EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -1 Kasım 2025-

Toprağın altında servet, üstünde teslimiyet -Dr. Erkan Kıdak-

Gazze konusunda “direniş” söylemiyle sahneye çıkanlar, aynı anda İsrail’le ticaret rekoru kırıyor. Antiemperyalist bir çizgi, NATO’nun gölgesinde kurulamaz.

Eskişehir Beylikova’daki nadir toprak elementi rezervi, yalnızca bir maden keşfi değil, Türkiye’nin emperyalizme bağımlı kalkınma modelinin aynasıdır. Gerçek bağımsızlık, toprağın altındaki serveti satmakla değil, toprağın üstündeki düzeni değiştirmekle mümkündür.

Emperyalizmin yeni haritası: Beylikova

Beylikova, artık yalnızca bir Eskişehir ilçesi değil, küresel güç savaşlarının yeni cephesi. Çünkü o toprakların altında, Çin’den sonra dünyanın en büyük nadir element rezervlerinden biri bulunuyor. Skandiyum, seryum, itriyum, lantan... Akıllı telefondan füze sistemine, elektrikli araç bataryasından çip üretimine kadar her alanda kullanılan stratejik ham maddeler bunlar.

Ama mesele teknoloji değil, egemenlik. Bu maden kimin için işletilecek? Halkın refahı için mi, yoksa emperyalizmin krizini ötelemek için mi?

Basına yansıyan iddialara göre, Erdoğan-Trump görüşmelerinde Beylikova sahası masadaydı. Trump, Çin’e karşı avantaj arıyor; Erdoğan ise “Dünya beşten büyüktür” diyerek o beşin en büyüğüne yaranmayı sürdürüyor. Türkiye’nin yer altı zenginliği yine “iyi ilişkiler” bedeline dönüşüyor.

NATO sınırında antiemperyalizm olmaz

Beylikova’daki rezerv, Türkiye’nin dış politikasındaki ikiyüzlülüğü de gösteriyor. Gazze konusunda “direniş” söylemiyle sahneye çıkanlar, aynı anda İsrail’le ticaret rekoru kırıyor. Antiemperyalist bir çizgi, NATO’nun gölgesinde kurulamaz.

CHP Lideri Özgür Özel’in Beylikova çıkışı bu açıdan önemliydi. Ancak mesele yalnızca hükümetin değil, tüm düzen siyasetinin sınırlarında düğümleniyor. NATO’ya yaslanarak bağımsızlık, sermayeye yaslanarak çevre duyarlılığı olmaz. Tutarlı bir dış politika, Atlantik İttifakının zincirlerini kırmayı gerektirir.

Lenin’in ışığında doğa ve emek

Lenin, bir yüzyıl önce kapitalizmin artık yalnızca fabrikalarda değil, dünya kaynaklarının yeniden paylaşımıyla sürdüğünü yazmıştı. Beylikova’daki madenin ABD’nin Çin’le ticaret savaşında “koz” haline gelmesi, bu tespitin güncel bir örneği. Kapitalizm artık yerin altını da sömürüyor.

Gerçek yerli üretim, madenin Türkiye sınırlarında çıkarılması değil; üretim araçlarının halkın denetiminde olmasıdır. Sermaye sınıfı doğayı tahrip ederken devlet bunu “kalkınma” diye pazarlıyor. Muhalefet ise aynı üretim mantığına dokunmaktan kaçınıyor.

Bugün Türkiye’nin ihtiyacı, toprağın altındaki serveti satmak değil, toprağın üstündeki sömürü düzenini değiştirmektir. Beylikova, yalnızca bir maden değil, bir tercih sorusudur: Emperyalizme eklemlenmiş bir kalkınma mı, yoksa doğayla ve emekle birlikte bir özgürleşme mi?

Bu ülkenin gerçek zenginliği, yer altındaki elementlerde değil, o toprağı işleyen insanların alın terindedir. O emek sömürülmedikçe, o toprak satılmadıkça, işte o zaman Türkiye gerçekten bağımsız olur.

/././

Esnek çalışma modelleri için hazırlıklar başladı: Kamuda yeni norm güvencesizlik -Duygu Ayber Gültekin-

2026 yılı Cumhurbaşkanlığı yıllık programına göre kamuda verimliliğin artırılması gerekçesiyle esnek çalışma modellerinin uygulanması için mevzuat çalışmaları yapılacak.

İktidarın 2023 seçimleri sonrası, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek  öncülüğünde yürütüleceğini ilan ettiği ‘rasyonel ekonomi programı’ adım adım uygulanıyor. 2024-2028 yıllarını kapsayan 12. kalkınma planı ve orta vadeli program (OVP) kapsamında, sermayenin talepleri doğrultusunda emekçilerin ücretleri baskılanırken; Cumhurbaşkanlığı yıllık programında, 2026’da kamuda esnek çalışma modellerinin uygulanacağı yer alıyor.

Kamuda işçi ve kamu emekçisi statüsünde 5 milyon 289 bin 449 kişi istihdam ediliyor. 2026 yılı Cumhurbaşkanlığı yıllık programına göre kamuda verimliliğin artırılması için esnek çalışma modellerinin uygulanması için mevzuat çalışmaları yapılacak. Programda, “Sosyal güvenlik mevzuatı ve uygulamalarının, değişen iş gücü piyasası koşullarına ve yeni nesil esnek çalışma modellerine uyumlu hale getirilmesi” ifadesi dikkat çekiyor. Buna göre “Sosyal güvenlik uygulamalarının başta kısmi süreli çalışma olmak üzere esnek çalışma modelleri ile uyumuna ilişkin adımlar atılacak. Bu kapsamda, kısa çalışma, evden çalışma, hibrit çalışma gibi esnek çalışma modellerinin sosyal güvenlik sistemine uyumunu artırmak üzere çalışmalar yürütülecek.” Bununla ilgili teknik ve hukuki altyapının güçlendirilmesine yönelik çalışmaların da yapılacağı vurgulanıyor.

Kurda kuzu kılıfı

Programda, 2026’da uygulanacağı ilan edilen bu planların ayrıntıları ise 12. kalkınma planında yer alıyor. Örneğin; haftada 3 gün, günde 2 saat çalışan biri “esnek çalışma” işsiz değil “esnek çalışan” sayılacak. Bu, işsizlik oranını da düşük gösterecek. Bu planın hedeflerinden biri de kadınları “esnek” şekilde istihdama katmak, bu sayede kadınların çocuk bakımı yükünü de almalarını sağlamak.

“Sosyal güvenlik sistemini esnek çalışmayla uyumlu hale getirmek ve bunun hukuki altyapısını oluşturma”nın barındırdığı tehlikelerden biri ise şu: Esnek çalışma ile hedeflenen, emekçilerin patronların ihtiyacına göre aralıklı çalıştırılması. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre bir işçinin emeklilik hakkına sahip olabilmesi için en az 4 bin 500 gün sigortalı çalışması gerekiyor. Bu kesintisiz 15 yıla tekabül ediyor. Bir işçinin aylık ücreti, aylık 225 saat çalışmasının karşılığını ifade ediyor. Bu koşullarda esnek çalışma kapsamında haftanın birkaç günü, günün birkaç saati çalışan bir işçinin ne bir ayda 225 saati ne de 4 bin 500 prim gününü doldurabilmesi mümkün.

***

2026 yılı Bütçe Teklifi'ne tepki: “Rahat yüzü görmeyenler için yine bir umut yok”-Duygu Ayber Gültekin-

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, 2026 yılı Bütçe Teklifi'ni eleştirerek, bütçenin tarım, hayvancılık ve mağdur kesimler için umut taşımadığını vurguladı.

​​​​​CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, 2026 yılı Bütçe Teklifi'ni eleştirerek, bütçenin tarım, hayvancılık ve diğer mağdur kesimler için umut yaratmadığını belirtti. Gürer, çiftçiye gereken desteğin verilmediğini ve borç yüklerinin arttığını vurguladı. Ayrıca, tarımda ithalatın arttığını ve hayvancılıkta ithalatın devam ettiğini ifade etti.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda konuşan CHP’li Gürer, 2026 yılı bütçesindeki tarım desteklerinin yetersiz olduğunu belirtti. Gürer, "Tarım Kanunu'na göre çiftçiye verilmesi gereken yüzde 1'lik destek, sadece 168 milyar lira ile sınırlı kaldı" dedi.

Gürer, çiftçilerin bankalara olan borçlarının arttığına dikkat çekti ve bunun sonucunda traktör, tarla ve hayvanlara haciz uygulandığını ifade etti. Ayrıca, hububat ve bakliyat ithalatının arttığını, Türkiye'nin kendi tarım ürünlerinde dışa bağımlılığının arttığını söyledi.

Hayvancılıkta da durumun içler acısı olduğunu belirten Gürer, "10 milyon baş hayvan ithal ettik, yerli üreticimiz zor durumda" dedi. Gürer, hükümetin bu durumu görmemesi ve ilgili bakanlıkların çelişkili açıklamalar yapması nedeniyle üreticilerin ve çiftçilerin zor günler geçirdiğini vurguladı.

Gürer, 2026 yılı bütçesinin, işçi, çiftçi, esnaf, memur, emekli, genç, engelli ve sanayici gibi kesimler için bir "umut bütçesi" olmadığını ifade etti. Ayrıca, taşeron işçiler, staj ve çırak mağdurları, emeklilikte adalet arayanlar için de bu bütçede bir çözüm bulunmadığını ekleyerek, “2026'da bütçede, rahat yüzü görmeyenler için yine bir umut yok.”

***

Türkiye’de internet cep yakıyor: Avrupa’nın iki, Çin’in dört katı -Ambre Sebrechts-

Türkiye’de yurttaşlar hâli hazırda interneti ortalamanın üstünde fiyatlara kullanıyor. İnternet paketlerinde fiyatlar Avrupa’nın iki; Çin’in ise dört katına kadar çıkıyor.

Türkiye’de mobil internet fiyatları, henüz 5G hizmet vermeden dahi 5G internet hizmetinin verildiği ülkelere kıyasla çok daha pahalı. Bir de 5G’ye geçiş ile internet ‘maliyet’ bahanesi ile daha pahalı hale gelecek. Türkiye’de 20 GB internet paketi Vodafone’da 480 TL, 60 GB paket Turkcell’de 690 TL, 100 GB paket ise yine Vodafone’da 900 TL’ye satılıyor. Aşağıda yer alan tüm ülkelerden örneklerde, internet fiyatları 5G hizmet için.

Örneğin Fransa’da La Poste 130 GB interneti 10.99 avro (535 TL), RED by SFR 120 GB’ı 8.99 avro (437 TL), Free ise 350 GB’ı 19.99 avro (973 TL) karşılığında sunuyor.

Almanya’da Freenet sınırsız interneti 19.99 avroya (973 TL) verirken, Fresh Phone 50 GB interneti 8.99 avro (437 TL), Mega Sim by Freenet ise 150 GB’ı 14.99 avro (729 TL) karşılığında sağlıyor.

İtalya’da Iliade 150 GB interneti 7,99 avroya (388 TL) sunarken, Vodafone sınırsız internet için 19.99 avro (973 TL), 250 GB paket içinse 11.95 avro (581 TL) talep ediyor.

Çin’de Telecom Baixing Card 150 GB interneti 230 TL, Telecom Yuzhao Card ise 50 GB’ı 112 TL’ye veriyor.

ABD’de fiyatlar Avrupa’ya göre çok daha yüksek. Allvoi 100 GB interneti 2 bin 775 TL’ye, T-Mobile Broadband ise 30 GB paketi 1682 TL’ye sunuyor.

Yani Türkiye’de internet, Avrupa’nın ortalama fiyatlarının yaklaşık iki katına; Çin’deki fiyatların ise dört katına kadar çıkıyor.

***

5G tartışmalarına dair: Çekim gücü kimin için artıyor?-Burkay Rende-

Bugün Türkiye’de, pazarlama taktiğinin yeni incisi 5G teknolojisi. AKP, 5G’yi milli teknoloji veya modernleşme söylemleri ile bir propaganda aracına dönüştürüyor.

Günümüzde teknolojinin insanlığın ihtiyaçlarını karşılamadığını söylemek mantıklı bir önerme olmaz. Kapitalist sistem, üretkenliği artırmak, maliyetleri düşürmek ve pazarda yeni avantajlar elde etmek niyetiyle teknolojiye başvuruyor. Zaten, insanlığın ihtiyaçları da kapitalistlerin avantaj sağlamaya çalıştığı pazarlardan bir tanesi.

Sanayi Devrimi’nden bugüne makineler, otomasyon, dijitalleşme, yapay zeka ya da biyoteknoloji; çoğunlukla emek gücünü daha fazla sömürmenin, üretim süreçlerini denetim altına almanın yolları olarak işlev gördü. Örneğin, bugün yapay zeka yatırımlarındaki hızlı artış da medeniyeti bir adım daha öteye taşıma hevesiyle açıklanamaz. Bu alandaki gelişmeler, yapay zeka araçlarının afili ambalajlarla raflardaki yerini almasının yanı sıra emeği değersizleştirme, maliyetleri düşürme ve hatta gözetimle toplumu daha sıkı kontrol etme arzusunu da yansıtır. Ancak, kapitalistin kafasındaki hepsinden önce gelen niyet kâr etmektir.

Bu kâr hırsının Türkiye’de kendisini en çok gösterdiği yerlerden birisi özelleştirmeler. Halk yararına çalışmayı sürdürebilecek kurumların bir anda bazen yerli bazen de uluslararası sermayeye satılarak birer “dükkan” haline getirildiğini çokça gördük. 2005’te Türk Telekom ve TÜPRAŞ, 2008’de PETKİM, 2018’de 14 şeker fabrikası, köprüler, otoyollar… Liste uzatılabilir. Hangi ülkede konakladığı fark etmeksizin sermayenin, “Halkın çıkarı mı? Para hışırtısı mı?​” ayrımına geldiğinde hiçbir zaman çoğunluğun faydasına olanı seçtiği görülmemiştir.

Bu gerçeğin yakın tarihteki en iyi örneklerinden birisi kovid-19 aşısı. Dünya genelinde insan sağlığı da bir pazarlık konusu. Koronavirüs aşısı geliştiren şirketlerden birisi olan BioNTech, 2020 yılında 19 milyar avro gelirle 10.3 milyar avro kâr elde etti. Üretilen 2.6 milyar doz aşıya ulaşım da dengesizdi. Yüksek gelirli kesimler aşıya 25 kat daha fazla ulaşabildi. Bazı Afrika ülkelerine kullanım tarihi geçmiş aşılar gönderildi. BionTech’in Kurucuları Uğur Şahin ve Özlem Türeci, katıldıkları her yayında Türkiye’nin onlar için ne kadar değerli olduğundan bahsetseler de Türkiye aşıya hızlı ulaşan ülkelerden birisi olmadı.

Elbette, kapitalizmde her ürünün bir pazarlama stratejisi olmak zorunda. Bazen, kürsülerden yükselen cümleler o kadar ikna edici bir hal alır ki hazır olmayan, tam anlamıyla kullanılamayacak bir ürün bile hızlıca pazarlanıp, rafa dizilebilir. Bunun örneklerinden biri son derece ‘yerli milli’ ve Türkiye’ye münhasır 4.5G ‘teknolojisiydi’. Erdoğan’ın “4Gyi atlayalım. İki sene sonra 5G’ye geçeriz” gibi tamamen bilim dışı cümlesinin ardından, -ki bu cümleyi 2015’te kurmuştu, 5G’ye geçmek 10 sene aldı- literatürümüze eşi benzeri olmayan ‘4.5G’ girdi.

Bugün Türkiye’de, bu pazarlama taktiğinin yeni incisi 5G teknolojisi. AKP, 5G’yi milli teknoloji veya modernleşme söylemleri ile bir propaganda aracına dönüştürüyor. “Yerli ve milli altyapı” gibi vurgularla genişletilmek istenen bu pazar için siyasi meşruiyet oluşturuluyor. Yani, 5G hem şirketlerin kâr oranlarını artıran bir araç hem de iktidarın böbürlenebileceği bir silah haline geliyor.

5G yeni ve artık dünya çapında insanları heyecanlandıran bir teknoloji olmanın çok uzağında. Dünya bu teknolojiyi kullanmaya 2019 yılında başladı ancak, aradan geçen 6 yılın sonunda Türkiye’nin mevcut durumu hâlâ daha bu teknolojiye uygun değil. Bu “hazırmış gibi” atılan adımlar iktidarın siyasi çıkarlarının yanı sıra sermaye için de 2035 yılına kadar 13.2 trilyon dolara ulaşacağı öngörülen 5G pazarından kör topal da olsa dilim alabilmek niyetini temsil ediyor. Tabii bu dilim, “-mış” gibi yapılan teknolojinin satışıyla yurttaşların cebinden çıkacak.

***

Bakan Tekin’e Güncel Mektup: Kalabalık Sınıfta Okumak İstemiyorum -Adnan Gümüş-

Bir gazetede yer alan habere göre Bakan Tekin Millî Eğitim Bakanlığının 2001’de cumhuriyetin 100. yılına mektup kampanyasından söz ederek artık katsayı, başörtüsü ve dersliklerin kalabalık olma problemlerinin çözüldüğünü ileri sürdü. Özetle AKP döneminde, katsayı haksızlığı düzeltildi, başörtüsü serbest bırakıldı, ancak derslik/ fiziki donatı sorunu aradan 24 yıl geçmesine rağmen çözülemedi, hatta çözülmek bile istenmedi.

Eğitimin niteliği ise daha da bozuldu, ideolojik olarak da çok daha sorunlu hale geldi. Bugün sadece derslik-kalabalık sınıflara değineceğim.

Bakan Tekin: Kalabalık sınıf sorunu çözüldü diyor ama öyle değil

Bakan Tekin’in açıklaması: “Bir öğretmenimiz, ‘İnşallah cCumhuriyetin 100. yılında 40 kişilik sınıflarda ders anlatırım’ diyor. Ne demek? Şu an Türkiye’de 40 kişilik sınıf var mı? Şu an Türkiye’de derslik başına düşen öğrenci sayısı ortaöğretimlerde 16-17 civarında, temel eğitim çağında ise 21-22 civarında. O gün sahip olduğumuz derslik sayısı katbekat artırıldı. Bu bir devrim. Mektupların birinde ‘İnşallah her okulda bir bilgisayar olur’ deniliyor. Bugün geldiğimiz noktada bilgisayarı geçtik, 65 bin okulumuzda etkileşimli tahtalar var.”

Derslik kalabalıklığına dair 2021’deki tek açıklamadan çıkarımlar

Bugüne kadar öğrencilerin okuduğu sınıfların kalabalıklık düzeyi hiç paylaşılmadı. Ancak 17 Ekim 2021’deki tweetinde bakanlık oranları öğrenci üzerinden değil derslik üzerinden alarak bir paylaşımda bulundu. Milli Eğitim Bakanlığının twitter hesabından yaptığı paylaşımda yer alan grafiğe göre, Türkiye'deki sınıfların yüzde 56.1'inde 1 ila 15 öğrenci, yüzde 16.7'sinde 26 ila 30 öğrenci, yüzde 13.8'inde 31 ila 35 öğrenci, yüzde 8.5'inde 36 ila 40 öğrenci, yüzde 3.8'inde 41 ila 50 öğrenci, yüzde 1.1'inde ise 50 veya üzerinde öğrenci bulunuyordu.

Görsel: MEB

Elimizde öğrencilerin dersliklerin kalabalıklığına dair tek resmi bilgi budur. Bunda da bir kandırmaca yapılmış (Pay ile payda yer değiştirmiş), kalabalıklığı değil dersliklerin sayısı verilmiştir. Ben pay ile paydanın yerini düzelterek yeniden hesaplamıştım. Ortaya 17 Ekim 2021 tarihi itibarıyla şöyle bir tablo çıkmıştı:

Tablo: 2020/21 yılında dersliklerin kalabalıklığına göre öğrenci dağılımları

Görsel: MEB

Bu tabloya göre 2021 yılında 850 bin derslikten 31 veya daha fazla öğrencinin öğrenim gördüğü derslik sayısı 231 bin 200 ve bu kalabalık dersliklerde okuyan öğrenci sayısının da 8 milyon 565 bin 450 idi. 2019-2020 yılı açık öğretim öğrencileri hariç tutulursa 16 milyon 505 bin 179 öğrenci vardı. Bu sayı esas alınırsa, 2021’de öğrencilerin yüzde 51.90’ı 31 ve üstü dersliklerde (31-70 kişilik kalabalık sınıflarda) öğrenim görüyor anlamına gelmekte idi.

Kaldı ki 2020/21 MEB istatistiğinde resmî okullarda 593 bin 632, özel okullarda 138 bin 749 olmak üzere örgün eğitimde toplam 732 bin 381 derslik bulunuyordu yani 850 bin derslik yoktu. Yani 2020/21’de kalabalık dersliklerde okuyan öğrenci sayısı büyük ihtimalle bu açıklanandan da yüksekti.

2024/25 Yılında Durum: İmam hatip ve özel okullar hariç derslikler çok kalabalık

2024/25 MEB istatistiğinde resmî okullarda 618 bin 860, özel okullarda 134 bin 711 olmak üzere örgün eğitimde toplam 753 bin 21 derslik bulunuyor. 17 milyon 956 bin 523 öğrencinin 1 milyon 50 bin 801’i açık öğretimde okuyor, örgün/okul öğrencisi 16 milyon 905 bin 722 bulunuyor.

Tablo: 2024/25 yılında dersliklerin kalabalıklığına göre öğrenci dağılımları

Görsel: MEB

Bu durumda özellikle resmi okullarda tüm kademeler toplamında derslik başına 25, ortaokul ve ortaöğretimde 27-28 öğrenci düşüyor ki, bu ortalamayı dikkate aldığımızda öğrencilerin hâlâ yüzde 45-50’sinin 31 ve daha kalabalık sınıflarda okuduğu öngörülebilir.

Yani imam hatipler hariç ilkokul, ortaokul ve lise düzeyinde devlet okullarında çocukların çok büyük kısmı çok kalabalık sınıflarda okuyor.

Bakan Tekin, öncelikle kademe ve okul türlerini dikkate alarak şube kalabalık sayısına göre öğrenci dağılımlarını açıklasın, biz de ne yaptıklarını görmüş olalım.

Haftaya Bakan’ın diğer açıklamalarına, özellikle de eğitimin niteliğine dair devam edeceğim.

/././

Güçlerin çekilmesi ve demokratik düzenlemeler -Mustafa Yalçıner-

Hafta sonu PKK’nin ülke içindeki silahlı güçlerinin sınır dışına çekildiği/çekileceği açıklandı. Açıklamada, adında hâlâ fikir birliğine varılamasa bile Öcalan’ın çağrısıyla PKK’nin kendisini feshedip silah bırakmaya başladığı “Sürecin ilerlemesi için gecikmeden hukuki ve siyasi düzenlemeler”in yapılması istendi.

Peki, talep edilen “düzenlemeler” rejimin gündeminde mi? Saray bu tür “düzenlemeler” yapmaya hazır mı?

Açıklamalara ve yakın zamanda olan bitene bakılırsa bu “hamur”un daha çok su kaldıracağı görülüyor.

Sadece M. Uçum’un makaleleri değil, ama 18 Ekim’de Diyarbakır’da düzenlenen “Öcalan’a özgürlük” yürüyüşü karşısında iktidarın tutumu “hukuki ve siyasi düzenlemelerin” gündem dışı olduğunu işaret ediyor. Yürüyüşe polis müdahale etmiş ve ertesi sabah yürüyüşe katıldığı gerekçesiyle 8 DEM’li genci gözaltına almıştı. Erdoğan yürüyüş düzenlenmesinden “Üzüntü duyduğunu” açıklamış, Bahçeli “Maksimalist taleplerden uzak durulmasını” istemişti. Oysa aynı Bahçeli süreci “Öcalan gelip Mecliste konuşsun umut hakkından yararlansın” diyerek başlatmıştı!

AİHM’nin Demirtaş kararına itiraz etti Saray. Van ve Hakkâri vb. kayyımları koltuklarında oturmayı sürdürüyor. Bilmem kaçıncı hukuk “reformu” hasta tutukluların tahliyesini bile kapsamıyor. Perşembenin gelişi çarşambadan belli. Güçlerin sınır dışına çekilmesi de bir değişikliğe yol açmayacak. Uçum ya da bir başka Saray sözcüsü “henüz terörsüz Türkiye süreci sona ermedi, sıra düzenlemelere gelmedi” açıklaması yapacaktır!

Silahlar tümden bırakıldığında sıra gelir mi “düzenlemelere”? Yine gelmez, o durumda da “Ama SDG silah bırakmadı” ya da “Suriye ordusuna entegre olmadı” denecektir!

Sürece karşı çıktığımız yok, ama her şey ortada.

Başlarken Bahçeli de Erdoğan da bir kez olsun Kürt sorununun demokratik çözümünden, herhangi bir demokratikleşmeden söz etmedi. Silahlar bırakılsın dediler ve en ileri noktada “umut hakkı”ndan bahsetti Bahçeli. Altını çizdikleri “terörsüz Türkiye” hedefine ulaşılması ve bunun için “Örgütün silahsızlanıp teslim olması”ydı. “Demokratikleşme”den söz eden sadece Öcalan’dır.

Bahçeli ve Erdoğan’la Saray’ın başından beri iki hedefi oldu. İçerideki ve ülke dışındaki sıkışmışlıktan kurtulmak, içeriye ve dışarıya karşı iç cepheyi tahkim etmek. Ya da bir diğer ifadeyle 1) “Yumuşak karnı” durumundaki Kürt sorununun oluşturduğu zaafı bertaraf ederek, bu sorunun ABD, Fransa, İsrail ve Suudiler gibi “dış güçler”ce kullanılıp başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’daki yayılmacı eylemlerinin önünün kesilmesini savuşturmak… Ve 2) Rejimin destek ve oy kaybını telafi ederek iktidarının devamını sağlamak üzere ülke içi muhalefeti bölmek ve Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanlığını garantiye almak amacıyla yapılacak yeni anayasayla ömür boyu seçilme hakkı elde etmek.

Suriye’de SDG dolayısıyla ABD’yle açı farkının ve İsrail’le karşıtlığın yol açacaklarından kurtulmak amacıyla Öcalan’la bir ortak noktada buluşulmaya çalışılırken, ülke içinde beklentiye sokularak Kürt ulusal hareketinin hareketsizleştirilmesi hedeflenmiştir. Saray’ın iki hedefine yönelik olarak da belirli bir ilerleme sağladığı söylenebilir. Suriye’de Barrack’ın önayak olduğu ve YPG’nin “entegrasyonu”nda anlaşılan 10 Mart HTŞ-SDG anlaşması zemininde bir tür otoritesi artırılmış yerel yönetimler ve YPG’nin yapısını az-çok koruduğu türden bir katılımıyla tutturulacak bir “ortalama” hemen tüm tarafları memnun edecek gibi görünüyor.

Ülke içinde ise, Kürt ulusal hareketinin muhalefetten ayrı durup toplumsal muhalefet içinde yer almayarak, ihtiyaç duyduğu “hukuki düzenlemeleri” kayda geçirme düşüncesiyle Erdoğan’a sultanlık bahşedecek yeni bir anayasaya “evet” demesi isteniyor. 2010 referandumundaki “Yetmez ama evet” türü bir yaklaşımla hangi “düzenlemeler” elde edilebilir? Ancak suya sabuna dokunmayan ve eşit ulusal haklar kapsamına girmeyecek türden olanlar. En ileri noktada belki Öcalan’ın cezaevi koşullarının iyileştirilmesiyle zamanı gelmiş tahliyelerin yapılması! Tabii ki “Karşıtlarla barış yapılır” ama demokrat olmayan ve seçme-seçilme hakkını bile çiğneyenlerden ulusal demokrasi umulamaz!

Açıkça muhalif saflarda yer alıp barış ve demokrasi mücadelesi birleştirilmeden Türkiye ne siyasal ne de ulusal açıdan demokratikleşebilir!

/././

Erdoğan neden ‘ihtiyaç duyulan biri’?-Yücel Özdemir-

Türkiye’yi ziyaret eden Almanya Başbakanı Friedrich Merz’in gündemi asıl olarak Ankara’yla siyasi, askeri ve ekonomik ilişkileri derinleştirmekti. Ziyaret öncesi Alman basınında yer alan haberlerde, bir süredir gündemde olan Eurofighter savaş uçaklarının Türkiye’ye satılması önündeki bütün engellerin kaldırılacağı ifade ediliyordu.

Gerçi, bu engel önceki hükümet tarafından kısmen kaldırılmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk olarak kasım 2023’te Berlin’e yaptığı ziyaret sırasında gündeme getirilen 40 adet Eurofighter’in yarısı için hafta içinde Türkiye ile İngiltere arasında imzalar atıldı. Bunun için üretici ülkeler İngiltere’nin yanı sıra Almanya, İspanya ve İtalya’nın da onay vermesi gerekiyordu. Üç ülke daha önce satış yönünde görüş belirtirken, Almanya Türkiye’deki insan hakları ihlallerini gerekçe göstererek çekinceler koyarak engel olmuştu.

İngiltere, Türkiye’ye toplam 5.4 milyar sterline mal olacak Eurofighterler için imza atarken, geri kalan 20 adedin de üç ülke arasında paylaştırılacağı söylenebilir. Hava gücünü önemli ölçüde Avrupa’nın verdiği bu destekle modernleştirme yoluna giden Türkiye, Avrupalı silah tekelleri için önemli bir pazar durumunda. ABD’nin de F-35’leri satın almayı dayatması durumunda, hangarda duran ve 2.5 milyar dolara mal olan Rus S-400’ler de hesaba katıldığında, bütçede askeri harcamalara devasa paralar ayrılacağı kendiliğinden görülebiliyor. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere halkın ihtiyaçlarına bütçe ayırmayan, dahası yeni vergilerle sürekli halkın cebindeki parayı alan Erdoğan ve hükümeti, bunu doğrudan silah almaya kullanıyor. Başka bir deyişle işçinin, öğrencinin, emeklinin cebinden alınan İngiliz, Alman, İtalyan, İspanyol, ABD silah tekellerinin kasasına giriyor.

Ama, Avrupa ülkeleri ve onların tekelleri Türkiye’yi sadece halkın cebindeki parayı almak için silahlandırmıyorlar. Aynı zamanda, Türkiye’yi bölgede yeni savaş ve çatışmalarda bir dayanak olarak kullanmak istedikleri için silahlandırıyorlar. İngiltere Başbakanı Keir Starmer, haber kanalı Bloomberg’e verdiği demeçte aynen şöyle diyor: “Türkiye, NATO'nun güneydoğu kanadı için hayati öneme sahip ve bu nedenle Putin’e NATO’nun her zamankinden daha güçlü olduğu yönünde güçlü bir mesaj gönderiyor.”

İngiliz Başbakan bunu söylemekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’ye 20 adet Eurofighter satmakla ülkesinde 10 yıl boyunca 20 bin kişilik istihdamı güvence altına aldıklarını da ekliyor.

Benzer bir yaklaşıma Almanya Başbakanı Merz’in de sahip olduğundan kuşku yok. Zira, Ukrayna ve Baltık üzerinden Rusya ile savaşın koşullarını hazırlamak için militarist dış politikayı alabildiğince yoğunlaştıran Almanya, şimdiden savaş için bir takvim bile veriyor: 2029. Bu nedenle asker sayısı artırılıyor, askeri harcamalar için kesenin ağzı açılıyor ve halka “savaşa hazır olun” mesajı sürekli veriliyor. Yine, daralan ekonominin daha fazla silah üreterek, satarak aşılabileceği sıkça dile getiriliyor.

NATO’nun Rusya ile doğrudan savaşa girmesinin hesaplarını yapan Avrupalı emperyalist devletler, bu kapsamda NATO üyesi Türkiye’yi de askeri olarak güçlendirmek istiyorlar. Ayrıca, bölgedeki nüfuz mücadelesinde Türkiye üzerinden ellerini güçlendiriyorlar. Asıl hedefin Rusya ve İran olduğu bilinciyle...

Almanya’nın Eurofighterler konusunda çekinceleri bir yana bırakması insan hakları ve demokrasi konusunda da nasıl ikiyüzlü olduğunu bir kez daha gösteriyor. Ortada bir düzelme olmadığı gibi Türkiye’de siyasal baskıların çok daha ağırlaşmasına rağmen Almanya’nın ‘çekinceleri’ kaldırması, kapitalist devletlerin çıkarlarının her zaman temel hak ve özgürlüklerden daha önemli olduğunu ortaya koyuyor.

Süddeutsche Zeitung’dan Raphael Geiger, Batı’nın Erdoğan’a yaklaşımını haklı olarak şu şekilde özetliyor: “Erdoğan’ın dünya sahnesindeki yeri, jeopolitik değeri, Rusya ve Ortadoğu ile olan bağlantıları önemli. Erdoğan, Avrupalılardan farklı olarak yıllardır ordusuna ve silah endüstrisine yatırım yapan NATO üyesi bir ülkenin devlet başkanı. İhtiyaç duyulan biri. Özellikle şu sıralar.” (30 Ekim 2025)

Batılı emperyalist ülkelerin Rusya ve Çin’e karşı yapmayı planladığı hamleler, her müttefik ülkeye yeni görevler ve sorumluluklar yüklüyor. Türkiye’ye de düşen bir kez daha NATO’nun güney kanadının sadık bekçisi, belki de vurucu gücü olmaktır. Türkiye egemen sınıfları ve onların medyası ise bu durumu tersine çevirerek, “Batı’nın Türkiye’nin önemini anladığı, Erdoğan’ın küresel bir güce dönüştüğü ve önünde saygıyla eğildiği” propagandasını yapıyorlar. Halbuki, Batı’nın ihtiyaçları ve çıkar birliği, ilişkileri yeniden uyumlu hale getirdi. Denilebilir ki, Türk-Alman ilişkileri bu nedenle önümüzdeki dönem Berlin’in çıkarları ve beklentileri nedeniyle yeniden tarihteki “silah arkadaşlığı” referansları üzerinden ilerleyecek. Türkiye’nin Avrupa güvenlik eylemi programına (SAFE) dahil olması durumunda, ilişkiler yeni bir aşamaya geçebilir. Bu, Erdoğan’ın karşılığında neler alabileceğine bağlı.

İngiltere ve Almanya liderlerinin peş peşe aynı eksende yaptıkları ziyaretlerin asıl nedeni Türkiye’yi emperyalist paylaşım mücadelesinde kendi cephelerindeki sadık bekçi haline getirmek içindir. Hem de Türkiye halklarını, sattıkları silahlarla daha fazla yoksullaştırarak...

/././

EVRENSEL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -1 Kasım 2025-

Toprağın altında servet, üstünde teslimiyet - Dr. Erkan Kıdak- Gazze konusunda “direniş” söylemiyle sahneye çıkanlar, aynı anda İsrail’le ti...