29 Kasım 2022 Salı

Charles de Gaulle’den kalkıp Macron’a iniş (1)-Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 


Dünya karışık görünüyor. Biraz aydınlatabilirsek biraz anlayabiliriz. Hegemonyayı (“ağalığı”) son 75 yılda anlamış olmalıyız. Emperyalizm dersini çalışmakta isteksiz hatta tembel miyiz? 

Bugün ve yarın için lazım. Ama kendine göre anlatanlar az değil. Başta galiba konuşmayı çok seven Fransa Cumhurbaşkanı Macron var. Sık sık “Dünya şöyle, böyle” diyor. Geçen aylarda Fransa’nın dışişleri kadrolarıyla kapalı bir toplantı yapıp ilginç ve keskin vurgularla konuşmuş. 

Okuma fırsatı insanda bir soru uyandırıyor: Emperyalizmin ağır sıkletini biliyoruz da orta, hafif sıkletleri de olur mu? 

Nasıl bir şey olur ki bize dünyayı daha iyi öğrenme bilgisi versin? 

COMPIEGNE ORMANI’NA DOĞRU

Macron’a hemen girmeyelim. Sona bırakalım. Biraz geriden başlayalım. 1930’ların Fransası 19. yüzyılın mirasını sürdürmüştür. “Matlaşmış” bir mutabakatla: 1789’un kazandırdığı toprak mülkiyetine sıkı sıkı yapışmış köylülerle, kendi işyerlerini elde etmiş bir orta sınıfın durağan mutabakatı. Bunun ağırlığı. Ve yanı sıra pek yaratıcılığı olmayan, tutucu sanayi sınıfı. 

Ve o Fransa 17. yüzyıldan beri sömürgeciydi. 1930’a bagajında 70 milyona yakın sömürge ahalisiyle girdi. Sömürgeler basit üretim düzeyinde tutuluyordu. Gelişme fırsatı verilmezdi. Ağır vergi altında varlıklarını sürdürürlerdi.

Fransa 1930 dünya buhranına birkaç yıl gecikmeyle katıldı. Altın rezervi hızla eridi. Siyasetteki ısrarlı “orta yolcu”lukla ekonomisi krizlere saplandı. “Sol”dan çok korkan “sermaye”si, 1936’da Blum başkanlığındaki Halk Cephesi iktidara gelirken “Blum geleceğine Hitler gelsin!” diyordu. Az sonra öyle oldu. 22 Haziran 1940’ta Hitler, Compiégne Ormanın’daki vagonda 1918’in rövanşını alarak Fransa’ya kayıtsız şartsız teslimi imzalattı. Fransız entelektüellerine de “Bu ülke adam olmaz!” muhabbeti kaldı.

KURTARICI NEREDE KALDI?

Önce General De Gaulle geldi. Londra’da sürgündeki “Özgür Fransa Ordusu”nun başındaydı. Fransa’da, komünistlerin önderliğindeki “Direniş”le işbirliği yaptı. Müttefikler Paris’i teslim aldıktan hemen sonra, 26 Ağustos 1944’te büyük yürüyüşün başında kente kurtarıcı olarak girdi. Hükümeti kurdu. Ve yanı başında kendisine savaş yıllarında malzeme ikmali yapmış Jean Monnet vardı.  Monnet, Fransa’nın ve Avrupa’nın 1945’le başlayan yeni dönemine damga vuracak, pratik adam olarak yetişmişti. Pazarlamacılıktan yatırım danışmanlığına ve ciddi müzakereciliğe uzanan geniş tecrübe yelpazesine sahipti. Dünyayı gezmişti. Amerika’da uzun süre kalıp yakın dostluklar edinmişti. Amerikan sanayi kapitalizminin büyük atılımına tanıktı. Bunun o büyük coğrafyanın sağladığı büyük piyasalarla ve büyük şirketlerle yaratıldığına, kısacası “büyük ölçek”le başarılabileceğine inanmıştı. 1930’larda Moskova’ya gitmişti. Bir büyük sanayi hamlesinin ancak planla yapılabileceği görüşüne varmıştı. Yani, hem Amerika hem de Sovyetler’inki gibi bir plan!

Fransa’nın sıradanlaşmış, ufuksuz, yenilgiyi kabullenen siyaset sınıfından öneri beklenemezdi. Monnet düşüncesini De Gaulle’e anlattı. “Plan Komiserliği” (Commisariat du Plan) kuruldu. Kendisi Plan Yüksek Komiseri oldu. (Makamlara meraklı değildi. İş görme adamıydı.) 1946’dan başlayarak Beş Yıllık “Modernizasyon ve Yeni Donanım Planı” yaptı. Üst üste iki beş yıl. Fransız ekonomisinin önü açıldı. Yeni gelişme zemini yaratıldı. Tarihi önem taşıyor. (Ünlü üniversitelerimizden birinde Jean Monnet Merkezi var. Tanıtımında Monnet’nin plancılığı üzerine tek satır yok!)

BİR ELİNDE CIMBIZ, BİR ELİNDE AYNA

Kurtarıcılık kâğıt üzerinde olmuyor. Hele 1945’in ezik Fransası’nda. Monnet kaynak bulmak zorundaydı. Ondan başkası da bulamazdı. Planın motoru, ekonominin öncelikli noktalarını harekete geçirecek olan demir çelik sektörüydü. Bu, coğrafyada Almanya’nın Ruhr bölgesi (kömürün ana damarı) demekti. (Ayrıca Lorraine’in demir cevheri, Saar’ın çelik tesisleri.) Oralar Almanya’ya sanayi ve savaş malzemesi yaratan yerlerdi. Fransa 1945’te Ruhr’un bağımsız bir devlet olmasını baş gündem maddesi yaptı. Ruhr’un kaynaklarıyla Avrupa’nın demir çeliğinde birinci olmak ve olası bir Alman “saldırganlığı”nı baştan önlemek Fransa’nın vazgeçilmez hedefiydi. 

Gelgelelim aynı tarih ABD’nin de “dünya ağası” (hegemon) olma yolunda ilk büyük adımı ile çakışıyor: 1947-’48. Bunu daha önce yazdım. Şimdi şunu eklemeliyiz: Fransa’nın adım atabilmek için Ruhr’a, ABD’nin ise dünya ölçeğinde (daha küçük olamaz!) Soğuk Savaş stratejisini yerleştirebilmek için önce Avrupa’yı bölerek kıtanın batısına ihtiyacı var. İkisinin kendi ekonomik ve jeopolitik hedefleri farklı. Nasıl olacak? 

Büyük hedef küçüğü içinde eritecek! Nerede? 26 Şubat 1948’de, Almanya meselesi için toplanan üçlü Londra Konferansı’nda. Ayrıntıya girmeyelim. Orada ABD ve İngiltere, Fransa’yı Ruhr’lu hedefinden vazgeçirdiler. Kâğıt üzerinde bir “Uluslararası Ruhr Makamı” kuruldu fakat bunun yetkilerini kararlaştıracak oturumdan bir gün önce (kasım ayında) Birleşik ABD ve İngiliz bölgesi askeri komutanları Ruhr’u özel kesime, şirketlere devreden bir yasa çıkarıverdiler! İş bitti. Artık hükümette olmayan General de Gaulle köpürdü ve bunun “20. yüzyılın en berbat kararı” olduğunu bir basın toplantısında vurguladı. Ekleyelim: Daha önce, ABD ve İngiltere üç işgal bölgesini birleştirerek bir Federal Alman Cumhuriyeti kurulması için Fransa’yı ikna etmişlerdi. Ve Fransız Meclisi’nde; 17 Haziran’da dört oy farkla geçen bir kararla Batı Almanya nur topu gibi doğmuş oldu. Konferansın amacı zaten bu idi.

Olağanüstü sezgilere sahip Orhan Veli “Ne atom bombası ne Londra Konferansı; bir elinde cımbız, bir elinde ayna; umurunda mı dünya” dediği zaman, “dünya ağalığı”nın senaryosunu bizlere önceden haber mi vermiş oluyordu?

AVRUPA AVRUPA, DUY SESİMİZİ!

Bir ara maçlarda öyle bağırırlardı. Ancak konudan ayrılmayalım, Monnet bütün bunlara Avrupa çapında bir Fransa tasarımıyla bakarken de herhalde böyle sesleniyordu. Acheson’dan başlayarak, saymakla bitmeyecek Amerikalı dostları ile bu zeminde buluştu. Bir kere, Batı Almanya’nın doğuşundan sonra Avrupa’ya inen Marshall dolarlarının yarıya yakınını Fransa’ya çekti. Planın finansmanı ve girdileri sağlandı. İkincisi, Monnet’nin kıta coğrafyasını kapsayacak “Avrupa Birleşik Devletleri” projesidir. Bunun başlangıcını Ruhr meselesinin pratik çözümünde gördü. Artık Almanya ile hasımlık tarihe gömülmeliydi. Onun yerini ikisinin oluşturacağı bir Avrupa ekseni almalıydı. Avrupa Kömür Çelik Birliği taslağı yaptı. Fransız Dışişleri Bakanı Schuman bunu benimsedi, Alman Adenauer seve seve kabul etti. Tarih 1952. Monnet’yi bunun ilk başkanı yaptılar. Avrupa Birleşik Devletleri için Eylem Komitesi kuruldu. Komite önce Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nun (Euratom), ardından da Ortak Pazar’ın (bugünkü AB) yolunu açtı, başlattı: 1958. (De Gaulle’ün o tarihlerde bunlardan hoşlanmadığını kaydedelim.) Kısacası, Monnet kabına sığmayan ve büyük projeler yapıp onların peşine düşen bir ilginç adamdı. 

DÖNÜŞ

Buraya kadar Fransa’nın Avrupa’da iddialı olma arzusuna Anglosaksonlar farklı bir yön veriyorlar. Onu ABD’nin Soğuk Savaş senaryosuna alıveriyorlar. Rıza göstererek kaynak buluyor ve ekonomisi bütün dünyanın yüksek büyüme hızlarına kavuştuğu o dönemde gelişiyor. Toplum da değişmeye başlıyor. Ancak başka şeyler de var. İste isteme sömürgelerden dönüş vakti geliyor. İsteyerek mi? Hayır, zorla. Önce Çin Hindi’nden dönüş (Macron “Çin Hindi!” dediği için, not edelim). Çin Hindi, daha doğrusu Vietnam. Orada yedi yıl süren savaştan sonra Vietnamlı General Giap 7 Nisan 1954’de Tonkin’in kuzey batısında, Dien Bien Phu’da Fransız kuvvetlerini perişan etti. Ve Fransa’nın dönüşünü başlattı.

İkincisi, bir “orta sıklet emperyalist” gösterisi merakıyla İngiltere ve Fransa’nın Süveyş’i kamulaştıran Cemal Abdülnasır’a karşı, oraya çıkarma yapmaları ve bunu “ağa”ya (ABD) haber vermemeleri. Başkan Eisenhower’ı küplere bindiren operasyon (Ekim 1956) o iki devletin “yeniden az emperyalizm” yapma heveslerine son veren ABD “fırçaları”yla, başlarken bitti. Girmeyelim.

Üçüncüsü, Cezayir. Orada Fransız-Cezayirli savaşı 1954’den 1962’ye kadar sürdü. 1950’lerin hükümetleri gitgide çıkmazlara girdi. Sömürgeciliğin en gaddar şekilleri yaşandı. Fransa’da zincir halinde yönetim krizleri yarattı. Sonunda De Gaulle’ü davet ettiler. 1958’den itibaren artık De Gaulle’ün dönemidir. 1962’de savaş geride sayısız ölü bırakarak bitti. Cezayir bağımsız devlet oldu. Sömürgeci Fransa’dan De Gaulle’ün Avrupa ve dünya devleti Fransa tasarımına ve girişimlerine geçildi. 


NİÇİN DE GAULLE?

Burada Fransa tarihi anlatmaya girişemem. De Gaulle’ün öyküsünü de. Uzmanları var. O günün Fransa’sında bugünün karışık fakat kilitli dünyası için ipuçları bulabiliriz. Bize lazım olan, üzerinde düşünmeye değer ipuçları. Bunları katıksız bir Fransız milliyetçisi fakat dünya tablosuna bakışında ve attığı adımlarda paylaşacak çok şey bulabileceğiniz kişide 1960’larda aramaya çıkalım.

1960’ların Fransası’nda ekonomik büyüme ve dinamizm vardı. Sürekliydi. De Gaulle bunun değerini doğru tartarak dünyaya giydirilen Soğuk Savaş’a karşı tavrını ortaya koyuyor. Tarihi ve siyaseti doğru okuyan bakışa sahip. Medeni cesaretini hemen herkese kabul ettirmiştir. “Yalta Rejimi”nin dünyayı ve Avrupa’nın batısını da Soğuk Savaş “kafesi”ne soktuğunu berrakça ifade etmiştir. Hem de ilginçtir, Yalta’nın 20. yıldönümüne ayarlayarak! Fransa “Atlantik’ten Urallar’a kadar” bir bütünlük için kılavuz olmalı ve dünyaya yerleşen “bloklar rejimi”ni değiştirmeye de öncü olabilmeliydi. Bunun peşine düşüyor. 1944’te büyük yürüyüşün başında Paris’e girerken o güne kadar süren aşağılanmışlıktan nasıl çıkaracağını düşündüğü Fransa’ya, 1960’larda, yeni bir dünya gücü olabilme iddiasıyla bakışından okuyabiliriz. 

Adımlarını buna göre attı. Adımlarda bize göre önem taşıyacak iki ağırlık merkezi bulabiliriz. Biri, doların egemenliğine göre kurgulanan dünya ekonomisidir. 1950’lerin sonlarında artık berraklaştı ki dolar “başlangıç”taki (1945 diyebiliriz) kadar değerli değildir. Yani, altın kadar değerli sayarsak saflık yaparız. O halde? 1960’larda De Gaulle bunu dile getirdi ve ABD’nin altın rezervlerinden yarıya yakınını “Al dolarlarını, ver altınları!” diyerek çekti. Amerikalılar çok rahatsız oldular. De Gaulle sistemin zayıf noktasını yakalamıştı. İkincisi, jeopolitik tarafı. NATO’dan, bir askeri ittifak olarak hoşlanmadığını eylemle gösterdi. Önce NATO manevralarına katılmadı. 1960’ların ortalarına gelince, “NATO karargâhını Paris’te istemiyorum. NATO’nun askeri kanadından uzaklaşıyorum!” dedi. Karargâh Brüksel’e taşındı. Bu da kolayca anlaşılır rahatsızlık yarattı. Ekonomi ve jeopolitik. Soğuk Savaş dünya senaryosunun son 75 yıllık iki bacağı. De Gaulle acaba şunu mu diyordu? “Yeni bir dünya kurulur ve Fransa orada yerini alır!” Allah Allah, bir yerlerden hatırlıyor gibiyiz.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder