4 Ekim 2022 Salı

Prof. Dr. Korkut Boratav ile söyleşi: AKP, Türkiye ve ekonomik liberalizm - SOL

 

Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında iktisatçı Prof. Dr. Oğuz Oyan ile Prof. Dr. Korkut Boratav'ın bir söyleşisi yer aldı.

Eylül 2022 tarihili, Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında (6. sayı) iktisatçı Prof. Dr. Oğuz Oyan ile Prof. Dr. Korkut Boratav'ın bir söyleşisi yer aldı. Boratav, ekonomik alandaki liberalizmin Türkiye kapitalizmine güncel ve tarihsel yansımaları hakkındaki sorulara yanıt verdi.

Dayanışma Forumu'nun yeni sayısında yer alan diğer yazıları* da soL sayfalarından yayınlamaya devam edeceğiz.

1999 tarihli Post-Washington uzlaşısı, Türkiye'de Aralık 1999’daki IMF-DB ortak programının gündeme geldiği dönemle çakışmaktadır. 24 Ocak 1980 Kararları ile dünyada 1979'dan itibaren uç veren neoliberal düzenleme rejiminin eşanlı varoluş süreçleri sanki tekrarlanmaktadır. Bu bir rastlantı olabilir mi? Değilse, Türkiye'nin kapitalist sistemin önemli dönemeçlerini bu kadar erkenden veya anı anına yaşıyor olmasının iç ve dış dinamikleri neler olabilir?

Bu soru, neoliberalizmin Türkiye ve dünya tarihçesinin ilk yirmi yılına yöneltiyor.

Türkiye’nin neoliberal yörüngeye kaymasının ilk adımı 24 Ocak 1980 kararlarıdır. Evveliyatına göz atalım: Türkiye, bir ödemeler dengesi krizine sürüklenmiş; Ecevit hükümeti IMF ile kredi müzakerelerine başlamıştı. IMF ön-koşul olarak yüksekçe bir devalüasyon talep ediyor; Ecevit ise bu adımı kredi akımı sonrasına taşımakta ısrar ediyordu. Anlaşma yapılamadı; kriz ağırlaştı. Büyük sermayenin ağır saldırısı belirleyici oldu. Hükümet istifa etti.

Demirel hükümetinde ekonominin sorumluluğu Turgut Özal’a verildi. Özal, 24 Ocak kararlarıyla IMF’nin talebini aşan bir devalüasyonu kabul etti; ama daha fazlasıyla… 1960 sonrasına damgasını vurmuş olan korumacı, müdahaleci, ithal ikameci model terk edilmekteydi. İhracat öncelikli dışa açılma dönüşümüyle, “serbest piyasa ekonomisi”ni yücelten (adeta “saldırgan”) bir söylemle bütünleştirildi.

Neoliberal dönüşümü Türkiye’de başlatan bu adımın Batı’da neoliberalizme geçişi simgeleyen Thatcher (1979) ve Reagan (1981) yönetimlerinin başlangıç tarihleri arasında yer alması dikkat çekicidir. Ekonomik içeriğiyle 24 Ocak kararlarının Britanya ve ABD deneyiminden esinlenmemiş olduğu açıktır.

Ama, “yerli malı bir program” olmadığını da biliyoruz. 24 Ocak kararlarının mimarı olan Turgut Özal, daha önce Dünya Bankası (DB) tezgâhından geçmişti. Çevre ekonomileri için neoliberal politikaların ana çerçevesi bir süreden beri DB/IMF bünyesinde inşa edilmekte; 1970’li yıllarda askerî rejimler tarafından Latin Amerika’da (adeta “deneysel” olarak) uygulanmakta idi.

1980’li yılların neoliberalizminde sermaye hareketleri kontrol ediliyor; ekonomi yönetimi bu sayede hem döviz kurunu, hem faizleri belirleyebiliyordu. Özal bu olanağı “gerçekçi kur, reel faiz” olarak özetliyor; pahalı tutulan döviz fiyatlarına, pozitif faiz uygulamaları refakat ediyordu…

Ne var ki dışa açılma, dolar cinsinden ücretler ucuzlamadan, daha geniş anlamda “sol” disiplin altına alınmadan uygulanamayacaktı. 12 Eylül darbesi, Özal’ı da hükümete alarak bu eksikliği giderecek; sonraki yıllarda ücretler baskı altında tutulacaktır.


Sermaye hareketlerinin çevre ekonomilerinde serbestleşmesi 1990’lı yıllarda genelleşecektir. Türkiye, 1989’da bu adımı (Latin Amerika’dan sonra) ilk atan ülkelerden olacaktı. Bu tarihteki “bahar eylemleri” ile işçi sınıfının başlattığı, sürüklediği direnme dalgasının çakışması dikkat çekicidir. 12 Eylül-ANAP yıllarının bölüşüm kayıpları 1989-1993’te telafi edilecektir.

Sonraki yıllar, neoliberal programın emek karşıtı öğelerini aşındıran “popülist” koalisyon hükümetleri dönemidir. Ücretlerin ve köylü/çiftçi gelirlerinin (tarımsal desteklerin) bastırılamadığı bir enflasyon yaşanmaktadır. Sermaye blokunun tüm katmanları tedirgindir; 12 Eylül disiplini veya en azından Özal liderliğindeki ANAP’ın tek parti iktidarı özlenmektedir.

Burjuvazinin kolektif iradesi, ekonomik disiplinin IMF’de aranmasına yol açacaktır. Haziran 1998’de Mesut Yılmaz hükümeti, IMF ile bir “yakın gözetim anlaşması” imzalar. Bu anlaşma, 1999’da DSP-ANAP-MHP koalisyonunca imzalanan bir kredi anlaşması ile tamamlanacak; IMF ile 10 yıllık kesintisiz ilişkiler başlayacaktır.

Serbest sermaye hareketleri, çevre ekonomilerine iki “armağan” getirecektir: (i) Dış kaynaklara aşırı bağımlılığın yarattığı kronik cari işlem açıkları; (ii) yabancı sermaye girişlerinin tersine dönmesinden kaynaklanan yeni bir kriz türü…

Bu kriz türünün en sert ve yaygın örneği, 1998-2001 döneminde gerçekleşecektir: Doğu Asya’dan patlak vererek çevre ekonomilerinin tümüne yayılan bir kriz dalgası… Türkiye de fırtınadan nasibini alacaktır. Kriz yönetimlerinde IMF devreye girecek; yanlış teşhisler nedeniyle bunalımları ağırlaştıracaktır.

Bu reçetelere iktisat çevrelerinde dünya çapında ağır eleştiriler yöneltildi. Neoliberal dönemin IMF programlarında ilk ciddi revizyonlar bu eleştiriler sonunda gerçekleşti.

Asya ülkelerinde neoliberal yobazlığın ötesine geçen seçenekler arandı; sermaye hareketlerini denetleyecek çeşitli yöntemler keşfedildi. 21’nci yüzyıla kriz içinde giren Doğu Asya ülkeleri (G.Kore, Malezya, Endonezya, Filipinler, Tayland), sonraki yıllarda cari işlem fazlaları içinde tatminkâr büyüme ivmelerini tutturabilecek yapısal özellikler kazanabildi.

Aynı fırsat 21’nci yüzyıla girerken Türkiye için de doğmuştu. Kriz dalgası öncesinde (1990-1998 döneminde) cari açık/GSYH oranı yüzde 0,6 (binde altı); büyüme temposu yüzde 4,5’tir. O dönemde TCMB’nin reel döviz kurunu hedefleyen yaklaşımının katkısı söz konusudur. Dış denge içinde büyüme bileşkesinin araştırılması, denenmesi için uygun, belki de ideal bir ortam… Tekrar hatırlatayım: Tam aksine sermayenin kolektif iradesi 1998’de ekonomi yönetimini IMF’ye devretti; Türkiye krize sürüklendi.

2002 seçimleri ağır bir toplumsal bunalım ortamında yapıldı. İktidar koalisyonunun ve CHP muhalefetinin Kemal Derviş’in “güçlü ekonomiye geçiş” programını sahiplendiğini ve ve AKP’ye tek parti iktidarının “armağan edildiğini” hatırlatmakla yetineyim. Yeni iktidar IMF programını devraldı; 2015’e kadar itirazsız sürdürdü. Dış bağımlılık çok daha yoğunlaştı.

Çeyrek yüzyıl önce kaçırılan yapısal onarım fırsatının günümüzde kullanılması çok daha sancılı olacaktır.


1990’larda geliştirilen liberal dönüşümde liberal entelijansiya ve ‘akademia’nın etkileri dikkate değer ölçülerde olmuş mudur? Özellikle DB’nin terim ve kavramlarının çarçabuk benimsenmesinde bu çevrelerin taşıyıcı rollerini ne kadar önemsemeliyiz?

AKP dönemi öncesindeki yirmi yılın neoliberal dönüşüme ve iktisat çevrelerine odaklanalım.

24 Ocak 1980 kararları bir istikrar programı olarak sunuldu. Önceki iki yıl boyunca Ecevit hükümeti IMF/DB uzmanları ile çekişme halinde olduğu için 24 Ocak kararlarının IMF önerileri ile uyumlu olduğu bilinmekteydi.

Turgut Özal’ın ise daha iddialı olduğuna yukarıda değindim: Sermaye çevreleri ile birlikte bir model değişikliğine açıkça işaret ediyordu.

Bu gündemde sol iktisatçıların çoğunluğunun IMF karşıtlığı içinde olduğunu söyleyebilirim. 12 Eylül darbesinden önce de IMF programlarının Latin Amerika’da askerî rejimler içinde uygulandığını izlemekteydik. Bunların Altın Çağ’da çevre ekonomilerinde yaygınlaşan kalkınma stratejilerine karşıtlığı ortaya çıkıyordu.

Sol’un tipik tutumunu yansıtan bir örnek, IMF, İstikrar Politkaları ve Türkiye (Editör: Cevdet Erdost, 1982, Savaş Yayınları) başlıklı kitaptır. Benim de yer aldığım altı iktisatçı, IMF’nin kökenlerini, 1970’li yıllardaki dönüşümünü ve Latin Amerika’da uygulanan programları gözden geçirmekte; 24 Ocak programını bu çerçevede eleştirmekteydik.

Filizlenmekte olan neoliberal düşüncenin, DB katkılarını yakından izleyen (bazıları CHP’de de görev alan) ana-akım iktisatçıları arasında destekçileri vardı. Rekabetçi bir piyasa mekanizmasını, “olumlu” bölüşüm etkileri (“koruma/müdahale rantlarını tasfiye etmesi”) açısından savunan meslektaşlarımız oldu.

Geleneksel sol çizgiyi sürdürenler ise, neoliberal dönüşümün emek gelirlerini sistematik olarak baskı altında tutan stratejik önceliğini, sonuçlarını vurguladı. Neoliberal uygulamaların erken filizlenmelerinde (başta özelleştirmeler) belli sermaye grupları lehine oluşan çok daha büyük boyutlu servet/gelir aktarımlarına dikkat çekildi.

Güncel ekonomik sorunların tartışılmasında da iktisatçılar saflaştı. 1977’de CHP iktidarı devraldığında ihracatın ithalatı karşılama oranı 1/3’e düşmüş; ekonomi bir ödemeler dengesi krizi içine sürüklenmişti. CHP hükümeti, seçmen tabanını koruma önceliğini, piyasalara çeşitli müdahalelerle gözetmeye çalıştı. Sıvı yağlar gibi temel tüketim mallarında karaborsa, benzin pompalarında uzun kuyruklar oluştu. Geçim sıkıntısını hafifletmeyi hedefleyen piyasa-dışı müdahalelerin savunulması, uygulayıcılar açısından dahi güçleşti.

24 Ocak kararları, iç piyasada dengeleri sağladı; enflasyonu %100’e çıkararak frenledi. Bu sonuç “serbest” piyasanın kaynak tahsisinde devlet müdahalelerine üstünlüğünü kanıtlayan bir “laboratuvar deneyi” olarak algılandı; ana-akım iktisatçılarınca desteklendi. Kıdemli sosyalist bir meslektaşımızın dahi, “kapitalizmin kuralları işlesin ki biz de kime karşı mücadele edeceğimizi bilelim” mesajını taşıyan bir yazısını hatırlıyorum. 12 Eylül rejiminin de katkılarıyla gerçekleşen emek-karşıtı bölüşüm şokunun boyutu sonraki yıllarda ortaya çıkacaktır.

Neoliberal dönüşüm lehindeki “liberal savrulma”, yirmi küsur yıl sonra İslamcı bir iktidarı demokratikleşme olarak savunan “liberallerin ihaneti” ile bağlantılıdır.

Bu “ihaneti” önceden uyarması beklenen “deneyim”, CHP-MSP koalisyonunun 1974’te TBMM’ye getirdiği af yasasında yaşanmıştı: Meclis görüşmelerinde Türk Ceza Kanunu’nun 163’ncü madde hükümlüleri önce oylanacak; iki partinin ortak oylarıyla affedilecektir. 141 ve 142.’nci madde hükümlülerinin oylanması sırasında ise MSP milletvekilleri oylamaya katılmayacak; sağ kalan devrimcilerin, (dekanımız sevgili Mümtaz Sosyal dahil) solcuların afları daha sonraki Anayasa Mahkemesi kararına kadar gerçekleşmeyecektir.

TCMB'nin "bağımsızlığı" yanında yeni oluşturulan çeşitli düzenleyici ve denetleyici kuruluşların da Hükümetlere karşı bağımsız ama uluslararası mali kuruluşlara/piyasalara bağımlı bir yapıda tasarlanmasını, sistemin iç işleyişinin sermaye yanlısı daha katı kurallara bağlanması olarak mı yoksa neoliberalizmin yeni bir bağımlılaştırma politikası olarak mı okumalıyız? Ya da ikisi birden mi?

“İkisi birden” diye yanıtlayacağım. Bu konu, 2001’de IMF ve DB’nin ısrarlarıyla ve Kemal Derviş tarafından “15 günde 15 yasa” çağrısı sonunda özerkleşen veya oluşturulan kurumlardan ikisi açısından hâlâ günceldir: Merkez Bankası (TCMB) ve Kamu İhale Kurumu (KİK)…

Bu iki kurumun siyasal iktidardan bağımsızlığını öngören düzenleme sonraki yıllarda AKP iktidarı tarafından yasal olarak veya fiilen yok edildi; ama özgün belgeler, amaçlar hatırlanmakta; bunların özerkliği bugün de savunulmaktadır.

KİK’de kamu ihalelerinde kayırmayı, ihaleleri uluslararası rekabete de açık tutarak önlemek gözetiliyordu.

İnşaat sektörünün ve ihalelerin AKP’ye özgü “ilkel birikim” sürecindeki öncelikli yerini biliyoruz. Bu alanın müteahhitler arasında rekabete açılması önlendi; istisnalar giderek kurallaştı. Uluslararası sermayenin tekelci gücünden kaynaklanan üstünlüğüne karşı yerli sermayeyi gözeten yöntemler ise Sol tarafından da savunulabilir, ama herhalde farklı bir program dahilinde…

TCMB özerkliği ise, para politikasının uluslararası finans kapitale bağımlı kılınması için konmuştur. Bu ilke, merkez bankalarına “fiyat istikrarını sağlama” (enflasyonu önleme) görevi verir. Yasalaşan bu amaç, Türkiye gibi çevre ekonomilerinde öncelik taşıması gereken kalkınma, sanayileşme, istihdam gibi önemli hedefleri dışlamaktadır. TCMB’nin hareket alanı (kâğıt üzerinde) “araç bağımsızlığı” ile sınırlıdır.

Ne var ki, yeni yüzyılın neoliberal enflasyon hedeflemesi modeli, bu araç bağımsızlığını da yok etmiştir. Finans kapital son sözü söylemektedir. Yazılı olmayan ilkelere göre merkez bankaları enflasyon hedeflemesini serbest sermaye hareketleri, sıkı para politikası ve dalgalı, rekabetçi döviz kuru üçlüsü içinde uygulayacaktır.

Serbest sermaye hareketleri, biraz önce açıkladığım gibi, 1990 sonrasında neoliberalizmin uluslararası ekonomik ilişkilere yerleştirdiği ana çerçevedir. Sıkı para politikası enflasyonu aşan politika faizi anlamına gelir. Amaç, yabancı sermayenin girişinde ulusal para (TL) ile kazanılacak reel getirilerin peşinen güvenceye alınmasıdır. Dalgalı döviz kuru, bu değişkenin bir politika aracı olarak belirlenmesini önlemektedir. Böylece merkez bankasının (veya iktidarın) ulusal sermaye lehine rekabetçi kur ayarlamaları (devalüasyonlar) peşinen önlenecektir.

İhale Kanunu’ndaki özgün ilkelerin AKP iktidarı boyunca sürekli çiğnenmesi, stand-by anlaşmalarının sürdürüldüğü 2008’e kadar IMF heyetleri tarafından “program ihlali” olarak yorumlanmadı.

TCMB özerkliği ise 2015’ten itibaren Erdoğan tarafından adım adım çiğnendi. Başkan, süresi dolmadan görevden alınabilmektedir. TCMB politika faizinin enflasyonun altında belirlenmesi kurallaştırılmış; Para Politikası Kurulu kararları fiilen Saray'a intikal etmiştir. Bu “sapma” her aşamada uluslararası derecelendirme kuruluşları ve IMF tarafından eleştirilecektir.

Sosyalist sistemin çöküşünü "tarihin sonu" (yani "liberalizmin zaferi") olarak değerlendirenler, egemen birikim tarzının 2008'den itibaren derin ve uzun bir tökezleme sürecine girmesi üzerine bu defa "neoliberal düzenleme rejiminin sonu" ve "alternatif modeller” gündeme getirildi. 2020'den itibaren pandemik salgının etkilerini de taşıyan bu tartışmalara acaba bugünden bakıldığında hangi noktadayız?

Neoliberalizmin son tahlilde sermayenin sınırsız tahakkümünü dünya çapında hayata geçirmeyi hedefleyen ekonomik bir tasarım olduğunu düşünüyorum. Sermayenin tahakkümü kalıcı hedeftir. Neoliberalizm bu hedefi güvenceye alan ekonomik bir araçtır. İşe yaradığı boyutlarda, biçimlerde işlevseldir.

Neoliberalizmin tahripkâr sonuçları, onun bir araç olarak işlevselliğini tehdit edebilir. Mağdur emekçileri sola yönelterek sermayenin sınırsız tahakkümünü tehdit edebilir. Galiba öyle bir dönemden de geçtik.

Öyleyse neoliberalizmin küreselleşme boyutunun bazı öğeleri askıya alınacak; ekonomik araçlar siyasal yönetimlerin, devlet gücünün katılımıyla zenginleşecektir. Rejim değişikliklerine dönük emperyalist saldırganlık, darbeler, neofaşizm, mülkiyet haklarını ihlal eden yaptırımlar, soğuk savaşın tehlikeli doğrultularda hortlatılması, sermayenin dünya çapında tahakkümünü sürdürmek için kullanılabilecektir. Bir anlamda emperyalizmin güncel gelişiminden söz ediyorum.

Bu dönüşümün aşamalarında gezinelim.

Neoliberalizm, kapitalizmin Altın Çağı’na karşı bir tepki olarak oluştu. Teorik alt-yapısı 1980 öncesinde Hayek ve Friedman’ın rehberliğinde inşa edilmekteydi. Politika öğeleri de yukarıda açıkladığım gibi DB ve IMF’de tartışılmakta; Şili, Arjantin ve Brezilya’da uygulanmaktaydı.

Batı’da neoliberalizmin yerleşmesi, sosyalist, sosyal demokrat partilerin teslimiyetiyle güvenceye alınacaktır. Fransa'da sola dönük “Ortak Program” ile iktidara gelen François Mitterand’ın iki yılda “hizaya getirilmesi” ve Britanya İşçi Partisi’nin 1997’de Tony Blair tarafından “New Labour” platformuna taşınması kritik iki aşamadır. Neoliberalizmin Batı’da yaygınlaşması 2008’de patlak veren uluslararası finansal krize kadar kesintisizdir.

Neoliberal politikaların “Güney” coğrafyasındaki aşamalarına yukarıda değindim. Serbest ticaret, sermaye hareketlerinde serbestleşmeden önce gerçekleşecektir. “Enflasyon hedeflemesi”nin yukarıda değindiğim kuralları, serbest sermaye hareketlerinin yaygınlaşmasından on yıl sonra belirlenecektir.

Bazı “katı ilkeler” de var: İşgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, malî disiplin, özelleştirme, bölüşüm ilişkilerinde “sıfır devlet”, köylü tarımında piyasalara ve kapitalist ilişkilere tam açılma gibi…

Çevre ekonomilerinde katı ilkeler uzun süre korundu; ama beklentilerle sonuçların uzlaşmaması, değişen koşullar (bazıları “Post-Washington uzlaşısı”nda yer alan) revizyonlara da yol açtı.

Güney coğrafyasında neoliberalizm 20’nci yüzyılın son yıllarına kadar itirazsız sineye çekilecektir. İlk tepkiler 1997-98 Doğu Asya krizinde patlak verecektir. Krizleri daha da ağırlaştıran IMF programları, sömürgeciliği andıran, onur kırıcı yöntemlerle kabul ettirilecektir.

Giderek yaygın direnmeler, neoliberalizm-karşıtı örgütlenmeler, iktidar değişiklikleri patlak verdi. 1999’da Seattle’da DTÖ toplantısının işgal edilerek dağıtılmasını, Chavez’in iktidara gelerek Latin Amerika’nın “pembe dalgası”nı başlatmasını, 2001’de Dünya Sosyal Forumu’nun ilk toplantısını hatırlatmakla yetinelim. Asya ülkelerindeki politika revizyonlarına yukarıda değindim.

IMF/DB gündemleri de dönüşüme uğradı. Neoliberal dönemin bölüşüm şokları, yoksulluk araştırmalarına yol açacak; düşük gelirlilere dönük yoksullukla mücadele hedefleri yapısal uyum programlarına girecektir. Ne var ki artan yoksullaşma ile neoliberal programlar arasındaki nedensellik bağları araştırılmayacaktır.

Standby programlarında da bazı revizyonlar gerçekleşti. Yüksek tempolu sermaye girişlerinin denetlenmesine yeşil ışık yakıldı. Etkili bir kamu yönetiminin neoliberalizm için dahi gerekli olduğu fark edildi; “devletin küçülmesi” hedefi, muğlak bir yönetişim kavramıyla birleştirildi.

Finansal sistemde kuralsızlaştırma söyleminin tehlikeleri algılandı; geleneksel müdahale yöntemlerinden bazıları makro-ihtiyatî düzenleme başlığı altında canlandırıldı.

Batı coğrafyasına odaklanalım. 2007-2008’deki uluslararası finansal kriz, hem nedenleri, hem de uygulanan politikalar açısından neoliberalizme dönük eleştirileri sistem-dışı doğrultulara yöneltti. İktisatçılar, Sol ve halk sınıflarının mağdurları, finans kapitalin krizin kökeninde ve yönetiminde taşıdığı ağır sorumluluğu teşhis etti.

New York’taki “Wall Street’i işgal…” çağrısı “krizi hem yaratan, hem de yöneten yüzde 1’lik bir azınlığı” teşhis ettiği için semboliktir; sermaye tahakkümünü hedef aldıği için tehlikelidir. Güney Avrupa ülkelerindeki kalkışmalarla birlikte, anti-kapitalist bir dalganın başladığını göstermektedir. İspanya ve Portekiz’de sosyalist, komünist, sol cephe parti koalisyonlarının ve Yunanistan’da Syriza’nın iktidara gelmesi, bu dalganın sonucudur.

2008’i izleyen bu tehlikeli ortamda büyük Batı sermayesi, sosyal demokrasinin sola kaymasını, geleneksel sosyalist-komünist akımların canlanmasını önlemeye öncelik verdi. Bu tür bir yöneliş, 1960 sonrasındaki Altın Çağ’daki sınıflar-arası uzlaşmanın canlanması anlamına gelecekti. Radikalleşerek denetlenemeyeceği endişesiyle sermayenin tahakkümünü tehdit edebilirdi; o nedenle göze alınamıyordu.

Batı burjuvazisinin katı tutumuna bazı örnekler ışık tutabilir. Yunanistan’da dış borçların yapılandırılma önerileri, Almanya’nın öncülüğünde Avrupa Merkez Bankası ve IMF tarafından reddedildi. Ilımlı sol Syriza iktidarı finans kapital tarafından teslim alındı.

ABD’de Bernie Sanders’ın başkanlık ön-seçimlerinde öne çıkması, sosyalist kimliği nedeniyle kösteklendi. Britanya’da İşçi Partisi başkanlığına, Parti’nin geleneksel sol programını sahiplendiği için seçilen Jeremy Corbyn, İngiliz burjuvazisinin acımasız bir saldırısı sonunda parti liderliğinden uzaklaştırıldı.

Altın Çağ’ın sınıflar-arası uzlaşması baltalanırken halk sınıflarının neo-faşizme yönelmesi yeğlenecektir. ABD’de Donald Trump’ın, Britanya’da Boris Johnson’un iktidarları, büyük sermayeyi temsil eden Cumhuriyetçi ve Muhafazakâr partilerin açık tercihi sayesinde mümkün oldu.

Bir yandan küreselleşmenin yarattığı sanayisizleşmenin yoksullaştırdığı; bir yandan da neoliberalizmin, emperyalizmin mağduru Orta Doğulu, Afrikalı, Latin Amerikalı göçmenlerin işgücü piyasalarındaki rekabeti ile karşılaşan Batı emekçileri neo-faşizmin kitle tabanını oluşturdu. Neo-faşist partiler ırkçı söylemlerle yükseldi.

Neo-faşizmin gelişmesi, Batı’da neoliberal küreselleşmenin serbest ticaret ilkelerini çiğnedi. Trump’ın Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşları, “liberal” Biden tarafından daha kapsamlı bir ekonomik savaşa dönüştürüldü. Ukrayna işgali sonrasında Batı blokunun Rusya’ya karşı yaptırımları, kapitalizmin temel mülkiyet haklarını da çiğnemekte; dünya tedarik zincirlerini bütünleştiren sermaye hareketlerini de baltalamaktadır.

Geleneksel neoliberal reçeteden bir diğer ayrılışa da dikkat çekelim: 2020 Covid salgını, Keynesgil kamu maliyesi politikalarına kısmî dönüşe yol açacaktır. Pandeminin millî gelirlerde yol açtığı gerilemeler, neoliberal malî disiplin ilkesini çiğneyen bütçe açıkları ile telafi edildi.

Ne var ki, bu esneklik Batı ekonomileri ile sınırlı kaldı. Finans kapitalin çevre ekonomilerinden alacakları güvenceye alınmalıdır; bütçe açıklarının ve kamu borçlarının sınırlı tutulması bu nedenle korunmalıdır. IMF ve DB, çevre ekonomilerinde malî disiplinden uzaklaşmanın istisnaî, geçici olması, temel makro-ekonomik dengeleri sürdüren ülkelerle sınırlı tutulması hususunda ısrarlı oldular.

Bu dönemde IMF’nin Arjantin ve Ekvador ile yaptığı kredi anlaşmalarında, Sri Lanka ve Pakistan’la bugünlerde sürdürdüğü stand-by müzakerelerinde kamu maliyesinde kemer sıkma hedefleri bu nedenle korunmakta, gözetilmektedir.

“Neoliberalizmin sonu” iddialarını, emperyalizmin ve kapitalizmin çürümesini de betimleyen bu tarihsel çerçeve içinde değerlendirmek zorundayız.


2015 sonrasında farklılaşan dünya ve ülke koşullarında AKP yönetimi artık IMF politikalarını örtük bir biçimde uygulama edilgenliğini de sürdüremez duruma gelmiş, ancak tutarlılığı tartışmalı yollara sapmaktan ve sık sık geri dönüşlere başvurmaktan başka çıkış bulamamıştır. Şimdi yeniden bir tıkanma noktasına hızla yaklaşılmaktadır. Seçimler sonrasında iktidar ve ana muhalefet partileri açısından, IMF'li veya IMF'siz bir IMF programına mecbur kalınması en yüksek olasılık olarak önümüzde durmaktadır. Peki bu "alternatifsizliğin" kendisi de hızla yeni bir tıkanmanın habercisi olmayacak mıdır? Buradan geçici bir rahatlama dışında bir çıkış bulunabilir mi?

Bir IMF programı niçin kaçınılmaz oldu? IMF-AKP ilişkilerinin tarihçesine bakarak yanıtlayalım.

AKP’nin 2002’de uygulanmakta olan IMF programını devraldığını, 2005’te üç yıllık, yaklaşık 10 milyar dolarlık bir kredi programı ile yenilediğini biliyoruz.

Bu anlaşmaya ilişkin bir ek bilgiyi de bu vesileyle ekleyeyim: Bu kredinin AKP iktidarına istisnaî bir destek olarak verildiği belgelenmiştir: Nisan 2005’te IMF İcra Kurulu’na sunulan Uzmanlar Raporu’na göre o tarihte Türkiye’de “ödemeler dengesi baskıları olmadığı için kredi gereksinimi de yoktur... Ancak, üç yıllık bir program 2007’deki genel seçim için bir çıpa sağlayacaktır.” IMF yönetimi de politik kayırmayı bir stand-by anlaşması için yeterli görmüş; krediyi onaylamıştır.

2008’deki uluslararası kriz, yabancı sermaye çıkışları ile Türkiye’yi de etkiledi; AKP hükümeti kısa dönemli bir dış finansman desteği için IMF ile görüşmelere başladı. IMF’nin Gelir İdaresi yönetimi ile ilgili bazı taleplerini Erdoğan’ın kabul etmediğini hatırlıyorum. 2009’da sermaye girişlerinin canlanmasının da katkısıyla müzakereler son buldu.

Neoliberal makro-ekonomik politikaların ana çerçevesi, malî disiplin ve yukarıda özetlediğim enflasyon hedeflemesi, AKP iktidarınca 2015’e kadar özenle sürdürüldü. 2015 iki nedenden ötürü bir dönüm noktasıdır: (a) Dış kaynak akımları daralmaya başlamıştır. 2010-2015’te yıllık ortalama 60 milyar dolar olan yabancı sermaye girişleri sonraki beş yılda yarıya inmiştir. (b) İktidar, Haziran genel seçimlerinde ilk kez azınlığa düşmüştür. Bu tarihten itibaren “ne pahasına olursa olsun iktidarı korumak” AKP’nin stratejik hedefi olmuştur.

Bu hedefi gerçekleştirmekte izlenen devlet şiddetini, siyasal, yasal yöntemleri bir yana bırakıp ekonomi politikalarına odaklaşalım: Erdoğan, iktidarı korumak için büyüme ivmesinin sürdürülmesini kararlaştırdı. Bunun için neoliberal modelin yapısal öğeleri, malî disiplin ölçütleri korunacak; finansal istikrar ilkesi ve ölçütleri dikkate alınmayacaktır. Temel araç şirketlere dönük ölçüsüz ve ucuz kredi pompalamasıdır.

Sonucu özetliyorum: 2016-2021’de GSYH reel olarak yüzde 3,97’lik bir tempoyla büyümüş; Mart 2022’ye kadar ücret ödemelerinin cari fiyatlarla net safi hasıladaki payı 8,3 puan (%43,3 → %35,0) gerilemiş; ekonomi emek-karşıtı, çok ağır bir bölüşüm şokundan geçmiştir. Bu dönemde üç sert döviz krizi gerçekleşmiş; “resmî” enflasyon Temmuz 2022’de yüzde 79,6’ya çıkmıştır.

Ekonomi büyümektedir. Ne var ki, ücretlilerin net hasıladan aldığı payın aşınma boyutu, işçi sınıfının bir bölümünün mutlak olarak yoksullaşması ile mümkün olabilir.

Büyüme göstergelerine göre bir ekonomik kriz yoktur; bu anlamda Saray’ın öncelikleri tutmuştur. Aynı zamanda Türkiye toplumu yaygın bir bunalım algılaması içindedir. Nedeni, sözünü ettiğim bölüşüm şokunun yarattığı mutlak yoksullaşmadır.

Yoksullaşmanın kapsamı, nicel boyutu bu dönem enflasyonunun ücretli ve diğer sınıflar arası yansımasına ve ücretliler-içi gelir dağılımına bağlıdır. Şu anda bu bilgilerden yoksunuz. Sözü geçen altı yılda istihdamın faal nüfus artışının gerisinde seyrettiğini, TÜİK’in “âtıl nüfus” olarak tanımladığı emek fazlasının her yıl yüzde 7,4 oranında arttığını ise biliyoruz. Yoksullaşma bu nedenle ücretli çalışanların dışına taşmıştır.

Saray, kamu harcamalarını halk sınıflarından esirgemiş; kamu maliyesi bölüşüm şokunu telafi etmemiştir. Sendikalaşma ve emekçi sınıf örgütleri AKP’li yıllarda sembolik düzeylere gerilemiş; özellikle enflasyon ortamında (1990’lı yılların aksine) gelir kayıplarını engelleyebilecek güçleri yok olmuştur. Bölüşüm süreci, böylece, TCMB’nin, bankaların ve ucuz kredilerin aktığı şirketlerin denetimine geçmiş; Saray’ın ayrıcalıklı sermaye çevrelerine dönük tercihleri ayrıca rol oynamıştır.

Üç döviz krizi içinde Türkiye’nin dış kırılganlık göstergeleri de ağırlaşmıştır. Bu göstergeleri günü gününe izleyen uluslararası finans çevreleri, bir dış borç krizine aday olan ülkelerin ön saflarında Türkiye’ye de yer vermektedir.

En bütüncül göstergeleri aktaralım: Türkiye’nin dış borç/dolarlı millî gelir oranı 2015-2022 arasında %46,7’den %65,2’ye çıkmıştır. (IMF’nin 692,4 milyar dolarlık 2022 GSYH tahminini kullanıyorum). Önümüzdeki 12 ayda Türkiye’nin ödemesi gereken dış borç yükümlülükleri 183 milyar dolardır. İlk altı ayda 32,7 milyar olan cari işlem açığının yıl sonunda 50 milyar dolara ulaşması beklenir. İkisinin toplamı 2022 millî gelirinin üçte birine ulaşmaktadır. Seçime kadar sürdürülmesi çok güç bir dış finansman yükü ile karşı karşıyayız.

AKP, ekonominin bir bıçak sırtında olduğunu biliyor. Rusya ve Körfez ülkelerinden kısa vadeli kaynaklarla, swap işlemleriyle, brüt rezervleri kullanarak kader saatini ertelemeye çalışıyor. İflasın eşiğinde seçime gidecektir.

Seçim sonrasında (iktidarda kim olursa olsun, IMF’li veya IMF’siz) bir IMF programı kaçınılmazdır.

Hem dış finansman sorununu çözen, hem de enflasyonu önleyen bir IMF programının ekonomik küçülmeyi içermesi kaçınılmazdır. Ek dış finansman, finansal genişlemenin son bulması koşuluna bağlanacak; kamu maliyesinde daralma bu koşula eklenecektir. Bu tür IMF programlarında kamu maliyesinin faiz dışı fazla yaratması olağandır. Bölüşüm şoku nedeniyle ücretli sınıfların ve işsizlerin yaşadığı yoksullaşmaya, ekonominin küçülmesinden kaynaklanan ek gelir ve istihdam kayıpları eklenecektir.

İktidarı korursa Erdoğan IMF’ye gidişi haklı gösterecek esnekliğe sahip olduğunu göstermiştir. Aksi halde bu senaryoyu olası yeni iktidara “tuzak” olarak kullanacaktır. Altılı muhalefet bloku ise daha önce IMF ile çalışmış siyasetçileri içermektedir.

Türkiye toplumunun bugünkü toplumsal bunalımını önümüzdeki yıllara daha da ağırlaştırarak taşıyan bir IMF programı kabul edilemez. Bu nedenle sosyalistler, bugünkü Türkiye ve dünya koşullarında halk sınıflarının sancılarını asgariye indirecek alternatif bir programı, diğer demokrat, ilerici çevrelerle birlikte tartışmaya başlamalıdır. Bu tartışmanın, Türkiye siyasetinin sola yönelmesine katkı yapması da beklenebilir.

Bir IMF seçeneğine karşı gerçek bir alternatif ekonomik program hangi sütunlar üzerinde yükselebilir? Kapitalist sistem içinde kalarak ama neoliberalizme ve dolayısıyla mali emperyalizme kafa tutarak bir patika açılabilir mi? Yoksa artık kapitalist sistemi doğrudan hedefe koymadan gerçek bir çıkış yolu bulunamayacak noktada mıyız?

Kapitalizmi hedefe koymayan sosyalist, komünist hareketlerden, partilerden söz edilemez. Ne var ki, Türkiye’nin bugünkü koşulları kapitalizmden çıkışın ekonomik programını tartışmaya uygun değildir.

Emekçi sınıfların yoksullaşması, sermayenin tahakkümüne karşı örgütlenmeyi kendiliğinden beslemez. Tam aksine, gerici ideolojilerin, tutucu değerlerin halk sınıflarında yaygınlaştığı bugünkü ortamda, sınıfsal dayanışmayı dağıtır; “gemisini kurtaran kaptan, insan insanın kurdu olur…”

Emek karşıtı bir IMF programı gündeme geldiğinde, sosyalistler kapitalist sistemin sınırları içinde kalan, ama sermayenin tahakkümünü hafifleterek halkın kayıplarını telafi eden bir program önermelidir. Bu doğrultuda vurgulamalarla yetineceğim.

Sermaye hareketlerinin denetimi gereklidir. IMF dahi, geçici ve sınırlı olmak şartıyla yabancı sermaye girişlerinin denetimine rıza göstermektedir. Türkiye, döviz krizleri konjonktüründedir ve öncelikle sermaye çıkışlarının denetlenmesi gereklidir.

TL’li varlıklara yatırım yapmış yabancı sermaye çıkışlarına döviz tahsis yükümlülüğü söz konusu olmamalıdır. Özel sektörün dış kredilerinde Hazine güvencesi olamaz. Alacaklı riski üstlenmek zorundadır. Zincirleme banka iflasları gündeme gelmedikçe aynı durum bankalar için de geçerlidir. Buna karşın, Hazine, TCMB, kamu bankaları, Varlık Fonu ve diğer kamu kuruluşlarının dış borçları için bir yapılandırma girişimi gerekli olabilir.

Yerli sermaye çıkışının, ticarî krediler dışında dövizle borçlanmanın frenlenmesi gereklidir.

Sınıflar-arası ittifaklar açısından kritik, duyarlı bir sorun, beyaz yakalı emekçi katmanları da içeren orta sınıflar için önem taşıyan döviz mevduatı konusunda gündeme gelebilir. Tatminkâr bir döviz kuru ve enflasyonu aşan faizler karşılığında döviz tasarruflarını TL’ye aktarmaya ikna edilebilirler mi?

Makro-ekonomik alanda sıkı para, gevşek maliye politikalarına geçiş savunulmalıdır. AKP kamu açıklarını gelişmekte olan ülke ortalamalarına göre çok daha sınırlı tutmuştur; devlet bütçesinin bölüşümcü ve yatırımcı kimliğini canlandırarak bu durumu tersine çevirme zamanı gelmiştir. KÖİ yatırımlarının ve enerji dağıtımının kamulaştırılması gerekir.

TCMB özerkliği kabul edilemez; rezervleri Hazine’ye ait olmalı; kredilerde ucuz, enflasyonun altında faiz son bulmalıdır. Sermaye hareketleri denetleneceği için reel döviz kurunun ve faizlerin birlikte hedeflenmesi mümkündür. TL’nin değerlenmesi (dövizin ucuzlaması) önlenmelidir.

Tarımsal piyasalarda uluslararası ve yerli sermayenin tahakkümü kooperatiflere dayalı destekleme ile önlenmelidir. Yüksek enflasyon sürdükçe asgari ücretlerin, emekli ve memur maaşlarının aylık endekslenmesi gerekir. Şirketlerin oligopolcü kâr marjlarının vergilenerek önlenmesi yöntemleri geliştirilmelidir.

Emekçilerin bölüşüm kayıpları bütçe kaynaklarıyla önlenmeli, telafi edilmelidir. Halkın yoksullaşması yaygınlaşırken bankaların ve dev şirketlerin astronomik kârları yüz kızartıcıdır. 2022’nin ilk yarısında bankaların kârları beş misli (%400) artmıştır. İSO’nun 500 büyük sanayi kuruluşunda kârların katma değerdeki payı 2015 sonrasında 11,5 puan (% 28,2 → %39,7) yükselmiştir. (“Ekonomide ne oluyor?”, Levent Ayan & Mehmet Tuna Doğan, soL Haber, 15.8.2022)

Bu yıla ait Kurumlar Vergisi oranlarının (en üst dilimleri yüzde 100’e ulaşan) müterakki bir tarifeye dönüştürülmesi; ayrıca yüksek oranlı bir servet vergisinin geliştirilmesi gereklidir.

İşsizlik sigortasında ve sosyal yardımlarda, emekçilerin kayıplarını telafi etmeyi hedefleyen ödenekler bütçede yer almalıdır.

Kapitalizmin temel ilişkileriyle uyumlu bu tür önerileri içeren bir programın AKP yıllarında ağırlaşan sermaye tahakkümünü hedef aldığı; bu açıdan ekonomik bir sınıf mücadelesi içerdiği söylenebilir.

Kapsamı, bazı öğeleri radikalleştirilerek genişletilen bu tür bir ekonomik programın sadece oluşturulması değil; duyurulması, siyasetin güncel gündemine girmesi gerekir. Bu adım dahi halkımızın daha fazla teslimiyete, kaderciliğe sürüklenmesini frenleyecek; bu anlamda sınıf mücadelesinin önemli bir kazanımı olabilecektir.

(SOL)

https://dayanismameclisi.org/index.php/dayanisma-forumu/

Dayanışma Forumu'nun Eylül 2022 tarihli 6. sayısında yer alan makaleler ve yazarları:

  • Prof. Dr. Korkut Boratav ile söyleşi: AKP, ekonomik liberalizm ve Türkiye
  • Liberalizmin kökenleri - Hüseyin Özel
  • Liberal ideologların motivasyonları ve ana temaları - Erhan Nalçacı
  • Liberalizmin yükselişi ve düşüşü: Kısa “Yetmez Ama Evet” Tarihi - Orhan Gökdemir
  • Kürt Ulusalcılığının Liberalizm ile Bağı - Aydemir Güler
  • Osmanlı’dan AKP’ye: Liberalizmin sürekliliği - Fatih Yaşlı
  • AKP dönemi medyası - Mustafa Kemal Erdemol
  • AKP Döneminde Neoliberalizm, Yeni Muhafazakârlık ve Sanat - Haluk Polat
  • Hukuk sistemi ve liberalleşme - Ali Rıza Aydın
  • Sendikal örgütlenmenin “sivilleşme” öyküsü - Burçak Özoğlu
  • Sağlıkta liberalizm: Özgürleşirken kötürümleşmek - Necati Çıtak, Tolga Binbay


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder