Kayyum atanan TELE 1'de çalışanlar istifa etti: "Penguen medyası olmayacağız!"
Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ'ın 'casusluk' suçlamasıyla tutuklanmasının ardından kayyum atanan TELE 1'de çalışanlar istifa etti. TELE 1 Ana Haber Sunucusu Murat Taylan, kayyum iradesini tanımadıklarını belirterek Penguen medyası olmayacağız!" dedi.
Merdan Yanardağ'ın tutuklanmasının ardından kayyum atanan TELE 1'in çalışanları istifa etti.
Gazeteciler adına açıklamayı açıklamayı TELE 1 Ana Haber Sunucusu Murat Taylan okudu. TELE 1 çalışanlarının istifa kararını açıklayan Taylan, "Penguen medyası olmayacağız" dedi.
TELE 1 kanlaının 2017 yılında, özgür medya anlayışı ve gerçeğe sadakat ilkesiyle, Merdan Yanardağ öncülüğünde yola çıktıüını anımsatan Taylan, Sansürün, baskının, karanlığın üzerine ışık tuttuk.Televizyonumuzla, internet sitemizle, sosyal medyamızla… Bu ülkenin hakikat arayan sesi olduk" dedi.(https://youtu.be/ZnJ844hQjPo)
"ÖZGÜR BASINA BİR DARBE DAHA VURULDU"
Sekiz yıl boyunca yüzlerce gazeteciyi, binlerce konuğu ağırladıklarını, halkın çıkarlarını savunduklarını kaydeden Taylan, "emeğin, doğanın, ezilenin yanında durduklarını, 15 Temmuz’un ardından ilan edilen OHAL koşullarında yayın hayatına başlayıp tehditlere, ekonomik ablukalara, siyasi baskılara rağmen dimdik ayakta kaldıklarını" vurguladı.
Yayın anlayışları ile iktidarın hedefi haline geldiklerini söyleyen Taylan, 24 Ekim'de TELE 1'e kayyum atandığına dikkat çekerek "Genel Yayın Yönetmenimiz Merdan Yanardağ, akıl almaz bir suçlamayla tutuklandı. Hukuk bir kez daha ayaklar altına alınarak, özgür basına bir darbe daha vuruldu" dedi.
Kayyum yönetiminin ilk işinin haber bültenlerini susturmak olduğunu kaydeden Taylan, kayyum iradesini tanımadıklarının belirterek "TELE 1’in ekran yüzleri, yöneticileri tele1.com.tr yazarları ve kamera arkasında çalışan bazı arkadaşlarımızla birlikte, kayyım yönetimindeki TELE 1’den ayrılıyoruz" dedi.
Taylan, özetle şunları söyledi:
"Bu ülkede demokrasinin son ekranlarından biri olan TELE 1’de artık yalnızca belgeseller yayınlanıyor. Gazeteciliği onur sayan, Türkiye’de halkın gerçeğe ulaşmasını savunan bir kanalın, “penguen medyası”na dönüştürülmesine izin vermeyeceğiz. Bugüne kadar yaptığımız yayıncılığın dışında onurumuzu zedeleyecek bir yayın anlayışını asla kabul etmemiz mümkün değildir.
Dolayısıyla Kayyım iradesinin TELE 1’e verdiği yeni yayıncılık anlayışını tanımıyoruz. Bu karanlığı reddediyoruz. TELE 1’in ekran yüzleri, yöneticileri tele1.com.tr yazarları ve kamera arkasında çalışan bazı arkadaşlarımızla birlikte, kayyım yönetimindeki TELE 1’den ayrılıyoruz.
Biz susmayacağız. Kalemimizi satmayacağız, kırmayacağız. Boyun eğmeyeceğiz. Gazeteciliği, halkın haber alma hakkını, özgürlüğü demokrasiyi savunmaya devam edeceğiz.
"GERÇEĞİN YANINDA DİMDİK DURMAYA DEVAM EDECEĞİZ"
Bu süreçte yanımızda duran, sesini yükselten, kalbi bizimle atan herkese teşekkür ediyoruz. Bizim yolumuz belli: teslim olmayacağız, Gerçeğin yanında dimdik durmaya devam edeceğiz.
Bu kadro Türkiye’nin demokrasi mücadelesine bulduğu her imkanla katkı sunmaya devam edecektir. ve inanıyoruz ki bu karanlığı dağıttığımızda TELE 1 yayıncılık anlayışı yeniden doğacak, Bağımsız, özgür ve onurlu bir kanal olarak, kaldığı yerden, gerçeğin izinden devam edecektir.
TELE 1'in kurucusu ve genel yayın yönetmenimiz Merdan Yanardağ'ın yanında ve arkasındayız. Ona da buradan saygı ve sevgilerimizi sunuyoruz. Bu, bir geri çekilme değil; bir direniş ilanıdır. Ya bir yol bulacağız ya da bir yol yapacağız."
NE OLMUŞTU?
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanlığı görevinden uzaklaştırılan Ekrem İmamoğlu, Necati Özkan ve Merdan Yanardağ hakkında "casusluk" suçundan başlatılan soruşturmada, televizyon kanalı TELE1'in sahibi olan ABC Radyo Televizyon ve Dijital Yayıncılık AŞ'ye, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nun (TMSF) kayyum olarak atanmasına karar verilmişti.
Kayyum heyetinin başına ise bir dönem Yeni Şafak yazarlığı da yapmış İbrahim Paşalı getirilmişti.
***
Muhalefet ‘direniş’, halk ‘değişim’ istedikçe cumhur gerildi: İttifakın arasına ‘yurttaş’ kaması -Yaşar Aydın-
MHP ve AKP’nin onca güç gösterisine rağmen, ekonomi ve çözüm süreci konusunda ikna edebildikleri kesim yüzde 15’te kaldı. İzlenen yol konusunda fikir ayrılıkları mesafenin giderek açılmasına da neden oluyor.
Cumhur İttifakı, 2018’den bu yana Türkiye siyasetinin merkezine oturmuş durumda. Bu süreç içerisinde MHP ve AKP, yalnızca kendi ortaklıklarıyla ayakta kalacak Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi adını verdikleri bir rejim inşa ettiler. Bahçeli ve Erdoğan, ülkeyi karanlık bir tünele sokan bu süreci büyük bir uyumla bugüne kadar taşımayı başardı.
İttifak içinde kriz konusu olabilecek her mesele, ikilinin özel sohbetleri ve müdahaleleriyle bugüne kadar halının altına süpürülerek ertelendi.
Son birkaç haftadır ilişkide başka bir düzey gelişti. Parti liderleri ve kurmaylar, sanki birlikten çok farklı yanlarını gösterme uğraşına girmiş durumdalar. Bunun bir görev paylaşımı mı yoksa derinleşen fikir ayrılığı mı olduğuna dair, elimizdeki veriler üzerinden kesin bir kanaat bildirmek mümkün değil.
Ancak son yaşananları alt alta koyduğumuzda, geleceğe dair hiç de yabana atılmayacak bir senaryo çıkarmak mümkün.
YENİ DURUM: GERİLİMLİ İLİŞKİ
Cumhur İttifakı hâlâ iki parti için de karşılıklı bir zorunluluk niteliğinde. AKP, parlamentoda çoğunluğunu MHP desteğiyle koruyor. MHP ise iktidar bloğunda yer alarak politik etkisini sürdürüyor. Ama bu zorunluluk, ikili arasında gerilimin yaşanmasına engel olamadı.
Son gerilimin kaynağı olarak Bahçeli’nin “Terörsüz Türkiye” projesine AKP cenahının ayak diremesi gösteriliyor. Oysa yaklaşık bir yıldır farklı etaplardan geçen süreç bir şekilde ortak bir proje hâline getirilmişti. Ne olduysa daha çok Erdoğan’ın ABD ziyaretinden önce oldu.
Peş peşe yapılan “kara para” operasyonları ve Bahçeli’nin karşı açıklamaları, dikkatleri ittifak içi çelişkilere çekmeye yetmişti. Ardından Erdoğan–Trump görüşmesi öncesinde gelen TRÇ (Türkiye–Rusya–Çin) açılımı, ilişkinin bir bütün olarak masaya yatırılmasına neden oldu.
Bahçeli’nin KKTC seçim sonuçları sonrası yaptığı çıkışlar, polis atamaları, CHP’ye yönelik operasyonlara dair “bitsin” çıkışı, Kenan Tekdağ olayı ve Bahçeli’nin her defasında Saray’ın duvarına çarpıp yere düşen, yanıtsız kalan çağrıları da bu tabloya eklendi.
Bırakın çatlağın kapanmasını, her defasında sızıntı daha büyük oranlara yükseldi.
SOKAĞIN SESİ PANİĞİ ARTIRDI
MHP lideri Bahçeli, bundan yaklaşık bir yıl önce, 5 Kasım 2024 tarihinde Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Eğer terör hayatımızdan sökülüp atılırsa, eğer enflasyon canavarına kesif bir darbe indirilirse, Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarsa, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir?”
Bahçeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seslenirken iki temel konuda “başarıyı” şart koştu: çözüm süreci ve ekonomi.
Geriye dönüp bakıldığında, bu iki meselede adım atılmaya çalışılsa da halkın gözünde çoktan sınıfta kalındı. KONDA’nın son yaptığı kamuoyu yoklamasında, Kürtlerin ve Türklerin iktidarın Kürt sorununu çözemeyeceğine dair mutlak bir kanaate sahip olduğu görülüyor.
KondaEylül ayı itibarıyla “İktidar Kürt sorununu çözer” diyenlerin oranı yüzde 12’de kaldı.
Ne tuhaf bir rastlantıdır ki, “Ekonomi iyiye gidiyor” diyenlerin oranı da yüzde 15’le bu rakama çok yakın.
MHP ve AKP’nin, tüm gürültülü güç gösterisine rağmen, iki temel konuda ikna edebildikleri toplumsal kesim yalnızca yüzde 15’lik dilimde kaldı.
Bu rakam sadece MHP’de değil, AKP’de de tedirginlik yaratıyor. İzlenen yol konusunda fikir ayrılıkları giderek duygusal kopuşa da neden oluyor.
İki parti için tek kriter seçmen davranışı da değil; çekirdek kadroda çözülme emareleri baş göstermiş durumda.
Kıbrıs, PKK ve İsrail başlıkları, Türkiye sağını yıllardır bir arada tutan birer “tutkal” vazifesi gördü.
KKTC seçimlerini Tufan Erhürman’ın kazanması sonrası MHP’den gelen tepkiyi de bu açıdan değerlendirmekte fayda var.
Bugüne kadar savundukları her şeyden vazgeçen bir MHP, kimi nasıl ikna edebilir?
KİM, NEDEN KATILMADI?
Beştepe’de Erdoğan tarafından verilen Cumhuriyet resepsiyonu, MHP–AKP ve DEM–AKP ilişkilerinin de yeniden tartışılmasına neden oldu.
Devlet Bahçeli hem Anıtkabir’de hem de Beştepe’de yoktu. Bu durum, “Kıbrıs tavrı” olarak yorumlandı.
DEM Parti, alışkanlıktan olsa gerek Beştepe’ye çağrılmadı bile. Buna rağmen DEM’den gelen açıklama “Süreci etkileyecek bir durum değil” şeklinde oldu.
Bu olaydan yaklaşık 12 saat sonra, komisyona Hakan Fidan ve Yılmaz Tunç katılarak bilgi verdi. Numan Kurtulmuş “Rapor yazım aşamasına geldik” dedi. Aynı gün İmralı heyetiyle Erdoğan bir görüşme gerçekleştirdi. Kandil, Türkiye’den çekilme gerekçesini açıkladı.
Tüm bu gelişmelere bakınca gerçekten her şey istenildiği çizgide ilerliyor gibi bir görüntü var. O hâlde sıkıntı nerede? Belli ki yine dönüp bir kez daha KONDA’nın araştırmasına bakmakta fayda var. Halkın iktidara ve uygulamalarına karşı duruşu, herkesi adım atmak konusunda bir kez daha düşünmeye itiyor.
BİR KEZ DAHA BAHÇELİ Mİ?
MHP lideri Devlet Bahçeli, ülkenin makas değiştirme anlarında yaptığı çıkışlar ve hamlelerle tanınır. AKP’yi iktidara getiren de, onu o koltukta tutan da büyük oranda bu hamleler oldu.
AKP ile MHP arasında son günlerde artan gerilim sonrası, “Bahçeli bir kez daha devreye girer mi?” sorusu akla geldi.
Son günlerde ortaya çıkan iktidar içi tepişme, aralarındaki mesafenin her gün arttığına işaret ediyor. Bu mesafe henüz bir kopuş sinyali vermese de, siyasetin önümüzdeki dönemde daha gergin, iç rekabetli bir ittifak ilişkisine evrileceğini gösteriyor.
Bu gerilimin derinleşip ülkenin erken seçime gitmesi ise muhalefetin göstereceği dirayet ve izleyeceği yola bağlı.
Halkı inandıramayan bir iktidar var; bu artık netleşti.
Muhalefet ise rüştünü ispatlamak ve halkı ikna etmek zorunda.
Siyaset tam da bu noktada sıkışmış durumda.
EPDK tarafından yayımlanan Resmi Gazete'de yayımlanan kararla elektriğe gizli zam yapıldı. Apartmanların ortak kullanımındaki elektrik tüketim tutarı 4 bin kWh ile sınırlandırıldı.
Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) elektrik faturalarına gizli zam yaptı. Resmi Gazete’de yayımlanan kararla apartmanların ortak kullanımındaki elektrik tüketim tutarı yıllık 4 bin kilovatsaat (kWh) ile sınırlandırıldı.
Kararda şunlar denildi: “1 Ocak 2026 tarihinden itibaren 2026 yılı için mesken tüketici grubu kapsamında yer alan kamu kurum ve kuruluşları, mahalli idareler ile birlikte mesken olarak kullanılan müstakil binalar, apartmanlar ve apartmanlar içindeki bağımsız bölümler, konut kooperatifleri ve konut siteleri ile bu yerlerin ayrı sayaç ile ölçümleri yapılan kalorifer, asansör, hidrofor, merdiven otomatiği, kapıcı dairesi ve benzeri ortak kullanım yerlerine yönelik 4 bin kWh/yıl; mesken tüketici grubu kapsamında yer alan T.C. İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı tarafından kurulan geçici barınma merkezleri, köylerde içme suyu temini ve dağıtımı amaçlı kullanılan tesisler ile diğer tüketicilere ve tarımsal faaliyetler tüketici grubuna yönelik 150 milyon kWh/yıl; kalan tüketici gruplarına yönelik 15 bin kWh/yıl olarak uygulanır.”
SINIR ORTALAMANIN ALTINDA
Kararla birlikte yıllık 4 bin KWh elektrik kullanımı aşılırsa doğrudan faturaya yansıtılacak. Türkiye'de evlerin ortalama yıllık enerji tüketimi ise yaklaşık 5 bin kWh civarında. Yani ortalama 1000 kWh doğrudan faturalara yansıyacak.
DÜZENLEME KİMLERİ ETKİLEYECEK?
Uygulama yıllık 4 bin kilovatsaati yani aylık ortalama 333 kilovatsaati aşan kullanıcıların tüm tüketimlerini kapsıyor. Aylık 333 kilovatsaat elektrik tüketen yani bugünkü tarifeyle aylık 984 liranın üstüne çıkan her kullanıcı bundan etkilenecek. Toplamda 2,5 milyon abone, yani abonelerin yaklaşık yüzde 6’sı etkilenmiş olacak. Düşük kademede (günlük 8 kilovatsaat altı tüketim) yaklaşık yüzde 57, yüksek kademede (günlük 8 kilovatsaat ve üzeri tüketim) yüzde 36 oranında sübvansiyon sağlanmaya devam edileceği öngörülüyor. Diğer yandan sanayi ve ticarethanelerde uygulama değiştirilmeyerek bu tüketici grupları için yıllık limit 15 bin kilovatsaat olarak muhafaza edildi.
FATURA NE KADAR ARTACAK?
CHP Sanayi Komisyonu Sözcüsü ve İzmir Milletvekili Ednan Arslan düzenlemeyi eleştirdi. Arslan düzenlemeyle 980 lira olan faturanın 1955 liraya yükseleceğini açıkladı.
Arslan şunları söyledi: “Bu yeni düzenleme ile vatandaşın elektrik faturasına %90'ı aşan oranda zam yapmış olacak. 980 TL olan Fatura 1955 TL olacak. Faturalarımızın kademesine göre zaten %60-70’inden fazlası sadece dağıtım bedeli olarak şirketlere gidiyor. Ayrıca Tarımsal sulama amaçlı kullanılan elektriğin Son Kaynak Tedarik Tarifesi Kapsamındaki limiti de yıllık 15 bin kWh’a çekildi. Gıda enflasyonu artarken, çiftçimiz artan maliyetler nedeniyle hasat yapamazken tarıma destek artırılacağına azaltıldı. Vatandaşı, kaliteli ve ucuz hizmet sunmayan dağıtım ve görevli tedarik şirketlerinden, bireysel sözleşme yaparak elektrik almaya zorlamak istiyorlar. Özelleştirmeler ile yandaşlara peşkeş çektiğiniz enerji piyasasında oluşan kara delikten kurtulmak için milletin sırtına binmeyi bırakın.”
***
Cumhurbaşkanlığı raporu: 4,5 milyondan fazla hane muhtaç-Mustafa Bildircin-
Türkiye ekonomisine yönelik hedef ve politikaların yer aldığı 2026 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı'ndan yoksulluk çıktı. Programda, sosyal yardıma muhtaç hane sayısının 4,5 milyonu aştığı, GSS prim borcunu ödeyemeyen kişi sayısının ise 9,5 milyona dayandığı belirtildi.
AKP'nin ekonomi politikası, milyonlarca haneyi yoksulluğa sürükledi. İktidar çevresindeki bir avuç azınlık zenginliğine zenginlik katarken çok sayıda yurttaş, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz duruma getirildi.
Türkiye ekonomisine yönelik 2026 yılı hedef ve politikalarının yer aldığı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı da Türkiye’deki derin yoksulluğun boyutunu bir kez daha gözler önüne serdi. Sosyal yardıma muhtaç yurttaş sayısındaki artışın yansıdığı rapor, “Yoksulluğun itirafı” niteliğini taşıdı.
ARTAN YARDIMA MUHTAÇLIK
Sosyal yardıma muhtaç hane sayısının, 2024 yılı sonu itibarıyla Covid-19 salgını nedeniyle sosyal yardımların artırıldığı 2022 yılındaki sayıyı geride bırakması dikkati çekti. Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’na göre, 2022 yılında 4 milyon 498 bin 852 olan sosyal yardım alan hane sayısı, 2024 yılının sonunda 4 milyon 574 bin 684’e yükseldi. TÜİK'in dört kişilik hane hesabıyla Türkiye’de sosyal yardıma muhtaç kişi sayısı 18 milyon 298 bin 736’y ulaştı.
GSS BORÇLULARI
Genel Sağlık Sigortası Prim borcunu ödeyemeyen kişi sayısı da derin yoksulluğun boyutuna ayna tuttu. 2023 yılında 9 milyon 21 bin 162 olan GSS borçlusu sayısının, 2024 yılının sonunda 9 milyon 444 bin 458’e yükseldiği öğrenildi.
Türkiye’de, “Yoksulluğun fotoğrafı” olarak yorumlanan kömür yardımlarına yönelik veriler de yıllık raporda paylaşıldı. 2024 yılında 1 milyon 579 bin 863 haneye kömür yardımı yapıldığı bildirildi.
***
Talan zincirinde yeni bir halka -Gökay Başcan-
AKP’nin muhafaza ormanlarını talana açacak planına BirGün ulaştı. Henüz taslak olan yönetmelik değişikliğiyle ormanlarda siyanür kullanılabilecek. Maden lobisi için hazırlanan değişiklik gerçekleşirse zeytinliklerin ve milli parkların ardından muhafaza ormanlarındaki koruma statüleri de kalkacak.
Zeytinliklerin taşınması, işgal yasası, Milli Parklar değişikliği, 2B Yasası, Ek 16. Madde’yle yağma ve talan hız kazanırken şimdi de muhafaza ormanlarında maden faaliyetlerine açılmak isteniyor.
BirGün’ün ulaştığı taslağa göre, Muhafaza Ormanları’nda yönetmelik değişikliğine gidiliyor. Böylece sit alanlarının, bir imzayla vasfını yitiren ormanların ve milli parkların ardından, muhafaza ormanları da maden şirketlerinin kullanımına açılıyor.
Türkiye’de toplam 23 milyon hektarlık orman alanının yaklaşık 248 bin hektarı muhafaza ormanı statüsünde bulunuyor.
18 maddeden oluşan “Muhafaza Ormanlarının Ayrılması ve İdaresi Hakkında Yönetmelik Taslağı”na göre artık muhafaza ormanlarında, başta madencilik olmak üzere çeşitli faaliyetlerin yapılabilmesinin önü açılacak.
Taslağın “Kısıtlamalar, İstisnalar, Cezalar ve Muhafaza Ormanı Statüsünün Kaldırılması” başlıklı 5. bölümünde yer alan 12. maddeye göre, Maden Kanunu’nun I. ve II. grup madenlerine izin verilmezken, II (b), III, IV ve V. grup madenlere ilişkin izinler “Genel Müdürlükçe değerlendirilir.”
Yani bu değişiklikle birlikte, taş ve çakıl ocağı gibi faaliyetler yasak kalsa da başta altın olmak üzere tüm metalik madenler, ayrıca taş kömürü, linyit, petrol ve doğalgaz projeleri için izin verilebilecek.
AKP eliyle orman koruma statülerinin bir bir ortadan kaldırılması, ülkenin bir avuç maden şirketi lobisi tarafından yönetildiğini gözler önüne serdi.
KANUNUN İÇİ BOŞALDI
6831 sayılı Orman Kanunu, 1956 yılında Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Ülkenin ormanlarını korumak, geliştirmek ve sürdürülebilir biçimde işletmek amacıyla hazırlanan kanun, AKP döneminde içi büyük ölçüde boşaltıldı.
Artık ormanlar, tek adamın bir imzasıyla vasfını yitirebilen ve binlerce hektarı şirketlere devredilebilen alanlara dönüştü.
DÖNÜM NOKTASI EK16
2018’de çıkarılan ve Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle eleştirilen 6831 Sayılı Orman Kanunu’nun Ek 16. Maddesi, ormanlar üzerindeki yıkımı artıran bir milat olarak görülüyor.
AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tek bir imzasıyla, orman vasfını yitirip sıradan bir araziye dönüşen alanlar bir bir yok ediliyor.
Resmî Gazete’de hemen her hafta, “Bilim ve fen bakımından orman olarak muhafazasında yarar görülmediği” gerekçesiyle yeni alanların orman vasfı kaldırılıyor. 2022’de yürürlüğe giren Orman Parkları Yönetmeliği de benzer bir talanın önünü açtı. Bu yönetmelikle orman parkları, kapalı teklif usulüyle 20 yıla kadar kiralanabiliyor.
Yaşam savunucuları, akademisyenler ve uzmanlar tarafından “işgal yasası” olarak tanımlanan, temmuz ayında yasalaşan Maden Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, ülke topraklarının işgalinin başlangıcı olarak görülüyor.
Zeytinliklerin taşınmasının ve talan edilmesinin önünü açan yasa, ormanlardaki yapılaşma baskısını da artırdı.
Yeşil alanları koruyan tüm yasal düzenlemeleri ortadan kaldıran bu adımla birlikte talanın önü tamamen açılmış oldu.
Yasanın ardından ulusal ve uluslararası maden şirketlerinin ülkenin dört bir yanındaki faaliyetleri hız kazandı.
MİLLİ PARKLAR VE DİĞER KORUMA ALANLARI
Ormanların ve zeytinlik alanların ardından, koruma statüsü yüksek tüm yeşil alanlar da hedef haline geldi.
AKP iktidarı, Milli Parklar’ı da unutmadı. 15 gün önce TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda kabul edilen “Milli Parklar Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Teklifi”, milli park ve tabiat parklarının turizm, konaklama ve altyapı yatırımlarına açılmasını öngörüyor.
Yakında Meclis Genel Kurulu’na gelmesi beklenen teklif, milli parklardaki yağma ve talanı daha da hızlandıracak. Sit alanları, zeytinlikler, korunması gereken doğal alanlar, orman parkları, milli parklar ve şimdi de muhafaza ormanları AKP eliyle yandaş sermayeye peşkeş çekiliyor.
MUHAFAZA ORMANI NEDİR?
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 23–24. maddelerine göre, muhafaza ormanları; erozyon, çığ, sel, taşkın ve heyelan gibi tehlikeleri önlemek; su kaynaklarını, toprağı ve yaban hayatını korumak amacıyla ayrılan, üretimden çok koruma işlevi öncelikli ormanlardır.
Ayrılma ve işletme esasları, “Muhafaza Ormanlarının Ayrılması ve İdaresi Hakkında Yönetmelik”te düzenleniyor.
2020 yılında yayımlanan resmî istatistiklere göre, Türkiye genelinde 54 ayrı bölgede toplam yaklaşık 247 bin 707 hektar büyüklüğünde muhafaza ormanı bulunuyor.
∗∗∗
PARASINI VEREN GERİDE ÇÖL BIRAKABİLİR
Geçen temmuz ayında tüm itirazlara rağmen kabul edilen ve kamuoyunda işgal yasası olarak bilinen maden yasasının değişikliğinin ardından yeni bir düzenleme daha getirildi. Resmi Gazete’de dün yayımlanan maden yönetmeliğindeki değişiklikle birlikte, çevreyle uyum planını kaldırıldı, ‘rehabilitasyon bedeli’ uygulamasına geçildi. Böylece madencilik faaliyetinin ardından bölgeyi rehabilite etmek zorunda olan şirket artık ‘rehabilitasyon bedeli’ ödeyecek. Yani parası veren arkasında büyük bir çöl bırakabilecek.
AKP eliyle her yıl binlerce hektar yok ediliyor. Son 10 yılda enerji, maden gibi birçok ormancılık dışı faaliyete açılan ormanlık alan 375 bin 861 hektar. Bu büyüklük Kocaeli ilinin yüzölçümüyle aynı.
• 2014: 40868 • 2015: 46855 • 2016: 42393 • 2017: 56929 • 2018: 25192 • 2019: 24234 • 2020: 48524 • 2021: 34449 • 2022: 21553 • 2023: 17773 • 2024: 23053
***
Ortakların öncelikleri farklı -Berkant Gültekin-
Cumhuriyet’in 102’nci yıldönümünü, demokrasiye vurulan yeni darbelerle karşıladık. 29 Ekim’den birkaç gün önce, yine Ekrem İmamoğlu’nu hedef alan bir soruşturma kapsamında gazeteci Merdan Yanardağ gözaltına alındı. Daha ifadesine bile başvurulmadan, üstelik resmiyette oğlunun üzerine kayıtlı olan TELE 1’e el konularak kayyum atandı.
“Casusluk” soruşturması kapsamında İBB Başkanı İmamoğlu, sosyalist ve bağımsızlıkçı duruşuyla bilinen gazeteci Yanardağ ve İmamoğlu’nun kampanya direktörü Necati Özkan tutuklandı. Soruşturma, görünürde casusluk faaliyetini içeriyordu; ancak dosyada bunun nasıl gerçekleştirildiğine ve tutuklanan isimlerin ne şekilde casusluğa iştirak ettiklerine ilişkin yine somut bir bulgu yoktu. Soruşturmada tutuklamaya gerekçe olarak gösterilen temas ve diyaloglarla, ülkede on binlerce kişiye “şüpheli” etiketi vurmak mümkün.
Soruşturmanın en büyük mağdurlarından biri de TELE 1 çalışanı gazeteciler oldu. 24 Ekim sabahı sıradan bir mesai gününe başlayacaklarını düşünürken, akşam evlerine kayyum atanmış bir kanalın emekçileri olarak döndüler. Kayyum zihniyetiyle çalışmalarını sürdürmeleri elbette mümkün değildi. Gazeteciler, dün TELE 1’in önünde yaptıkları açıklamada “Penguen medyası olmayacağız” diyerek istifa ettiklerini duyurdu. Topluma doğru haberi ulaştırmak için gecesini gündüzüne katan insanları işte böyle üç günde işinden etti bu düzen.
“SÜREÇ”İN MÜZMİN MUĞLAKLIĞI
Siyasetçilerin ve gazetecilerin akla ziyan suçlamalarla tutuklandığı, kanallara ve belediyelere peş peşe kayyumların atandığı bu ağır baskı düzeninde, bir yandan da sanki her şey normalmiş gibi “çözüm” ve “süreç” kavramları etrafında yeni bir siyasi durum geliştirilmeye çalışılıyor. Gelinen noktada anlaşılıyor ki sürece bir isim verilmemiş olması, sürece dair ortak bir düşünsel çerçevenin çizilememesi ve hâlâ bu konuda yol alınamamasıyla ilgilidir.
Devletin ve Kürt siyasi hareketinin sürece farklı anlamlar yüklemesi bir yana, blokların içinde de belirleyici bir bütünlük olmadığı görülüyor. Sürekli birilerini dinleyen Meclis komisyonunun ne ürettiği, sürece nasıl bir katkı sunduğu belli değil. Erdoğan ve hükümet, Bahçeli’nin talep ettiği hıza ve kararlılığa yeterince ikna edici bir yanıt veremezken; Kandil, Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesi konusunda ısrarcı. Kürtler ve demokratik kamuoyu üzerinde etkili olan isimlerden, cezaevindeki Selahattin Demirtaş ise (doğru-yanlış ayrı tartışma konusu) bugün yürütülmekte olandan çok daha farklı bir formül ortaya koyuyor.
Bahçeli rahatsızlığını kendine has mesajlarla belli ediyor. Hatta mesaj verdiğini de çevresindekilerin söylemleriyle pekiştiriyor. Uzun süredir bazen videolarla, bazen de yürütülen soruşturmalara yönelik çıkışlarıyla çizgisini belirginleştirme çabası içinde. Ancak ittifakın geleceğine dair olumsuz değerlendirmeler artınca -ki bunların kaynağı aslında onun eylemleri- bu kez de kürsüden iddialı ifadelerle, sert söylemler eşliğinde “Cumhur İttifakı’nda çatlama, patlama yok” diyor. Muhtemelen salı günü yapacağı grup toplantısı yine benzer ifadelere sahne olacaktır. Buna “Bahçeli döngüsü” demek yanlış olmaz.
Erdoğan’a gelince… Adımlarını hâlâ çok temkinli atıyor. Süreci sahiplenme konusunda sergilediği tereddütten zihinsel olarak çok uzaklaşmış sayılmaz. İlk çözüm sürecinden kalan bagajın etkisiyle yoğurdu üfleyerek yiyor. Kürt hareketiyle yürütülen İmralı merkezli sürecin doğuracağı siyasi maliyetlerin, siyasi hayatında telafisi zor hasarlara yol açabileceğinin farkında. Haksız olduğu da söylenemez; çünkü AKP’nin MHP ile inşa ettiği, milliyetçi-devletçi söylem ve bu ideolojik konseptle sağladığı kitle konsolidasyonuna dayalı “güvenlik rejiminin” böylesi bir manevrayı kaldırıp kaldıramayacağı büyük bir soru işareti. Ayrıca, her ne kadar Öcalan’la “tarafsızlık” zemininde bir temas noktası yakalansa da bu, Kürt seçmeni bütünüyle muhalefetten koparmayı garanti etmiyor.
BİR İTTİFAK, İKİ AYRI YOL
Bahçeli ile Erdoğan arasındaki fark, önceliklerden kaynaklanıyor. Bahçeli, sürecin merkezinde olduğu bir siyasi ajandaya bağlı kalınmasını istiyor. Devletin ve toplumsal düzenin yeni dönemin “ihtiyaçlarına” uygun biçimde şekillendirilmesinin hayati önemde olduğunu düşünüyor. Rejimin devamlılığını da buradan kuruyor ve Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin yolunun sürecin başarısından geçtiğini savunuyor.
Erdoğan’ın önceliği ise CHP’nin merkezinde yer aldığı muhalefeti parçalara ayırmak. Yargı üzerinden yapılan hamleler, gerek doğrudan pratik sonuçları gerekse etkileri bakımından bu stratejiyle uyumlu. Özgür Özel yönetimini hedef alan mutlak butlan davasının çökmesi bir son değil, bir aşama olarak görülmeli. Özel CHP’sini Ankara’ya çağıran ve İmamoğlu’ndan -yani iktidar iddiasından- koparmak isteyen rejim, bu yöndeki çabalarına bu tür ileri-geri adımlarla devam edecektir. Yapılan zorlamalarla parti içinde bir yol ve yöntem tartışması alevlendirilmeye çalışılıyor. Özel’in ise şu ana dek tutarlı ve tavizsiz bir çizgi izlediğini belirtmek gerek.
Ortaklar arasında henüz rejimin devamlılığına ilişkin temel bir kriz yok; ancak rejimin nasıl ayakta kalabileceği ya da kalması gerektiği konusunda bir çatallaşma mevcut. Bu gerilimin bürokraside, ekonomide, dış politikada ve rant ilişkilerinde de yansımaları oluyor. Gerilim, uzlaşmaz çelişkiler içeren bir ilişkiye evrilebilir; bu potansiyel her zaman var. Ancak hiçbir şey kendiliğinden olmayacak. Olayı buraya halkın birleşik iradesiyle büyüyen ekmek, adalet ve demokrasi mücadelesinin gücü taşıyabilir.
/././
Elazığ'da "4. Din Öğretimi Çalıştayı" düzenlendi: "Din eğitimi Türk milli eğitim sisteminin temel unsurlarından biri"
Elazığ'da "4. Din Öğretimi Çalıştayı" gerçekleştirildi. Çalıştayda konuşan Bakan Yardımcısı Ökten "İmam hatip liselerindeki derslerin misyonunu Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli'ne göre geliştiriyoruz" dedi. Elazığ Valisi Hatipoğlu ise din eğitiminin Türk milli eğitim sisteminin temel unsurlarından biri olduğunu öne sürdü.
Elazığ'da "4. Din Öğretimi Çalıştayı" gerçekleştirildi.
Çalıştay Fırat Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi'nde "Türkiye Yüzyılı'nda Din Öğretimi Vizyonu" temasıyla düzenlendi. Çalıştaya, Fırat Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Göktaş, Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürü Ahmet İşleyen, Elazığ Belediyesi Başkan Yardımcısı Nazif Bilginoğlu, İl Milli Eğitim Müdürü Beraat Şahin, akademisyenler, öğretmenler ve öğrenciler katıldı.
Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Celile Eren Ökten, çalıştayda yaptığı konuşmada, manevi kimliği güçlü Elazığ'da Türkiye Yüzyılı'nda din öğretimi vizyonu üzerine istişarelerde bulunmak üzere bir araya geldiklerini söyledi.
İMAM HATİPLER
Okulların artık sadece ders işlenen mekanlar olmaktan çıktığını, bireyin dijital çağda kimlik, değer ve anlam inşası yaptığı bir hayat alanına dönüştüğünü belirten Ökten, şunları kaydetti:
"Bu bağlamda dijital sınıflarımızda yapay zeka destekli öğrenme, dijital platformlar ve sanal sınıflar değerlerimizi tamamlayıcı bir şekilde tasarlanmaktadır. İmam hatip liselerindeki derslerin misyonunu Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli'ne göre geliştiriyoruz. Modelimizin merkezinde insan vardır, erdemlerle değerlerimiz, değerlerimizle de eylemlerimiz şekillenmektedir. Milli ve manevi değerlerin yaşandığı huzurlu aile ve toplumu hep birlikte inşa etmek için çalışıyoruz. Adalet, sorumluluk, saygı değerleri çerçevesinde insana hizmet eden, insanı yarınlara taşıyan gelecek nesilleri yetiştirme çabası içerisindeyiz."
Ökten, yetkin ve erdemli bireyler yetiştirmek amacıyla eğitim programlarının, materyallerin ve etkinliklerin ruh ve beden bütünlüğü dikkate alınarak hazırlandığını vurguladı.
Öğretmenlerin bu süreçte önemli bir role sahip olduğuna dikkati çeken Ökten, şöyle devam etti: "Sizlerin rehberliğinde köklerden geleceğe, maziden atiye devraldığımız bu kıymetli mirası hep birlikte taşıyacağız. Fıkıh, ahlak, kelam gibi dersleri psikoloji, sosyoloji ve medya okuryazarlığı gibi alanlarla ilişkilendiriyoruz. Öğrencilerin gönüllü faaliyetlere katılımını teşvik ederek din öğretimini sadece teorik değil toplumsal sorumlulukla bütünleşmiş bir hale getiriyoruz. Psikososyal açıdan güçlü, dijital dünyada bilinçli, değerleriyle barışık bireyler yetiştirmek din öğretiminin ve imam hatip liselerimizin temel misyonudur. Türkiye Yüzyılı'nda Maarif Modelimiz ile zihinlere ve kalplere dokunurken çocuklarımız için cazip, seçkin birer eğitim kurumu olmalıyız."
Çalıştaya emek verenlere teşekkür eden Ökten, programın din öğretimi alanında yenilikçi yaklaşımlara katkı sağlayacağına inandığını anlattı.
VALİ KONUŞTU
Elazığ Valisi Numan Hatipoğlu ise din eğitiminin Türk milli eğitim sisteminin temel unsurlarından biri olduğunu iddia etti.
Hatipoğlu, "Yüce dinimiz, aklı her şeyin önüne koymayı emrediyor. Aklın devreye girdiği yerde sorumluluk da doğuyor. Bu nedenle birilerine körü körüne bağlı olmadan, aklını kiraya vermeden dinin yaşanması gerektiğini bize Allah emrediyor. Eğitim sistemimizin de aklını ve vicdanını doğru kullanan, dine ve devletine bağlı bireyler yetiştirmesi büyük önem taşıyor" ifadelerini kullandı.
***
Kuşların cennetini savunacaklar -Semra Kardeşoğlu-
Diyanet, Ordu’da devasa İslam enstitüsü yapmak için kuşların en kritik mola yerini seçti. Melet Irmağı kıyısındaki bu alan aynı zamanda kentin eski çöplüğü. Ordulular bugün “Kuşların yuvası yıkılmaz” diyerek nöbete başlıyor.
Kendinizi sık sık gülümserken yakaladığınız şehir Ordu’da bu işin bir sırrı var diye düşündüm. Kısa Film Festivali nedeniyle geçen hafta gittiğim kentin Karadeniz’e sırtını dönmemesinin etkisi büyük bence. Malum, tüm bölgede denizle kentlerin ortasında otoyol geçerken Ordulu buna izin vermemiş, direnmiş ve kazanmış. Şimdilerde onların kritik bir sorunu daha var. Ve bugün o soruna karşı Melet Irmağı kıyısında buluşacak, çadır kuracak ve nöbete başlayacaklar. Nedir mesele yakından bakalım…
ÇÖPLÜK ÜSTÜNE KÜLLİYE
Şehrin Doğu ucundan geçen Melet ırmağı kıyısı uzun yıllar kentin çöplüğü olarak kullanılıyor. Hem deniz hem de nehri kirletiyor. Uzun uğraşlar sonucu artık çöplük olmasından vazgeçiliyor. Yıllar içinde bu alan kendi kendini onarıyor. Ve kuşlar için bir cennet haline geliyor. Onlarca kuş türünün konakladığı dünya güzel bir yer. Peki ne oluyor sonrası? Sanki tek bir yer kalmamış gibi kentin belediye başkanı eski bakan AKP’li Mehmet Hilmi Güler ile Diyanet İşleri eski Başkanı Ali Erbaş arasında bir protokol imzalanıyor. Hedef eski çöplük ve kuşların cennetine Türk İslam Araştırmaları Merkezi kurmak. Plana göre 6 bin 262 kişinin aynı anda namaz kılacağı bir cami de olacak. Konferans salonları ve dini eğitim veren derslikler de yer alacak. Bütçesi de kendi gibi dev. Tam 700 milyon TL.
Bu noktada Ordulular “Kuşların yuvası yıkılmaz bu merkez başka bir yerde yapılabilir” diyerek harekete geçti.
Konuya ilişkin Yaban Hayatı Fotoğrafçısı Alper Tüydeş ile görüştüm. Tüydeş geçen ay bu alanda bir hafta süren çekimler yapmış. Ve 124 kuş türünü fotoğraflamayı başarmış. Durugöl denilen bu alanın önemini ondan dinleyelim: “Alanı tesadüfen gördüm. Zaten eski çöplük buraya bir şey yapmazlar dedim. Sevincim çok kısa sürdü. 700 milyon liralık bir Diyanet projesi yapılmış. Hepsini bir yana bırakın 700 milyon liralık bir parayı eski çöplük üstüne, kurulan binaya harcamak o parayı hiç etmek olur. Fotoğrafladığım 124 kuş türü içinde nesli tükenmekte olan sarı mukallit, gülbay kuşu, alacakuyrukkakan da var. Doğa için bir şey yapılacaksa oraya hiç bir şey yapmamak en doğrusu. Kuş türlerini sadece yüzde 20’si ormanda yaşıyor. Onun dışındaki yüzde 80’lik kesim yerden besleniyor, çalılık ve sulak alanlarda yaşıyor. Kuşların göç ederken Karadeniz’i aşmadan önce kuvvetli rüzgar ve yağmura yakalanmadan dinlenip güçlenmesi gerek. Bu onların bu uzun yolculuğa çıkmadan dinlenecekleri son alan. Ama bölge sahilinde askeri hava limanları, büyük oteller yapıldı. Peyzaj kuşatması altında her yer. Kuşlara dinlenecek bir yer yok. Onların yok olması ne demek, bakın kene artıyor keklik salınıyor doğaya. Kokarca istilası var fındık üreticisi zarar görüyor. Belki bunun nedeni de budur. Kuşların yolunu değiştirmek zorunda kalması. Doğayla savaşta insanın kazanma şansı hiç yok. Tüm inançlar adına, insanlık adına bu karardan vazgeçilmeli. Bu alan yeşil alan olarak kalsın. Kentin sahilinden yol geçirmemiş Ordulu bence bunu da başarır.”
ELİNİZDE KALIYOR
Saadet Partisi Altınordu İlçe Başkanı Ümit Akdeniz: “Enstitünün buraya yapılmasına karşıyız. Bir kere kıyı kanuna aykırı, yasal değil. İkincisi yapılacak yerin dibinde yabani hayvanlar için doğal bir yaşam alanı. Ordu’nun 30 yıllık çöpünün üzerine yapılması riskli. Metan gazı birikmiş bir alana yapılması adeta bombanın üzerine bina inşa etmek demek. Göçmen kuşların uğrak noktası. Ayrıca atık su arıtma tesisinin yanı. Zaten koku sorunu olan bir yer. Burada yurt yapmak ne kadar doğru. Neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Ordu’da bu binayı yapacak o kadar çok yer var ki. Partiler ve STK’lar ile ortak hareket edip bu hatadan dönülmesi için ses vereceğiz.”
HEP BERABER SES VERECEĞİZ
Sol Parti Ordu İl Başkanı Ethem İştar, “Burası kuş cenneti olsun istiyoruz. Zaten, eski çöplük olduğu için riskli bir bölge. ORÇEV, dernekler partiler ortak hareket ediyoruz. AKP ve MHP’ye de çağrı yapıldı. Ama gelmediler. Doğayı bozacak bu girişime karşı 1 Kasım saat 13’ten itibaren çadırlarımızla alandayız. Kalıcı bir nöbet eylemi başlayacak. Tüm Orduluları çağırıyoruz” dedi.
/././
Erbaş gitti, bir şey değişmedi: Diyanet'ten yine skandal hutbe
Diyanet'in cuma namazında okutacağı hutbe yayımlandı. Hutbede "Dijital mecralarda fıtratımıza uygun olmayan bir takım içerikler; bazı sinema, dizi, reklam ve televizyon programları ile aile yapımız yıkıcı etkilere maruz bırakılmaktadır" ifadeleri kullanıldı.
Tüm camilerde cuma namazında okunacak hutbe yayımlandı. "Ailede Huzurun Kaynağı: Merhamet ve Muhabbet" konulu hutbede yine skandal ifadeler kullanıldı.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nda geçen ay başkan değişikliği yaşanmış. Ali Erbaş gitmiş, yerine Safi Arpaguş gelmişti. Ancak Dİyanet'te değişen bir şey olmadığı bu haftaki hutbeyle belli oldu.
Daha önce defalarca skandal hutbeler yayımlayan Diyanet'in bu haftaki hutbesinde de skandal hutbeler yer aldı.
"FITRATIMIZA UYGUN OLMAYAN BİR TAKIM İÇERİKLER"
Hutbede şu ifadeler yer aldı: "Büyük emek ve umutlarla kurulan aile yuvalarımız bugün nice tehditlerle karşı karşıyadır. Sapkın akımlar ve batıl ideolojiler, aile yapısını bozmaya çalışmakta, özgürlük bahanesiyle gayr-ı meşru birliktelikler aile olarak sunulmaktadır. Ailemizin ve toplumumuzun istikbali, devletimizin bekası, millet varlığımızın teminatı olan çocuklarımız külfetmiş gibi gösterilmektedir. Anne ve babalar, nine ve dedeler ise rahatlık ve konfor gerekçe gösterilerek yalnızlığa ve ilgisizliğe mahkûm edilmektedir. Dijital mecralarda fıtratımıza uygun olmayan bir takım içerikler; bazı sinema, dizi, reklam ve televizyon programları ile aile yapımız yıkıcı etkilere maruz bırakılmaktadır. Ancak şunu bilelim ki, bütün bu olumsuzluklar karşısında asla çaresiz değiliz. Bu sorunların çözümü; Kur’an-ı Kerim’in rahmet yüklü mesajları ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in örnek ahlakıyla yoğrulan özümüze dönüşte saklıdır.
MİRAS HAKKINDAN GİYİME KADINLAR HEDEFTE
Diyanet 1 Ağustos tarihli hutbesinde kadınların kılık-kıyafetine karışmış ve hutbeyi dinleyenlere de karışmalarını telkin etmişti.
15 Ağustos tarihli hutbede de yine kadınları hedef almış ve “kız çocuklarının mirasta Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmamasının kul hakkı olduğunu” ifade etmişti.
Diyanet İşleri Başkanlığı, 6 Eylül tarihli hutbede ise öğrencilerin, okullarda zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini önemsemesi gerektiğini belirtti.
mstfkrc not: Nasıl bir değişim bekliyordunuz ki?..
***
Casus -Özgür Gürbüz-
Türkiye’de iktidarı elinde tutanlar, işler sıkıştığında muhalefeti ajanlık ve casuslukla suçlar. Çevre hareketindeki örnekler ders niteliğindedir. Bergama’daki altın madenine karşı topraklarını savunan köylülere ve onların destekçisi çevrecilere, “Alman casusu” iftirası atılmıştı. Adı geçen vakıflar ve köylüler Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanıp suçsuz bulunmuşlar ama o iftiralarla direniş kırılmış, kafalar karıştırılmış ve maden FETÖ’ye ait bir şirkete hediye edilmişti. Ulusalcılardan muhafazakârlara birçok kişi de bu oyuna alet olmuştu.
Ajanlık veya casusluk suçlaması bu olaydan sonra şirketlerin ve iktidarların çevre direnişlerini yıldırmak için sıklıkla başvurduğu bir suçlama aracı oldu. Madene karşı çıkana, nükleere karşı çıkana, zeytinini savunana “vatan haini”, “ajan” ve “casus” gibi sıfatlarla saldırıldı. Şirketlere ve iktidara yakın gazeteler bu kişiler hedef gösterildi. Neyse ki çevre hareketi birbirine sahip çıktı ve iftiracılara kanmadı. Madenlerde meydana gelen kazalara bakınca casus denenler kahraman, onları suçlayanlar ise piyon gibi duruyor.
***
Şimdi benzer bir senaryonun, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ ile iletişimci Necati Özkan için devreye alındığını görüyoruz. Burada itibar suikastlığının yanı sıra İmamoğlu’nun seçimlere girip cumhurbaşkanı olmasını önleyecek bir ceza aldırma amacı da var. Yorum yapmak için erken değil, yolsuzluk iddiaları gibi casusluk iddiası da halkı ikna etmedi. Biraz mantığını çalıştıran nasıl ikna olur ki?
İddianın odağı şu: İstanbul Senin uygulaması üzerinden 4,7 milyon kişilerin adres kayıtları gibi verileri yurtdışına gönderildi ve ‘darkweb’te (herkesin erişemediği bir internet ağı) satıldı. Bu casusluktan çok dolandırıcılık işine benziyor ki 2016 yılında alâsı yaşandı bu memlekette. Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi’ndeki (MERNİS) bilgiler sızdı, oy kullanma hakkı olan 49 milyon kişinin ad ve soyadları, kimlik numaraları, anne ve baba adları, doğum tarihleri ve yerleri ile ikâmetgâhları hack'lenip, çarşaf çarşaf yayınlandı. Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun kişisel bilgileri bile tüm dünyanın gözleri önüne dökülmüştü. Kimse o zamanın yöneticilerini casuslukla suçlamadı. Bütün bu bilgiler ortadayken, daha azı için “casusluk” yapacak eblehler varsa bırakın yapsınlar. Yok bu bilgi sızdırma işi çok önemli diyorsanız, o günün tüm yetkililerini casusluktan hemen tutuklayın. Adreslerini bilmiyorsanız darkweb’de aratabilirsiniz.
∗∗∗
Casusluğu yönettiği iddia edilen ABD, Almanya ve İngiltere gibi ülkelere bakınca da insan şu soruları sormadan duramıyor. Kürecik’te radarı, gökyüzünde yüzlerce uydusu dolaşan ABD, aradığını bulamamış da milletin konser, etkinlik ve otobüs saatlerini görmek için kayıt yaptırdığı İstanbul Senin uygulamasının bilgilerine mi muhtaç kalmış? Daha yeni 20 Eurofighter savaş uçağı satın aldığımız İngiltere casusluğun arkasındaysa, onların bize sattığı uçaklara nasıl güveneceksiniz? Hemen hemen her yemek ve market uygulamasında yer alan bilgileri ele geçiren bir ülkenin Türkiye için tehdit olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Sadece 2024 yılında Schengen vizesine 1 milyon 173 bin kişi başvurmuş. O vizeye başvururken Avrupa ülkelerine vermediğiniz bilgi mi var? Sülalemizin mal mülk kayıtları, bankalardaki paramızın kuruşu kuruşuna hesabı, aile üyelerinin nüfus bilgileri… Tüm bu bilgileri elinde tutan ülkeler İstanbul Senin uygulamasındaki bilgileri ne yapsın? Bizi hangi tiyatro oyununu sevdiğimize bakarak mı zayıf düşürecekler? Ben tüm istihbarat örgütlerine o bilgiyi vereyim, yorulmasınlar. Milletçe “komedya” seviyoruz artık. Gülüyoruz acınacak halimize.
/././
Yeni Şafak ve Yargıtay daire başkanı arasındaki kavga sürüyor
Yandaş Yeni Şafak’ın Yargıtay 11. Daire Başkanı Abdullah Yaman’a yönelik iddiaları devam ederken Yaman da sosyal medya hesabından yaptığı açıklamalarda aynı sertlikle yanıt verdi. Yaman açıklamalarında "Yeni Şafak küçüktür ama mide bulandırır" ifadelerini kullandı. https://www.birgun.net/haber/yeni-safak-ve-yargitay-daire-baskani-arasindaki-kavga-suruyor-665304
***
Kıbrıs’ın iletişim rantı Türk Telekom’a gitti -Gözde Bedeloğlu-
Kuzey Kıbrıs’ta, 19 Ekim Pazar günü gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye kamuoyunda yakından takip edildi. Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) adayı Tufan Erhürman oyların %63’ünü alarak, koalisyon hükümeti tarafından desteklenen Ersin Tatar karşısında büyük başarı elde etti. Kıbrıs sorunuyla ilgili çözümcü bir yaklaşıma sahip olduğu bilinen Erhürman’ın, ‘iki devletlilik’ formülünü savunan Tatar karşısındaki ezici galibiyeti, müzakerelerin yeniden başlayacağına dair olumlu bir hava yaratmışa benziyor. Ancak, Erhürman’ın beklenenin üzerinde bir oyla cumhurbaşkanı seçilmesinde, UBP-YDP-DP hükümetinin toplumu yıldıran başarısızlığının etkisi inkâr edilemez. Muhalefet erken seçim talep ederken Başbakan Ünal Üstel, gündemlerinde seçim değil, icraat olduğunu söyledi. Ama işler iktidar açısından hiç iyi gitmiyor.
ENFLASYON KUZEYDE %34,6 GÜNEYDE %0
Önceki gün akaryakıt fiyatlarına 3,5 liralık zam yapıldı. Kuzey Kıbrıs’ta yıllık gıda enflasyonu %34,6 oranına dayanmış halde. Buna karşın Kıbrıs Cumhuriyeti, sebze ve meyve dahil çok sayıda zorunlu tüketim maddesine (süt, bebek ve yetişkin bezi, kadın hijyen ürünleri vb) 2026 sonuna kadar sıfır KDV uygulanacağını açıkladı. Ülkedeki enflasyon rakamının sıfır olmasına rağmen amacın dar ve sabit gelirli insanları korumak olduğu söylendi. (1) Kendi para birimi olmayan ve ekonomisi Türkiye’deki dalgalanmadan etkilenen Kuzey Kıbrıs’ta çok sayıda Kıbrıslı Türk, temel gıda alışverişi için güneye geçmeyi tercih ediyor. Ancak sınır kapıları herkese açık değil, dolayısıyla kuzey ve güney arasındaki bu mali farktan sınırlı sayıda kişi yararlanabiliyor, ki eğer buna da olumlu bakacaksak… Hali hazırda darda olan, hükümetin ilan ettiği son akaryakıt zammıyla beraber üretim maliyetleri daha da artan taşımacılık, turizm, tarım ve hayvancılık sektörlerinden hükümete tepki büyük! Meydanlara çıkmaya hazırlanıyorlar.
KAMU MALİYESİNİ ÇÖKERTEN İHALELER
Muhalefete göre zammın sebebi kamu maliyesindeki borç yükü. CTP Lefkoşa milletvekili Devrim Yalçın, ülke tarihinin en yüksek enflasyonu yaşanırken, Maliye Bakanlığı’nı 11 milyar lira ile toplumu devasa bir borç yükü altına soktuğu için eleştiriyor. Hükümeti gerekli tedbirleri almamakla suçlayan muhalefet hiçbir yatırımın yerel kaynaklarla yapılmadığını da ekliyor. Maliye Bakanı Özdemir Berova ise 2025 yılı bütçesinde borçlanma miktarının 18,5 milyar lira olarak onaylandığını ve yılı 11 milyar liranın altında bir borçla kapatacaklarını söylüyor. (2) Ancak önceki gün Kuzey Kıbrıs Cumhuriyet Meclisi’nde gerçekleşen bir tartışma, halkın sırtına bindirilen borç yükünün kamu yatırımı kaynaklı değil, ranta dönüşen bazı kamu ihalelerinin finansmanı ve yükümlülüklerinin borçlanarak karşılanmaya çalışılmasıyla ilgili olduğunu kanıtlar nitelikte.
"TÜRK TELEKOM’A PEŞKEŞ PROTOKOLÜ”
Bu yılın Temmuz ayında, Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs arasında fiber optik altyapısının geliştirilmesi kapsamında protokol imzalanmıştı. Protokole göre, bu hizmeti Türk Telekom üstlendi. Tören, Kuzey Kıbrıs’tan Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ve Başbakan Ünal Üstel’in; TC’den Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ve dönemin Türk Telekom CEO’su Ümit Önal’ın katılımıyla gerçekleştirildi. 100 milyon doları aşacağı söylenen yatırımla Kuzey Kıbrıs’ın dijital altyapısının dünya standartlarına ulaşacağı söyleniyor. Cevdet Yılmaz’a göre bu proje Kuzey Kıbrıs ve Türkiye arasında güçlü dayanışmanın bir nişanesi. 100 milyon doları aşacağı belirtilen bu ‘dayanışma nişanesi’ ile Kıbrıs’taki kamusal yaşam ve kamusal hizmetlerin kalitesinin yükseleceği söyleniyor. Türkiye sermayesi memnun. Kıbrıslı şirketlerin yaklaşık 30 milyon dolar rayiç bedel biçtiği fiber optik projesini 130 milyon dolara ve ihale açılmadan alan Türk Telekom protokole göre, fiber altyapının 25 yıl boyunca sahibi olacak, sonrasında Telekomünikasyon Dairesi’ne devredecek. Bu süre zarfında şirketin yaklaşık 2 milyar dolar kazanç elde edeceği öngörülürken, devletin kâr payı sadece %5 olacak. Ayrıca şirkete vergi muafiyetleri de sağlanacak, satacağı internetin fiyatını da kendi belirleyecek. Anayasaya aykırı olarak meclis komitesinde görüşülmeyen protokol, hafta başında Cumhuriyet Meclisi’nin onayına sunuldu. CTP Lefke Milletvekili Salahi Şahiner’in, “Türk Telekom’a peşkeş” olarak nitelendirdiği bu yap-işlet-devret projesinin detaylarına bakıldığında, Türkiye’de alışık olduğumuz şekliyle, kamu yararından çok şirket kazancının öne koyulduğu görülüyor. (3)
MİLYARLARCA DOLARLIK RANT KAPISI
Türk Telekom’a milyarlarca dolarlık rant kapısı açıldığını söyleyen Şahiner, sürecin şeffaflık ve rekabet ilkelerine aykırı şekilde yürütüldüğünü kaydederek protokole eklenen maddelerle projenin süresinin kolaylıkla uzatılabileceğine dikkat çekiyor. Benzer bir durum, Kuzey Kıbrıs’taki Ercan Havalimanı’nın yapımı ve işletilmesi sürecinde de yaşanmıştı. Türkiye’de milyonlarca euro vergi indirimi, KDV muafiyetleri, kamu bankalarından sağlanan ucuz kredi desteği ve hazine garantili kamu ihaleleriyle büyüyen Emrullah Turanlı’ya ait Taşyapı şirketinin, Ercan Havalimanı’nı Kuzey Kıbrıs devletine devretmesi gereken tarih 2038’den 2052’ye uzatılmıştı. Erken seçim tartışmaları başlamışken, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı Erhan Arıklı’nın özel gayretiyle meclise gelen protokolde dikkat çeken bir diğer unsur şu; 130 milyon dolarlık projede Türk Telekom, Kuzey Kıbrıs Telefon Dairesi’nin mevcut altyapısını kullanacak. Evinin önünden fiber optik kablo geçen Kıbrıslıların Türk Telekom dışında başka bir internet sağlayıcısından internet alması engellenecek. Halka kamu hizmeti sunmakla görevli Kuzey Kıbrıs hükümeti böylece, Türk Telekom’a hem risksiz bir kazanç sağlamış, hem kamu kaynaklarını kullandırmış, hem kendi yatırımcılarının saf dışı bırakılmasına göz yummuş, hem de yurttaşını seçeneksiz bırakarak Türk Telekom’un pahalı servisine mecbur bırakmış olacak.
“YERLİ FİRMALAR İFLAS EDECEK”
Kıbrıs Türk Telekomünikasyon Çalışanları Sendikası (Tel-Sen) protokolü yargıya taşımaya hazırlanıyor. Tel-Sen Başkanı Hakan Üredi, Türk Telekom’a sınırsız haklar tanıyan bu protokole karşı olduklarını, bunun yerli istihdamı yok ederek sermayenin kasasını dolduracağını söyledi. Hükümetin biraz yatırımla kendilerini desteklemek yerine ülkenin iletişim alt yapısı gibi önemli bir alanını yabancı sermayeye teslim etmeyeceklerini belirten Üredi’ye göre halkın iletişim hakkı aynı zamanda egemenliği ve geleceğidir. (4) Kuzey Kıbrıs İnternet Servis Sağlayıcıları Birliği de sosyal medyadan yaptığı açıklamada, “bu ülkenin yerli yatırımcıları ve internet servis sağlayıcıları olarak; ülkemizin geleceğini ilgilendiren böylesine kritik projelerde şeffaflık, adalet ve rekabet eşitliği talep ediyoruz. Halkımızın ve işletmelerimizin dijital geleceğini birkaç kişilik çıkar grubuna teslim etmeyeceğiz” diyerek “piyasa değerinin iki katından fazla bir bedelle Türk Telekom’a peşkeş çeken; Türk Telekom’u pazarda tekel konumuna getirmeye çalışarak yerli firmalara iflastan başka bir seçenek bırakmayan bu haksız protokolü kınadıklarını açıkladılar.
ENERJİ, ULAŞIM, İLETİŞİM SERMAYENİN ELİNDE
Meslek örgütleri ve sendikalar sürecin dışında bırakıldıkları için kızgın. Bunun yanında kişisel verilerinin yabancı bir şirkete teslim edilecek olmasından da son derece tedirgin. Bunun için elbette çok geçerli sebepleri var zira üç yıl önce Türkiye’de yaşayan 85 milyon insanın kimlik bilgisi, telefon numarası, adresi gibi kişisel bilgilerinin çeşitli web siteleri, Discord ve Telegram gibi alanlarda satıldığı; bunun da e-devlet sistemindeki sızıntıdan kaynaklandığı iddia edilmiş ve bazı sitelere bilgilerin yüklendiği görülmüştü. İşin aslı şu ki Türkiye, beraber dijitalleşebilecek bir partnere benzemiyor. Kaldı ki Türk Telekom’un Türkiye’deki özelleştirilme süreci de asrın en büyük yağması olarak anılıyor. Lübnanlı Hariri ailesinin, Suudi Telekom Şirketi’yle ortak olduğu Oger Telecom, Türk Telekom’un yüzde 55’ini satın almış ancak Türkiye bankalarından çektiği kredileri ödeyememişti. Borç, banka ve kamunun üzerine kaldı. Kurumun öz sermayesi giderek azaldı, içi boşalttı. Tel-Sen, Cumhurbaşkanı Tufan Erhürman’ı, ‘kamu çıkarını korumak için derhal inisiyatif almaya’ çağırdı. Tıpkı Aksa ile enerji, Taşyapı ile ulaşım alanlarında yaşandığı gibi, Kuzey Kıbrıs’ta bu kez de iletişim, Telekom aracılığıyla Türkiye sermayesinin hizmetine sunulmak isteniyor. Ve çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Erhürman’ın kucağına şimdiden büyük bir ateş topu düşmüşe benziyor
(1) https://www.diyaloggazetesi.com/kibris/uyariyoruz-6-h116094.html
(4) https://www.yeniduzen.com/bu-kaleyi-sermayeye-teslim-etmeyecegiz-188303h.htm
/././
Hukukun üstünlüğü çöktüğünde...-Güldem Atabay-
Türkiye, hukukun üstünlüğü alanında derin bir çöküş yaşıyor. Bir devletin “kurallara göre” değil, “kuralları değiştirme hâline” göre işlemeye başlaması sadece hukukla ilgili bir mesele değil. Bu, hayatın düzenine dair bir mesele. Çünkü adaletin zayıfladığı yerde, eşitlik bozulur; öngörülebilirlik kaybolur; insanlar, kurumlara ve devlete olan güvenini yitirir. Sonuçta yara sadece adliyede değil, okulda, hastanede, işyerinde ve hatta evde açılır.
Dünya Adalet Projesi’nin (World Justice Project) 2024 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ne göre Türkiye, 142 ülke arasında 117’nci, üst-orta gelir grubundaki 41 ülke içinde ise 38’inci sırada. Bu düşüşün hikâyesi yeni değil. 2016’daki darbe girişimi sonrası şekillenen yürütme merkezli sistem, bağımsız kurumların direncini kırdı; yargı bağımsızlığına dair inancı aşındırdı. Kurumsal yapılar birer birer zayıflarken, “iktidarın sınırlandırılması” ilkesi de neredeyse ortadan kalktı.
Tutuklu Avukatlar Girişimi (Arrested Lawyers Initiative) raporunda bu tablo çarpıcı biçimde özetleniyor:
“Türkiye, bu endekste hiçbir zaman ‘yeşil’ kategoride olmadı. Ancak listenin alt sıralarına bu kadar hızlı düşmesi dikkat çekici. Endeks, temel haklara neredeyse hiçbir saygının kalmadığı, tek adam yönetimi altındaki Türkiye’nin gerçek fotoğrafını çiziyor. Yasalarla yönetilen (rule by law) bir ülke, ama hukukun üstünlüğüyle (rule of law) yönetilen bir ülke değil.”
Aslında mesele sadece bir “kurumsal kalite” düşüşü değil, ekonomiden toplumsal refaha kadar uzanan geniş bir çözülme süreci. Hukukun zayıfladığı bir ülkede yatırımcı güveni sarsılır, sözleşmelerin anlamı kalmaz, düzenleyici ortam öngörülemez hâle gelir. Kısacası, adaletin erimesi ekonominin damarlarını da kurutur.
Yolsuzluk Algı Endeksi’nde (CPI-2024) Türkiye’nin puanı 100 üzerinden yalnızca 34. On yıl önce bu puan 50 idi. 180 ülke arasında 107’nci sırada olan Türkiye, artık denetim ve şeffaflık eksikliğinin örnek ülkelerinden biri. Bu sadece etik bir sorun değil; kamu kaynaklarının adil dağılımı, rekabet ortamı ve verimlilik açısından da büyük bir tahribat.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinde tablo farklı değil. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2024 “Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi”nde Türkiye, 146 ülke arasında 129’uncu sırada. Kadınların ekonomik yaşama katılımı, siyasi temsili ve gelir eşitliği açısından uçurum derinleşiyor. Bertelsmann Stiftung’un “Sürdürülebilir Yönetişim Endeksi” de aynı şeyi söylüyor: Türkiye, demokrasi ve katılımcılık göstergelerinde Avrupa’nın en alt grubunda. Bu yalnızca kadın-erkek adaletiyle sınırlı bir mesele değil; üretim kapasitesini, iş gücü potansiyelini ve büyümenin kalitesini de doğrudan etkileyen bir kayıp.
Eğitim alanında da tablo benzer. SGI raporuna göre Türkiye, PISA testlerinde ve yükseköğretim katılımında kısmi ilerlemelere rağmen kalite açısından hâlâ alt sıralarda. 2022 PISA verilerine göre Türkiye 81 ülke arasında matematikte 39’uncu, okumada 36’ncı, fende 34’üncü sırada. Öğrencilerin aldığı ortalama puanlar OECD ortalamasının oldukça gerisinde. Yani nicel başarı artıyor ama nitelik hâlâ yetersiz. Bu durum, uzun vadede insan sermayesinin niteliğini düşürerek ülkenin üretkenliğini sınırlıyor.
Refah dağılımı da aynı hikâyeyi anlatıyor. Kurumların zayıfladığı ülkelerde büyüme genellikle belli bir kesimde yoğunlaşır. Türkiye’de gelir uçurumu büyüyor; işsizlik, özellikle gençler arasında kalıcı hâle geliyor. Cornell Üniversitesi’nin yayımladığı bir çalışmada (Büyümeden Öteye Türkiye’de Eşitsizlikler) da vurgulandığı gibi, “ekonomik büyüme eşitsizliği tek başına çözmez; kurumsal kalite şarttır.”
Sağlık alanında da veriler endişe verici. OECD’ye göre Türkiye’nin sağlık harcamalarının GSYH içindeki payı yalnızca %4,7 ile OECD ortalamasının yarısından az. Doktor sayısı (bin kişi başına) 1,9, hemşire sayısı ise 2,4 ile alt sıralarda. Kişi başına sağlık harcaması OECD ortalamasının dörtte biri düzeyinde. Bu tablo, sağlık hizmetlerinin nicel olarak yaygınlaşmasına rağmen kalite ve erişim açısından geriye gidişi gösteriyor.
Tüm bu göstergelerin ortak bir nedeni var: devletin güç merkezinin daralması. 2017 referandumu ve ardından gelen Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, denge-denetim mekanizmalarını zayıflattı, karar alma süreçlerini tek merkeze bağladı. Şeffaflık kayboldu, çıkar ilişkileri siyasetin sıradan parçasına dönüştü. Kamu ihaleleri, teşvikler, varlık fonu uygulamaları ve kamu-özel ortaklıkları alanında denetim neredeyse sembolik kaldı.
En önemli kayıp da kuşkusuz, güven. Hukukun üstünlüğü çöktükçe toplumda “kuralların herkese eşit uygulanmadığı” duygusu yerleşti. Bu duygu, düşük gelirli kesim için çaresizlik, gençler için umutsuzluk, girişimciler için ise riskten kaçış anlamına geldi. İnsanlar uzun vadeli plan yapamaz, yatırımcı ülkeye güvenmez olunca, üretim cesareti azaldı tüketim isteği körüklendi.
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tablo, yalnızca hukukla ilgili değil; doğrudan yaşam kalitemizle ilgili. Çünkü hukuk çöktüğünde, yalnızca adalet değil, umut da beraberinde çöktü.
/././
BİRGÜN


.jpg)


.jpg)

.jpg)

.jpg)





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder