra dizilmiş, herkes televizyonda o günlerde çok tutulan bir diziyi Aşk Gemisi’ni izliyordu. Selam verdiysek de millet Aşk Gemisi’ne öylesine dalmışlar ki selamımızı alan olmadı. Kahvenin ortasına doğru yürüyüp tanıdık bir yüz aradık, kimse yüzümüze bakmadı. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Ne oturmasını ne de çıkıp gitmesini bilebildik. Kahvenin ortasında ayakta, sap gibi dikilip kalmıştık. Derken, kahvenin arka tarafından bir ses, köyün delisi Rehber, ‘Oooo Doktor! Hoş geldiniz!’ deyip bizi karşıladı, masasına buyur etti. Sonra kahveciye seslenip, ‘Bak misafirlerim gelmiş…’ diyerek bize çay söyledi. Rehber’in çayını içtik. Bir süre Rehber ile oturduk ve sonra hiç kimseyle konuşmaksızın çıkıp gittik. İşte o gündür bu gündür Rehber bizim sevgili delimiz.”

Burada edebiyat tarihi için küçük ama benim için büyük bir ayrıntının altını çizeyim. Deli İbram Divanı isimli romanımı ithaf ettiğim Gördesli Rehber işte burada geçen bizim sevgili delimizdir. Mutlaka Gördes’in taşını, toprağını, mücadelesini ve delilerini severiz. Ama bizim delileri daha çok severiz elbette!

Bu güzel kitabı kaderini memleketine bağlamış herkese, özellikle de genç arkadaşlara öneririm. Büyük sosyolojilerden kopmadan toplumcu mücadelenin dün olduğu kadar bugün de mümkün olduğunu böylece görmelerini ve kavramalarını isterim.

Yıllar sonra yeniden buluşan üçlü. Soldan sağa; Avukat Cenap Güven, Rehber, Doktor Hüseyin Tokuç.
Senem Doruk İnam'la kadın mücadelesi üzerine -İrem Yıldırım-
KDK'lı kadınlar "suçlusunuz" kampanyalarını büyütüyor. "Hesap vereceksiniz" diyen kadınları, KDK Sorumlusu Senem Doruk İnam anlattı.

Senem Doruk İnam, Kadın Dayanışma Komiteleri (KDK) Sorumlusu ve Türkiye Komünist Partisi Merkez Komite üyesi.

Kadın Dayanışma Komiteleri’ne dair konuşmak için bir araya geldik.

Kadın cinayetlerinde iktidara yönelttikleri “Suçlusunuz” başlıklı kampanyayla ses getirdiler. “Hükümet suçludur” söylemlerini konuştuk, konu hem çetelere hem de mahallelerin güvenliksiz hale gelmesinin kadınlara etkisine geldi.

Beyoğlu KDK’nın bu konuda Tarlabaşı örneğinde neler yaptığını anlatırken bize  “Beyoğlu Türkiye’nin küçük bir maketi” gibi dedi ve orada siyasetle tanıştırdıkları kadınlardan bahsetti.

KDK olarak hükümeti topyekün suçlu ilan ettikleri bu yaklaşıma yeni bir boyut kazandıracaklarını açıkladı.

“Ölen kadınlar için değil, kadınların ölmemesi için mücadele etmemiz gerekiyor” dedi. Rojin Kabaiş dosyasına değindiğinde, “Şüpheli ölüm olmaz, şüpheli olan iktidarınızdır” diyerek gösterdi tepkisini.

Feministlerle ayrıştıkları noktaları anlattı, “sorunun kaynağı erkek egemenliği değil, sermaye egemenliği” değerlendirmesini yaptı.

Çok fazla başlığı bir araya getirip, konuşmayı denedik. Geçen yıl kurultaylarının ardından da söyleşmiştik, o günden bugüne neler yapıldı, tek tek konuştuk.

‘Şerife'yi bu çembere sıkıştıran ve korumayan, sahiplenmeyen düzendir’

-Geçtiğimiz haftalarda Türkiye bir isim duydu, Şerife Çeliktaş. Kocasını öldürdüğü için yargılaması başladı, biz de soL’da haberini yaptık, öyküsünü yazdık. Kadın Dayanışma Komiteleri’nin de takip ettiği bir dava. 17 yıldır şiddet gören, ailesinin hayatıyla tehdit edilince yalnızca kendi yaşamı için değil onların yaşamı için de cinayet işliyor. Bu sebeple Şerife ile başlamak istiyorum. Biz haberde “suçlu kim” sorusunu sorduk, bir de sana yöneltelim. Suçlu kim?

Suçlunun Şerife olmadığı çok açık. Bugün çok net bir korumasızlık var kadınlarla ilgili. Bir kadın az buz bir zaman değil, 17 yıl. Neredeyse hayatının yarısından fazlasını şiddete uğrayarak geçirmiş.

Yani 17 yıl boyunca hissettiği çaresizlik ve yalnızlık bence suçlunun kim olduğunu çok açık ortaya koyuyor. Bir kadın komşusuna, yaşadığı mahalledeki insanlara selam vermekten çekiniyorsa, bu denli yalnızlaştırılıyorsa, baskı altında hissediyorsa zaten onu bu çembere sıkıştıran ve korumayan, sahiplenmeyen düzendir. Sadece kadınlarla ilgili bir şey değil, temel sorunumuz bu. Türkiye gerçekten bu açıdan çok güvenliksiz bir hale gelmiş durumda. Hiç kimse kendisini güvende hissetmiyor. Kadınlar bin kat daha…

Kadınların şiddet yaşadıklarında hızlıca başvurabilecekleri alanlar olması, yeni bir hayat kurabilecekleri bir düzenin yaratılması gerekirken Şerife 17 yıl boyunca bir hapishanede kalmış ve bir cinayet işlemiş, başka bir hapishaneye girerek özgürlüğüne kavuştuğunu söylemiş. Bu çok vurucu bir şey. Ve kadınların ne kadar yalnız ve çaresiz olduğunu gösteren bir şey.

Bu noktada bireysel bir kurtuluş olamaz. Yani bir kadın birini öldürerek özgürleşemez. Devlet yurttaşını korunmalı, kollamalı, güvenliğini sağlamalı.

‘AKP toplumu tam boy çürütüyor’

-Suç meselesini biraz irdeleyelim. Şerife örneğinin bize gösterdiği gibi Türkiye'de böyle bir gerçeklik var. Ömer Çeliktaş defalarca içeri girip çıkmış; uyuşturucu, gasp, cinayete teşebbüs gibi suçlardan ceza almış biri. Hapishaneye girmek artık bu adamlar için bir rütbe. Çetelerin gerçekliğini konuşuyor artık Türkiye. Devletin içinde, sokaklarda, aile içerisinde hissediliyor. KDK da bir yandan buraya müdahale etmeyi hedefliyor ama nasıl? Biraz anlatır mısın.

Türkiye suç ülkesine dönüştü. Devletin kontrolü dışında olması imkansız olan bir şey. Beslenmese, kaynak yaratılmasa, engellenmek istense çok hızlı bir biçimde çözülebilecek bir şey bile isteye AKP Türkiyesi'nde palazlandırılıyor.

Kadın cinayetlerinin de bununla çok doğrudan bir ilişkisi var. Son dönemde işlenen kadın cinayetlerinin çok büyük bir kısmı ateşli silahlarla. Bu silahlar nereden bulunuyor? Çetelerin elden ele silah dolaştırdırdığı bir Türkiye oluşturuldu. Yok Casperlar, Daltonlar, Redkitler… Bunlar gerçekler. Mahallelerde varlar, örgütleniyorlar. Çok hızlı bir biçimde çok genç insanlar bu çeteler vasıtasıyla suça karışıyorlar.

Sadece kadın cinayetleri değil, bugün Türkiye'de trafikte, apartmanda, esnaf kavgasında insanlar ölüyor. Hakikaten çok ciddi bir suç düzeni kurulmuş durumda.

AKP toplumu tam boy çürütüyor. Bunun da temelinde bu ülkeyi parayla, mafyayla, tarikatlarla, uyuşturucuyla kirletmeleri var. Hepsi birbiriyle bir bütün.

Şerife'yi konuştuk biraz önce. ‘Seni öldüreceğim’ diyen Ömer Çeliktaş aynı gün uyuşturucu kullanarak gelmişti eve. Kadın cinayetlerinde uyuşturucu ve ateşli silah kullanımı doğrudan bu çete düzeniyle ilişki.

‘Semt evlerimizi korunaklı birer alana çeviriyoruz’

-Bir not, Şerife cinayet işledikten sonra polisler eve geldiğinde ortaya çıkıyor ki evde bir cephane varmış. Şerife diyor ki ‘her gün temizlediğim her eşyanın yerini bildiğim evde bu kadar silah olduğunu bilmiyordum’. Sadece silah değil mermiler, farklı tip silahlar çıkıyor…

Uyuşturucu, bahis sitelerinde kumar, silah ticareti. Bunlar gerçekten şu anda Türkiye'yi çok ciddi bir çürümeye ve kirliliğe maruz bırakıyor. Bugün televizyon dizileri mafya, çete dizisinden kadına tahakküm kuran erkekten geçilmiyor. Bunların her birisi toplumun hakikaten damarlarına işleyen şeyler ve güç alıyorlar buradan.

Kadın Dayanışma Komiteleri mahalleler ölçeğinde özellikle kadınların yalnız kalmaması ve çaresiz hissetmemesi konusunda bir güvence olmaya çalışıyor. Şu anda temelde yapabildiğimiz şeylerden bir tanesi bu. Semt evlerimizi korunaklı birer alana çeviriyoruz. Bu çürümeye karşı mücadele eden ve buraya savaş açmış merkezler olduğunu ilan ediyoruz.

Ancak bu mücadele düzen değişikliğinden azade değil. Çünkü bununla tekil örneklerle baş edemiyoruz. ‘Ben tehdit ediliyorum, ben ölümle burun burunayım’ diyen o kadar çok başvuru geliyor ki KDK’ya… Topyekun bu ahlaksızlığa karşı insanca yaşanabilir bir ülke kurma talebini büyütmemiz ve mücadele etmemiz gerekiyor..

Beyoğlu KDK konferasından bir kare.

Beyoğlu, Tarlabaşı… Çürümenin çok net yaşandığı yerlerden biri

-Konuştuğumuz sorunların en yoğun yaşandığı bölgelerden birinde bir çalışma yürütüyorsunuz uzun zamandır. Beyoğlu’nu kastediyorum, yakın zamanda da bir konferans yaptınız. Oradaki konuşmanızda, ‘Tarlabaşı’nda kadınlar okuma yazma öğreniyor. Kadınlar öğrendikleri harflerle siyaset yapıyor’ diyorsunuz. Bu çok vurucu bir cümle. Bunu biraz açalım istiyorum, kadınların siyaset yapmasıyla ilgili bir mücadele örme hedefiniz var.

Biraz önce anlattığımız tablonun aslında çok ufak bir örneği Beyoğlu. Bir yanda sermayenin kuşatmasıyla çok önemli bir kent merkezi görüyoruz. Işıl ışıl dükkanlar, oteller, lüks oteller, pahalı restoranlar, turistler…

100 metre arka sokağına gittiğimizde yoksullukla boğuşan, bir yanda evlerinin altında midye yapan, öbür tarafta tekstilde merdiven altı yerlerde çalışan, okuma yazma bilmeyen kadınlar, sokaklarda çalışan çocuklar görüyoruz. Uyuşturucunun, silahın ve hatta insan ticaretinin yapıldığı bir yer Beyoğlu. Bu anlamda biraz önce sözünü ettiğimiz çürümenin çok net yaşandığı yerlerden biri.

Şimdi oradaki yarattığımız örnek az önce konuştuklarımızı somutlaştırabildiğimiz bir yer. Semt evimiz korunaklı alan oldu. O semt evine çocuklar geliyor, kadınlar geliyor ve nefes alıyorlar. Bu çürümüşlüğün karşısında durmak isteyen, ‘çocuklarımız uyuşturucuya bulaşmasın’ diyen kadınlar çocuklarını elinden tutup semt evine getiriyorlar. Bu bize çok büyük bir sorumluluk yüklüyor.

Siyasetle ilişki meselesi buradan doğuyor aslında. Evet, semt evi kadınlar için bir nefes alma alanı ama bununla sınırlı değil. Bu düzeni baştan aşağı değiştirmek istiyorsak, kadınların doğrudan mücadelenin öncülüğünü üstlendiği bir pozisyon alması gerekiyor.

Sadece kadınlara değil, emekçilere çalışın, yorulun, geçinemeyin ama siyaset düşünmeyin, yaşadıklarınızla bir alakası yok diyorlar. Hayır, siyasetle halkın ilişkisi kurulmalı.

Kadınlar bu açıdan başka bir önem taşıyorlar. Çünkü siyasetten tamamen dışlanmış durumdalar. Sadece siyasetten değil, toplumdan dışlanmış durumdalar. Eğer biz burayı değiştireceksek, bu ülkeyi değiştirme iddiasındaysak kadınlar da oradan siyaset yapmanın bir parçası olacaklar.

KDK'lı kadınların öğrendikleri harflerle yazdıkları "NATO'ya hayır" pankartı.

-Bu ‘öğrendikleri harfler’ örneğini anlatır mısın bize?

Beyoğlu'nda Tarlabaşı’ndaki kadınlar için kurs düzenlendi, okuma-yazmayı öğrendiler. O dönem TKP’nin bir NATO kampanyası vardı. ‘Buraya nasıl katkı koyarız’ diye düşündüklerinde kendi öğrendikleri harfleri bir beze diktiler. Her birisi öğrendiği bir harfle ‘NATO'ya hayır’ yazdı. Okuma-yazma dahi bilmeyen bir kadının yoksullukla, adaletsizlikle, Türkiye'nin yaşadığı karanlıkla NATO arasındaki bağlantıyı kurması hem korkutacak hem de istemeyecekleri bir durum.

Bulundukları durumla hem sermayenin hem iktidarının hem emperyalizmin hem NATO'nun nasıl bir ilişkisi olduğunu ifade ettiler. Bu çok kıymetli.

‘Kadın cinayetlerinin artmış olması AKP Türkiyesi'yle ve o Türkiye'nin yarattığı erkeklikle çok doğrudan bir ilişkiye sahip’

-Siz NATO, emperyalizm, düzen vs. birçok farklı hedef gösterdiniz konuşmanın en başından bu yana. Geniş toplumsal kesimler sizden farklı, kadınların maruz kaldıkları ayrımcılık, şiddet ve tacizlerde öncelikli olarak başka bir şeyi işaret ediyor, erkek egemen düzeni. Kadın cinayetlerinin sebebinin erkekler olduğunu düşünmüyor musunuz?

Kadın cinayetleri 1800'lü yıllara dayanan bir kavram. Bir kadının başka bir cins olan erkek tarafından öldürülmesi olarak tarif ediliyor. Dolayısıyla evet, burada katil bir erkek. Üstünü kapatmak ya da bunu söylememek gibi bir tavrımız yok.

Ama tek başına meseleyi cinsiyetler arasındaki birbirine tahakküm ve birbirine uygulanmış bir şiddet, baskı olarak tarif ettiğimizde yanlış bir noktaya varıyoruz. Son dönemde bu kadar çok kadın cinayetinin artmış olması AKP Türkiyesi'yle ve o Türkiye'nin yarattığı erkeklikle çok doğrudan bir ilişkiye sahip. Münferit olarak bazı erkeklerin bazı kadınları öldürmesinden söz edemiyoruz. Bu toplumsal bir sorun, bu sınıfsal bir sorun.

Bugün kadın cinayetlerinin nedeni gerçekten bu düzendir. Ve hatta bugün Türkiye'de buna yol açan, destekleyen, aileyi öne çıkartan, kadınları hayattan da iş hayatından da koparan, kadınların yaşam tarzına müdahale ederek onları ikincil noktaya koyan gericiliği görmezden gelirsek, sermaye egemenliğini görmezden gelirsek bir yanlış yaparız. Bu erkekleri bu düzen, bu gericilik bu sermaye ve bu sömürü ilişkileri yaratıyor. Dolayısıyla çubuğu oraya büktüğümüzde çok daha geniş ve çok daha gerçek bir mücadele alanı çıkıyor ortaya.

Ne yapacağız? Bazen bizi hayalcilikle suçluyorlar. E ne yapalım o zaman bu düzen yıkılana kadar kadınlar erkekler tarafından öldürülmeye devam mı etsin? Tabii ki hayır.

‘İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Aile Bakanlığı ve iktidar bugün kadın cinayetlerinin sorumlusudur’

İktidarın, devletin sorumlulukları işaret ediyoruz. Sorunun kaynağına bakıp o kaynakla mücadele etmek bugün kadınların kurtuluşu için çok özel bir anlam taşıyor.  Kadın Dayanışma Komiteleri’nin son dönemde kadın cinayetlerine ilişkin çizdiği siyasi hat aslında yaygınlaşıyor.

Bugün bu ülkede bu kadar çok silah dolaşımı varsa bunun sorumluluğunun yalnızca erkekler değil, devlet olduğunu, İçişleri Bakanlığı olduğunu ifade etmek, hesabı oradan sormak, sorumluluğu oraya yüklemek zorundayız.

Adalet Bakanımız çıkıyor diyor ki ‘biz boşanmalarda bir masa kuracağız ve arabuluculuk işleteceğiz’, boşanma aşamasında öldürülen kadınların suçluluğunun Adalet Bakanı'nda olduğunu söylemek kadar gerçek bir şey yok.

Aile ve Çalışma Bakanlığı çıkıp ne de güzel aile yılı ilan ettik diye bir sürü şey söylüyor. Bugün öldürülen kadınların çok büyük bir kısmı aile içi şiddet sonucu ölüyor. Bizim açımızdan suçlu burada Aile Bakanlığı oluyor.

Yani İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Aile Bakanlığı ve bunu kapsayan hükümet ve iktidar bugün kadın cinayetlerinin sorumlusudur. Hesabı tek tek erkeklerden soramayız. Hesabı soracağımız yer bu düzenin sorumluluklarını yerine getirmeyen mekanizmalarda olmak zorunda.

‘Görevini yerine getirmeyen kamu görevlilerinin yargılanması için hukuk mücadelesi başlatacağız’

-‘Suçlusun İçişleri Bakanlığı’ kampanyasının genişlediğini anlayabiliriz sanırım..

Koruma kararı almış olan, korunmayan ve silahla öldürülen kadınlara ilişkin bir sorumlu aradığımızda hakikaten doğrudan oklar bize bugün en temel yetkili ve sorumlu düzeyini gösteren İçişleri Bakanlığı'na gösterdi.

Suzan Elik, kocası tarafından öldürüldü. Suzan hayatını kaybetti ve katili bulunamıyor. Nasıl bulamaz devlet bunu? Aradığı herkesi istediği zaman bulan devlet bir kadının katilini bulamıyor.

İçişlerini suçluyoruz ama bu tek başına yeterli kalmıyor. Aile Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, hükümet ve aslında bu düzeni temsil eden iktidar topyekun bugün yaşadığımız bu kirliliğin sorumlusu demek zorundayız.

Bundan sonra suçluların yargı önüne taşınması açısından bir hukuk mücadelesi de başlatacağız. Sorumluluklarını yerine getirmeyen kolluk kuvvetlerinin yargılanmadığı her durumda İçişleri Bakanlığı’na, boşanma aşamasında öldürülen kadınlar için Adalet Bakanlığı’na davalar açacağız, suç duyurusunda bulunacağız.

Hukuken bir karşılığı olmayacak elbette. Ama bunu işaret etmek, bu bütünlüğü kadınlara göstermek, bir çıkış yolu sunmak açısından da bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Ölen kadınların arkasından bir mücadele veriyoruz, bunun tersine çevrilmesi gerekiyor. Bizim kadınların ölmemesi için bir mücadeleyi ve o hattı örmemiz kadınların da buna dahil olmasını sağlamamız gerekiyor.

-Feminist değil misiniz? Neden?

Biz komünistiz. Sorunun kaynağı tek başına erkek egemenliğinden değil, sermaye egemenliğinden kaynaklanıyor. Kadınların yaşadığı eşitsizlik kapitalizmin bütün dünyada ortaya çıkardığı kirlenme, çürüme, para üzerine kurulu sömürü düzeninden kaynaklı.

Dünyanın herhangi bir yerine gittiğimizde kadın cinayetlerinde benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Tek başına nedeni bir cinsiyetin başka bir cinsiyet üzerine kurduğu tahakküm değil.

-O zaman aynı zamanda sadece AKP iktidarı ile de değil diyorsunuz.

Değil, bugün demokrasi ya da özgürlük adına örnek verilen bir takım Avrupa ülkelerinde kadına tecavüz oranlarının çok ciddi olduğunu görüyoruz.

- Akla Fransa’daki Gisèle Pelicot davası geliyor. On yıldan uzun süredir kocası Dominique tarafından uyuşturularak bayıltılmış ve internet sohbet odalarından bulduğu onlarca kişi tarafından tecavüze uğramıştı, davası sürüyor. Feminist sembol haline geldi hatta.

Evet… Bu düzenin yarattığı çürümeyle, erkeklikle çok ilişkili bir şey. Feminizm elbette ki çok farklı kapsamları olan çok geniş bir çerçeve. Feministim diyen herkesi aynı kefeye koymak doğru değil bu anlamda.

Hatta biz şunu kendi aramızda çokça tartışıyoruz. Bugün AKP Türkiyesi'nin yarattığı baskı, zorbalık, kadına dönük savaş açma durumu genç kadınlarda önemli bir duyarlılık yaratıyor. Ve bu duyarlılık bazen kendisini ‘ben feministim’ diyerek dışarıya vuruyor. Biz bununla kavga etmeyiz. Bu hattı gerçek ve sorunun kaynağı olan düzen değişikliğinin, kadınların eşitliği ve özgürlüğünün, kadınların kurtuluşunun yeni bir düzenle mümkün olabileceğine taşımaya çalışırız.

Dolayısıyla ‘feminist misin’ diye sorduğumda ‘hayır, feminist değilim, komünistim’ yanıtını veriyorum.

‘Kadına saldırıya karşı nasıl bir yön tarifi yapıyor sorusu maalesef boşlukta kalıyor’

-8 Mart'ta da feminist örgütlerin katıldığı Taksim eylemine gitmiyorsunuz, niye gitmiyorsunuz?

Kadınların 8 Mart'ı sahiplenerek bir öfkeyi, bir isyanı dışarıya taşınmasının çok kıymetli olduğunu düşünüyoruz. Ama kavga nereyle? Bu soru çok önemli.

Kavganın yönünün yanlış tarif edildiği her örnekte mücadele zarar görüyor.  25 Kasım'da, 8 Mart'ta Taksim'de büyük kalabalıklar bir araya geliyor. Peki bu kalabalıklar kadın cinayetlerine ilişkin, iktidarın yarattığı kadına saldırıya karşı nasıl bir yön tarifi yapıyor sorusu maalesef boşlukta kalıyor. Bu da özel günler ve haftalara sıkışan bir mücadele tarifi yaratıyor. Bu çok yanlış, bu zarar verecek bir şey.

-Ama sonuçta bir sürü kadın için 8 Mart'ta buluştukları noktada tepkisini gösterip, ses çıkarıyor, yan yana geliyor, yalnız hissetmiyor. Gerçi son yıllarda biraz zayıfladı… Niye öyle oldu sizce?

Zayıflamasının nedeni dediğim kavganın, yönünün yanlış kurulmasıyla ilgili. Mücadele neyle veriliyor? Nereye karşı veriliyor? 8 Mart'ta eylemlerinin kitlesinin zayıflamasına neden olan şeyler kendi içlerinde ortaya çıkan çatışmalar.

Öte yandan kimler katılabilir, kimler katılamaz meselesi. Bizim açımızdan net, belki de ayrıştırıcı, önemli noktalardan bir tanesi: sokağa kadın erkek bir arada çıkıyoruz. Çünkü bu mücadelenin ancak bu şekilde kuvvetlenebileceğini düşünüyoruz. Kadınlar elbette ki bir adım daha önde olacaklar.

Sadece bu ayrıştırıcılık bile, ‘biz bu alana erkek sokmayız’ düşüncesinin daraltıcı ve yanlış bir noktaya sevk eden bir yanı olduğunu düşünüyoruz. Ama tabii ki şu çok kıymetli, öfkesi olan, mücadele etmek isteyen tüm kadınların bütünlüklü bir mücadelenin parçası haline gelmesi ve doğru yerle kavga etmesi bizim açımızdan birincil görevlerden bir tanesi.

Kadın Dayanışma Komiteleri buna aday, bu iddiaya sahip. Biz kavgayı doğru yere örme temsiliyetini alabiliriz.

Taksim meselesinde AKP ile karşı karşıya gelen bir kitle söz konusuydu. Kıymetliydi hakikaten bir mücadelenin ürünüydü. Ama yıllar geçtikçe oradaki kavga ‘AKP'ye karşı mı’ sorusu ya da ‘düzene karşı mı’ sorusu bence belirsizlik kazanıyor.

‘Siyasi temsiliyetini üstlenenler artık AKP ile aynı masada’

-Ne demek istediniz bununla?

Çünkü oranın siyasi temsiliyetini üstlenen kimi kurum ve kuruluşlar bugün AKP ile aynı masada oturuyor. Yani buna biz gözümüzü kapatamayız maalesef.

-Farklı konular değil mi ama?

Farklı konular olmasına rağmen bir bütünlük taşıyor. AKP şu konuda iyi bu konuda kötü diyemeyiz ki. Bugün Türkiye'de yaşadığımız sermaye iktidarının ve düzeninin topyekun bir saldırısı var. Bu kadınlara, işçilere, gençlere karşı tutumdan ya da çözüm sürecinden bağımsız değil.

Dolayısıyla kadın konusu ayrı, öbürü ayrı diyebileceğimiz bir şey yok. Bütün müdahaleler bütünlüklü AKP iktidarı açısından. Dolayısıyla biz de o masanın bir parçası değiliz. Bu konu ayrı diyemeyiz. Topyekun bir mücadeleyi önümüze almakla yükümlüyüz başka türlüsünün doğru olmadığını düşünüyoruz.

Öbür türlüsü hakikaten sadece ve sadece kadınların erkeklere karşı mücadelesine sıkışan bir yan taşıyor. Burayı karşımıza alarak, burayla mücadele edilmez, buranın doğru yöne çekilmesi için müdahalelerde bulunuruz. Biz o müdahaleyi yapmaya çalışıyoruz aslında.

‘Düzen kadınların erkeklere karşı mücadele vermesinden korkmaz, kadınların düzene karşı birleşip mücadele etmesinden korkar’

-‘AKP ile artık masaya oturuyorlar’ dediniz. AKP ile aynı masaya oturdukları için artık bu mücadelenin içerisinde yer alamayacaklarını mı düşünüyorsunuz?

Yok aslında öyle değil. Sorunları ayrıştırarak mücadele etmek, sorunların bağlamını birbirinden koparmaya neden oluyor.

Örneğin NATO meselesini konuştuk ya. Şimdi diyorlar ki ne alaka NATO şu anda? Kadınların gündemi mi? Evet çok açık ki gündemi. Bizim yaşadığımız yoksulluğun, işsizliğin, kadınların en önce kapıya konulmasının, ortaya çıkan adaletsizliğin, hemen yanı başımızda bölgede yaşanan savaşların ve o savaşlarda kadınların düştüğü durumun NATO ile çok doğrudan bir ilgisi var.  Bunu yok sayıp, ‘burası yok ama işte erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddet var’ deyip biz bununla mücadele edeceğiz ayrıştırması gerçekçi değil. Gerçekçi olan diğeri. Ve zaten bu yüzden bu kadar eleştiriliyor.

Bu yüzden durduğumuz pozisyon ‘siz hayal görüyorsunuz’a indirgeniyor. Ama düzenin korktuğu şey bu. Düzen kadınların erkeklere karşı mücadele vermesinden korkmaz. Düzen kadınların düzene karşı birleşip mücadele etmesinden korkar. Temel mesele bu. Hatta diğerini tercih ederler. Meseleyi daraltır çünkü. Düzene karşı ve düzenle mücadele zemini ortadan kaldırır. Önüne bir perde çeker. Tercih ederler bunu. Mesele da direkt bununla ilişkili.

‘Türkiye'de kadın cinayetlerinin çok önemli nedenlerinden bir tanesi bu dinci gericilik ve tarikatlardır’

-Hasan Hüseyin Uysal, Konya'da bir doktor. Kıyafetini beğenmediği bir kadını muayene etmemişti. Cihatçı örgütlere yardımıyla gündeme gelen İHH'nın Konya il başkanı. Tarikatçı ama aynı zamanda da Mavi Marmara hikayesinde İsrail askerlerini tedavi etmesiyle övünen biri. Niye uzunca bu olayı hatırlatıyorum, KDK'nın da sık sık bahsettiği tarikat ve gericilik hikayesi tam burada karşımıza çıkıyor. Nedir bu tarikat ve gericilik meselesinin kadınlara etkisi?

Sömürü, gericilik ve şiddet birbirinden asla ayırt edilemeyecek bağlamlar. Gerçekten bugün Türkiye'de tarikatlar eliyle ülke çok ciddi bir karanlığa hapsedilmeye çalışıyor. Ve bu karanlıkta kadına yer yok.

Bu gördüğümüz tarikatçı örneği çok küçük bir örnek. Belki de basına yansımayan neler var bu şekilde. Zaten tarikatların yoğun olduğu bölgelere gittiğinizde, sokakta gezdiğinizde anlıyorsunuz kadınların ne yaşadığını. Bunu Türkiye toplumunun bütününe maletmeye çalışıyorlar. Dinci gericiliği cumhuriyete karşı bir savaş ilanı olarak kullanıyorlar. Sonuçta Türkiye'de 1923'te kadınların mücadeleler sonucu kazanmış olduğu bütün ilerici noktalara bir saldırıyı temsil ediyor.

Bu tarikatlar holdingler aslında, çok ciddi bir para ilişkisinin döndüğü yerler. Biz bunun karşısında cumhuriyetin ilkelerini, cumhuriyetin değerlerini, Türkiye'de var olan bu toplumsal direnci güçlendirmek konusunda bir mücadele örmeye çalışıyoruz. Türkiye'de kadın cinayetlerinin çok önemli nedenlerinden bir tanesi bu dinci gericilik ve tarikatlardır. Dolayısıyla ilk mücadele edeceğimiz, öncelikli mücadele alanlarımızdan bir tanesi.

-25 Kasım planınız nedir? Ne yapacaksınız KDK olarak?

25 Kasım sürecini 4 Ekim’de Ayşenur ve İkbal’in öldürülmesinin birinci yılında yaptığımız eylemle başlattık. 25 Kasım Kadına Şiddet ile Mücadele Günü olduğu için bizim işaret ettiğimiz o bütünlüklü çerçeveyi Türkiye'de gündem haline getireceğimiz bir mücadele planını içeriyor. 8 Mart'a da böyle bakıyoruz.

Planlamamız bu, bir sürekliliğin ifadesi olacak bizim açımızdan. 25 Kasım'ı daha fazla kadının bir araya geldiği, mücadeleyi ve kavgayı doğru bir yöne taşıdığı bir gün olarak ele alacağız. Şiddet gören, öldürülen kadınları tek başına anmak, hayıflanmak değil de hesap sormaya davet ettiğimiz bir çerçevemiz var.‘Başladık, devam edeceğiz, daha fazla güçlendireceğiz’

-Neredeyse bir yıl oldu, KDK Kurultayı'ndan sonra bir söyleşi yapmıştık sizinle. Hem kurultayı konuşmuştuk hem de biraz işte KDK'nın takvimi ne olacak, neyi amaçlıyor, ne hedefliyoruzu anlatmıştınız bize. Hangi hedeflerine ulaştı? Nedir bir yılın bilançosu?

Daha alınacak çok yolumuz var. Tablo böyle acıyken çok da iyi bir değerlendirme yapmak mümkün değil zaten. KDK'nın çok daha fazla yoksul kadınla temas etmesini konuşmuştuk. KDK burada mutlak olarak yol aldı. Semt evlerinde çok daha fazla kadınla bir aradayız.

Kadınların çaresizliğine ve umutsuzluğuna bir güvence noktasını hedeflemiştik. Burada da yol aldık. Kadınların siyasetle olan ilişkisinde çok fazla eğitim yaptık. Bunu başarmaya çalıştık.

Yine önemli hedeflerimizden biri çok sayıda genç kadına ulaşmaktı. Üniversitelerde kadın arkadaşlarımız, genç kadınlar çok daha fazla kadınla yan yana geldi. Her açıdan hukuki mücadeleyi öne koyacaktık, KDK’lar çok fazla dava üstlendi.

Ve en önemli başlıklardan biri, belki de daha yolun çok başındayız ama çok önemsediğimiz bir başlık. Kadınların iş yerlerinde bir araya gelmesi. Bizim buralarda temas alanlarımızı, ağlarımızı, iletişim kanallarımızı genişletmek en önemli hedeflerimizden biriydi. Dediğim gibi çok yolun başındayız ama burada da bir yol almaya çalışıyoruz. Bu hedeflerimiz kesintiye uğrayacak şeyler değil, çok bütünlüklü başlıklar.

Başladık, devam edeceğiz. Daha fazla güçlendireceğiz. Şimdi biz bunu gerçekten sosyalizm mücadelesine taşımak üzere bir hedef koyacağız. Her kadın sosyalizmle tanıştırmalı ve  gerçek bir eşitlikçi düzeni, o kurtuluşun gerçekliğini anlatmaya ihtiyacımız var.

/././

Hakemlere bahis hesabını TFF eliyle AKP’li iki patron açtı: İşte bahis skandalının asıl suçluları...

Yaşadığımız tartışmanın merkezinde en az 50 milyar dolarlık pastadan kimin daha büyük pay alacağına ilişkin bir kavga var. 'Temiz futbol', 'kirli hakemleri ayıklamak', 'futbolun ruhuna sahip çıkmak' hepsi koca bir palavra... Bugün hakemler bahis oynuyor diye operasyon başlatan TFF, hakemlere maç izlesin diye bahis hesabı açtırıp, bir de bonus veren kurumun ta kendisi.

Bizim bir arkadaşımız da var. Sonra anlaşıldı ki, bu hikaye farklı. Hakemlik öncesi, Peru İkinci Ligi’nde bir maça 20 liralık, Allah akıl fikir versin, oynamış ve kaybetmiş… Resmen hakem olmadan tutturamadığı bir kupon var, söylenen bu. Sevki gelmiş. Legal bahis platformu federasyona sponsor oluyor, hakemlere maç seyretsin diye hesaplar açılıyor. Bunlara hesaplar açılıyor, bir de bonus veriliyor. Hakemlerden biri bonus gelmişken nasılmış diye ona oynuyor. Onu da sevk etmişler, böyle mi çözeceksin? Sen hakemlere nasıl hesap açtırıp sonra da bonus verdirip…”

Günlerdir büyük bir gümbürtü var.

Futbolun temizlenmesi için güçlü adımlar atıldığı, TFF’nin bunun öncülüğüne soyunduğu, Akın Gürlek'in de futboldaki suç çetelerine çok kısa süre içinde darbe vurmaya hazırlandığı ileri sürülüp duruyor.

Bu sayede Türk futbolu temizlenecek, futbolu gölgeleyen bahis belası kontrol altına alınacak.

Öyle ya hakemler bahis oynayamazdı.

Yasak olduğunu bilmelerine rağmen legal bahis sitelerine girip kendi kimlik numaralarıyla abone olan, sonra da bahis oynayan düşük kavrayışlı isimlerin nasıl hakem yapıldığını şimdilik ve bir kez daha geçiyoruz. Geçerken de tüm bu soruşturmanın merkezine bu zayıf gerekçenin konulduğunun altını çiziyoruz.

Tek gerekçelerinin altını bir haftada oydular

Türkiye’de de dünyada da bahisin merkezi “yasadışı” siteler.

Türkiye’deki pasta payının en az 50 milyar dolar olduğunu yazmıştık.

Kıbrıs ve yurtdışı bağlantıları üzerinden siyasetçilerle, patronlarla, mafyalarla el ele büyütülen bir sektör bu.

Kavganın gerçeği burada dönüyor. Bu kavga sürerken “legal bahis sitelerinden bahis oynayan hakemleri ayıklayacağız, futbolu temizliyoruz” iddiası olsa olsa koca bir şaka olabilir.

Ancak şaka gibi dediğimiz bu adımın kendisinin altı dahi aradan bir hafta geçmeden boşaltıldı. 

Belki de istenen tam da bu olduğu için.

Hatırlayalım, bahis sitelerinde kupon yaptığı iddia edilen hakemlerden sadece bir tanesi futbol kamuoyu tarafından bilinen bir isimdi, Zorbay Küçük.

Kavga da onun üzerinden döndü.

Galatasaray taraftarları “şampiyonluğumuzu çaldı, kupamız verilsin” paylaşımı yaptı, Fenerbahçe taraftarı “kritik karşılaşmamızda verdiği kararlarla önümüzü kesti, lig tescili iptal edilsin” paylaşımı yaptı, Beşiktaş taraftarı "en fazla hatalı kararı bize karşı verdi" dedi, benzer şekilde Trabzonspor taraftarı da aynı hakemin kendi aleyhlerine hatalı kararlarını içeren videolar paylaştı.

Herkesi kesen ortak bir probleme, herkes birbirini hedef alarak dahil olmuş oldu. Tam da istenildiği gibi.

Sonuç mu?

Şimdi Zorbay Küçük’ün kimlik bilgilerini çalan bir ismin yurtdışından bahis yaptığı konuşuluyor, dün de suç duyurusunda bulundu.

Eğer bu iddia doğru çıkarsa, büyük bir gümbürtüyle başlatılan, sonra tek isme tutunan bu soruşturmanın ilk faslı tamamen boşa düşecek.

Sonrasında da "3700 futbolcu ve yönetici var" denilen dosyanın benzer şekilde tartışılmasına şahitlik edeceğiz.

Türkiye’de de tüm dünyada da futbolun çetelerle, patronlarla el ele nasıl çürütüldüğünü kimse konuşmayacak.

Konuşanlar da “Legal bahis oranları yükseltilmeli kardeşim, insanlar bu yüzden yasadışı bahis oynuyor. Bu sayede vergilendirmiş oluruz” çözümünden öteye gidemiyor.

Ancak daha da önemlisi var, şimdi oraya gelelim.

Bu rezalete dair hiçbir açıklama yapılmayacak mı?

Haberin başında bir alıntıyla başladık.

Alıntı yaptığımız isim spor yorumcusu Mehmet Demirkol. Demirkol, Socrates isimli Youtube kanalındaki “Oyna Devam” adlı programda dile getirdi bu ifadeleri.

Gerçekten bu sözler sonrası neyin operasyonu yapılıyor diye sormak gerekmez mi?

TFF, eski bir TFF Başkanı’nın sahibi olduğu bahis sitesiyle anlaşma yapıyor, iki ligin yayın hakkı bu siteye veriliyor. Konu bununla ilgili, biz ayrıntısıyla yazmış olalım.

Söz konusu anlaşmaya imza atan iki isim de AKP yandaşı.

Biri Limak’ın sahibi dönemin TFF Başkanı Nihat Özdemir, diğeri Demirören’in patronu, eski TFF Başkanı ve bahis sitesi sahibi Yıldırım Demirören.

İkili yan yana geliyor ve bir anlaşma imzalıyor.

Söz konusu anlaşma TFF sitesinde tam olarak şu ifadelerle duyuruluyor:

“Türkiye Futbol Federasyonu, Türkiye'nin en hızlı büyüyen bahis sitesi Misli.com ile 20 Eylül'de başlayacak 2. Lig ve 3. Lig'in isim sponsorluğu ve yayın hakkı anlaşması imzaladı. Bu sponsorlukla TFF 2. Lig ve TFF 3. Lig, 2020-21 sezonunda "Misli.com 2. Lig" ve "Misli.com 3. Lig" olarak anılacak.”

Federasyon sitesindeki bu rezalet bahis sitesi övgüsünü geçiyoruz.

Ve sonrasında öğreniyoruz ki, hakemlere bu ligleri izlemelerinin tek yolu olarak bu bahis sitesi gösterilmiş ve abone olmaları gerektiği söylenmiş.

Söz konusu liglerde tam 91 takım var, yüzlerce de maç.

Bir iddia sitesi ne hikmetse bu işe giriyor, “hiçbir çıkarı” olmadan.

Sonrasında hakemleri abone yapıyor, sonrasında bir de “bonus” veriyor.

Yani herhangi bir çete paçalarından tutmak istese tüm düzenek kurulmuş gibi, burayı da şimdilik geçiyoruz.

Ve soruyoruz, ortaya çıkan bunca bilginin ardından bir bahis soruşturması yapıldığını iddia etmek gerçekten mümkün mü?

Tekrarla bitirelim. Ortada temiz futbol operasyonu falan yok. Ortada giderek büyüyen devasa bir pastanın pay kavgası var ve yüksek ihtimalle, bu kavganın bazı aktörlerinin bu büyük gümbürtüyle sunulan operasyon haberleri sonrasında yavaş yavaş eleneceğine ve sistem dışına atıldığına şahitlik edeceğiz.

Kimse de “illegal bahis siteleri” üzerinden hakem, futbolcu ve yöneticileri bağlayarak gemisini yüzdüren patronları, çeteleri ve siyasileri konuşmayacak. 

Soruşturma başladığı ilk gün “futbol ölüyor” diyenlere yanıt vermiştik, “Futbolun öldüğü yok, bu düzenin futbolu bu” diye. Tam gaz devam ediyorlar.

***

Yalanın büyüğü -Mesut Odman-

Yalanların cirit attığı yerde, hele o yer koskoca bir ülkeyse, yalanlar arasından büyüklerini ayırt etmek, mümkünse, en büyüğünü seçmek önem kazanır.

Yalanların cirit attığı yerde, hele o yer koskoca bir ülkeyse, yalanlar arasından büyüklerini ayırt etmek, mümkünse, en büyüğünü seçmek önem kazanır. Seçince ne olacak denirse, ufak tefek yalanlarla uğraşmaktan kurtulmak az şey sayılmaz. Yoksa, işi gücü bırakıp yalanlarla haşır neşir olmaktan başka çare kalmaz ki, evlerden ırak.

Gerçi yazı böyle başladı ama, yalanın büyüğü nasıl anlaşılır sorusu ile devam etmeyecek. Bu tür bir sorunun en geçerli yanıtı, “duruma göre” olabilir. O da doğru bir yanıt olmakla birlikte, kaçamak sanılması mümkündür. Oysa, gerçekten, büyük, hele en büyük yalanı belirlemek, yalanı söyleyene, işitene, işitip de önlemini almak zorunda olana göre değişir. Standart bir yol, yöntem aramak boşunadır.

Alman faşizminin geçmişi ile az çok ilgilenmiş olanlar, sözün Hitler ile onun sadık adamlarından Goebbels’e geleceğini tahmin etmişlerdir. Aslında bu “büyük yalan” deyişinin, Hitler’in propaganda bakanı, ölmeden hemen önce bir günlüğüne başbakanı, Dr. Paul Joseph Goebbels’in buluşu olduğu çok yaygın bir inanış olsa da, bunun o kadar da güvenilir bir bilgi sayılamayacağına ilişkin itirazlar var. Hele bunun bir terim olarak ilk kullanılışının onuru mu onursuzluğu mu, daha ne onursuzlukları bulunduğuna göre, ikisi de söylenebilir, Hitler’in kendisinden başka kimsede aranmamalı. Kavgam adlı kitabında, 1925’de, Almanya’nın ilk dünya savaşındaki yenilgisini Nazi yanlısı general Ludendorff’a yıkmak isteyen Yahudilere karşı silah arkadaşını savunmak için yazmıştı Hitler. İkisinin silah arkadaşlığının ise 1923’te Münih’teki başarısız Birahane Darbesi’nden geldiğini, daha sonraki yıllarda da değişik biçimlerde sürdüğünü ekleyebiliriz.

Yine de, yaygın olarak Goebbels'e yakıştırılan Büyük Yalan tekniği ile ilgili ünlü cümleleri aktaralım:

Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz, insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır. Yalan, ancak Devletin halkı yalanın siyasi, ekonomik ve / veya askeri sonuçlarından koruyabileceği süre boyunca var olabilir. Dolayısıyla, Devletin muhalefeti bastırmak için tüm yetkilerini kullanması hayati önem taşır, çünkü gerçek, yalanın ölümcül düşmanıdır ve dolayısıyla gerçek, Devletin en büyük düşmanıdır.”

Öte yandan, Goebbels, 1941 yılının başlarında yazdığı “Churchill’in Yalan Fabrikası” başlıklı makalesinde büyük yalan tekniğini İngilizlerin kullanmakta usta olduğunu söylemiştir:

“Kural olarak hiç kimse, sırlarını ifşa etmemelidir, çünkü o sırlara tekrar ihtiyaç olup olmayacağını ve ne zaman ihtiyaç duyulacağını kimse bilemez. Temel İngiliz liderlik sırrı, belirli bir zekaya bağlı değildir. Aksine, oldukça aptalca bir kalın kafalılığa bağlıdır. İngilizler, yalan söylediğinde büyük yalan söyleme ve ona bağlı kalma ilkesini izler. Gülünç görünme riskine rağmen yalanlarını sürdürüyorlar.”

İkinci büyük savaş sürerken, 1943 yılında, CIA’in öncüsü sayılabilecek bazı kişilerin ve kurumların talebi üzerine Harvard’lı tanınmış bir psikolog Hitler’in psikolojik profilini ortaya koyabilecek bir çalışma yapıyor. İlgili uzman bir araştırma ekibi oluşturarak beş altı aylık çok kısa bir sürede çalışmayı tamamlıyor. Raporda Hitler’den şöyle söz ediliyor: 

“...Başlıca kuralları şunlardı: halkın sakinleşmesine asla izin vermeyin; bir hatayı veya yanlışı asla kabul etmeyin; düşmanınızda bir miktar iyilik olabileceğini asla kabul etmeyin; alternatifler için asla yer bırakmayın; asla suçu kabul etmeyin; her seferinde bir düşmana yoğunlaşın ve yanlış giden her şey için onu suçlayın; insanlar büyük bir yalana küçük olandan daha çabuk inanacaklar; ve yeterince sık tekrarlarsanız, insanlar er ya da geç buna inanacaktır...” 

Çözümleme yapılan kişiliğe ilişkin buna benzer saptamalar aynı yılın sonuna doğru yazılan bir başka raporda da görülüyordu:

“…Asla bir hata veya yanlışı kabul etmemek; suçu asla kabul etmemek, her seferinde bir düşmana konsantre olmak; ters giden her şey için o düşmanı suçlamak; siyasi bir kasırga yaratmak için her fırsattan yararlanmak…” 

Hitler 30 Nisan 1945’de Goebbels’i şansölye olarak atadı ve öğleden sonra henüz evlendiği karısı ile birlikte intihar etti. Goebbels ise 1 Mayıs günü altı çocuğunun kendi adamlarınca öldürülüşüne nezaret ettikten sonra karısı ile birlikte, 1 günlük başbakanlığın ardından, aynı işlemi gerçekleştirdi. 

Büyüğüyle küçüğüyle yalanlar onları kurtaramadı.

/././

soL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -31 Ekim 2025-

  Hüküm devletin, tasarruf işgalcinin!-Yusuf Yavuz- Sayıştay’ın Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda yaptığı denetimlerde, d...