Fransa seçimleri üzerine spekülatif düşünceler
Fransa da başkanlık seçimlerinin 2. turunda, “yeni-faşist” Le Pen oy oranını 2017’de yüzde 33.8’den 2022’de de yüzde 41 yükseltti. Macron (merkez sağ) oyların yüzde 55.8’ini alarak ikinci kez seçildi. “Büyük bir tehlike atlatıldı, ya Le Pen kazansaydı!” diyerek rahatlamak olanaklı, “Büyük bir fırsat kaçtı” diye düşünmek de var tabii.
KAÇAN FIRSAT ÜZERİNE…
İlk turda sekiz aday yarıştı. Macron, Le Pen, sırasıyla oyların yüzde 27.85’ini ve 23.15’ini alarak ikinci tura kaldılar. Solun en büyük parçası, Baş Eğmeyen Fransa/Birleşik Cephe grubunun adayı Melenchon ise oyların yüzde 21.95’ini aldı; Le Pen’i eleyerek ikinci tura kalma şansını yalnızca yüzde 1.2 oy farkıyla kaçırdı. Solun diğer adaylarının payları sırasıyla, Jadot (Ekoloji ve Yeşiller) yüzde 4.36, Roussel (Komünist Partisi) yüzde 2.28, Hidalgo (Sosyalist Parti) yüzde1.75, Poutou (Yeni AntiKapitalist) yüzde 0.77, Arthoud (İşçi Kavgası) yüzde 0.56 oldu. Sol partilerin adaylarının oy toplamı yüzde 9.78 ediyor.
Sol, seçimlere grup çıkarlarıyla, liderlerinin fantezileriyle değil de seçim pratiğinin doğasına uygun biçimde yaklaşarak sonuç alması en olanaklı aday üzerinde oylarını yoğunlaşarak girmiş olsaydı, ikinci tura Le Pen değil Melenchon kalacaktı. Melenchon ikinci tura kalsaydı, sol en azından iki kazanım elde edebilecekti. Birincisi, uzun bir süredir ilk kez varlığıyla “fark yaratmış” siyasi bir başarıya imza atmış olabilecekti. İkincisi, Melenchon’un kaybetmesi durumunda Macron “başarısını” faşist partilere borçlu olacaktı. Faşist partiler de orta sınıfların ve işçi sınıfının nefret nesnesini iktidara taşımış olmanın yükü altına kalacaktı. Macron, “Merkez olma iddiasını kaybederken Faşist hareketin popülist cilası dökülecekti. İşçi sınıfı ve orta sınıflar açısından siyasi manzara, uzun yıllar sonra ilk kez sınıf çıkarlarını öne çıkaracak yönde sadeleşecekti.
Böylece sol hareket, haziranda yapılacak genel seçimlere moral kazanmış, faşist hareketin kültür savaşlarına karşı, “hepiniz aynısınız” söylemiyle, emekçi sınıfların ve küçük işletmelerin sınıfsal çıkarlarını savunarak gidebilecekti.
Bu fırsatlar nasıl kaçtı? Neden I. turda Melenchon’u yetersiz bularak oy vermeyenler, II. turda “ya muhafazakâr Macron ya faşist Le Pen” tuzağına düşerek büyük sermayenin adayına oy vermek zorunda kaldılar? Bu soruların üzerinde dikkatle durmak gerekiyor.
BİR YENİSİ GELİYOR
Fransa genel ve yerel seçimleri meclisin bileşenini, yeni başbakanı, yerel yönetimlerin bileşimini belirleyecek. Böylece Fransa’yı yönetecek siyasi denklem oluşacak. Sol, güçlerini birleştirebilir, seçimlere ortak adaylarla gidebilirse, en güçlü grubunun lideri Melenchon’u başbakanlığa taşıyabilecek bir meclis aritmetiği oluşturabilir.
Melenchon’un başbakan olması, Macron’u “cohabitation”a (ortak yaşamaya) zorlayarak sola, halk sınıflarının sorunlarını hafifletecek kazanımlar elde etme fırsatı verebilir. Böylece sol kendini yeni bir gelişme hattı üzerinde bulabilir.
Bir olasılık daha var: Macron, faşist partilerin tutsağı olur, “cohabitation”da ayakta kalabilmek için faşist partilere yeni tavizler vermeye başlar. Böylece Macron, daha da sağa kaymaya, ekonomik sorunların üzerini kültür savaşlarıyla örtebilmek için Le Pen’in ırkçı, milliyetçi görüşlerinin, politikaların, amaçladığı anayasa reformunun önünü açmaya başlayabilir. Bu senaryo içinde Macron’un, “süreç olarak faşizmin” bir “yararlı salağı” konumuna düşme olasılığı bile var.
Türkiye’de de solun Fransa başkanlık seçimlerinden çıkarması gereken dersler var: Faşist tehlikeyi, seçim pratiğinin getirdiği olanakları ve bunların sınırlarını görmek grup çıkarlarını, teoride sekterliği aşarak antifaşist güçleri birleştirmek için çabalamak gerekiyor. ***
‘Çöle çevirirler adına barış derler’
Romalı tarihçi Tacitus, imparatorluklar için “Sahte gerekçelerle yakarlar, yıkarlar, çöle çevirirler adına barış derler” diyordu.
İmparatorluklar sürekli genişlemek zorundadır; “barış”, sürekli savaş demektir. İmparatorluk dinozora benzer, uzun yaşar, yavaş ölür, ölürken kuyruk darbeleriyle etraflarını yakıp yıkar.
Bu betimlemelerle (“barış”ın yanına “demokrasi”yi ekleyerek) ABD hegemonyasının tarihi, “tek kutuplu dünya” “tek süper güç” savlarının içindeki “imparatorluk” refleksi, “sürekli genişleme” çabası, birbirini izleyen savaşlar arasında bir paralellik kurabiliriz.
‘BARIŞA GİDEN YOL’
Kosova savaşı sırasında, ABD Dışişleri Bakanı, M. Albright’ın kimi sözleriyle bu “paralelliği” destekleyebiliriz.
“Eğer güç kullanmak zorunda kaldıysak, Amerika olduğumuz içindir. Biz vazgeçilmez ulusuz… Uzağı (herkesten-EY) daha iyi görürüz.” (…) “Hep sözünü ettiğiniz o muhteşem orduya sahip olmanın ne anlamı var eğer kullanamayacaksak.” (…) “Bütün yaptığımız barışa giden yolu bulmak içindir.”
Bu adı konulmamış “imparatorluk”, eski SSCB coğrafyasında, IMF ve Dünya Bankası eliyle genişlemeye çalıştı. Rusya ekonomisini yangın yerine döndürdü. Bu yangının içinden Putin rejimi doğdu. Ancak, genişleme SSCB’nin uydu (bağımlı) ülkelerini NATO içine alma çabalarıyla, Putin rejiminin kuşkularını, korkuları doğrular yönde ilerlemeye devam etti. Bu adı konulmamış “imparatorluk”, 11 Eylül 2001 “olayından” sonra “terörizme karşı küresel savaş” kavramıyla resmileşti. “Barışa giden yol” da şimdi “demokratikleştirmeden” geçiyordu. ABD ordusu küreselleşmenin “çatlaklarını” kapatacak, bir “barış ve demokrasi” dönemi başlayacaktı.
Afganistan ve Irak sahte gerekçelerle hedef alındı, asker sivil ayırımı yapılmadan (CNN’in canlı yayını eşliğinde) yakılıp yıkıldı, milyona yakın insan öldü, milyonlarcası yerinden yurdundan oldu; “demokrasi ve de barış” gelmedi ama Şii-Sünni savaşı, IŞİD geldi...
YAKIP YIKMAYA DEVAM
İmparatorluk projesinin askeri-diplomatik fiyaskolarına ek, 2008 finansal krizi ABD’yi, “ekonomik modeli örnek alınan ülke” statüsünden çıkardı. “Uzağı görme” iddiası da iflas etmişti.
Yeni “durum” içinde ABD’nin imparatorluk projesi çökerken, Çin “süper güç” düzeyine yükseldi. Rusya’nın toparlanma süreci, nüfuz alanları edinme sürecine dönüştü. Yeni imparatorluk projeleri şekillenerek “büyük güçler” dışında kalan ülkelerin topraklarında, “kaynak savaşları” havzalarında, jeostratejik noktalarda birbirlerine sürtünürken, maliyeti, riskleri hızla artan doğrudan müdahale eğilimi, yerini vekâlet savaşlarına bırakmaya başladı. Yakıp yıkmanın biçimi de değişti. Şimdi emperyalist müdahale, hedef aldığı ülkedeki etnik, dini cemaatler arasındaki dengeleri, mutabakatları bozuyor, bir iç savaşı tetikliyor, “demokrasiye, barışa giden yolu”, uzaktan dengeleme yoluyla “arıyor”.
“Eğer dış müdahale (uzaktan dengeleme) olmasaydı” diye başlayarak “soğukkanlı” ve “realist” bir bakışla şöyle bir bilanço çıkarabiliriz: Libya’da, iç savaşı Kaddafi kazanacaktı, demokrasi gelmeyecekti ama “barış” yeniden, çok daha az can ve mal kaybıyla kurulabilecekti. Bugün Libya’da hâlâ kaos var; çok taraflı vekâlet savaşları yaşanıyor. Bu yıkıma bir de göçmenler, göçerken denizde ölenler, Avrupa’da yeni faşist hareketler eklendi.
Suriye’de Esad rejimi, demokratik muhalefete önce biraz taviz verecek, sonra ayaklanmayı bastıracak, başkaldıranları cezalandıracak, “barışı” yeniden kuracaktı. Sonunda, ölenlerin sayısı, yüzlerle ifade edilecekti, yüz binlerle değil. Ülkenin yakılıp yıkılması, milyonlarca göçmen, IŞİD canavarı da cabası. Dahası dış müdahale, çatışmaları ülkenin demokratik muhalefetini uyum sağlayamayacağı bir düzeye taşıdı. Hem bir devrimci demokratik kuşak yok oldu, hem de muhalefet, dersler çıkarmasına, daha sonra yeniden başlamasına olanak verecek bir yenilgi deneyiminden yoksun kaldı.
Emperyalist rekabetin sunak taşında şimdi Ukrayna halkı var. “Dinozor’un kuyruğu” başka hangi ülkelere çarpacak? Cevabı ararken, imparatorlukların sürtüşme noktalarındaki ülkelere, imparatorluklar arasında denge kurmayı hayal eden “liderlere” bakabiliriz.
Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder