18 Şubat 2022 Cuma

Portreler V: Gregor Strasser – Faşizm faşistleri de vurur VI-VII / SERDAL BAHÇE-SOL

 (VI) 

İletişime geçtikleri kişi partinin prestijli ikinci adamıydı; zavallı Gregor kapana giriyordu. 

     soldan sağa Brüning, Papen ve von Schleicher

“Biz bu meclise kendimizi parlamentarizmle zehirlemek için gelmedik…Biz bu meclise bakanlık postu kapmak amacıyla siyasi anlaşmalara girmek için de gelmedik…Biz, Nasyonal Sosyalistler, reaksiyon değil toparlanma istiyoruz…Biz plansız bir devrim değil, dağılma ve anarşinin yerine yeni bir düzen istiyoruz”
1

1932’de Gregor yaptığı konuşmada tam da bunları söylemişti. Bu kelamdan 1932’de Gregor’un artık 1920’lerde savunduğu ne idüğü belirsiz faşizan sosyalizmi savunmayı bıraktığını ve söylemde neredeyse tutucu ve otoriter bir sağcı kıvamına geldiğini anlıyoruz. Gregor’un, hikayesinin nihayete ermesinin hemen öncesinde gelip saplandığı bu pozisyon aslında tüm bu yazı dizisi boyunca savunduğumuz tezi kanıtlar nitelikte; faşizmin içeriden geldiğini anlayan sıradan faşist Almanya’nın içinden geçtiği iç savaş koşullarında gerçek iktidarın sahiplerine garantiler vermektedir. “Anarşi” ve “dağılma” yerine “düzen”. Bir tezi ifade edelim, kapitalist bir toplumda “düzen” veya “istikrar” kavramları ne kadar çok terennüm ediliyorsa faşizm o kadar çok gün yüzüne çıkıyor demektir. 

Gregor bu konuşmayı Nazilerin birinci parti oldukları Temmuz 1932 Reichstag seçimlerinden sonra yapmıştır.  Bu seçimlerde Naziler % 37 oy aldılar. İkinci sırayı Alman SDP (SPD) (% 21,58) ve üçüncülüğü ise komünistler (KPD) (% 14,32) aldılar. Merkez sağ ise neredeyse eridi; yok oldu. Burjuvazinin siyasi ideolojisinin merkez tonları yok olmanın eşiğindeydiler; iç savaş döneminde faşizm burjuvazinin has ideolojisi olduğunu bir kere daha kanıtlıyordu. 

Ancak tüm bu seçim başarılarına rağmen devletin tepesinde düzenin ve mülkiyetin, gericiliğin ve anti-komünizmin şahikası olarak oturan Tanenberg’in odundan kahramanı Hindenburg, ordunun kodamanları ve tutucu Alman bürokrasisi iktidarı Nazilere verme konusunda işi oldukça ağırdan alıyorlardı. Weimar Anayasası görünüşte bir cumhuriyetin anayasasıymış gibi görünen, ancak özünde yürütüme erkine ve özellikle de devlet başkanına yasama organını yok sayma, hatta ikide bir feshetme şansını veren işlevsiz bir metindi. Weimar Cumhuriyeti’nin anayasası cumhuriyetin katledilmesi için her türden olanağı sağlayan bir hilkat garibesiydi açıkçası. Bu anayasal ortamda Alman devleti “halk oyu” ile seçilmiş yönetimler yerine olağanüstü yetkilerle donatılmış ve tepeden atanmış sağcı burjuva hükümetlerin son kullanım tarihleri bile gelmeden miatlarını doldurdukları bir sirke dönüşmüştü. Gregor yazının girişinde nakledilen konuşmasının da gösterdiği gibi bunu pekiyi anlamıştı. Önemli olan oy almak değil, olur almaktı vesselam. 

Bu siyasi çerçeve içinde sıradan ve sığ burjuva siyasetçiler Almanya’da Nazilerin yollarını döşeyen taşeronlar haline geldiler. 1920’lerin başından 1 Ocak 1933’e (Hindenburg’un tüm çekincelerine rağmen Adolf’e o çok istediği şansölyeliği verdiği tarih) kadar Almanya’da merkez sağ burjuva ve Junker partilerin egemenliğindeki koalisyonlar hükümet oldular.  Bu panayırda aldıkları kararlar itibariyle önemli gibi görünen, aslında sıradanlığın ötesine geçemeyen bazı burjuva siyasetçiler öne çıktılar. Bu figürler Gregor’un ve Adolf’ün bir noktaya kadar uyumlu, bir noktadan sonra ise çatışan kaderlerini ciddi manada belirlediler. Bu isimlerin bir kaçından bahsetmekte fayda var. 

Ancak merkez siyasetçi kılığındaki bu panayır soytarılarına göz atmadan önce sıradan burjuva siyasetçisiyle ilgili birkaç tespit yapmak gerekiyor. 

Burjuva siyasetçi bir tür bukalemundur. Çok dinli ve çok derilidir. İçine girdiği kabın şeklini alan, ancak kabın sınırlarını aşmayan ve aşamayan jölemsi amorf bir oluşumdur. Katı bir toplumsal çerçeve içinde mümkün olduğunca temsil oyunu oynayan ancak hiçbir zaman temsiliyetini üstlendiklerini gerçek manada temsil edemeyen vasat bir bireydir. Temsil ettiklerinin kaygılarını ve dünya görüşünü dile getiren ancak bunu yaparken bile oyunun kurallarını bozmamaya çalışan bir şarlatandır. Bir tipoloji olarak, kendi tarihi içinde cesur sayılabilecek ve temsil ettiği sınıfın miyopisinin sınırlarını aşma başarısı gösterebilmiş birkaç örnek dışında, kısa görüşlü, pragmatik ve çok ilginç bir şekilde burjuvazinin doğum çağına damgasını vurmuş bir taşralılıktan mustarip bir garip yaşam formudur o. İktidar erkini elde ettiğinde sığlığı daha da ortaya çıkan çapsız bir vakadır. Temsil ettiği sınıfın kısa vadeli çıkarlarıyla oy alması gereken kitlenin hassasiyetlerini ve taleplerini birleştirmeye çalışırken, bu ikisi arasındaki kesif ve çaresiz çelişkiyi sözde bile gideremeyen ve bu çaresizlik içinde taşralı güdüklüğü daha fazla görünen Comédie Politique’in palyaçosudur. 

İktidar çarkına bir defa yerleştiğinde oy ve seçmen ile ilişkisini çabucak keser, kaba bir realizme teslim olan ve devletin resmi kanallarından yayılan devletin bekası taleplerini onlardan daha yüksek bir feveranla ilan eder. Yetkinleşmiş ve kendi başına maruf bir hayata sahip olan kapitalist devlet mekanizmasının kucağına oturur. Sureti değişir, dili değişir, partisi değişir ancak kapitalist devlet aklının kör realizmi hiç değişmez. Aslında iktidarda olmadığı zamanlarda bile beka söylemine teslimdir; ama en azından halk sınıflarının taleplerine karşı tamamen vurdumduymaz olma şansı yoktur. Ne zamanki iktidar yüzüğünü takar güdük siyasetinden geriye eser kalmaz. Korku ile vurdumduymaz bir barbarlık onun kimliğinde etle tırnak gibi tutunmuştur birbirlerine. Emeğiyle geçinenler, yoksullar, sefiller; bu kitlelerden gelecek tehdidin sürekli olduğunu bilir. Bu nedenle muhalefetteyken yapmaya çalıştığı ancak beceremediği siyaseti bir kenara bırakır. Burjuva siyasetçisi toplumsal bir süreç olan siyasetin en asli düşmanıdır. 

Nitekim Weimar döneminin son parlamento kökenli hükümeti olan sosyal demokrat Müller hükümetinden sonra iktidara gelen hükümetler toplumsal bir mücadele alanı olarak siyaseti bir kenara atan ve burjuva siyasi “siyasetsizliğinin” en uç noktası olan açık faşizme yol döşeyen aracılardır. Bunların öne çıkardığı üç isim, Heinrich Brüning, Franz von Papen ve Kurt von Schleicher, tam da anlatılan türde burjuva siyasetçilerdir. Her üçü de Müller hükümetinin çöküşüyle Hitler’in şansölye olması arasında parlamento desteği olmaksızın hükümet etmişlerdir ve her üçü de bunamanın eşiğine gelmiş Hindenburg’un gözdeleridir. Onların kabinelerine “başkanlık kabineleri” adı verilir. 

Başkanlık kabineleri döneminde Almanya Büyük Bunalım’ın artçı ancak güçlü şoklarını yaşamaya devam ediyordu. Reel gelirler erimeye devam ederken işsizlik hızla yükseliyordu. Sokaktaki insan hızla yoksullaşıyor ve temel tüketim maddelerine bile ulaşmakta zorlanıyordu. Bu toplumsal bunalımın seçim sonuçlarına etkisi ise açıktı; 1930 ile son serbest seçim olan Mart 1933 seçimleri arasındaki dört seçimde ilk üç parti hiç değişmemişti: Naziler, sosyal demokratlar ve komünistler. Üstelik bu dönemde hükümetler de pek kısa ömürlü olacaklardı. Alman kapitalizmi üç krizi aynı anda yaşıyordu: ekonomik kriz, siyasi kriz ve meşruiyet krizi. Bu yönetilemezlik ortamında Reichstag seçimlerinden çıkan sonucu önemsemeyen ve Alman sermayesinin ve devletinin çıkarlarını önceleyen hükümetler kurulması tercih edilen yol oldu. Başkanlık kabineleri bu üçlü krizi halktan gelen taleplerden izole bir şekilde çözmek için kuruldular. 

Kurulan hükümetlerin birbirine bağlı üç işlevi vardı: Birincisi sokakları etkisi altına almış olan iç savaşın emekçiler lehine seyretmesine engel olmak. İkincisi hem aşırı solun hem de aşırı sağın orduyu yıpratacak bir menzil içine girmelerini engellemek. Üçüncüsü, toplumun sola kaymasını engellemeye çalışırken nükseden faşizmi faşistler olmadan yürütmeye çalışmak. Bu sonuncusu çok önemliydi. Çünkü aslında kapitalist devletin yönetsel kapasitesini gösteriyordu. 

Her üçü de bu role uygun burjuva siyasetçilerdi. Weimar Cumhuriyet’nin şansölyesi oldular ancak Weimar’dan nefret ettiler. Parlamentoyu manipülasyon için işlerine geldiği gibi kullanmaya çalıştılar ancak parlamentodan nefret ettiler. Yeri geldiğinde sarı veya faşist sendikalarla iş tuttular ancak sendikadan nefret ettiler. Nazilerin bir bölümünü hükümete almaya çalıştılar ancak Nazilerden de nefret ettiler. Parlamentoda aşırı sol ve aşırı sağa karşı sosyal demokratlardan destek istediler, ancak sosyal demokratlardan da nefret ettiler. Kabine arkadaşlarına muhtaçtılar ancak onlardan da nefret ettiler. Bunak Hindenburg’a borçluydular ancak ondan da nefret ettiler. Renksizdiler, çapsızdılar, pulları dökülen bir taşra kurnazlığına sahiptiler. 

Sonrasında Nazilere isnat edilecek pek çok anti-demokratik uygulamayı ilk önce onlar hayata geçirdiler. Brüning döneminde ayda 100 yayın organının yasaklandığından bahsediliyordu. Sokaklarda SAların komünist ve sosyalist avını yeri geldiğinde kışkırttılar ancak her sokak gücü gibi SAdan da nefret ettiler. Hatta bazı durumlarda SA aktivitelerini yasakladılar. Anayasanın ünlü 48. Maddesini (parlamento ayak bağı olduğunda devlet başkanına parlamentoyu feshetme hakkı veren madde)  kullanmaktan çekinmediler. Böylece Nazilerin ileride resmen yapacakları şeyi onlar de facto yapmış oldular. Kitlesel gözaltıları, grevlerin hem resmi polisi güçleri, hem de ordu ve SA tarafından bastırılmalarını teşvik ettiler. Almanya’ya dayatılan tüm şartlara rağmen ileride Adolf’ün Avrupa’yı kan gölüne çevirmek için kullanacağı orduyu, Wehrmacht’ı el altından genişleterek Almanya’yı yeniden silahlandırdılar. Attıkları her adımda iktidarı Adolf için daha da olgun bir elmaya çevirdiler; fazlaca olgunlaştığında elma bir yerde nasıl olsa düşecekti. 

Ancak soru şu: peki tüm bu melaneti bu üç çapsız kendi başlarına mı yarattılar acaba? Alman devletinin öncelikleri ve kapitalist devletin güçlü bürokratik mekanizması bu üç renksiz adamı Nazi iktidarında daha sistematik hale getirilecek uygulamaların taşeronu olarak kullanmıştı. Aslında bunalım ve kaosu yönetebilecek yeteneğe sahip olsaydı Alman devletinin belki de Adolf ve çekirge sürüsüne ihtiyacı kalmayacaktı. Ancak olmadı; Almanya yönetilenin yönetilebilir olmaktan ve yönetenin de yönetebilir olmaktan çıktığı Leninist bir momente doğru hızla sürükleniyordu. Bu yönetsel meşruiyet krizi Alman devletini ve sermayesini daha köktenci bir çözüne itti. 

Diğer taraftan işler bu minvale gelinceye kadar Alman devleti çeşitli almaşıkları denemekten geri kalmadı. Bu üç karikatürize tipin Nazi Partisi’ne yönelik tutumları benzerdi aslında. Her üçü de seçimlerdeki kitlesel desteğin ardından Nazi Partisi’ni yedeğe almak isteyen bir stratejiyi hayat geçirmeye çalıştılar. Aslında bu strateji Alman devletinin Nazi Partisi’ni kontrol atlına alarak bir tür araca dönüştürme amacının da ifadesiydi. İktidarı bir bütün olarak henüz Nazi Partisi’ne vermek işin açığı korkutucu bir adımdı. SAların sokak şiddetinden, varlıklı sınıflara kaşı küçümsemelerden, Nasyonal Sosyalizmin, özünde anti-Marksist ve anti-sosyalist olan sosyalizminden, ve Nazi Partisi’nin devleti tepeden tırnağa ele geçirme konusundaki açlığından kokuyorlardı. Bu nedenle önce Nazi Partisi’ni iktidar blokunun küçük ortağı yapmayı denediler ancak Avusturyalı onbaşı beklediklerinden daha hırslı ve pervasızdı. Hitler ile 1932’nin baharında başlayan görüşmeler, Hitler’in iktidarın küçük bir parçası yerine tümünü istediği ortaya çıkınca tıkandı. Onlar da Nazi Partisi’nin tümünü değil ama bir parçasını iktidarın saç ayaklarından biri yapmayı hedefleyen bir oyuna başladılar. Bu üçü iktidarı Adolf’e vermek yerine partisinden uyumlu olacak bir ekibe kabinede yer vermeyi teklif eden bir taktik tutturdular. 1933’e kadar bu taktiği uyguladılar. İletişime geçtikleri kişi ise partinin prestijli ikinci adamıydı; zavallı Gregor kapana giriyordu. 

  • 1.Akt. Peter D. Stachura, Gregor Strasser, s. 85. Not: Girişteki resim, soldan sağa Brüning, Papen ve von Schleicher. Bu arada anlatılan dönem ile ilgili iyi bir arka plan için geçen hafta önerilen Volker Kutscher’in Gereon Rath serisinden uyarlanan Babylon Berlin dizisi izlenebilir.
                                                                                                   ***
(VII)

Büyük dalga bazen üstüne konan küçük sinekleri de yutardı; nitekim Gregor üstüne konduğu büyük dalganın içinde boğulacaktı.

Çekoslovakya’nın peşkeş çekildiği Münih Barış Konferansı’ndan bir sahne. Ön sıra soldan sağa Neville Cahmberlain, Fransa Başbakanı Edouard Daladier, Adolf, Benito ve Benito’nun daha sonra katlettireceği damadı Galeazzo Ciano. 

Avrupa İç Savaşı: Arka Plan 

Gregor’un hikayesi sona ermek üzere; ancak Avrupa faşizminin hikayesi daha uzun soluklu. Gregor’u da telef eden tarihsel eğilimi nasıl anlamlandırmak gerekir acaba? Faşizmi gizil halden açık hale getiren şartlar nelerdi? Faşizmin tarihsel bir anomali olmak yerine sermaye ve mülk sahiplerinin uzun erimli çıkarlarının bedenleşmiş hali olarak kapitalist devletin bir momenti olduğunu daha iyi anlayabilmek için bu sorulara cevap vermek gerekiyor galiba. Bu nedenle Gregor’u hemen tarihin mezarlığına göndermek yerine biraz daha yaşatmak gerekiyor. 

Çok az sayıda tarihçi bu şekilde adlandırmayı tercih etmektedir; I. Dünya Savaşı’nın sonu ile II. Dünya Savaşı’nın başı arasında Avrupa’nın siyaset koridorlarında, sokaklarında, düşünsel dünyasında ve bireylerin zihinlerinde yaşanan kaotik çatışmayı kıtasal bir iç savaş olarak adlandırmak mümkündür. Böyle adlandıran az sayıdaki tarihçi bahsedildiği şekilde adlandırılması konusunda hemfikirler, ancak miladı ve nihayetinin tarihleri konusunda anlaşamıyorlar. Biz de kendi tercihimizi belirtelim; bize göre bu iç savaş 1917 Ekim’inde başlamış ve 1941 Haziran’da bitmiştir. Daha net olmak gerekirse, Bolşevik Devrimi ile başlamış ve Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırıya geçtiği anda bitmiştir. Bir dış savaş biterken başlamış, bir diğeri başlarken bitmiştir. 

Ancak hemen itiraz gelebilir. İç savaş enikonu belirli bir devletin siyasi sınırları içinde tezahür eden bir olgudur; nasıl olur da pek çok devleti içeren bir kıtanın genelinde gerçekleşebilir? Aslında alışılmadık bir yargıya yönelik yerinde ve beklenir bir sorudur bu. Öncelikle iç savaşın en baskın ve en kronik formunun sınıflar savaşı olduğunu belirtelim. İkincisi iç savaşın ilan edilmeden başlayan ve dış savaşın aksine herhangi bir hukuksal, siyasal anlaşmaya ya da centilmenlik anlaşmasına gerek duymadan biten bir savaş olduğunu da vurgulayalım. Üçüncüsü, eğer sınıflar savaşıysa, farklı coğrafyalardan ve ülkelerden, sermaye, servet ve mülk sahiplerinin sınırları aşan ittifaklar ve koalisyonlar kurabilme kapasitelerinin yüksek olduğunu da vurgulayalım.

Bu sonuncusu işçi sınıfı açısından trajik ve ironik bir yargıdır. Biz genellikle toplumsal ve sınıfsal çıkarları dolayısıyla işçi sınıfının diğer tüm sınıflara göre enternasyonalize olmaya daha yatkın olduğunu varsayarız. Aslında uzun vadede bu doğru bir tespittir; işçi sınıfının bedeninde ve genetiğinde bu eğilim gömülü bir halde sürekli olarak vardır. Ancak bunun pratik bir düzlemde tayin edici bir şekilde ortaya çıkabilmesi için dışarıdan müdahale şarttır. İşçi sınıfının doğumundan bu yana zihnine işlenen ulusal kimlik ve aidiyeti aşması her zaman kolay olamamaktadır. Özellikle ulusal veya diğer sınıf dışı kimliklerin baskın bir şekilde empoze edildiği dönemlerde ne yazık ki bir ülkenin işçi sınıfını başka bir ülkeden sınıf kardeşlerini katletmeye itmek kolay hale gelmektedir. 

Oysa sermaye ve mülk sahiplerinin gerçek anlamda ulusal aidiyete sadakatleri oldukça pragmatik ve esnektir. İşçi sınıfının tarihsel misyonuna sadık olmaya en yaklaştığı yerlerde sermaye ve mülk sahipleri ulusal sadakatlerini sermaye ve mülklerini korumak için kolayca terk etme konusunda oldukça deneyimlidirler. İki savaş arası dönemde Avrupa sathında bu sınıfların kıtasal bir dayanışma ağı oluşturduklarını kabul etmemiz gerekiyor. Avrupa faşizmi bu dayanışma ağının siyasi dışavurumudur.  

Son olarak da, Avrupalı sermaye ve mülk sahiplerinin kolektif korkusu kendi devletlerini var olan tüm siyasi ve hukuki anlaşmaları ihlal edecek veya yok sayacak noktaya getirmiştir. Böylece iki savaş arası dönemde Avrupa ülkelerinin pek çoğunda, örgütlenme ile ilgili zorluklar yaşayan Komünist Enternasyonal’in çaresizliğine inat, kudretli bir anti-Komünist enternasyonal doğmuştur. Örnek olsun Nazilerin Sovyetler Birliği’ne yönelik saldırısına Nazilerin askeri olarak işgal ettiği ve müttefiki olan tüm ülkelerin faşistleri, sağcıları katılmıştır (İtalyanlar, Fransızlar, Hırvatlar, Holandalılar, Belçikalılar ve diğerleri). Barbarosa Operasyonu bir tür Haçlı Seferi’ne dönüşmüştür.   

Lenin ve Bolşevikler Ekim Devrimi’ni başlarda Batıda kopacak asıl devrimin tetikleyicisi gibi görmekteydiler. Ancak beklentileri gerçekleşmedi. Alman Devrimi yenildi, kısa süreli Macar Sovyeti ise çabucak ezildi. Böylece sadece sonuçlara bakarak bu beklentinin gerçekleşmeyeceğini anlayan Bolşevikler maksimalist bir beklentiden minimalist bir beklentiye sürüklendiler. En azından Sovyet Devrimi’ni belirli bir koruma duvarının arkasına çekecek bir stratejiyi hayata geçirmek durumunda kaldılar. Sovyetler Birliği’nin sınırlarında anti-emperyalist burjuva rejimlerini tesis etmeye çalıştılar. Özellikle de Asya’nın azgelişmiş ancak İngiliz emperyalizminin egemenliği altında olan uluslarına yönelik yeni bir stratejiydi bu. 

Oysa Avrupa’da sonuç alınamasa da Avrupalı sermaye ve mülk sınıflarının obsesyonları tetiklenmişti bir kere; bu sınıflarda kaygı bozukluğu baş göstermişti. Üstelik onların bu kaygılarını besleyen pek çok vaka gerçekleşmişti. Daha savaş bitmeden Alman, İngiliz ve Fransız ordularında sıradan askerlerin bir bölümü emperyalist bir savaşta, emperyalistler için savaşmak istemediklerini ilan etmişlerdi. Silahlı askerlerin, gerici ve kurulu düzene sadık orduların emir-komuta zincirini yok sayan ya da onları bertaraf eden sovyetik örgütlenmeleri kuşkusuz sermaye ve mülk sahiplerini korkutmuştu. Söz konusu olan başka bir kurum değil, bilfiil bu sınıfların tarihsel ve siyasal olarak en güvendikleri kurum olan ordu idi. Dahası savaş bitmeden cephe gerisinde grevler patlamış, bazı yerlerde köylüler Rusya’da olduğu gibi kafalarına göre topraklara el koymaya başlamışlardı. Mülkiyet kutsaldı, kutsala yönelik bir saldırı başlamıştı. 

Savaş bittiğinde ise Avrupalı kapitalist devletlerin büyük bir bölümü içeride çıkacak herhangi bir huzursuzluğa müdahale edemeyecek kadar zayıf ve kırılgandılar. Nitekim bazı yerlerde onların bu kırılganlığı ve çaresizliği ortaya çıkan yerel sovyetlere devlet müdahalesini imkansız kıldı. Örneğin İtalya’da 1919 ile 1920  yılları “Kızıl Yıllar” (biennio rosso) olarak adlandırılmaktadırlar. Nedeni ise Kuzey İtalya’da, özelde ise Milano ve Torino’da kurulan işçi sovyetlerinin pek çok fabrikaya el koymuş olmasıdır. Bu dönemde hem sendikalı işçi hem de grev sayısı çok büyük oranlarda artış gösterdiler. Aynı anda özellikle de Kuzey İtalya’da köylüler büyük toprak sahiplerinin topraklarını yağmalıyorlardı. Keza başarısız olsa da, Alman Devrimi de (1919-1923) kıta sathında sömürgen sınıflar nezdinde korkuyu üst düzeye çıkarmıştı. Ayrıca 1919’da kısa süren ancak özellikle Doğu Avrupa’nın gerici toprak sahibi sınıflarını alarma geçiren Macar Sovyeti onların Nazi yörüngesine girmelerinin önünü açacaktı. 

İşlerin daha az şiddetle yürüdüğü örneklerde bile işçi sınıfının radikalizmindeki gözle görülür yükseliş egemen sınıf blokunun kaygı bozukluğunu katmerli hale getirmekteydi. Örneğin güdük burjuva liberalizminin anavatanı İngiltere’deki 1926 Genel Grevi İngiliz burjuvazisi için şok edici bir gelişmeydi. Bunun yanında öyle ya da böyle, 1929 öncesinde tedrici bir şekilde, 1929 sonrasında ise hızlı bir şekilde, Avrupa’daki sosyalist ve komünist partilerin toplumsal tabanlarındaki genişleme de Avrupalı sermaye ve mülk sahiplerinin tedirginliğini arttırdı. Söz konusu genişleme özünde açık bir devrimci çıkışa işaret etmese de kendi gölgesinden bile korkar hale gelen Avrupalı egemen sınıflar koalisyonu için sanrıları ve halüsinasyonları besledi. 

Bunun da ötesinde bu dönemde sosyalist/sosyal demokrat partilerin seçim başarıları bile ürkütücü hale gelmişti. Anti-komünist olan ve aslında burjuvazinin oyununun kurallarının dışına çıkmayı zinhar günah sayan reformist sol partilerin iktidara gelmesi ya da ortak olması bile burjuvazinin yüreğini hoplatmaya yetiyordu. 1924’de İngiltere’de İşçi Partisi ilk defa iktidara geldi, üstelik liberallerin desteklediği bir azınlık hükümetiydi. Gelenekleri güçlü İngiliz devlet yapısı harekete geçti. Ramsay McDonald hükümeti, hem de Sovyetlerle bir ticari anlaşma imzalama sürecindeyken, bir istihbarat komplosuyla çökertildi. Düzmece olduğu sonradan kanıtlanan ve güya Komintern sekreteri Zinovyev’in İşçi Partisi milletvekillerine yönelik olarak yazdığı bir mektup birden ortaya çıktı; burjuva basını mektubun üstüne atladı. Medya baskısı siyasi baskıyla birleşince tarihin ilk İşçi Partisi hükümeti kısa bir sürede çöktü. Bu aslında en liberal burjuva demokrasisinde bile burjuvazinin korkusunun ne kadar belirleyici olduğunu göstermekteydi. 

Nerdeyse tüm Avrupa ülkelerinde sağcı ve aşırı sağcı, ve hatta reformist solcu siyasi aktörler anti-komünist ve anti-Sovyetik bir çizgide birleştiler. Liberalinden tutucusuna tüm renklerden burjuva politikacıları içeride ve dışarıda bir tür Bolşevizasyon hayaleti görmeye başladılar. İç siyaset bu anlamda giderek sağa kaymaya başladı. Korkunun ve kaba sınıfsal tepkinin yönlendirdiği bu ortamda hem tek tek ülkelerde hem de kıta çapında aşırı sağın ve faşizmin yükselişi için verimli bir ortam gelişti. 1929 Büyük Bunalımı ise bu yönelimi ivmelendirdi. 

Bu ortamda devletlerin iç ve dış siyasetleri de giderek dönüşmeye başladı. Örneğin Fransa 1920’lerin ortasından itibaren Clemenceau’nun güçsüz bir Almanya siyasetinden giderek uzaklaşmaya başladı. Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikteyse Fransa sağı ve aşırı sağı Nazi Almanya’sını Bolşevizme karşı bir tür öncü güç gibi görmeye başladılar. Keza İngiltere daha erken bir tarihten itibaren Doğu Avrupa’da ve Orta Asya’da Sovyetler Birliği’ni kımıldayamaz halde tutacak her türden adımı destekler hale geldi. Bu nedenle 1930’ların başından II. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar İngiliz siyasetini Almanya’yı görünürde “yatıştırmak” (“appease” etmek), aslında Sovyetler Birliği’ne karşı kışkırtmak isteyen liberal ve tutucu siyasetçiler yönlendirdiler. Bu siyasetçilerin son örneği Neville Chamberlain Münih’de Çekoslovakya’yı Nazilere peşkeş çeken anlaşamayı imzaladı ve ülkeye döndüğünde “Çekoslovakya’yı verip barışı almakla” övündü. Bu iki gözde burjuva demokrasisinin iki savaş arası dönemde Avrupa’yı silahlardan arındırmak ve onu güvenli bir yer haline getirmek amacıyla düzenlenen uluslararası anlaşmalara Sovyetleri ısrarla davet etmek istememeleri sadece bu ülkelerin hariciyelerinin tercihi değildi kuşkusuz;  sermaye ve servet sahiplerinin kolektif korkularının bir sonucuydu bu tercih aynı zamanda. 

Bu korkunun özellikle Doğu Avrupa’daki dışavurumu sağcı faşizan askeri diktatörlükler şeklinde gerçekleşti. Macaristan’da Amiral Horthy, Romanya’da General Antonescu, Yunanistan’da Metaxas, Polonya’da Pilsudski ve Bulgaristan’da zırt pırt darbe yapan aşırı sağcı subaylar; tüm bunlar SSCB sınırında geniş bir faşizan savunma hattı oluşturdular.  Zaman içinde eğilime uymayanlar da öyle ya da böyle yola getirildiler. Örneğin iki savaş arası dönemde diğer Doğu Avrupalı örneklerden daha ayrıksı gibi duran ve burjuva demokrasisi vagonundan inmemekte direnen iki örnek; Avusturya ve Çekoslovakya’nın payına ise birer oldubitti karşısında Nazi Almanya tarafından yutulmak düştü. 

Avrupa’nın geri kalanının kaderi ise bilindik hikayeydi. İtalya’da biennio rosso’nun hemen akabinde faşistlerin karşı saldırısı geldi. Partileşen Mussolini ve faşistleri önce Kuzey İtalya’da sermayedarlar ve büyük toprak sahipleri için kızıl tehlikeyi ezdiler sonra da iktidara layık olduklarını göstermek üzere Roma’ya yürüdüler. Sadece bir yürüyüştü, tavus kuşlarının gövde gösterisi gibiydi. Seçimlerde öyle yüksek bir oy da almamışlardı ancak kral, ordu, kilise ve egemen sınıfların oluruyla iktidar faşistlere verildi. Verilmesi için hiçbir nesnel neden yoktu, yoğun sınıfsal korku dışında. 

Avrupa’da kıtasal iç savaşın insanlık açısından en acılı sahnesi ise kuşkusuz İspanya’da yaşandı. İspanya İç Savaşı’nda İspanya’nın tüm gerici unsurları (sermaye, toprak sahipleri, kilise, ordu) General Franko’nun ardında saf tuttular. Ancak bu sadece ulusal bir cephe değildi, kıta çapında tüm faşistlerin, burjuva siyasetçilerin minnetleri ve destekleri de bu cephenin yanındaydı. Karşı tarafta mevzilenen cumhuriyetçilerin, sosyalistlerin, anarşistlerin ve komünistlerin uluslararası desteği ise oldukça zayıftı. Sovyetlerden gelen az miktardaki silah yardımı, dünyanın dört bir tarafından gelen ilericilerin ve solcuların oluşturduğu Uluslararası Tugaylar; işte hepsi buydu. Faşist İtalya ve Nazi Almanya hem silah hem de asker yardımını hiç esirgemedi Frankoculardan. Onların bu desteği herkesçe, en fazla da iki şanlı burjuva demokrasisi, İngiltere ve Fransa tarafından pek tabi ki biliniyordu. Ancak bu ikili faşistlere yönelik İtalyan ve Alman desteğini görmezden geldiler, tam tersine Sovyetlerden silah akışını durdurmak için ellerinden geleni yaptılar. İspanya İç Savaşı açık bir şekilde erdem ile erdemsizliğin, aydınlık ile karanlığın savaşına dönüşen tedrici ve vahşi bir iç savaş oldu. Sonuçta iyi olanlar, ilerici olanlar Ebro Irmağı’nın kıyısında sadece davayı değil umudu da kaybettiler. 

Genel hatları verilen Avrupa iç savaşında sermaye ve servet sahipleri Nazi Almanya’nın şahsında iç savaşı kendi lehlerine sonuçlandıracak bir lider buldular. Bu nedenle Fransa ve İngiltere dahil Avrupa camiası Nazi Almanya Ren’in her iki yakasını da silahlandırırken ses çıkarmadı. Çekoslovakya’yı yutarken ses çıkamadı. Barış anlaşmalarının tüm aksine şartlarına rağmen Avusturya’yı yutarken Almanya’nın bir sırtının pohpohlamadığı kaldı. Keza İtalya tüm uluslararası anlaşmaları ihlal edecek şekilde Etiyopya’yı işgal ederken de tek kelime edilmedi. Neticede kıtasal faşizm genişler ve saldırganlaşırken Avrupa kendi yarattığı karanlığa gönüllü bir şekilde teslim oldu. Bu nedenle II. Dünya Savaşı’nın erken dönemlerinde Naziler’in ve Wehrmacht’ın çabuk ve kolay askeri başarıları aslında sadece askeri stratejinin başarısı değildi, aynı zamanda işgal edilen ülkelerin egemen sınıflarının gönüllü bir şekilde faşizmin kanatları altına girme isteklerinin de önemli bir katkısı vardı söz konusu askeri başarıda. Avrupa faşizmi Avrupa iç savaşının sonucu olarak doğdu. 1941’in sonlarında Avrupa faşizmi Cebelitarık’dan Moskova’nın 30 km dışına kadar tüm Avrupa’ya hakimdi. Avrupalı egemen sınıfların obsesif kompülsif bozukluğu koyu bir karanlık yaratmıştı. 

Ancak bu başarı sokaktan gelen faşistlere ait değildi. Faşizm kapitalist devletlerin bünyesinde ifade edilen bir sınıfsal korkunun soncu olarak ortaya çıkan bir eğilimdi. Özellikle 1929’dan sonra lağım patlamış ve faşizm birikmiş tüm korkunun maddeleşmiş ve dışkılaşmış hali olarak dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Dalga büyük olunca üstüne daha çok sinek konmuştu, faşizm faşistleri birer sinek gibi pisliğe çekmişti. Adolf, Benito, Salazar, Franko ve diğerleri büyük dalganın üstüne konan küçük sineklerdi. Büyük dalga bazen üstüne konan küçük sinekleri de yutardı; nitekim Gregor üstüne konduğu büyük dalganın içinde boğulacaktı.  

Devamı haftaya….

Not: Ana görsel, Çekoslovakya’nın peşkeş çekildiği Münih Barış Konferansı’ndan bir sahne. Ön sıra soldan sağa Neville Cahmberlain, Fransa Başbakanı Edouard Daladier, Adolf, Benito ve Benito’nun daha sonra katlettireceği damadı Galeazzo Ciano. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder