Alman Yeşiller Partisi liderinden 'şeriat' savunusu (SOL)
Alman Yeşiller Partisi lideri, şeriatın anayasaya uyan bölümlerinin benimsenebileceğini savundu.
Alman Yeşiller Partisi’nin yeni eş başkanı Omid Nouripour, Almanya’nın şeriatın bazı bölümlerini benimseyebileceğini savundu.
Parlamentoda söz alan Nouripour, “Şeriat tartışmasına genel olarak bakacak olursak, şeriat içerisinde birçok farklı hareket var. Burada bizim görevimiz, şeriatın anayasayla uyuşan bölümlerini içeri alabilmek” dedi.
Almanya'nın Sivas katliamcılarını koruması şaşırtıcı mı? (YURDAKUL ER /SOL- ANALİZ 02/07/2019)
Almanya'da Sol Parti milletvekili Helin Evrim Sommer, 2 Temmuz 2019'da yayımlanan basın bildirisinde Almanya'nın Sivas katliamcılarını koruduğunu ve mecliste soru önergelerine karşı her seferinde kayıtsız kalındığını belirtti. Bunun şaşırılacak bir durum olmadığını vurgulayan Yurdakul Er, Avrupa'da korunan ve yeşeren siyasal islamın neden emperyalist merkezlerden bağımsız…
Sivas katliamcılarının Almanya'da kabul görmesi ve korunması, yıllardır dillendirilen bir iddia ve gerçek payı büyük. Yani bırakın korunmayı, resmen ileri bir zamanda birtakım görevler için beslendiklerini bile ileri sürmek mümkün.
Almanya'da Sol Parti milletvekili ve partisinin kalkınma politikası sözcüsü Helin Evrim Sommer, Sivas katliamında Almanya'nın kirli bir rolü olduğuna dikkat çekti. Sol Parti'nin bu yılkinden çok önce 2006'da da verdiği iki soru önergesinde, Almanya'nın insanlığa karşı suç işleyenlerin barınma ve korunma yeri olamayacağına yanıt aranmıştı.
Türkiye doğumlu Sol Parti milletvekili Helin Evrim Sommer, 2 Temmuz 2019'da şu basın bildirisini yayımladı:
“Sivas katliamının kırmızı bültenle aranan bazı faillerinin Almanya'ya yerleșmesi ve bunlardan birinin Almanya vatandaşlığına kabulüyle ilgili haberler daha önce basına yansımıştı. Gerek Sol Parti milletvekillerinin konuyla ilgili soru önergelerine, gerekse Alevi kurumlarına bağlı hukukçuların ilgili girișimlerine Alman hükümetinin kayıtsız kalması Almanya'yı da bu insanlık suçuyla ilișkili konuma sokmuştur.
Sivas Madımak katliamı insanlık suçu kapsamındadır; bu suç zaman aşımı ve belli bir ülkenin hukukuyla sınırlandırılamaz. Almanya bu tür insanlık suçu işleyenlerin barındığı ve vatandaşlığa kabul edilerek cesaretlendirildiği yer değil; aksine faillerin hızla yargılanmalarının sağlandığı bir ülke olmak zorundadır.”
SOL PARTİ VE YEŞİLLER'DEN SORU ÖNERGELERİ: SONUÇSUZ
Sol Parti 2006'da iki kez ve bu yıl da bir soru önergesi vererek olayın takipçisi olmuştu. Ama asıl iyi bilgiler Yeşiller Partisi'nin eski milletvekili Memet Kılıç'ın öncülüğünde 2011'de verilen soru önergesiyle gelmişti. Hükümetin yanıtında, o dönemde Sivas katliamı nedeniyle yargılanıp mahkûm olan firarilerden 9’unun Almanya’da yaşadığı ortaya çıkmıştı. Memet Kılıç, Türkiye’nin şimdiye kadar 9 hükümlü için 10 kez iade dosyası gönderdiğini, ama bunlar eksik düzenlendiği için Almanya’nın Adem Ağabektaş, Mehmet Yılmaz, Murat Songür, Vahit Kaynar, Sedat Yıldırım, Muhammed Nuh Kılıç, Ömer Demir, Adem Bayrak, Eren Ceylan'ı iade etmediğini bildirmişti. Muhammed Nuh Kılıç'ın Alman vatandaşlığına geçmesi de daha sonra kısa bir süre için skandal haberler arasında yer almış ve unutulmuştu.
İlişkiler 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Zekeriya Öz gibi asker ve sivil bürokrasiden çok sayıda Gülen cemaati mensubunun Almanya'da iltica başvurusunda bulunmasıyla yeniden hatırlandı. Almanya, Madımak zanlıları gibi Fethullahçıların da sığınma taleplerini kabul etmişti. Berlin'in gerekçesi Türkiye'de bağımsız bir yargının bulunmaması ve Ankara'da otoriter bir yönetimin bulunmasıydı.
Ancak bu ilişkilerin sadece güncel tartışmalar, bağımsız yargı yokluğu, otoriterlik, tek adam yönetimi vs. gerekçeleri aşan bir yanı var. Bir tarihsel cinayete ortak olanlar, ki “Fetöcüler” de birçok cinayete ortaktılar, haklarında arama emri çıkınca muhtemelen akrabalarının, dostlarının desteğiyle Avrupa'nın en büyük ekonomisi içinde kaybolmayı ve hatta kimileri zenginleşmeyi seçtiler.
Fakat, söylenmesi gereken şey başka.
ANTİKOMÜNİST HİSTERİ VE İSLAMCILIK
Berlin, Sivas katillerine veya Fetö kumpasçılarına, yani bu İslamcı militanlara kapıları hiç kapamadı. Kapayamazdı, çünkü biraz da kendi gürbüz çocuklarıydı: İslamcılık, daha doğrusu “Türk-İslam sentezi” bir iktidar yürüyüşü olarak, kendi tarlasını önce Almanya'da bulmuştur. Türkiye'den 1961'den itibaren Almanya'ya gelen işçilerin ilk iki on yılda sola ve sosyalizme yönelik artan destekleri bir tehdit unsuru olarak görüldüğü için, Türk-İslam sentezine, ona karşı olarak da 90'lardan itibaren “Kürt-İslam-Liberal sentezine” kapılar açılmış olmalıdır.
“12 Eylül – Bir Alman Pastası” kitabında da var: İslamcılık tüm renkleriyle Almanya'nın Türkiye'ye bir armağanıdır. Sosyalizm tehdidine karşı bir çökertme silahı: 12 Eylül gibi üstü örtülüsü olsun, 3 Kasım 2002'deki gibi sandıktan çıkan açık İslamcılığı olsun...
Peki bu şeriatseverliği, bu gübreleme eylemini nasıl kamufle edersiniz? Türkiye'nin zulme uğramış liberallerini toplar, “Erdoğan despotizmine karşı direnen aslanlar” olarak medya üzerinden hem Türk hem de Avrupa kamuoyuna duyurursunuz. Bir propaganda bombardımanı örgütlersiniz. Böylelikle hem sosyalist iktidar tehdidini göğüslemiş olursunuz hem de İslamcılık ve milliyetçilikle olan muhabettinizi bir sis bombasıyla görünmez kılarsınız. Buna neden şaşıralım ki?
Türkiye'nin dış dünyadaki en büyük ve etkili irtibat merkezi eğer Almanya ise, bu nüfuzun gölgesinin her alana düşmemesi mümkün değildir. Futbol, pek farkında olunmayan “kültür endüstrisi”, uzman işgücünün ilk kaçma hesabı yaptığı teknolojik merkez... Bunlar varsa, Türkiye'de halka karşı suç işleyenlerin kaçacağı ve korunacağı yer de Almanya olur.
Neden olmasın?
İSLAMİZMİN BEŞİĞİ 'LİBERAL ALMANYA'
Türk İslamcılığı Almanya'da yerleşip serpildi ve Ankara'yı gasp etti. İslamcı rengi ağır basan Türk milliyetçiliği Almanya'da, üstelik sadece 1940'lar ve 1950'lerde İkinci Savaş'ta Hitler'in safında savaşan Kızıl Ordu hainlerinin değil, onlarla “iltisaklı olarak” Türkeş ve tetikçilerinin de rahatça dolaştığı bir yer oldu. 1960'larda, 1970'lerde ve hatta 1980'lerde. Örneğin Mehmet Ali Ağca'nın kaçak yıllarında, 1979-1980 gibi, bu ülkede elini kolunu sallayarak “saklandığı” ve hatta birilerinden “kanlı biçimde intikam aldığı” falan kitaplara girdi. Abdullah Çatlı ve çetesinin buralardan boşuna geçmediği biliniyor.
Türk derin devleti, ki bunun son yıllarda Türkiye kökenli bir kavram olarak (“deep state” / “tiefer Staat”) Almanca ve Amerikanca kitapların başlıklarına çıktığını görüyoruz, bu coğrafyada bu kadar serpilmiş ve destek görmüşse, bu coğrafyanın egemenleri Türk ve Kürt gericilerini, tüm renkleriyle (şeriatçı, Türkçü, liberal, Kürtçü) bir biçimde korumaya almak zorundadır. Ama sosyalist bir ortak cumhuriyet projesi için mücadele eden Türk ve Kürt sosyalistlerine bütün kapıların kapanacağı açıktır. Hepsini birbirine kırdırmak ve bölgeyi “parça pinçik etmeyi” kolaylaştırmak için.
Çünkü Türkiye bir anomalidir ve artık dikiş tutmayacağı anlaşılmış bulunuyor. Sosyalizm dışında bir düşman bulunmuyor.
Avrupa'dan demokrasi falan bekleyen, aklını temelsiz bir demokratizm, etnisite, dincilik, kültürcülük, cinsiyetçilik, kimlikçilikle bozmuş, sosyalizmden başka her şeye hazır uşak militanların, kaçacak bir yeri olması gerekir. Var öyle bir yerleri. Antikomünizmin teorisini ve pratiğini yapmış, bunlarla kütüphaneler, zindanlar, kanlı meddanlar ve yargısız infazların yapıldığı sokak araları doldurulmuş bir emperyalist merkezden, neden farklı bir tutum beklenir ki?
(YURDAKUL ER /SOL-02/07/2019)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder