(I) Kurye eylemleri
'O taş suya atılmış ve işçi sınıfının uzun süredir tıkanan iletişim kanallarından biri açılmıştır. Hikayemizi hatırlatan ve hikayemizi anlatan, direnen tüm işçilere selam olsun.'
2022 yılı peşi sıra gelen işçi eylemleri ile başladı. Geçtiğimiz iki senenin özellikle pandemi dolayısıyla belki de en fazla sömürülen kesimlerinden biri olan kuryeler, adeta “Anlatılan senin hikayendir.” dercesine Türkiye’nin dört bir yanında birbiri ardına ses çıkarmaya başladı. Söz konusu eylemlerde ücretlerin düşüklüğü, fahiş fiyat artışları, zamlar, enflasyonun tarihi zirvesi, ülkenin içinde bulunduğu temel ekonomik krizin payı çok yüksek olmakla birlikte madalyonun bir de diğer yüzü var. Bu ve bundan sonra yazacağım birkaç yazıda madalyonun bir hayli kabarık olan diğer yüzünü anlatmaya çalışacağım.
Madalyonun diğer yüzü işçi sınıfının 2000’li yıllarda iktidar tarafından siyasal, ekonomik ve ideolojik olarak kuşatılması anlamına geliyor. Bu kuşatılmanın neticesinde iletişim dinamikleri kopmuş, sessiz kalmış, baskılanmış bir işçi sınıfı hayali kuran bir iktidar ile karşı karşıyayız. Öyleyse işçi sınıfının 2000’li yıllarda içinde bulunduğu iletişim deneyimlerini bu ilk yazıyla anlatmaya başlayalım.
Tereddütlü Sesler: Güvencesizlik
2000’li yıllarda Türkiye’de işçi sınıfının içinde bulunduğu derin iletişimsizliği anlatırken üzerinde durulması ve detaylandırılması gereken en önemli sorunlardan biri şüphesiz ki güvencesizlik olacaktır. Çünkü güvencesizlik, işçi sınıfının hem kendi arasındaki hem de siyasetle olan iletişim damarlarını tıkayan bir haldir. Türkiye’de TEKEL direnişi ile literatürde yer etmeye başlayan kavram, sınıf tartışmalarının da merkezinde bulunmaktadır. Güvencesizlik, emeğin sadece üretim noktasında değil, gündelik hayat pratiklerinde de deneyimlediği bir süreçtir. Tam da bu noktada, güvencesizlik halinin sadece üretim alanındaki değil, sosyal ve siyasal hayatta da işçi sınıfının iletişim deneyimlerini parçaladığını söylemek yanlış olmaz. Yani en kaba tabiriyle güvencesizlik işçinin sadece işyerinde, mesai saatleri içerisinde deneyimlediği bir süreç değildir. Güvencesiz çalışma denilince genelde işçilerin, iş güvencesi ve sosyal haklarından mahrumiyeti anlaşılmaktadır. Fakat sağlıklı bir güvencesizlik tanımı, hem üretim noktasında hem de emeğin toplumsal/gündelik hayatındaki iletişim deneyimlerinde sermaye karşısındaki konumu üzerinde tartışılmalı ve kavram kapitalist üretim ilişkileri içinde değerlendirilmelidir. Bu durum kavramı, basit bir istihdam ya da sosyal güvence problemi olmaktan çıkaracak ve sermayenin emeği hem üretim alanında hem de gündelik pratiklerde denetlediğini ve yine sermayenin emeğin sesini nasıl kıstığını ortaya koyacaktır. Emek üzerinde denetim olmadan kapitalist bir sistem tanımlanamayacağı için, en az maliyetle en yüksek denetim sağlanmaya çalışılmaktadır.
Kapitalist üretim ilişkilerinin yapısal bir özelliği olan ve en basit haliyle güvenceden mahrum olma hali olarak tanımlanan güvencesizlik, sermaye sınıfı ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiler ile belirlenmektedir. Genel-İş’in tanımı kavramı netleştirmek adına önemli olabilir: “Güvencesiz kelimesi, harfi harfine, emniyetsiz, belirsiz, kırılgan demektir. Çalışma yaşamı açısından ise geçici, düzensiz, kuralsız, korumasız, emniyetsiz, standart dışı, kırılgan ya da eğreti koşullar anlamına gelir. Çalışma yaşamı, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğundan, güvencesizlik aslında topyekûn yaşamın kendisini etkileyen bir olgudur. Güvencesiz çalışmanın temelini, 1980’li yılların başından itibaren neoliberal ekonomi politikaları aracılığıyla tüm dünyada uygulama alanı bulan işgücü esnekliği oluşturur.”1
1980’li yılların başından itibaren, kapitalist üretim ilişkileri, sınıflar arası ilişkiyi güvencesizlik ile kurmaktadır. Bu noktada tarihsel bir dipnotun hepimiz için önemli olduğu kanısındayım. 1980 öncesi işgücü piyasasının daha “düzenli” olduğu söylenebilir. Bu düzen, içerisinde “iş güvenliği”, “sosyal devlet”, “refah devleti” gibi kavramları barındırıyordu. Tüm bunların altında kapitalizmin bir “ödülü” değil, özellikle 20. yüzyılın başında tüm dünyada hareketlenen, Ekim Devrimi gibi büyük bir devrimle ayağa kalkan, Avrupa’da kitleselleşen işçi sınıfının örgütlü yapısından duyulan endişe yatıyordu. 12 Eylül darbesi ile Türkiye’de hem ucuz işgücü temin edildi hem de emek hareketinin kitle gücü yok edilerek örgütlü işçi sınıfı sermayenin talepleri doğrultusunda parçalandı. Dolayısıyla bu tarihten sonra zor yoluyla örgütsüz kılınan emek hareketi güvencesizlikle şekillendirilmeye çalışıldı. Sosyalizm ve örgütlü bir işçi sınıfı tehlikesi ortadan kalktığına göre kapitalizm de fabrika ayarlarına döndü ve güvencesizliği emek sürecinin tüm alanlarına yaydı.
Üretim anında başlayan ama üretim anı ile sınırlı kalmayan güvencesizlik, işçinin bütün hayatını kaplamakta, işçinin yaşamının tümünü etkilemekte; işçinin hem üretim alanında hem de sosyal hayattaki iletişim kanallarını yerle bir etmektedir. Dolayısıyla kavramın, sınıflar arası ilişkide çatı görevi gördüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Bu çatının alt başlıklarında güvencesizliği besleyen işsizlik, kayıt dışılık, örgütsüzlük, taşeron çalışma ve iş cinayetleri vardır. Tüm bunlar bugünkü eylemlere giden yolun taşlarını oluşturmuştur.
Güvencesizliğin en önemli boyutlarından birisi işsizlik ve kayıt dışı çalışmadır. İşten her an çıkarılma korkusu yaşayan işçi için en büyük ve temel sorun işsizliktir. İşsiz sayısında görülen hızlı artış, çalışan işçi için de tehdit oluşturmakta ve esnek, güvencesiz ve kuralsız çalışma koşullarının kabulünü arttırmaktadır. Bu kabul, güvencesizliğin Murat Özveri’nin belirttiği gibi, “bulaşıcı” olduğunu destekler niteliktedir.2 Güvencesizlik, güvende olduğu düşünenlerin de kapısını çalacak, bu güvencesizliği üreten koşullarla onları da karşı karşıya getirecektir ve onlar için de tehdit oluşturacaktır. Tam da bu noktada son günlerde artan işçi eylemlerine bakıldığında güvencesizliğin tetiklediği direnişin de “bulaşıcı” olduğunu söyleyebiliriz.
Güvencesizlik halinin çalışma hayatındaki yıkıcı etkilerinden bir diğeri ise çalışanların mesleklerini o mesleğin gereğine uygun şekilde yapamamalarıdır. Bir mühendis sadece mühendislik mesleğinin gereklerini değil, işten atılan işçilerin performanslarının düşüklüğü hakkında tanıklık etmek, kredi kartı ve banka kredileri gibi borçlarla uğraşmak ve işverenin istediği tanıklığı yapmak gibi zorunluluklar içindedir.3 Emekçiler açısından tüm bu sürecin, kendisini ve sosyal kimliğini oluşturan mesleklerinden kopuşu/yabancılaşmayı ve dolayısıyla da sessizleşmeyi temsil ettiğini görmek zor olmayacaktır. Bugün tam da bu sessizleşmenin bir çığlığa dönüşmesine tanıklık ediyoruz.
Güvencesizliğin kendini gösterdiği örgütsüzlük, taşeron çalışma, üretim ve üretkenliğin artarken, istihdam ve ücretlerin düşmesi, iş cinayetleri nedeniyle AKP iktidarı süresince 30 bine yakın işçinin hayatını kaybetmesi ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken konulardır. 2000’li yıllarda Türkiye işçi sınıfının iletişim dinamiklerine bakıldığında, güvencesizliğin işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı ve doğrudan etkileri açıkça görülmektedir. 24 Ocak 1980 kararları ile ortaya çıkan neoliberal ekonomik politikaların esnek ve kuralsız bir hale getirdiği piyasanın emekçiler üzerindeki baskısı, 2000’li yılların başından bu yana AKP eliyle ağırlaştırılarak sürdürülmektedir. Bugün Türkiye’de her gün karşılaştığımız iş cinayetleri, artan işsizlik oranları, kayıt dışı çalışmanın yaygınlaşması, işçi sınıfının örgütlü yapısını parçalayan politikalar ve azalan sendikalaşma oranlarının temel sebebi esnekleştirilen ve 1980 sonrası yapısal olarak değiştirilen piyasanın ve emek politikalarının sonucudur. Gelinen noktada artık emekçiler için güvencesiz çalışma olağan hale gelmişken, güvenli çalışma koşulları istisna halini almıştır. Bu direnişlerin öteki yüzünde bu istisnaya karşı başkaldırı vardır. Dolayısıyla bugünkü eylemlere giden yolda en büyük taşın güvencesizlik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. O taş suya atılmış ve işçi sınıfının uzun süredir tıkanan iletişim kanallarından biri açılmıştır. Hikayemizi hatırlatan ve hikayemizi anlatan, direnen tüm işçilere selam olsun.(08/02/2022)
- 1.https://www.genel-is.org.tr/guvencesizlik-nedir,2,11616#.Xdl5CpMzbBI
- 2.Özveri, M., (2012), “Güvencesiz Çalışmanın Hukuki Dayanakları”, Çalışma ve Toplum, C.2, S.33, s.147-172.
- 3.Özveri, M., (2012), “Güvencesiz Çalışmanın Hukuki Dayanakları”, Çalışma ve Toplum, C.2, S.33, s.147-172.
***
(II) Çığlık: İş cinayetleri
'İş cinayetleri kaza, kader ya da fıtrat değil, devlet ve sermayenin daha fazla kazanç ve kâr nedeniyle emekçilerin sağlığı ve canları karşısındaki bilinçli ve kasıtlı bir tercihidir.'
Geçen hafta, büyük bir direnişle başlayan ve artarak devam eden kurye eylemlerinin diğer yüzünü anlatmaya başlamıştım. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. İşçi sınıfının kesilmeye çalışılan sesinin, koparılmaya çalışılan iletişim kanallarının nasıl ilmek ilmek örüldüğüne dikkat çekmeye çalışıyoruz denilebilir. “Nereden çıktı bu direnişler?”, “Biz buraya nasıl geldik?” sorularının yanıtını aramaya devam ediyoruz.
İlk yazıda mevcut direnişlerin arka planındaki en önemli ve kapsayıcı kavramın “güvencesizlik” olduğuna dikkat çekmiştim. Bugün ise hem bu direnişlerin arkasındaki en büyük “çığlığı” hem de güvencesizlik kavramının en ağır bedelini anlatmaya çalışacağım: İş cinayetleri.
Neden cinayet?
İş cinayetlerinden bahsederken “cinayet” sözcüğünü bilinçli olarak tercih ediyoruz elbette. Türkiye’de her sene binlerce işçi ihmaller nedeniyle hayatını kaybediyor. Böyle bir durumda “kaza” kavramı yeterli olmadığı gibi durumun vahametinin de üstünü örtüyor. Piyasanın emekçiler üzerindeki denetim ve baskısının neden olduğu ölümler, kaza değil cinayettir.
İş güvenliğini sadece verimliliği ve rekabeti arttırıcı olarak kabul eden sermaye karşısında “kaza” kavramını kullanmak meseleyi sınıf bağlamından koparmaktadır. Kavramlar ortada tesadüfen salınmazlar. Bilinçli tercihlerle hayatımıza girerler ve sanıldıkları kadar da iyi niyetli değillerdir. Bu noktada daha da açıklayıcı olması açısından aşağıdaki alıntı yerinde olacaktır:
...Engels’in yerinde ifadesiyle ‘Bir insan, bir başkasına ölüme yol açan bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz’. İşverenler, doğal olmayan bir ölümle, basit ve önlenebilir bir kazadan koruyamayarak işçileri iş kazaları nedeniyle ölümle karşı karşıya bıraktığı için bu bir cinayettir. Öyle söylendiği gibi basit kaza sonucu ölüm değildir. Engels’in söylevi ile, işverenler, iş kazasında ölen işçileri yaşamın gereklerinden yoksun bırakıp, bu kazalar ile yaşayamayacakları konuma soktuğu için bu bir cinayettir, örtülü, kasıtlı bir cinayettir. Hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurların ölümü ‘doğal’ kabul edildiği için de ‘cinayet gibi olmayan cinayettir’, suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamaktan kaynaklanmaktadır...1
İşçi sağlığı dediğimiz olgu kapitalist üretim ilişkilerinden soyutlanamaz. Bu ne demek? İşçi sağlığı ve iş cinayetleri detaylandırılırken, emek ve sermaye arasındaki çelişki ve toplumsal ilişki yok saymamalı, işçi sağlığı ve iş cinayetlerini sermaye birikim süreçlerinden ayrı bir olay gibi kabul etmemeliyiz. İş cinayetlerini sınıfsal çelişki ve toplumsal ilişkiden sıyırdığımızda bizlere sadece duyduğumuzda üzüntü veren bir olay kalır. Oysa bağlamı içerisinde değerlendirmemiz gereken bu derin çığlık bizlere sadece acı değil büyük bir öfke ve hesap sorulabilirlik de vermelidir. Çünkü yaşam hakkı, kapitalizmin elimizden alamayacağı en temel haktır.
Uzun çalışma saatleri, teknoloji ile birlikte artan emek yoğunluğu sermaye için daha fazla kâr demektir. İpin diğer ucunda ise işçi sağlığı vardır ve ikisi arasında kalındığında sermayenin hangisini seçtiği çok açıktır. İşveren, işçinin hem fazla çalışmasını hem fazla üretmesini hem de maliyetin düşük olmasını bekler. Bu nedenle 50 işçinin ölümüne neden olsa da o 3. Havalimanı yapılır; metro inşaatında çalışan işçilere ekmek arası ıspanak reva görülür. O halde sınıflar arası ilişkide patronun payına artan üretim ve üretkenlik düşerken, emekçilerin payına azalan ücretler ve güvencesizlik sarmalında yaşanan iş cinayetleri düşer.
İş cinayetlerinin engellenmesindeki en mühim noktalar; toplu sözleşme, grev hakları ve sendikalardır. Fakat tüm bu hayati haklar emekçilerin elinden alınmış; işçi sağlığı, hak olma özelliğini yitirmiş ve maliyeti arttıran bir duruma getirilmiştir. 1980 kararlarıyla birlikte ihracata dayalı ekonomi modeline geçilmesi ile işçi ücretleri gelir olarak önemini yitirmiş, işçinin ücreti ve hakları işveren açısından ek bir masraf olarak görülmeye başlamıştır. Ve tabii ki sermayedarın ek bir masrafa tahammülü olmadığı gibi yiten bir canın pek bir önemi de yoktur.
20 yılda 30 bin iş cinayeti
İstihdamın biçimlerinin değiştiği, taşeron çalışmanın yaygınlaştığı, örgütsüzlüğün arttığı, işyerindeki tek söz sahibinin işveren olduğu, esnek ve güvencesiz çalışmanın arttığı ve işçi sınıfının derin bir sessizliğe mahkum edildiği piyasada hem meslek hastalıkları hem de iş nedeniyle yaşanan intiharlar yoğunlaşmaktadır. İş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle yaşanan ölüm verileri SGK tarafından açıklanmaktadır. Fakat SGK tarafından kayıt dışı çalışanlar değil, sadece kayıtlı ölümleri paylaşılmaktadır. Dolayısıyla SGK’nın açıkladığı söz konusu sonuçlar noksan ve yanıltıcıdır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), kayıtlı ve kayıt dışı çalışanların istatistiklerini tutmaktadır. İSİG’in verilerine göre, AKP döneminde iş cinayetleri nedeniyle yaklaşık 30 bin emekçi hayatını kaybetmiştir. Türkiye Uluslararası Çalışma Örgütü ILO istatistiklerine göre, bir “iş kazası sonucu ölüm” karşılığında yaklaşık altı “işle ilgili hastalık sonucu ölüm” olmaktadır. Ancak SGK ise her yıl 500 civarı meslek hastalığı tespit etmiş ve her yıl 5 ila 20 civarı meslek hastalığına bağlı ölüm açıklamıştır. Yani veriler yine açıkça çarpıtılmaktadır.
İş cinayetleri en fazla hızlı büyümenin ve dolayısıyla rekabetin hızla yükseldiği inşaat, mevsimlik işçilerin güvencesiz biçimde çalıştırıldıkları tarım, denetimlerin eksik olduğu ve ihmallerle binlerce işçinin canına sebep olan madencilik gibi sektörlerde yaşanmıştır. Sermayedar, piyasa içerisinde diğer sermaye gruplarıyla rekabet ederken, emekçiler de örgütlü halini yitirmiş; beyaz yakalı, mavi yakalı, yevmiyeci, çırak, stajyer, taşeron çalışan emekçiler şeklinde ayrılmış ve söz konusu emekçiler de kendi aralarında rekabet eder bir pozisyona sokulmuştur. Aynı işyerinde emekçiler arasındaki bu rekabet, emekçilerin sınıf aidiyetlerini yitirip, işyeri aidiyeti edinmelerine neden olmaktadır. Tüm bu parçalanmış sınıf yapısı, güvencesizlik ve denetimsizlik yaşanan cinayetleri arttırmaktadır.
Hep birlikte hatırlayalım: İnşaat işçisi Sıtkı Aydoğmuş, geçinemediği gerekçesiyle TBMM önünde kendini yakmaya kalkışmış ve alevler içindeyken son anda kurtarılmıştır. Olaydan 5 yıl önce çalıştığı şirkette üçüncü kattan aşağı düşen, yedi kaburga kemiği kırılıp, omuriliği ve kafatası zedelenen Aydoğmuş, yaşadığı olay üzerine çalıştığı şirketten tazminat alamamış, şirkete açtığı dava 5 yıldır sürmesine rağmen bir kazanım elde edememiş, bunun üzerine intihara kalkışmıştır. Kendini ateşe veren inşaat işçisi aslında Türkiye işçi sınıfının 2000’li yıllarda maruz kaldığı durumu ve derin iletişimsizlik halini anlatmaktadır: Memleketin her yerinde güvencesizlik ve sınıfsal eşitsizlik, kendini ölüm olarak var etmektedir.
Açıktır ki; güvencesiz, esnek ve kuralsız çalışma biçimlerinin bir diğer tarafı iş cinayetleridir. İş cinayetlerinin engellenmesi için en etkili iki yol, devletin ve sendikaların denetim ve yaptırımıdır. Rekabetçi işgücü piyasası denetimi azaltmakta, ucuz işçiliği arttırmakta, taşeronlaşmaya neden olmaktadır. Bu noktada siyasal iktidarlar, piyasanın adeta “azmettiricisi” haline gelerek iş cinayetlerini artmasına neden olmuşlardır. İş cinayetleri siyasal, ekonomik ve ideolojik tercihlerin sonucudur.
Yani ölüm, söylendiği gibi madencinin fıtratında yoktur. Çok güzel bir dayanışma örneği olsa da, işçinin canı fırtınanın hakim olduğu bir günde, motosikletiyle sipariş götürmeye çalışırken metrobüs şoförlerinin iyi niyetine bırakılacak kadar değersiz değildir. Emekçinin yaşam hakkı kimsenin niyetine teslim edilemeyecek kadar değerlidir. İş cinayetleri kaza, kader ya da fıtrat değil, devlet ve sermayenin daha fazla kazanç ve kâr nedeniyle emekçilerin sağlığı ve canları karşısındaki bilinçli ve kasıtlı bir tercihidir. AKP’li yıllar, cinayet mahallinin ta kendisidir. Katil ise el ele vermiş siyasal iktidarlar ve sermayedarlardır. Bugünkü direnişlere tam da buradan bakınca, dün beraber çay içtiğin arkadaşının ertesi gün hayatını kaybetmesi kulakları parçalayan bir çığlıktır. O çığlık bugün atılmıştır!(16/02/2022)
_________________________________________________________________________
1.Çakır, M., (2015), “İşçi Sağlığı Mücadelesi Nereye Odaklanmalıdır?” Mesleki Sağlık ve Güvenlik, S.54-55, s. 88-94
***
(III) Derin sessizlik: Borçluluk
'Tüm bu baskı ve sömürü işçilerin direnişleri sayesinde parçalanmıştır. Hem sermaye hem de siyasal iktidarın en önemli araçlarından olan boçlandırmanın yarattığı derin sessizlik artık bozulmuştur.'
İşçi sınıfının yükselen sesinin esasında nasıl yükseldiğini ve bu sürece gelene kadar yaşanan çöküşlerden, tıkanmalardan bahsetmeye devam ediyorum. İlk yazı güvencesizliğin tüm emek sürecini nasıl etki altına aldığından bahsediyordu ve işçi sınıfının iletişim hattında bunu “tereddütlü sesler” olarak tanımlamıştım. İkinci yazı büyük bir sesle başlayan kurye eylemlerinin arkasındaki “çığlığa” odaklanıyordu: İş cinayetleri. Bu yazıda ise emekçinin derin sessizliğinin arka planında yatan en önemli unsurlardan birine değinmeye çalışacağım: Borçluluk. Borçluluk da işçi sınıfının sesini kısan, iletişim damarlarını tıkayan en önemli sorunlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
Güvencesizliğin rızası
1980’lerin başından itibaren yaşanan neoliberal dönüşüm özelleştirme, esneklik, kuralsızlık, güvencesizlik gibi çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasının yanı sıra borçlanmanın işçi sınıfı üzerinde temel bir sorun olarak var olması ile kendini göstermeye başladı. Nasıl ki işçi sınıfının örgütlü yapısının parçalanıp sendikalaşma oranları yıllar içerisinde hızla düşmüşse ve yine iş cinayetleri her geçen gün güvencesiz çalışma ile beslenip artmışsa, borçluluk da bugün işçi sınıfının yaşadığı en büyük sorunlardan biri olarak sürmektedir. Keynesyen ekonomi politikalarına dayanan Fordist birikim rejiminin 1980’lerin başı itibariyle terk edilip yerine neoliberal ekonomi politikalarına dayanan post-Fordist birikim rejiminin gelmesiyle, sermaye işçi sınıfının karşısında elini daha da güçlendirecek faaliyetlere başvurmuş, bunlardan en önemlisi de güvencesizlik olmuştur. Yaşanan dönüşümle birlikte işçi sınıfı, esnek, kuralsız ve güvencesiz piyasa içerisinde yeni bir sorunla daha karşı karşıya kalmıştır: Borçlanma.
Peki ne yapıyor bu borçluluk, sadece ekonomik bir sorun mu? Üretim alanında ve sosyal alanda hayatımızı nasıl bir kıskaca alıyor? 2000’li yıllarda güvencesiz çalışma koşullarıyla mücadele eden işçi sınıfı çok ağır bir borçluluk yükünün altındadır. Borçlanma işçi sınıfının ses çıkaracağı, tepki göstereceği durumlarda adeta sesini kısmakta, tepkisiz ve zayıf bir işçi sınıfı oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Borçlanan emekçiler daha kötü koşullarda çalışmaya razı hale gelmektedir. Yani borçluluk güvencesizliğe rıza üretmektedir. Borçlandırma ile işçi sınıfı fazla mesaiye, düşük ücretlere, kötü ve baskı altındaki çalışma koşullarına razı edilmiştir.
Borçluluk yüzünden, çalışanlar için borçlarını ödeme kaygısı, işin güvencesiz koşullarının önüne geçmiştir. Bankaya, komşuya, bakkala olan borçlar her türlü çalışma koşulunu kabul edilebilir bir forma sokmaktadır. Nasıl çalıştığımızın, ne kadar süre çalıştığımızın artık pek de bir önemi yoktur. Esas önemli olan borcumuzu ödeyebilir halde olmamızdır. Bu da hem sermeye hem de iktidar açısından mevcut sömürüyü arttırmaktadır. Artık çalışana her türlü baskı yapılabilir çünkü nasılsa işi bırakamayacaktır, direnemeyecektir. Artık sömürünün merkezinde “borç” vardır ve sömürünün temeli mübadeleye değil borca dayanmaktadır. Hardt ve Negri’nin ifadelerine göre, “Yeni bir yoksul figürü doğuyor ve bu yalnızca işsizler ve düzensiz, güvencesiz ve yarım gün çalışanlardan oluşmuyor aynı zamanda düzenli çalışan ücretlileri ve orta sınıfın yoksullaşan kesimini de kapsıyor. Onların yoksullukları asıl olarak borç zincirlerine dayanıyor.”1
Borçlan(dır)ma, işçi sınıfının örgütlü yapısını da parçalamakta ve grev hakkının da önüne geçmektedir. Borçları nedeniyle zor durumda olan işçi, sendikalı olursa işten atılacağı korkusu ya da greve çıkılırsa maaşını alamayacağı endişesiyle temel ve hayati haklarından ödün vermektedir. Borçlanma ile birleşen güvencesizlik, işsizliği en büyük korku haline getirmekte, bu da işçi tipini dönüştürerek işçi olmanın koşulunu işverene sadık olmak, greve gitmemek ve böylece işsiz kalıp borçları ödeyememe sorunuyla karşı karşıya kalmamakla özdeş hale getirmiştir. Dolayısıyla borçlanma, sermayenin işçi sınıfının mücadelesine ket vurmak için kullandığı en önemli araçlardan biri haline gelmiştir.
Neoliberalizmin pansumanı
Borçluluk sadece üretim anına sirayet eden bir olgu değildir. Borçluluğun etkisi çalışma hayatı ile kısıtlı değildir. Borçlanmanın çalışma hayatı üzerindeki etkilerine ek olarak, siyaseten de belli sonuçları vardır. Bunların en önemlisi, borçlanan işçinin piyasaya ve dolayısıyla ekonomik ve siyasi “istikrar”a daha sıkı bağlarla bağlanmasıdır. Borç batağındaki işçi için mevcut durumun muhafazası, siyasi belirsizliklerin olmaması gibi düşünceler borçlanmanın yansımasıdır. Çünkü borçlanmanın artması, işçilerin geleceklerini piyasaya bağlaması anlamına gelmektedir. Borç yükü altındaki emekçinin artık değişikliğe ne tahammülü ne de cesareti vardır. 20 yıllık AKP iktidarına bu açıdan bakmak faydalı olacaktır. Borçlandır, daha fazla sömür, direnme kanallarını tıka ve istikrara bağımlı hale getir.
Borçlanma, artık Türkiye’de herkes için geçerli bir sorundur. Bugün üniversiteden yeni mezun olan öğrenciler de emekliler de borç yükü altındadır. İşte bu süreç, bütün yaş gruplarındaki emekçileri piyasaya ve işverene bağımlı hale getirmektedir. Borçlanma ile işçi sınıfının sadece bugünü değil, geleceği de sermaye tarafından denetlenir hale getirilmiştir. Borçluluk hali hemen hemen her yaştaki emekçiyi ve hanesini sermayenin denetimine açmakta, borcun geri ödenmesi sürecinde emekçilerin bütün hayatını karşılığı olmayan bir çalışmaya dönüştürmekte ve emekçileri tüm hayatları boyunca borçlu ve alacaklı ilişkisi arasındaki iktidar ilişkisine bağımlı kılmaktadır. Bu durumda emekçilerin sadece bugününü değil, geleceği de ipotek altındadır.
Borçluluk bir nevi neoliberalizmin pansumanı görevini yerine getirmektedir. Sosyolog Lazzarato “Borçlandırılmış İnsanın İmali” kitabında, neoliberalizm doğduğu andan itibaren borç mantığı üzerine kurulduğunu ve bu nedenle neoliberalizmi anlamak ve ona karşı mücadele etmek için önce borç mantığını anlamak gerektiğini söylemektedir. Alacaklı-borçlu ilişkisinin toplumsal ilişkileri doğrudan etkilediğini söyleyen Lazzarato, bu ilişkinin sadece toplumsal ilişkileri etkilemekle kalmadığını, bu ilişkinin kendisinin çağdaş kapitalizmin en önemli iktidar ilişkisi olduğunu vurgulamaktadır.
“‘Borçlandırılmış insan’, doğumundan ölümüne kadar ona tüm hayatı boyunca eşlik eden bir alacaklı-borçlu iktidar ilişkisine tabidir. Eskiden cemiyete, tanrılara, atalara karşı boçluysak da artık sermaye ‘tanrısına’ borçluyuz.”2
Borçlandırma, emekçileri sadece ekonomik zor altına sokmakla kalmamakta, aynı zamanda sermaye ile olan ilişkilerinin yeniden biçimlenmesine sebep olmaktadır. İşçiler, sermayedara bağımlı hale gelirken, işçi ve sermayedar arasındaki ilişkiyi kişiselleştirmektedir. Aynı zamanda da borçlu olarak toplumsal, ekonomik ve politik süreçlere etki güçleri azalmaktadır. Tüm bunlar daha denetlenir ve kontrol altında tutulan bir işçi sınıfı yaratırken, sınıf çatışmaları ise gizlenmektedir.
Tüm bu baskı ve sömürü süreci bugün işçilerin direnişleri sayesinde parçalanmıştır. Hem sermaye hem de siyasal iktidarın en önemli araçlarından biri olan boçlandırmanın yarattığı derin sessizlik artık bozulmuştur. Çocuklarına süt alamadığı için direnen ve kelepçelerle gözaltına alınan Gülabi Abi’nin akıttığı gözyaşları bardağa düşmüş ve bardak taşmıştır. İşçi sınıfının direnişi yoksulluğa, borçluluğa karşı ses olmuş; derin sessizlik yerini direnişin coşkulu sesine bırakmıştır.(27/02/2022)
DİLARA İLBUĞA YILDIRIM / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder