Zafer Aydın’ın 2020 yılında Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlanan “İşçilerin Haziranı 15-16 Haziran” adlı kitabından yola çıkılarak hazırlanan “İşçilerin Haziranı 15-16 Haziran 1970” belgeseli 1 Nisan Cumartesi günü düzenlenecek galayla izleyicilerle buluşacak.
Zafer Aydın, Cihangir Köse ve Nesrin Uçar tarafından hazırlanan film, 1 Nisan 2023 Cumartesi günü, saat 14.00’de Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde gösterilecek.
Cihangir Köse’nin yönetmenliğini üstlendiği belgesel filmde, Nesrin Uçar Yardımcı Yönetmen olarak yer aldı. Zafer Aydın’ın senaryosunu yazdığı, Ayşe Lebriz Berkem’in seslendirdiği, Erdal Güney’in müziğini yaptığı belgesele Mustafa Bilgin çizimleriyle, Fahrettin Engin Erdoğan da canlandırma sahnelerinin çekim ve kurgusuyla katıldı.
Gönüllü emek ve dayanışmayla kotarılan film, 1970 yılında, Türkiye’nin sosyal ve siyasal tarihine damga vurmuş, iz bırakmış, toplumun çeşitli kesimlerinde sarsıcı etkiler yaratmış 15-16 Haziran İşçi Direnişi'ni konu ediyor. Belgesel, dönemin tanıkları, belgeleri eşliğinde eyleme yol açan düzenlemenin (274 sayılı Sendikalar Kanunu’nda bazı maddelerin değiştirilmesi hakkında kanun) gündeme getirilmesinin arka planını, yasa karşısında işçilerin, sendikaların geliştirdiği refleksi, yaptıkları örgütlenmeyi, giriştikleri mücadeleyi ve yarattığı etkileri aktarıyor.
Singer Fabrikası’nın işgal edilmesinin üzerinden 54 yıl geçti. İşçi sınıfı tarihine büyük izler bırakan bu direnişe ilişkin 2015 yılında önemli bir kitap çalışmasına imza atan Zafer Aydın'la, “Grevden İşgale Singer Eylemleri” üzerine konuştuk.
Kitabında 1800’lerin sonundan 1969 yılındaki işgal ve sonrasına kadar Singer’deki sınıf hareketine mercek tutan Aydın, işçilerin “benim hangi sendikaya üye olacağıma işveren değil ben karar veririm” diyerek harekete geçtiği Singer işgalinin 15-16 Haziran’a giden yolda önemli bir aşama olduğunun altını çiziyor.
Singer eyleminin ayırt edici özelliklerinden birisinin uluslararası şirkette yaşanmış ilk işgal olmasına işaret Aydın, işgalin devrimci gençliğin de işçi sınıfına bakışında dönüşümlere yol açtığını, 1968 Derby işgali ile “ordu gençlik el ele” sloganının yerini “işçi gençlik el ele” sloganına bıraktığını, 1969 Singer işgali ile de dönemin gençlik hareketi içerisinde dikkatlerin işçi sınıfına çevrilmesi gerektiği yönündeki fikirlerin kuvvetlendiğini ifade ediyor.
Zafer Aydın'ın Aziz Çelik ile birlikte yayınladıkları Küreselleşme ve Sendikal Hareket (1997), Temel Sendikal Bilgiler (2006), Paşabahçe 1966, Gelenek Yaratan Grev (2006) ile Aydın'ın çalışmaları olan Sollamalar (2006), Forum mu Yapsak Yoksa Devrim mi (2008), “Kanunsuz” Bir Grevin Öyküsü-Kavel 1963 (2010), Geleceğe Yazılmış Mektup-Derby İşgali (2012), Grevden İşgale Singer Eylemleri (2015), İşçilerin Haziranı-15-16 Haziran 1970 (2020), 68'in İşçileri (2021) isimli kitapları bulunuyor.
Biriken öfke ve yükselen sınıf hareketinin yarattığı cesaretin açtığı yol
Kartal'daki Singer Fabrikası'nın işçiler tarafından işgalinin 54. yılında; 10-11 Ocak 1969'da gerçekleşen işgale giden sürecin arka planına bakarak başlamak isteriz. Şüphesiz işgal anlık bir öfke patlaması değil, yıllar içerisinde süregelen bir sürecin sonucuydu. Bu yolun taşları nasıl döşendi?
Singer'in bu topraklardaki geçmişi 1886 yılına kadar uzanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde pazarlama şirketi olarak çalışan Singer, Cumhuriyet döneminde de uzun yıllar faaliyetini bu biçimde sürdürdü. Demokrat Parti iktidarı tarafından 1954 yılında çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu'nun sağladığı avantajlarla doğrudan yatırım yapma kararı aldı ve 1959 yılında Kartal'da inşa ettiği fabrikasını üretime açtı. 300 civarında çalışanın olduğu işyerinde otoriter, baskıcı bir yönetim tarzı hakimdi. Fabrikanın ABD'li Genel Müdürü, sendika fikrinden hoşlanmayan, "Okey ofis" diyerek işçilere sudan bahanelerle kapıyı gösteren biriydi. 1963 yılında Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ile Sendikalar Kanunu yürürlüğe girince Maden-İş Sendikası'nın Kartal-Pendik bölgesinde ilk örgütlendiği işyerlerinden biri Singer oldu. Maden-İş işyerinde örgütlenmeye başlayınca karşısına Çelik-İş çıktı. Daha doğrusu çıkarıldı. Bakanlık yetkili sendikanın Maden-İş olduğunu tespit etmesine rağmen işveren Çelik-İş ile sözleşme imzaladı. İmzalanan sözleşme 7 Mart 1964 tarihinde yargı kararıyla iptal edildi. Buna rağmen işveren Maden-İş'i tanımadı, masaya oturmadı. Bunun üzerine Maden-İş grev kararı aldı.
İşverenin yönlendirmesiyle yapılan grev oylamasına katılan 280 işçiden 146'sının evet demesiyle 27 Mart 1964 tarihinde greve çıkıldı. İşçinin yarı yarıya bölündüğü grev, işverenin çeşitli ayak oyunları karşısında başarılı olamadı ve kırıldı. Maden-İş Sendikası işyerinden çekilmek zorunda kaldı. İşyerinde 4 yıl kadar Çelik-İş yetkili oldu. Ancak Çelik-İş işçilerin haklarını savunmaktan çok, işverenin despotik yönetim tarzının aparatı olarak çalışıyordu. İşçiler düşük ücretlerle çalıştırıldıkları gibi, insan onurunu zedeleyen tuvalete marka ile gitmek gibi bir dizi uygulamaya da maruz kalıyordu. İşçilerde hem yönetim tarzına hem de Çelik-İş'in tutumuna duyulan öfke büyüdü.
Bu arada dört yılda emekçilerin hak ve özgürlük mücadelesinde önemli gelişmeler yaşanmış, Maden-İş Sendikası imzaladığı toplu iş sözleşmeleriyle ve işçinin onurunu savunan eylemleriyle dikkatleri çeken bir örgüt haline gelmişti. İşçiler yaşadıkları koşulları değiştirmenin ilk adımını atarak güdümlü sendikadan ayrılıp Maden-İş'e geçtiler. İşverenin işçi atarak örgütlenmeyi engelleme girişimine karşı da 10 Ocak 1969 tarihinde fabrika işgal edildi. 10 ve 11 Ocak günlerinde yaşanan işgalde işçiler fabrikaya el koydu. İdari personeli “gözaltına alıp”, odalara hapsetti. Polisin fabrikayı boşaltmak için yaptığı müdahaleye kararlılıkla direndi. Yaşanan çatışmada işçilerden ve polisten yaralananlar oldu. İşçilerden bir kısmı gözaltına alındı ve kimileri tutuklandı. Bütün yaşananların sonunda Maden-İş Sendikası işyerine girmeyi başardı. İşveren Maden-İş'i tanımak zorunda kaldı. Sonuç itibariyle işyerinde otoriter baskıcı yönetim tarzına karşı biriken öfke ve dönemin yükselen sınıf hareketinin yarattığı cesaret, özgüven, canlanma, artan politizasyon işgal eylemine giden yolun önemli köşe taşlarını oluşturmuştu.
15-16 Haziran işyeri işgal eylemlerinin içinde mayalandı
Bilebildiğimiz kadarıyla ABD kökenli bir uluslararası şirkette meydana gelen ilk fabrika işgali olması Singer eylemlerini önemli kılan noktalardan birisi, bunun yanı sıra fabrika işgalinin bir eylem biçimi olarak benimsenmesinde de önemli katkıları var; eylemlerin anti-emperyalist karakteri ve eylem biçiminin dönemin sınıf hareketinde yarattığı etkiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Singer eyleminin ayırt edici özelliklerinden biri uluslararası şirkette yaşanmış ilk işgal olmasıdır. Sermaye yapısı, ABD'li bir genel müdür tarafından yönetilmesi ve onun yönetim tarzına duyulan tepki, dönemin yükselen anti-emperyalist dalgasının yarattığı kültürel hegemonya ile birlikte ele alındığında, eylemin anti-emperyalist bir yön taşıdığını söylemek mümkün. 1969 Singer işgali ve 1967 yılında Singer Satış Mağazaları'nda yaşanan grev, işçi sınıfının emperyalistler tarafından sömürülmesine itiraz eylemi olarak öne çıkarılmıştır. Gerek köşe yazılarında gerekse Kanlı Pazar diye tarihe geçen 16 Şubat 1969 “Sömürüye ve Emperyalizme Karşı İşçi Yürüyüşü” bildirisinde bu husus vurgulanmıştır. Ancak bunlar daha çok dönemin siyasi aktörlerinin ve aydınlarının değerlendirmelerinde dile getirilmiştir. Eylemin temel karakterinin anti-emperyalizm olduğu, işçilerin harekete geçmesinde belirleyici faktörün bu olduğu ileri sürülemez.
İşçinin iradesine, sendika seçme tercihine müdahale edilmesine karşı fiili ve meşru eylemler olarak gelişen işyeri işgalleri, etki gücü ve sonuçları itibariyle sınıf mücadelesinde önemli birer basamak olmuştur. İşçilerin sendika seçme özgürlüğünü savunma eylemleri, çizilen çerçevenin içine hapsolmadan mücadele edilebileceğini ve sonuç alınabileceğini göstermiştir. Sermaye tahakkümüne karşı emeğin itirazının en vurucu eylemi olarak işçi haklarının nasıl geliştirilebileceği yönünde perspektif ortaya koymuştur. İşçiler arasında “güdümlü sendikalara mahkûm değiliz” anlayışını güçlendirmiştir. Sınıfın gücünü fark etmesini, özgüvenini geliştirmesini sağlamıştır. Yeni eylemler, hak arama mücadeleleri için esinlendirici örnek olmuştur. İşçi sınıfının en radikal, kitlesel eylemi olan 15-16 Haziran 1970 direnişi, işyeri işgal eylemlerinin içinde mayalanmıştır. Nasıl ki işyeri işgallerinde “benim hangi sendikaya üye olacağıma işveren değil ben karar veririm” denilerek harekete geçilmişse, 15-16 Haziran'da da işçiler, sendika seçme özgürlüğüne müdahale niteliği taşıyan düzenlemeye karşı “benim hangi sendikaya üye olacağıma devlet değil ben karar veririm” diye ayaklanmıştır. Yani 15-16 Haziran, işyeri işgallerinin devamı ve üst aşamasıdır. Dolayısıyla 15-16 Haziran işyeri işgal eylemlerinin sınıf hareketinde yarattığı etkinin en somut sonuçlarından biridir.
İşyeri işgalleri ile patron-sarı sendika kuşatması kırıldı
Singer eylemlerini 1967’de DİSK’in kurulması, ardından 1968 Kavel işgali ve yine 1968 Derby işgali ile gelişen süreç içerisine oturttuğumuzda işçi sınıfı hareketi, DİSK ve Maden-iş açısından önemi ve kazandırdıkları hakkında neler söyleyebiliriz?
DİSK, Türkiye sendikal hareketi içinde sendikal mücadeleyi, sınıf mücadelesinin parçası olarak gören bir sendikal anlayışın merkezi örgütü olarak kuruldu. Verilenle yetinmek yerine haklar için mücadele etmeyi önceleyen, bir sendikal pratik sergiledi. İmzaladığı toplu iş sözleşmeleriyle işçilerin hem ekonomik hem de demokratik haklarında ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinde önemli kazanımlar sağladı. Bunun yanında DİSK, işçilerin haysiyetini savunan ve koruyan bir örgüt olarak da ilgiye mahzar oldu. DİSK, işçilerin işe giriş çıkışta hırsız gibi aranmasına, ustabaşılar da dahil olmak üzere idareciler karşısında esas duruşa geçilmesine, tuvalete marka ile gidilmesine, kalaslar üzerinde yemek yenmesine, servis aracı yerine kamyon sırtında işe gidip gelinmesine karşı mücadele verdi. İşçinin makine başında özne, çalışma yaşamında insan olarak kabul edilmesini sağladı. DİSK sağladığı kazanımlarla işçiler gözünde yıldızlaşırken, işverenler ve devlet DİSK'i ve üye sendikalarını boğmaya çalıştı. İşyeri işgal eylemleri, DİSK'i, Maden-İş'i, Lastik-İş'i boğma, sahanın dışına itme girişimlerine karşı işçiyle birlikte aşağıdan geliştirilmiş tepkiydi. DİSK'i, üye sendikalarını, temsil ettiği sendikal anlayışı ayakta tuttu ve devamlılığını sağladı.
Dönemin tanıklarının ifadesini dayanarak söylemek gerekir ki işyeri işgalleri olmasa üye sendikalarının ve DİSK'in ayakta kalması mümkün olamazdı. Çünkü işçinin tercihi DİSK üyesi sendika olmasına rağmen, işveren anlaştığı sarı sendikayı fabrikaya getiriyor, çalışanların bilgilerini onlara vererek üye yapmalarını sağlıyordu. Sarı sendika işçiden habersiz yapılan sahte üyeliklerle, yetki için başvuruyor, bakanlıkta toplu iş sözleşmesi için yetkiyi veriyordu. Buna karşı bakanlıktan da mahkemeden de olumlu sonuç almak mümkün değildi. İşyeri işgali bu kuşatmayı kırıcı bir işlev görerek işçinin iradesinin tanınmasını sağladı.
Kitabınızda tanıklıklar ile eylem anının okuyucuların gözünde canlanmasını sağlayan muazzam detaylar var. Örneğin: “zilin çalması ile birlikte fabrikanın 4 köşesinde 4 bayrak açıldı ve sloganlar patlıyor : “Kahrolsun Çelik-İş, Yaşasın Maden-İş...” Özellikle gençlerin daha iyi kavraması için, bir önceki soruyla da bağlı olarak bu sloganı açabilir misiniz?
Biraz önce de söylediğim gibi sarı, güdümlü sendikalar işçinin iradesine karşı kurulan kumpasın önemli bir parçasıydı. Çelik-İş Sendikası ise metal işkolunda Maden-İş'e karşı en çok kullanılan aparattı. Singer'de ise işçilerin maruz kaldığı onur kırıcı davranışlara, kötü çalışma koşullarına, düşük ücrete itiraz etmek bir yana bunlar normalleştirilmeye çalışılıyordu. Koşullardan rahatsız olanları, en küçük bir şikâyette bulunanı işten attırmakla tehdit ediyor, hatta attırıyordu. Bu nedenle işçiler eyleme Çelik-İş'e duyan öfkeyi dile getiren sloganla başlamışlardı. İşgal Singer'deki çalışma koşullarında ihtilal niteliğinde dönüşüm yarattı. İşçilerin çalışma koşulları, ücretleri düzeltildi, insanca muamele görmesi sağlandı. Hatta kitap için görüşme yaptığım Singer'de 18 yıl formenlik yapan Kurtuluş Öksüzer’in işgal eyleminden “ihtilal” olarak söz etmesi de bundandı.
2004 yılında Singer kapanana kadar gelenek sürdü
Eylemin ardından gençlik örgütleri, milletvekilleri, sendikalar başta olmak üzere eyleme ve işçilere gelen destek ve ardından gelen kazanım işçilerde, gençlikte ve sınıfın diğer bölmelerinde ne gibi izler bıraktı, özetle Singer’in bakiyesi ne oldu?
Genel olarak işçi eylemlerinin üzerinde yükseldiği meşruiyet çizgisi, haklılık ve dayanışma gibi iki temel olgudan güç alır. Singer’de yaşanan haksızlık karşısında “haklı olan biziz” duygusu ile harekete geçilirken ailelerin, devrimci gençlerin desteği, TİP’in konuyu Meclis’e taşıması bu duyguyu büyütmüş ve meşruiyet zeminini genişletmiştir. Başarıyla sonuçlanmış her eylem gibi Singer eylemi de Türkiye işçi sınıfının kazanç hanesine yazılmıştır. Yeni mücadeleler için örnek olmuştur. DİSK ve Maden-İş eylemin örgütleyicisi olarak, buradan payına düşeni fazlasıyla almıştır. Maden-İş’in hem Kartal, Pendik hattında gösterdiği örgütsel gelişmede, militanlaşmada hem de genel olarak patron sendikalarına karşı elde ettiği başarılarda, kendini kabul ettirmesinde Singer işgalinin yadsınamayacak etkisi olmuştur. 1970 Mayıs ayında yaşanan ECA işgalinde ya da 15-16 Haziran eylemleri sırasında bölgede ortaya konan militan çizgide bunları takip etmek mümkündür.
12 Eylül DİSK ve üye sendikalarına pranga vurduğunda Singer işvereni bir kez daha güdümlü sendikayı, bu kez Türk Metal’i işyerine sokmak istedi. Ancak Singer işçisinin tercihi Otomobil-İş oldu. Kuşkusuz bu tercihte geçmişte yaşananların bilgisine sahip olmak, deney aktarımı önemli olmuştu. 2004 yılı Nisan ayında Singer kapanana kadar da Otomobil-İş ve Maden-İş’in birleşmesinden oluşan Birleşik Metal-İş’in varlığı devam etti.
İşyeri işgalleri, işçi sınıfının sahip olduğu gücü ve harekete geçme kapasitesini ortaya koyan eylemlerdi. Eylemle sadece yasaların çizdiği çerçevenin dışına çıkılmış olmuyor aynı zamanda fabrikaların yönetimlerine de -geçici süre için bile olsa- el konularak Bu durum toplumun bütün kesimleri açısından dikkatlerin işçi sınıfı üzerine toplanmasını doğuruyordu. Singer işgali devrimci gençliğin de işçi sınıfına bakışında dönüşümlere yol açan önemli uğraklardan biridir. 1968 Derby işgali ile “ordu gençlik el ele” sloganı yerini “işçi gençlik el ele” sloganına bırakırken 1969 Singer işgali bu yolda yeni bir adım olmuş, gençlik içinde dikkatlerin işçi sınıfına çevrilmesi gerektiği yönündeki fikirleri kuvvetlendirmiştir.
Tarih, deneyimden öğrenmenin en iyi, en etkili hatta en kolay yoludur. İşçi sınıfı geçmiş deneyimlerine ne kadar çok ilgi gösterirse, öğrenmeye çalışırsa hem nasıl bir hat üzerinden yürümesi gerektiğini görecek hem de sınıf mücadelesi bir süreklilik kazanacak, ilerleme çizgisine sahip olacaktır. Singer işgalinin yıldönümü nedeniyle sağladığınız bu vesileyle bugün aramızda olmayan Singer işçileri Adem Karabaş, Şaban Tekinbaş ile işçi sınıfına bu deneyimi armağan edenleri alkışlıyorum.
soL ekibi olarak bizler de Türkiye işçi sınıfı tarihinde önemli bir gelenek oluşturan Singer işçilerini alkışlıyor, Zafer Aydın’ın kitabın sunuşunda andığı, işgal döneminde Kartal’da mücadele eden ve 2010 yılında çok erken aramızdan ayrılan Kamil Kinkır’ı sevgiyle anıyor, anısı ve mücadelesi önünde saygıyla eğiliyoruz.
/././
Büyük kalkışmanın 53. yılı: Türkiye işçi sınıfının destansı iki günü(SOL)
"Türkiye işçi sınıfı kendi iktidarından daha azını isterse kapitalist düzenin kendisine verdiği kırıntılarla yetinmek zorunda kalacaktır. Geride bıraktığımız yüzyıl bunun örnekleriyle dolu.15-16 Haziran direnişi bunu teyit ediyor."
Türkiye işçi sınıfı bundan tam 53 yıl önce tüm ülkeyi salladı. Hakları için Kocaeli'nden Istanbul'a tüm hayatı durduran işçilerin korkusundan ülke dışına kaçan patronlar oldu. O günlerde yaşananlar siyasi, teorik bir çok tartışmayı da beraberinde getirdi.
TKP Merkez Komite üyesi ve Birleşik Metal İş örgütlenme uzmanı Alpaslan Savaş'la o günleri konuştuk. Direnişi hazırlayan koşullar nelerdi, direniş kimin eseriydi, hangi tartışmaları açtı, hangilerini kapattı, bugünden bakınca günümüz için hangi dersleri çıkarmak mümkün?
***
15-16 Haziran için sınıf mücadelesinin en berrak anlarından biri diyebilir miyiz? Yani bir tarafta işçi sınıfı, diğer tarafta sermayedarlar, patronlar ülke tarihinde hiç bu kadar net, berrak seçilmemişti…
Kesinlikle doğru. Zaten 1960’lı yıllar, Türkiye’de işçi hareketinin yükselişe geçtiği yıllardır. Bu dönem başta grev hakkı talebi olmak üzere gerek işyeri bazlı, gerek bölgesel, gerekse ülke çapında pek çok işçi eylemi meydana geldi. Sınıf mücadelesi zaten o güne gelene kadar gittikçe kesinleşti, sertleşti. 60’lı yıllar aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin de işçi sınıfı içinde daha fazla örgütlendiği ve toplumsal bir alternatif olarak kendini hissettirdiği yıllar oldu.
Kısaca hatırlamak gerekirse ne olmuştu?
15-16 Haziran eylemlerini ateşleyen gelişme, işçi hareketinin yakaladığı bu çıkışı durdurmak için hazırlanan bir yasa tasarısının Meclis’te kabul edilmesidir. Tasarı, sendikal hakları belirleyen yasalarda bir dizi değişiklik öngörmekteydi. Bu değişiklikler, kuruluşunun üzerinden henüz üç yıl geçmiş olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’i hedef alıyordu.
Türk-İş’i bağımsızlığını kaybetmekle ve hükümetlerin dümen suyuna girmekle suçlayan 5 sendika konfederasyondan ayrıldı ve DİSK’i kurdu. DİSK, kısa sürede işçiler için çekim merkezi olmayı başardı. DİSK’in kuruluşunda bir diğer önemli nokta daha var. O da DİSK’in kuruluşuna öncülük eden sendikacıların önemli bir bölümü 1961 yılında TİP’in kuruluşunda da yer almış olmalarıdır. Bu açıdan da DİSK işçi hareketinde ileri bir hamleyi temsil etti.
İşçiler için çekim merkezi olmaya başlayan DİSK, kaçınılmaz olarak sermaye sınıfının hedefine girdi. DİSK’in önünü kesmek için bir yasa tasarısı hazırlandı.
Türk-İş’in desteğiyle hazırlanan bu yasa tasarısı, sendikaların ülke çapında faaliyette bulunabilmesi için işkollarındaki işçilerin en az üçte birinin üye olması zorunluluğu getiriyordu. Bu baraj, kısa bir süre önce kurulan DİSK’in ve ona bağlı sendikaların fiilen örgütlenemez ve işçileri temsil edemez hale gelmesine neden olacaktı.
15-16 Haziran’a nasıl gelindi? Bunu belki biraz daha geriden gelerek anlatabilirseniz, daha iyi anlaşılır o günleri oluşturan koşullar.
Bu ölçekte ve nitelikte bir işçi eylemini anlayabilmek için 1960-1970 aralığındaki on yıla biraz daha yakından bakmakta yarar var.
15-16 Haziran direnişine kadar işçi hareketinde öne çıkan olayları kısaca hatırlayalım.
En başta Saraçhane Mitingi’ni söyleyebiliriz. 1961 yılındaki bu miting, bahsettiğimiz dönemin ilk göze çarpan kitlesel işçi eylemidir.İstanbul Sendikalar Birliği’nin 31 Aralık günü düzenlediği Saraçhane mitinginin gündemi, 61 Anayasası ile tanınan grev hakkının yasal statüye kavuşması idi. 60’lı yılların yükselen işçi hareketi demiştik ya, işte Saraçhane mitingi için, bu yükselişin açılışını temsil ediyor diyebiliriz.
Saraçhane mitingini izleyen yıllarda işçiler, pek çok işyeri eylemi ve fiili grev yaptılar. Bunların arasında belki de en önemlisi 1963 yılındaki Kavel grevidir. Fabrika Vehbi Koç’a ait. İşyerinde Türkiye Maden-İş Sendikası örgütlü. Bu sendika birkaç yıl sonra Türk-İş’ten ayrılıp DİSK’in kurucu sendikaları arasında yer alacağını not olarak ekleyeyim. Koç, işçilerin ikramiyeleri başta olmak üzere toplu sözleşmedeki kimi haklarını geri almak istiyor. Aslında derdi sendikadan kurtulmak. İşçiler bunun üzerine greve çıkıyorlar. Bu grev, grev hakkının yasal statüye kavuşması için yürütülen mücadelenin tepe noktası oldu. Fabrikanın bulunduğu İstinye ve çevresinde yaşayan halk, grevci işçilere büyük destek verdi. İşten çıkarmalar, jandarma baskısı ve tutuklamalara rağmen işçiler mücadeleyi sürdürdü.
Kavel grevi, 1961 Anayasası’na girmiş olan grev hakkını düzenleyen yeni iki yasanın çıkmasını hızlandırdı. Aynı yıl 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi ve Grev Kanunu Meclis’te görüşülerek kabul edildi ve yürürlüğe girdi. Ancak yine de Meclis’te kabul edilen yasalardaki grev hakkı Anayasa’da yer aldığı ölçüde geniş tanımlanmadı. Buna yönelik mücadele ileriki yıllarda da devam etti.
15-16 Haziran direnişinin öncesindeki on yılda işçilerin yaptığı eylemler arasında Türkiye tarihinde ilk denilebilecek nitelikte pek çok eylem vardır.
Onlardan bir tanesi de 1962 yılında gerçekleşen ve “Açların yürüyüşü” olarak adlandırılan işsizler eylemidir. 3 Mayıs 1962 tarihinde çoğu inşaat amelesi olan 5 bine yakın işçi ve işsiz, Yapı-İş Federasyonu’nun Ulus’taki binası önünde toplanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne doğru yürüyüşe geçti. Valiliğin izin vermemesine rağmen yapılan yürüyüşü emniyet güçleri durduramadı, işsizler Meclis’in kapısına dayandı. Bu ölçekte bir işsiz eylemi, üstelik Başkent’te ilk kez yaşandı ve mecliste işsizlik sorunu üzerine bir görüşme yapılmasını ve bu konuda bazı kararlar alınmasını sağladı.
Bu dönem ayrıca pek çok fabrika işgali de var.
1968 yılından sonraki iki yıl onlarca fabrikada işçiler talepleri için iş bıraktılar ve fabrikaları işgal ettiler; Alpagut Kömür işletmeleri, Derby Lastik, Emayetaş, Singer, Türk Demir-Döküm bu işgallerden en çok bilinenleridir.
Hatta işgal edilen işletmelerden bazılarında işçiler yönetime el koyarak üretimi sürdürdüler ve satıştan elde ettikleri gelirle işçi alacaklarını ödediler.
İşçi sınıfının devlet memuru olarak istihdam edilen kesiminin de bu dönem hareketlendiğini görüyoruz. 1965 yılından sonra pek çok memur sendikası kuruldu. Bu sendikaların arasında en etkili olan Türkiye Öğretmenler Sendikası, TÖS’dür. TÖS, kısa sürede on binlerce öğretmeni harekete geçirmeyi başardı. Dönem boyunca hem öğrenci hem öğretmen boykotları yaşandı.
Bu yaşananlar çok önemli; Türkiye işçi sınıfı için hem niteliksel, hem de niceliksel bir değişim anlamına geliyor diyebilir miyiz?
Dediğiniz gibi, bunların hepsi son derece önemli olaylar. Etki yarattılar. İşçilerin “sınıf kimliği” kazanmasında rol oynadılar. Tüm bu olaylar aslında, işçi sınıfının daha örgütlü hale geldiği anlamına da geliyor. Örneğin işçiler laf olsun diye fabrika işgal etmiyor. Ya da büyük bir mitingi “hadi şimdi de bir gösteri yapalım” diye organize etmiyor. Tümü sermaye sınıfından ve devletten talepler ya da tersinden haklarını korumak için yapılıyor. Ama mutlaka bir örgütlenmeye denk düşüyor.
Yani işçi sınıfı hareketi yükseliyor derken, işçi sınıfının örgütlülüğünün de arttığını söylemiş oluyoruz. Aynı şekilde örgütlenen sınıf daha hızlı harekete geçiyor. Boyun eğmiyor. Ve tüm bu döngü, işçi sınıfının bir toplumsal sınıf olarak daha güçlü şekilde sahneye çıkmasını sağlıyor. Bunun altını çizmek gerek.
Direnişi anlamak için önceki on yılı anlamak herhalde çok önemli. Anlattıklarınızdan bunu anlıyoruz. Burasıyla ilgili biraz daha konuşabilir miyiz?
Bütün bu olayların içinde, yani 15-16 Haziran direnişinden önceki bu on yıla iki olayın damga vurduğunu söyleyebiliriz.
Bunlardan biri 1961’te Türkiye İşçi Partisi’nin, diğeri ise 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kuruluşudur.
TİP’in kurucuları, dört yıl sonra, üstelik aynı güne denk getirerek ilan edecekleri DİSK’i de kuran sendikacılardı. Çoğu komünist falan da değildi.
1940’ların sonunda komünistlerin öncülüğünü yaptığı sendikal çıkışın bir adım sonrasının ürünüydüler.
Sendikal örgütlenmeyi hem yasal olarak hem de bizzat Amerikan yardımıyla kontrol altına almaya çalışan devletin kabına sığamayan sendikacılardı diyebiliriz. Hemen Kemal Türkler’in, İbrahim Güzelce’nin, Avni Erakalın’ın isimlerini sayabiliriz.
TİP’in kuruluşuna imza atan bu işçi önderleri, bir yıl sonra aydınların kapısını çaldılar. O komünist aydınlar ise TİP’i gerçek bir parti haline getirdiler.
TİP kısa sürede eşitlikçi Alevilerin, özgürlükçü Kürtlerin, hareketli üniversite öğrencilerinin, aydınların yuvası oldu.
15-16 Haziran 1970 tarihine geldiğimizde işçi sınıfı için çekim merkezi haline gelmiş bir sendikal merkez ve kendisini siyasi olarak temsil etmeye aday bir parti vardı.
Buraya kadar anlattığım gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuç şöyle özetlenebilir. 15-16 Haziran direnişinin hemen öncesinde Türkiye işçi sınıfı, toplumsal açıdan kendisini ifade etmede oldukça kuvvetli bir iddiaya sahip hale gelmişti. Üstelik bu iddia soldaki ve sendikal alandaki tüm yetersizliğe rağmen ortaya çıkmış bir durumdur.
İşçi sınıfının toplumsal açıdan iddialı bir varlık haline gelmeye başlamasının, sermaye sınıfını fazlasıyla tedirgin etmesi son derece normal.15-16 Haziran direnişinin fitilini ateşleyen gelişme de sermaye sınıfının bu konudaki tedbir arayışı oldu. İşçilerin sendikal örgütlülüğüne müdahale anlamına gelen, başlarken sözünü ettiğimiz yasa tasarısı işte böyle gündem geldi.
Direnişin üzerinden yarım asır geçmişken, bugünden bakınca, ne tür sonuçlar çıkarmak mümkün?
İlk sorumuz şu olsun: Bu eylemi bu denli güçlü kılan neydi? Hangi özellikler bu eylemin etkisini bu denli arttırdı?
Birincisi; coğrafik yaygınlık eylemin gücünü arttırmıştır. 1970 yılında Türkiye sanayisinin kalbi sayılan iki kent Kocaeli ve İstanbul’dur. Ve bu iki kent yeterince büyük bir coğrafyayı temsil eder.
İkincisi; eylem işyeri temelli olmasıdır. İşyeri temelli derken, işyerinde örgütlenmiş, orada başlamış olmasını kastediyorum. İşyerinde örgütlenen eyleme katılım yüksek olur. İşyeri eylemleri disiplinli ve kararlı olur. O eylemlerde provokasyon yaratmak zordur.
Üçüncüsü; sektörel yaygınlığıdır. Eylemde metal sektöründeki fabrikaların ağırlığı tartışılmaz, ancak metalin dışında petro-kimya, lastik, ilaç, gıda işkollarından da işyerleri de eyleme katılıyor. Dolayısıyla eylem sektörel değil genel bir nitelik taşıyor.
Dördüncüsü; sendika ayrımı olmaksızın katılım olmasıdır. Eylemde esas olarak yasa tasarısından doğrudan etkilenecek olan DİSK’e üye işçiler var ancak tasarının hazırlanmasında payı olan Türk-İş’e üye işçiler de katılıyor.
15-16 Haziran’da işçilerin konfederasyon ayrımı yapmadan birlikte direndiğini görüyoruz.
15-16 Haziran eylemini güçlü kılan tüm bu özellikler daha önce görülmemiş ölçekte ve etkide olması sağlıyor. Ve en önemlisi eylemin işçi sınıfının birliğine yaslanarak geçekleştiğini gösteriyor.
Elbette DİSK eylemde önemli bir rol oynadı. Yasa tasarısının merkezinde zaten DİSK var. Ancak eylem DİSK’in planladığı gibi başlamıyor ve aslında tam da öyle devam etmiyor. Eylemin sendikal merkezin etkisini kat be kat aştığının altını çizmemiz gerekiyor.
Dönemin sol-sosyalist hareketleri açısından baktığımızda ise pek çok örgütün var olduğunu ancak hiçbirinin eylemleri belirleyecek bir etkide bulunamadığını gözlemliyoruz. Buna TİP de dahil.
Peki kim örgütledi bu direnişi? Bunun yanıtını işyerlerinde buluyoruz. 1967-70 arası DİSK’in başardığı en önemli iş “işyeri örgütlenmesi”dir. Türk-İş’ten farklı olarak DİSK ayağını işyerlerine basarak örgütlendi. Kendisini burada kurdu. Bu süreçte fabrikalarda mücadelede öne çıkan işçiler, sendikal kadrolar ortaya çıktı. Aslında DİSK kendisini de aşacak ölçekte siyasi ve kendisine güvenen bir taban örgütlenmesi yarattı. 15-16 Haziran direnişinin merkezi işte burası olmuştur.
Direniş, işçi sınıfının uzun yıllar içinde olgunlaşmaya başlayan mücadeleci kimliğini güçlü bir şekilde ortaya çıkardı. Bu tartışmasız bir durum. İşçi sınıfı bu iki gün, sermaye egemenliğinin öyle hiç de sarsılmaz olmadığını gösterdi. Bu, işçilerin aynı zamanda kendi gücünün de farkına varmasına yaramıştır.
Türkiye solunda ise özellikle o dönemin kritik tartışmalarından biri olan “Türkiye’de işçi sınıfı var mıdır” ya da “Devrim yapabilecek güçte ve olgunlukta bir işçi sınıfından söz edilebilir mi?” tartışmasına kesin bir yanıt olmuştur. “Evet, Türkiye’de işçi sınıfı vardır ve bu düzeni sarsabilecek kadar güçlüdür”. Yanıtı işçi sınıfının kendisi vermiştir.
Patronların çok korktuklarını biliyoruz. Direnişin sermaye sınıfında yarattığı bu muazzam korkuya dair en çarpıcı kanıt eylemler başladığında hatırı sayılır sayıda patronun “devrim olacak” endişesiyle yurt dışına çıkmasıdır.
İşçi sınıfı ne zaman kendisine verilen kırıntılarla yetinmeyip daha fazlasını istediyse, daha fazlası için örgütlendiyse kazandı. Daha fazlası iktidardır.
Türkiye işçi sınıfı kendi iktidarından daha azını isterse kapitalist düzenin kendisine verdiği kırıntılarla yetinmek zorunda kalacaktır. Geride bıraktığımız yüzyıl bunun örnekleriyle dolu.15-16 Haziran direnişi bunu teyit ediyor.
15-16 Haziran direnişi aynı zamanda Türkiye’de düzeninin gücünün mutlak olmadığını, patronların yenilmez olmadığını, işçilerin onlara muhtaç olmadığının da kanıtıdır. İşçi sınıfının iktidarı mümkün ve zorunludur. Bizim 15-16 Haziran dersimizin özeti budur.
(SOL) /././
Zafer Aydın'la 'İşçilerin Haziranı' üzerine: Kimisi düğüne, kimisi savaşa benzetiyor o iki günü...(ALİ UFUK ARİKAN-SOL)
'İşçilerin kimisi düğüne benzetiyor, kimisi savaşa yaşadıkları iki günü. İster düğün desin, isterse savaş, her ikisi de sokaklara hakim olmanın verdiği çoşku içerisinde konuşuyorlar.'
15-16 Haziran Direnişi'nin üzerinden 50 yıl geçti. Ülke tarihine büyük izler bırakan bu tarihi direnişe ilişkin kısa süre önce önemli bir kitap çalışmasına imza atan Zafer Aydın'la, 'İşçilerin Haziranı'nı konuştuk.
Aydın, "15-16 Haziran’ın savunma karakteri öndedir, hakların nasıl korunacağına dair tarihi bir örnektir ama hakların kazanılması için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine ilişkin de esaslı bir fikir vermektedir. Sınıf demeden, sınıfın gücünü devreye sokmadan, örgüte güvenmeden, üyesine güven vermeden bilgi, bilinç, fikir ve ideal olmadan sendikacılık yapılamayacağını göstermektedir. Aynı zamanda sınıf demeden sol siyaset yapılamayacağını da. 15-16 Haziran’ın sahiplenilmesi gereken mirası budur" diyor.
'Belgeler ile tanıklıkları buluşturarak bütünsel bir fotoğraf ortaya koymaya çalıştım'
Türkiye İşçi Sınıfı hareketi tarihinin en unutulmaz, en uzun iki gününü, 15-16 Haziran'ı tanıklarıyla, arşiv kareleriyle, eylemin yaratıcılarıyla birlikte sunan çok önemli bir çalışmanız kısa süre önce yayımlandı. Bu kitabı hazırlama sürecinden başlasak önce, nasıl karar verdiniz "İşçilerin Haziranı"nı yazmaya?
15-16 Haziran kitabını yazma fikrini İlbay Kahraman, Masis Kürkçügil ve Erden Akbulut aklıma soktu. Fikir onlardan çıktı, benim de aklıma yattı ve çalışmaya başladım. Bildiğiniz gibi Sırrı Öztürk ve Turgan Arınır’ın kaleme aldığı, daha sonra Sırrı Öztürk’ün gözden geçirerek yeniden yayınladığı “İşçi Sınıfı, Sendikalar ve 15-16 Haziran” kitabı ile Kemal Sülker’in “İki Uzun Gün” kitabı dışında bu konu üzerine yazılmış, doğrudan 15-16 Haziran’ı anlatan yayın neredeyse hiç yok. Sülker’in kitabı da daha çok kişisel gözlem ve anıları içeriyor. 15 -16 Haziran’a dair tanıklıklar parça parça pek çok yerde yayınlandı. İşçiler gençler, avukatlar neler yaşadıklarını anlattılar ama bunları bütünsel bir tablo içinde görme imkanımız olmamıştı. Ben belgeler ile tanıklıkları buluşturarak eylemin bütünsel bir fotoğrafını ortaya koymaya çalıştım. Büyük kısmı işçi olmak üzere dönemin aktörlerinden 119 kişiyle görüştüm. TÜSTAV, Tarih Vakfı, Kadir Has Üniversitesi Ulusal Kültür Belgeliği ve Hollanda’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enistüsü (USTE) yer alan çeşitli belgelerden yararlandım. DİSK ve çeşitli sendikalar ile kişisel arşivlerde yer alan belgeleri kullandım. Çok sayıda gazete, dergi, broşür, makale gördüm. Edindiğim belge ve bilgiler ışığında objektif, olgulara dayalı bir 15-16 Haziran öyküsü anlatmaya çalıştım. Bunu ne kadar yapabildiğime karar verecek olan elbette okurlardır.
'Eylem, egemenlerin öngörülerini aştı'
Kitap önce 15-16 Haziran'a götüren süreci anlatıyor, sınıfın nasıl hareketlendiğini, eylem sürecine nasıl ilerlediğini. "Yağmurun habercisi bulutlar" olarak tanımlıyorsunuz bu dönemdeki işçi kabarışını. Bu sürece ilişkin işçilerin değil ama patronların ve ülkeyi yöneten iktidarın cephesine ilişkin bir sorum olacak. Onlar bekliyor muydu, bu kadar büyük bir işçi kalkışmasını tahayyül edebilmişler miydi?
Egemenler aslında biliyorlardı, işçilerin büyük bir eyleme geçeceğini. Bunu öncelikle Cüneyt Arcayürek’in Hürriyet gazetesinde devletin çeşitli kurumlarının belgelerine dayanarak hazırladığı yazı dizisinde görüyoruz. Burada şöyle deniyordu: “Hükümetin 274-275 sayılı kanunlarda teşrii [Yasama yoluya değişiklik] değişikliğe gidilmesini kararlaştırması üzerine, durumun DİSK ve bağlı kuruluşlarca öğrenilmesi neticesinde mezkur [adı geçen] teşekkül derhal faaliyete geçmiş ve tasarıların kanunlaşmasını önlemek maksadıyla bütün teşkilâtına gerek gizli, gerekse bildirilerle durumu intikal ettirerek bir direnme ortamı hazırlamaya başlamıştır.”
Bir diğer bilgi ise 12 Mart sonrası açılan Madanoğlu dava dosyasında yer alan bir dinleme kaydıdır. Bu dinlemenin devamında yer alan ve dosyaya “yanlışlıkla” giren bir başka kayıtta, MİT elemanı, amirine, Nisan ayının sonları gibi DİSK’in eyleme geçeceği bilgisini aktarmaktadır. Mahir Kaynak, daha sonraki yıllarda bu dinlemeyi kendisinin yaptığını itiraf etmişti. 1970 yılında Mahir Kaynak, DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası’nın danışmanıydı. Yani eylem bilgisini aktaran da çok büyük olasılıkla Mahir Kaynak’dı. İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu da Meclis’te eyleme ilişkin istihbaratın önceden alındığını söylemektedir.
Devletin güvenlik kuvvetleri, 40 bin kişilik bir gösteriyi engellemek üzere hazırlanmışlardı. Esas olarak da önemli gördükleri yolları, kavşakları tutmuşlardı. Ancak hem eylemlere katılımın yüksek olması, hem gösterilerin yaygınlığı yüzünden alınan önlemler yetersiz kaldı. Yani eyleme ilişkin öngörülerini aştı. Öngörülmeyen kısmı da, yarattığı tedirginliği ve korkuyu da Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “ Sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı” biçiminde ifade etmişti.
'Yeni mücadelelerin kazanılabileceği fikri...'
Merter'deki direniş kararının çıktığı meşhur toplantıyı konuştuğunuz bir işçi toplantı sonrası nasıl bir ruh halinde olduklarını "Öyle bir hava yaratıldı ki, herkes bir an önce fabrikalara gidelim, sokaklara çıkalım istiyor. Ben çıldıracağım, bir an önce çıkalım edelim istiyorum. Benim etkilendiğim gibi herkes etkilendi" diyor. Nedir bu havayı yaratan, 15-16 Haziran'ı doğuran şeyler?
Öncelikle DİSK’in işçilerin hayattında tuttuğu yerdi. DİSK, sendikal mücadeleyi sınıf mücadelesi içinde gören bir anlayışla işçi haklarını geliştirme mücadelesine asıldı. DİSK’le birlikte işçiler önemli ekonomik kazanımlar elde etti. Ama sadece ekonomik kazanımlar değildi DİSK’le elde edilen. İşyerlerinde, itilip, kakılan, aşağılanan, potansiyel hırsız muamelesi yapılarak üstü aranan işçilerin haysiyetini koruma mücadelesi de, bu konudaki tavizsiz tutumu da işçiler için önemliydi. Yine DİSK işçileri tiyatroyla, sanatla, şiirle, edebiyatla tanıştırdı. Sendika gazetelerinin sayfalarını işçilere açarak onlara kendilerini ifade imkanları yarattı. Eğitim çalışmalarıyla yeni bilgilere ulaşmasını sağladı. Bütün bu nedenlerle işçiler yeniden DİSK öncesi döneme dönmek istemiyorlardı. Eyleme geçiş ruhunda, heyecanında, iradesinde ve kararlığında bu belirleyici bir faktördü.
Ayrıca 1963 Kavel greviyle birlikte işçiler lütuf karşısında “hak” kavramını büyük oranda içselleştirmişlerdi. 68-70 döneminde sendika seçme özgürlüğünü savunan işyeri işgalleriyle birlikte sendikayı savunma hakkı büyük bir meşruiyet kazanmıştı. Yine kazanılmış mücadelelerin verdiği güven, sendikaya, sendikal önderliğe duyulan güvenle birleşince yeni mücadelelerin kazanılabileceği fikrini ateşliyordu.
'Kimisi düğün, kimisi savaşa benzetiyor'
Eylemin yaratıcılarından 15-16 Haziran'ı dinlediniz. 90 işçiyle o günü yüzyüze konuşurken karşılaştığınız tabloya ilişkin neler söylersiniz? Nasıl bir İstanbul vardı bu iki gün?
İşçilerin kimisi düğüne benzetiyor, kimisi savaşa yaşadıkları iki günü. İster düğün desin, isterse savaş, her ikisi de sokaklara hakim olmanın verdiği çoşku içerisinde konuşuyorlar. İşçilerin üretimi durdurduktan sonra sokaklara çıkması eylemin etki gücünü arttırmıştı, ama işçiler için görünür hale gelmek, öfkesini taleplerini haykırmak da oldukça heyecan verici olmuş. Çünkü en tok ve gür haliyle “Biz buradayız “ demiş oluyorlardı.
Eylem işçilerin eylemiydi, ama işsizlerden, apartman görevlilerine, kasabın, manavın yanında çalışandan, genel tuvalette çalışan emekçiye kadar hepsinin buluştuğu bir zemin oldu. İşçi sınıfı varlığını, gücünü, kimliğini, haklarını savunma konusundaki kararlılığını gösterirken Hulki Aktunç’un deyimiyle söyleyecek olursak “Bütün mahalleler ve kent köyleri konuşmaya başlamıştı.”
Son olarak Türkiye'de işçi sınıfının gücünü en net şekilde ortaya koyduğu bu iki tarihi gün geriye nasıl bir miras bıraktı? Buna ilişkin neler söylersiniz…
15-16 Haziran’ın savunma karakteri öndedir, hakların nasıl korunacağına dair tarihi bir örnektir ama hakların kazanılması için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine ilişkin de esaslı bir fikir vermektedir. Sınıf demeden, sınıfın gücünü devreye sokmadan, örgüte güvenmeden, üyesine güven vermeden bilgi, bilinç, fikir ve ideal olmadan sendikacılık yapılamayacağını göstermektedir. Aynı zamanda sınıf demeden sol siyaset yapılamayacağını da. 15-16 Haziran’ın sahiplenilmesi gereken mirası budur.
Künye: İşçilerin Haziranı 15-16 Haziran 1970, Zafer Aydın, Ayrıntı Yayınları, Mayıs 2020
(ALİ UFUK ARİKAN-SOL)
/././
Fabrikalardan mücadeleye: 15-16 Haziran(Zehra Güner-GELENEK)
15-16 Haziran, işçi ve emekçiler için yaşanacak bir ülke kurmak isteyenlere yön göstermektedir. Bu anlamda sonuçları, dersleri günceldir.
15-16 Haziran 1970…
Ülkemiz işçi sınıfı mücadelesinde önemli iki gün. Bu iki gün boyunca işçiler İstanbul ve Kocaeli’de fabrikalardan çıkarak şehir merkezlerine doğru yürüyüşe başladı. İstanbul’da Anadolu yakasında Ankara asfaltından Kartal- Kadıköy’e, Levent’teki fabrikalarından Şişli Taksim yönüne, Eyüp bölgesindeki işçiler Topkapı’ya doğru yürümeye başladı. Bakırköy’deki fabrikalarından çıkan işçiler Londra asfaltından yürüdü. İki gün kent merkezlerine 150 bin işçi yürüdü. Hükümet işçilerin eylemini durdurmak için sıkıyönetim ilan etti.
Aşık İhsani’nin dizelerindeki gibi işçiler sel gibi aktı İstanbul’un caddelerine meydanlarına.
“Yeter demek için patron kârına
Dev adımlar selam yazdı yarına
İşbaşından cadde ortalarına
Kükreyen sel gibi aktı yürüdü”
Barikatları aşarak, yanına geldikleri fabrikalardaki işçilerin katılımı ile yürüdüler. 15-16 Haziran eylemlerine neden olan sermaye saldırısı, DİSK’in varlığıyla ilgiliydi. Ancak eyleme neden olan gelişmeler, yalnızca DİSK’li işçilerle ilgili değildi. 15-16 Haziran eylemlerine Türk-İş üyesi işçilerden ve Türk-İş’e bağlı sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinden de fazlaca sayıda katılım oldu.
Türkiye burjuvazisi, 1970 yılında işçi hareketinin yakaladığı çıkışın önünü kesmeyi, dahası kendisi için denetleyemeyeceği bir güç olarak gördüğü işçi sınıfı hareketini, yasalarda yapacağı değişikliklerle bastırmayı denedi. 1967 yılında kurulan DİSK’in işçiler arasında güçlenmesinin ve ortaya çıkan sanayi proletaryasının taleplerinin burjuvazi tarafından bastırılması isteğiydi yasanın çıkarılması. Üzerinden yarım asır geçti. Yarım asır sonra bugün bu tepkiyi anlamakta zorlananlar olabilir. Sendikalara bugün kazandırılan işlevle 1967-1970’lı yıllar arasında bir hayli fark olduğunu not edelim, en azından DİSK için.
İktidardaki Adalet Partisi ile muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi ayrı ayrı iki tasarı sunmuş olsa da, meclis komisyonunda bu iki parti uzlaştılar. Tasarı 11 Haziran 1970 tarihinde Millet Meclisi’nde görüşülmeye başlandı. 12 Haziran günü 4 ret oyuna karşı (TİP dışındaki tüm siyasi partilerin oylarıyla) 230 oyla tasarı kabul edildi.
Tasarıda öngörülen değişikliklerin en önemlisi, bir sendikanın ülke çapında faaliyet gösterebilmesi için işkolundaki işçilerin en az üçte birini temsil etmesi zorunluluğuydu. Bu zorunluluk aynı zamanda konfederasyonlar için de getirilmişti. Bu değişiklik DİSK ve bağlı sendikaların örgütlenmesini engelleyecek, Türk-İş’in tek konfederasyon olarak varlığını sürdürmesine neden olacaktı.
İşçilerin bu değişikliği kavrayışları son derece basit ama basit olduğu kadar sarsıcı oldu. On binlerce işçi mecliste kabul edilen yasayı “bunlar sendikaları kapatıyorlar” diye değerlendirdi. Aslında özünde bu değerlendirme yanlış değildi. İşçilerin tercih edeceği değil, devletin ya da patronların göstereceği sendikaya mecbur bırakılmak aynı anlama geliyordu. İşçiler kendi örgütlerine sahip çıktı ve harekete geçti.
Elbette, 15-16 Haziranı sadece yasal değişikliğe tepki olarak ele almak mümkün değil. Dönemin siyasal yapısı, sol siyasetin işçiler üzerindeki etkisi, sermayenin gereksinimlerinin işçiler üzerinde yarattığı baskı, ideolojik ve kültürel iklim gibi faktörlerin de 15-16 Haziran eylemlerinde etkisinin olduğunu saptamak mümkün.
15-16 Haziran’ı yaratan işçiler büyük bir övgüyü hakediyor. Bu onurlu kalkışma, yarım asır sonra bugün de ülkemizde işçi sınıfının mücadelesinde referans olma özelliğini koruyor. Bu unutulmaz iki gün, sermayeye ve onun temsilcisi burjuva iktidara unutulmaz bir ders verdi. İşçilerin ayağa kalktığında, hakları için arayışa başladıklarında güçlerini göstermesi açısından eşsiz eylemlerdendir. Asker ya da polisle işçilerin yürüyüşü engellenememiştir. Kadın işçilerin ayağa kalkan işçiler içerisinde önemli bir yere sahip olması, yürüyüşün önemli özelliklerindendir.
Üç işçi; Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım, Mustafa Baylan bu eylemler sırasında hayatını kaybetti. 16 Haziran akşamı İstanbul Kocaeli hattında sıkıyönetim ilan edildi, pek çok sendikacı tutuklandı, sonrasında yüzlerce işçi bu eylemlerden dolayı işten atıldı.
15-16 Haziran Türkiye solunun ve işçi mücadelesinin birikiminin açtığı yolda ilerledi, ancak Türkiye solu 15-16 Haziran’ı belirleyememiştir. Bu zorlu denklem yıllarca 15-16 Haziran’ın kendiliğinden bir eylem mi yoksa sosyalist kadrolar tarafından güçlendirilen bir eylem mi, eylemin siyasi öncüsü mevcut mu tartışmasını gündemde tutmuştur.
Ayrıca bu iki gün yaşananlar, sol siyaset içindeki tartışmalarda önemli yer tutan, işçi sınıfının varlığı ve devrimi gerçekleştirecek öncü rolü konusundaki tartışmalara geri dönülemez bir şekilde son vermiştir.
15-16 Haziran kalkışması, ülkemizde sınıflar mücadelesinde işçi sınıfının gücünü eline aldığında neler yaptığını, yapabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Bu tip eylemler sonrasına devrettikleri ile de önem kazanıyor. Sanayi proletaryası ile burjuvazinin göğüs göğüse sıcak mücadelesi olan bu yürüyüşten sonra, işçi sınıfını temsil eden sendikalar ile sermaye sınıfının çıkardığı dersler oldu. İlerleyen bölümlerde bunlara yer vereceğiz. Ancak şimdiden belirtelim; sermaye bir sınıf olarak bu eylemlerin ardından gelecek günleri belirleyecek önemli dersler çıkaran taraf olmuş ve hızlı harekete geçmiştir.
Büyük yürüyüşün 50.yılında bugün, 15-16 Haziran’a bakarken işçi sınıfının geleceğini ellerine aldığında mücadelesinin yaşanacak bir ülke mücadelesinin ayrılmaz parçası olduğunu görmek mümkün. Elbette; bu büyük ayağa kalkışın dersleri, kazanımları ve birikimi sosyalizm mücadelesinin bugününe ve yarınına taşınması anlamına gelecektir.
1970’e gelirken: İşçi sınıfı özne mi?
15-16 Haziran şüphesiz ülkenin siyasi ikliminden ve sol siyasetin etkilerinden bağımsız ele alınamaz.
1960’lar Türkiye solunun yükselişini temsil eder.
Türkiye solunun politik gündemlere müdahale kanalları 1960 sonrası gelişmiştir. Aydınlar, gençler, kadınlar, işçi önderleri, öğrenciler, ilerici aleviler sol siyasettedir. Bu dönem, aynı zamanda bu hareketlerin kendini ifade ettiği Türkiye İşçi Partili yıllardır. 1961 yılında sendikacılar tarafından kurulan TİP, değişik kesimlerin ilgi odağı haline gelmiş ve TİP, içerisinde aydınları, öğrencileri, işçi önderlerini, gençleri barındıran bir parti olmuştur. TKP ise 60’lı yıllarda ülke için siyaseten ve örgütsel olarak hissedilmiyor, Türkiye İşçi Partisi’ni destekliyor.
1965 yılında yapılan seçimlerde TİP’in 15 milletvekili ile Meclise girmesi ile işçilerin sorunları mecliste daha fazla dile getirilmeye başlandı. 1965 seçimleri o döneme değin en çok sendikacının Meclis’e girdiği seçim olma özelliğini taşıyordu. 1965 seçimlerinde toplam yedi sendikacı milletvekili seçildi. Bunlardan dördü Adalet Partili, üçü ise TİP’liydi. TİP’li milletvekilleri Meclis’te etkin bir muhalefet sergiledi ve işçi hakları konusunda aktif çaba harcadı.
1967 yılında çoğunluğu TİP üyesi olan sendikacılar tarafından DİSK kuruldu. DİSK’in kuruluşu Amerikan sendikacılığı geleneğini sürdüren Türk-İş’ten ve siyasi iktidarın politikalarından kopuş anlamına geliyordu.
TİP 1965 seçimlerinde sağladığı başarıya rağmen kısa bir süre sonra içe dönmeye, solun kadim ve güncel sorunları etrafında saflaşmaya, zayıflamaya ve parçalanmaya başladı. TİP, aydınları, sendikacıları, işçileri, devrimci gençleri birarada tutabilecek öncü sınıf partisi olamadı. Öncü işçiler ile komünist aydınları biraraya getirmeyi başarmasına rağmen, TİP işçilerin partisi olamadı. Sendikacıların büyük bölümü kapatılana kadar TİP’te kalmakla birlikte TİP ile sendikalar arasındaki mesafe açılmaya başladı, ancak yalnızca sendikacılar ile yaşanmadı bu durum. Partili mücadele fikrinden uzaklaşmaya başlayan gençlikle, aydınlarla da aynı sonuç yaşanıyordu.
Sınıf partisi kitleleri sınıf kimliği ve siyaseti ile tutar. TİP’in koalisyonu andıran yapısının parti içinde siyasi fikir farklılıklarını ortaya çıkarması kaçınılmazdı. Devrim stratejisinin tartışması parti içine taşındı. Sosyalist Devrim (SD) ve Milli Demokratik Devrim (MDD) tartışması Türkiye solunun önemli tartışmalarından biridir. 1960’lı yıllarda sosyalist devrimi savunan TİP’in karşısında MDD’yi savunan pek çok devrimci demokrat hareket vardı. Türkiye solunda SD-MDD tartışması çok canlıydı, devrim stratejilerini farklılaştırıyordu. Sosyo-ekonomik yapı ve temel-baş çelişkisi temelinde tartışılıyordu. Türkiye’nin kapitalist mi, yarı feodal yarı bağımlı bir ülke mi olduğu tartışması dönem solunun önemli belirleyen taraflaşmalarındandı. Solun bütününü kapsayan bu tartışma, tarafların devrim stratejisinden devrimin bileşenlerinin hangi toplumsal katmanlar olacağına ve mücadelenin neye ve kime karşı verileceğine kadar geniş bir yelpazede farklılık gösteriyordu. Bu tartışmaların merkezinde duran ise Türkiye işçi sınıfının varlığıydı. Türkiye’de feodalizmin üretim ilişkilerini belirleyen temel etmen olduğunu iddia edenler, işçi sınıfının henüz yeterince gelişmediği ve devrimi gerçekleştirecek yeterliliğe sahip olmadığını iddia ederek, köylülük başta olmak üzere sınıfın tüm katmanlarını müttefik listesinde görüyordu. Öncelik demokratik devrimin gerçekleştirilmesiydi. Burjuva demokratik devrim tamamlanmamış, tam bağımsız gerçekten demokratik bir aşamaya ihtiyaç vardı. Bu tezlerin ileri sürüldüğü dönemin dünya komünist ve devrimci hareketin etkilerinin olduğunu belirtmek gerekir. Devrimde öncü rolün işçi sınıfına ait olup olmayacağı da bu saflaşmada önemli yer ediyordu. Bir bütün olarak MDD tartışmalarında işçi sınıfının rolü ikincil plana itilmişti.
1960’lı yıllar yalnızca işçiler açısından değil, öğrenci gençlik mücadelelerinde de sıçramalar olan yılardır. Solun büyüdüğü güçlendiği yıllardı. Aynı zamanda büyük kentlere göçün olduğu yıllardır, 1960’lar. Türkiye kapitalizminin düzenli olarak genişlediği, sanayi sermayesinin geliştiği bu dönem, yeni bir sermaye birikim modeli hayata geçirilmiş devlet aktif bir rol üstlenerek planlı kalkınma ve ithal ikameci sanayileşme doğrultusunda ekonomik yaşamı yönlendirmiştir. Büyük kentlere göç edenler, sanayi proletaryasını oluşturmuştu.
DİSK’in işçilerin mücadelesindeki rolü
15-16 Haziran eylemleri, işçi sınıfının mücadelesinin çıkışını durdurmak için hazırlanan bir yasa tasarısının Meclis’te kabul edilmesi üzerine başlar. Tasarı işçilerin sendikal haklarında bir dizi değişiklik öngörmekteydi. Bu değişikliklerin hedefinde işçilerin hak alma, mücadele örgütü haline gelen DİSK vardı.
13 Şubat 1967 yılında TİP’li sendikacılar tarafından kurulan DİSK, 15-16 Haziran 1970’de henüz kurulalı kısa süre geçmesine rağmen işçilerin hak alma mücadelesinde önemli bir odak haline gelmişti. Bu kısa süreye DİSK, pek çok direniş ve fabrika işgallerini sığdırmıştı. Kuruluş ilkeleri ile de uyumlu bir biçimde militan işyeri sendikacılığı yapıyordu. DİSK’in kuruluşu, Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından bir dönüm noktası anlamına geldi. DİSK’in uyguladığı politikalar işçiler için çekim merkezi haline gelmesine neden oldu.
DİSK’in kuruluşu, Amerikan Sendikacılığı geleneği üzerine 1952 yılında kurulan Türk-İş’den kopuş anlamına geldi. DİSK’i kuranlar Türk-İş’e bağlı sendikaların genel başkanlarıydı. Çoğu TİP üyesiydi. İçlerinde TİP milletvekili olanlar vardı. Kopuş yalnızca örgütsel değildi, siyasi olarak da Türk-İş’den kopuş anlamına geldi.
DİSK’in kuruluşu, aynı zamanda kadrolar açısından ve işçi sınıfının mücadelesi açısından bir sürekliliği de içeriyordu. DİSK geçmiş yılların mücadele geleneği üzerinde kurulurken sol damarı ve politikayı sahipleniyordu. Kurucular, 50’li 60’lı yıllarda birlikte mücadele etmiş, değişik zeminlerde yanyana gelmiş sol sendikacılardı. 1946 sendikacılığının bir adım sonrasının ürünüydüler.
Kuruluş amaçları içerisinde de yer aldığı biçimiyle, sermaye ve devletten tam bağımsızlık, işçi aidatları dışında gelir kaydetmeme, dış ülkelerden gelecek destek yerine keskin bir antiemperyalizm, aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş sendikal yapı, sosyalizm ve aydınlanmaya yönelik perspektif, militan işyeri sendikacılığı, DİSK’i farklı kılıyordu. DİSK, Türk-İş’in uzlaşmacı sendikacılığından kopmuştur. Türk-İş’in partiler üstü, siyasetler üstü tutumunu reddetmiştir.
TİP’li sendikacılar tarafından kurulmuş olmasına ve tarihimizdeki en özgün sendika siyaset ilişkisinin yaşanmasına rağmen, TİP ile DİSK’in arasındaki ilişki sınıfın öncü partisi ile onun siyasetini sahiplenen sendika konfederasyonu ilişkisinin çok uzağında kaldı.
DİSK, işçilerin haklarını alması için fabrika işgalleri, direnişleri gerçekleştiriyor, çok iyi koşullarda toplu iş sözleşmeleri imzalıyordu. İşçilerin ücretleri, geliri artıyor, DİSK, işçiler açısından ilgi çekici hale geliyordu.
15-16 Haziran 1970 tarihine kadar dönemin Türkiye sanayisinin önde gelen kuruluşlarında DİSK’li işçiler hakları için mücadele ediyordu. 1969 yılında, İstanbul Avrupa yakasında Demirdöküm’de sözleşme imzalanması için yapılan eylemler, Kartal hattında Singer işyerinde işten atılan işçi arkadaşları için gerçekleştirilen fabrika işgali, Eğe sanayi ve İzmit Rabak, İstanbul Gamak motor fabrikası, Sungurlar fabrikasındaki işgal ve direnişler 15-16 Haziranın hemen öncesinde işçilere güven veren eylemlerden oldu.
1970’e gelirken grev sayıları da artıyor, greve katılan işçi sayısı, grev ilan edilen işyeri sayıları da artıyordu. 1968 yılında 54, 1969’da 74 olan grev sayısı 1970 yılında 72’ye yükselir. Grevlere 1968’de 5.289, 1969 yılında 12.601, 1970 yılında ise 21.156 işçi katılır. Grevler dönemin işçiler açısından mücadele ile geçtiğini göstermektedir. Karşılaştırma olması açısından Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verilerine göre 2016 grev sayısı 21, 2017 yılı grev sayısı 26, 2018 yılı grev sayısı 12’dir. Greve katılan işçi sayısı 2016 yılında 2.512, 2017 yılında 3.733, 2018 yılında 979’dur.
Grev sayıları işçilerin mücadelesinin yükselmesinde tek belirleyici olmaz ancak önemli bir işaret kabul edilebilir. Bugün grevler toplu iş sözleşmesi sürecinin bir parçası olarak yapılabiliyor, 1970’lerin ön günlerinde eylem ve direnişler fiili meşru mücadele zemininde gerçekleştirildi. 15-16 Haziran fiili meşru mücadelenin tepe noktası kabul edilebilir.
1969-1970 yılları arasında işyerlerinde verilen mücadelede temsilciler ya da öncü işçilerin rolü vardır. 15-16 Haziran’da da bu işçi topluluğunun öncü rolünün devam ettiğinin güçlü işaretleri vardır.
İşçiler için önem kazanan ve güvenilir sendika seçeneği haline gelen DİSK, çok geçmeden sermayenin de gündemine girdi. Türk-İş’in de desteğiyle hazırlanan yasa tasarısında, sendikal örgütlenmeye aşılamayacak baraj getiriyordu: Sendikaların ülke çapında faaliyette bulunabilmesi için işkollarındaki işçilerin en az üçte birini üye yapması gerekiyordu. Bu büyük baraj, DİSK’in ve ona bağlı sendikaların fiilen örgütlenmelerinin önünü kesecek ve DİSK’in işçileri temsil edememesi nedeniyle toplu iş sözleşmesi dahil pek çok hakkını elinden alacaktı.
Yasa 12 Haziran günü mecliste kabul edildikten sonra DİSK, 14 Haziran tarihinde işyerlerinden temsilcilerin ve sendikacıların katılacağı bir toplantı çağrısı yaptı. Kemal Türkler’in başkanlığında İstanbul Merter’deki Lastik-İş binasında toplanan işçiler, DİSK’e bağlı işyerlerinde “Anayasal direniş komitesi” adı altında yasaya karşı işyerlerinde yapılacak eylemlere hazırlık komitelerinin kurulmasını kararlaştırıldı. Toplantıda 17 Haziran günü büyük bir miting yapılması kararı da alındı.
DİSK, 17 Haziran günü miting planlıyor, işyeri sendika temsilcileri ile bunun hazırlıklarını yapıyordu. Mitingle yasaya karşı kitlesel bir protesto planlanıyordu. Yasa tasarısı Meclis’te kabul edildikten sonra işçiler, 17 Haziran’ı beklemeden harekete geçti. 15 Haziran sabahı fabrikalarından çıkarak eyleme başladı. Türkiye işçi sınıfı tarihinde bu önemli iki günü yaratan işçiler, sermaye sınıfına ve siyasi iktidara önemli bir ders verdi.
Eylemlerde herhangi bir örgütsel yapının etkisi gözlenmez. DİSK, yasaya karşı çıkmak için hazırlık yapıyordu, ancak 15-16 Haziran eylemlerinin örgütlenmesinde merkezi bir rol oynadığı söylenemez. Çıkarılmak istenen yasa tasarısının merkezindeydi. Eylem DİSK’in planladığı gibi başlamadı ve devam etmedi. Eylemlerin gerçekleşmesi, etkisi DİSK’i ve yöneticilerini aşan bir nitelikte ve kitleselliktedir.
15-16 Haziran eylemleri, TİP’in gerileme dönemine denk gelir. TİP’in eylemlerle bağı yok denecek kadar zayıftır. Eylemlerde TİP’li işçiler vardır. Türkiye solu açısından bir diğer odak Dev-Genç’tir. Eylemin hazırlığı ve yönetiminde Dev-Genç’in etkili olduğunu söylemek de mümkün değildir, eylemlere öğrencilerin de katılması bu tabloyu değiştirmemiştir. Kemal Sülker değişik zamanlarda yaptığı açıklamalarda ve yazdığı yayınlarda işçileri ne DİSK, ne de TİP bu eyleme yöneltmişti der.
Eylem, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, işyerlerinde örgütlenmiştir. Türkiye’de dönem dönem yükselen işyeri sendikacılığı, Türk-İş’in kurulmasıyla işkolu sendikacılığına evrilmiş ancak DİSK’in, özel sektörde örgütlenmesi işyeri temelli örgütlenmelerin önemini artırmıştı. DİSK gücünü işyerlerinde örgütlü olmasından ve işyerlerindeki mücadelelerden alıyordu. Bu süreçte öne çıkan kadrolar, temsilciler DİSK’i işyerinde örgütlüyordu. Öncü işçiler, işyerlerinde taban örgütlenmesini güçlü kılıyordu. Kendisine güvenen ve sermayeye başkaldırma cüretine sahip bir kuşak vardır, işyerlerinde.
15-16 Haziran sonrası
Yukarıda da değinildiği gibi 16 Haziran günü eylemlerin gücü, 15 Haziran’da yapılan eylemleri kitlesellik ve yaygınlık açısından aşınca hükümet sıkıyönetim ilan etti. DİSK üyesi olan sendikacılar ve işçiler gözaltına alındı ve sendika binalarına baskınlar düzenlendi. Yüzlerce işçi işten atıldı. İşçilerin işten atılması eylemi örgütleyen işçilerin işyerlerinden tasfiyesi anlamına geldi. Bu ise gücünü işyerinden alan örgütlenmelerin zayıflaması anlamına geldi. Kimi kaynaklarda yer aldığı biçimiyle eylemler sıkıyönetim ilan edildikten sonra da bazı işyerlerinde ve bölgelerde devam etti. 15-16 Haziran, dönemim Başbakanı Demirel tarafından ayaklanma provası olarak adlandırıldı.
15-16 Haziran eylemleri yasanın meclisten geçmesini önleyemedi. Tasarı 29 Temmuz 1970 günü 1317 sayılı yasa olarak kabul edildi. 6 Ağustos 1970 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. TİP ve ardından CHP Anayasa Mahkemesine yasanın iptal edilmesi için başvurdu ve mahkeme başvuruyu kabul ederek 9 Şubat 1972’de yasayı sendika özgürlüğüne aykırı bularak iptal etti.
Sermayenin tepkisinin acımasız olduğu ortadadır. İlk tepki sıkıyönetim ilanına eşlik eden tutuklamalar, işten atmalardır. Bu, sermayenin sınıf tepkisidir. Eylemin büyüklüğü ve işçilerin cüreti sermaye sınıfı açısından tehditti. Sermaye kendi egemenlik alanındaki netliği bozacak herhangi bir gelişmeye izin vermeyeceğini peşinen ifade etti.
15-16 Haziran ve ertesinden gelen 12 Mart… Politik önderlikten yoksun, kendiliğinden gelişen bir işçi hareketinin 12 Mart’la birlikte söndürülmesi ise Türkiye burjuvazisine rahat nefes aldırıyordu. 12 Mart tek başına 15-16 Haziran eylemlerine yanıt değildi, ancak bu önemli unsurlardan biriydi.
“….12 Mart’ın ekonomik gerekçelerini bir kenara koyarsak, Türkiye burjuvazisinin üzerinde en çok durduğu, siyasal açıdan Türkiye’deki toplumsal dinamiklerin mevcut kurumsallaşmayı aşmaya başlamasıdır. Bu anlamda aşılan kurumsallaşma, yalnızca sermayenin kendi yasallığının parçası olanlar değil, DİSK ve hatta TİP gibi bu dinamiklerin açığa çıkmasına önemli katkılar koymuş ‘sol’ yapılardır da. Bu nedenle devlet yalnızca TİP ve DİSK’in önünü kapamak ihtiyacıyla değil, aynı zamanda bizzat toplumsal dinamiklerin kendisini budamak için bir gerici dönem arayışına girdi. Zaten DİSK’in 12 Martla birlikte ehlileştirilmesinde gösterilen başarı da buna işaret etmektedir.
Kısacası 15-16 Haziran derslerinin burjuvaziye öğrettiği gümbür gümbür gelen bir sendikal hareket değildir. Egemen sınıfın pek iyi kavradığı şey, soldaki ve sendikal alandaki bütün yetersizlik ve sığlığa rağmen emekçi sınıfların kendilerini toplumsal açıdan ifade etmede tehlikeli bir iddialılığa sahip olmaya başlamış olmasıdır.”
Sermaye, işçilerin sınıf kimliği kazanmasını ve bu kimliği kazanabileceği bütün toplumsal yapıları değiştirmek kendi egemenlik alanına almak istiyordu. Bunda şaşılacak bir şey yok. Burjuva demokrasisi yaşamalı, sermaye işçilerin hak alma enstrümanlarını belirlerse, işçilerin de ne yapacaklarını da belirleyebilecekti, bunun yolu açılıyordu. Öyle ki DİSK, faaliyetlerine son verilmek istenmesine rağmen 15-16 Haziran’ın hemen ertesinde gelen 12 Mart’ın siyasetine herhangi bir direniş göstermedi. 12 Mart ile tüm grevler yasaklanmış ancak DİSK kapatılmaktan kurtulmuştu. Kuruluşundan itibaren TİP’i destekleyen ve TİP’e yakın olan DİSK, 12 Mart ile birlikte CHP ile yakınlaşmaya başlamıştır ve durum 1970’li yıllar boyunca devam etmiştir.
DİSK, 15-16 Haziran ile işçi hareketi önünde ön açıcı olma özelliğini kaybetti.
15-16 Haziran, sermaye sınıfının yeni yöneliminin olgunlaşmasına neden olmuş önemli dönemeçlerden olmuştur. Yeni yönelim siyasal açıdan memleketin sokağını, üniversitesini fabrikasını ve hatta kışlasını teslim almaktan başka bir anlama gelmemektedir.
15-16 Haziran’dan sermaye sınıfı aldığı derslerle ileriye doğru bir hamle yaptı ve sonuç aldı.
15-16 Haziran öncesinde sol içi tartışmalara değinmiştik. 15-16 Haziran ülkemizdeki solun tartışmalarında, devrimin öncü gücü konusundaki tereddütleri gidermekle kalmamış, Türkiye’de kapitalizmin yerleşik üretim tarzı olduğu konusunda da bir netlik ayarı gerçekleştirmiştir.
Ancak öyle anlaşılmaktadır ki, kapitalizmin yıkacak güçte olan işçi sınıfına sol- sosyalist hareketler yeterince ilgi göstermemiştir. Oysa 1960’lı yıllar solun etkisinin arttığı yıllar olmasının yanında işçi sınıfının da önemli dönüşüm yaşadığı yıllardı. 15-16 Haziran’da sanayi kentlerinde ayağa kalkan binlerce işçi yalnız kaldı, kendi yolunu açmaya çalıştı. İşçi sınıfının bu yaygınlıkta ve cürette bir eyleminde sol-sosyalist hareketlerin etkisinin olmaması çok düşündürücü ve üzücüdür.
Ayrıca eylemlerin ardından da işçi sınıfı vurgusu yapan ve MDD’cilerle tartışmalarda bu eylemlerde haklılığı ispat edilen TİP, yalnızca iki gün boyunca etkisiz kalmamış, 15-16 Haziran’ın ortaya çıkardığı devrimci enerjiyi de değerlendirmemiştir.
15-16 Haziran’ı yarım asır sonra bugün değerlendirdiğimizde sınıflar mücadelesinde sermaye sınıfının ve onların kurumlarının, sendikalarının çıkardığı derslerin ilerleyen süreci belirlediğini ifade edebiliriz. Sermayenin egemenlik mekanizmaları, kurumları zaman zaman değişebilir, ancak sermeye sınıfı ideolojik hegemonyasını toplumda yerleştirmenin ve güncellemenin sürekli peşindedir. 1960’larda sermaye de işçi sınıfına karşı mücadele etme yöntemlerini öğreniyordu. Asker, polis, jandarma gibi devletin zor aygıtları ile işçilerin direniş ve eylemlerini bastırdığı, hatta mücadele eden işçileri öldürdüğü oluyordu.
15-16 Haziran sermaye sınıfının düzene bağlayamadığı işçi sınıfının, cüretinden ve karşısına bir sınıf olarak geçmesinden korktu. İşçiler asker, polis dinlemiyordu, barikatları yarıyor, biraraya geliyordu. İşçilerin biraraya gelmemesi için Galata Köprüsünü açtılar, sıkıyönetim ilan ettiler. Ama sermayenin işçi sınıfının mücadelesine karşı saldırısı bu kadarla kalmadı. İlerleyen aylarda, işçi sınıfının sınıf kavrayışına, sınıf davranışı gösterme yeteneğine saldırdı. DİSK’in 12 Mart 1970 sonrası politikalarındaki köklü değişim bu saldırıdan bağımsız ele alınamaz.
Eylemlerde siyasi özne olmaması 15-16 Haziran’a kendiliğindenci bir özellik verilmesinin önünü açmaktadır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, işçiler iki gün süresince ekonomik talepleri aşan bir siyasallıkta yürümüştür. 15-16 Haziran sonrasında eylemin kendiliğindenliği çok tartışılan konular arasında oldu.
15-16 Haziran, işçi hareketi ile devrimci hareketin iki günlük tarihsel yakınlaşması olarak görülmelidir.Tarihte devrimci hareket ile işçi sınıfının arasındaki makasın kapandığı ender yakınlaşmalardan biri yaşanmış, ancak bunu ileriye taşıyacak güçlü, örgütlü bir siyasi iradenin bulunmaması nedeniyle kalkışma çok hızlı geriye düşmüştür.
15-16 Haziran’ı eşsiz kılan özelliklerini sıralayarak yarım asır sonra bu unutulmaz iki günü yaratanları selamlayalım.
İşçilerin gücü: Dayanışma
Emek tarihi çalışmalarında da sıkça izlediğimiz işçilerin dayanışmasının 1970’e gelirken ülkemizde de çok yaygın olduğunu gözlüyoruz. Bir işyerinde başlayan mücadele kaderine terk edilmez, yalnız bırakılmaz. Nerede bir işyerinde işçiler hakları için eylem yapıyorsa işyerine yakın işyerlerinde çalışan işçilerden, mahallelerden destek, dayanışma vardır.
Dayanışma, işçilerin sermaye sınıfına karşı mücadelesinde birbirine tutunmaları, mücadelelerini güçlendirmeleri niteliğini taşıyordu. 1960’lara bakıldığında tekil işyeri mücadelelerini ve çoğu zaman dayanışmayı görüyoruz. İşyerinden işçi mi atılmış, işçiler işten atılan arkadaşlarına sahip çıkıyor. Bu sahip çıkışın şekli işgal, direniş mücadelenin herhangibir biçimi işyerine ve işçilere özgü olarak belirleniyor. Farklı mücadele ve dayanışma yöntemlerini görüyoruz.
15-16 Haziran eylemlerinin de önemli özelliklerinden biri işçi dayanışmasıdır. Sermayeye, ellerinden sendikalarının alınmasına karşı birbirlerine tutunmuşlar. Burada sektör ayrımı yok, işkolu belirlenimi yok, bölge farklılığı yok.
Çıkan yasa doğrudan DİSK’i ve DİSK’e bağlı sendikalara üye işçileri etkileyecek olmasına rağmen, yasanın hazırlığı ve çıkışında pay sahibi olan Türk-İş’e bağlı sendikalara üye olan işçiler de eyleme katılmıştı. Hatta verilen rakamlarda eyleme katılanlar arasında Türk-İş’e üye işçilerin sayısının daha fazla olduğu belirtilir. Konfederasyon ayrımı yapmaksızın işçiler birbirlerine sahip çıkar.
İşçilerin sınıf kimliği
1960’lı yıllarda ülkemizde pek çok işçi eylemi, direnişi var. Tüm bu eylem, direniş, fabrika işgalleri işçilerin sınıf kimliği kazanmasında rol oynadı. 15-16 Haziran, ülkemizde işçilerin sınıf kimliği kazanmasında önemli etkisi olan eylemlerden olmuştur. Önemlidir. Sermayeden ve devletten bağımsızlık, anti-emperyalist öğeler, işçi sınıfının bir toplumsal sınıf olarak iki gün boyunca güçlü bir şekilde ortaya çıkmasını sağladı. Eylemler, güncel ekonomik talepleri aşan bir siyasaya sahip oldu.
İşçilerin Birliği
15-16 Haziran eylemleri işçilerin birliğinin sağlanması açısından zirvelerden biridir. İşçilerin birliğinin en gelişkin biçimi değildir ancak yaşanılan dönem gözönüne alındığında işçilerin birleşik sınıf mücadelelerinden biri olma özelliğini taşımaktadır. Eyleme rengini çalan metal işçileri ve Maden-İş Sendikası’dır. Ancak, petro-kimya, ilaç, gıda, lastik işçileri de eyleme katılmış, sektör, işkolu ayrımı yapılmamıştır. İşçilerin birliği sağlanmış ve birleşik bir sınıf hareketinin gücü, sermayeye ve devlete korku salmıştır.
Eylemlerin yaygınlığı
Eylemler yalnızca İstanbul’la sınırlı kalmamış, sanayi üretiminin diğer merkezi olan Kocaeli’nde de işçiler eylemler yapmıştır. 1970 yılında sanayi işçilerinin çoğunluğunun bulunduğu bölgede işçiler fabrikalarından mücadeleye katılmıştır. Kadıköy-Kartal, Eyüp-Topkapı, Levent-Şişli gibi İstanbul’da kenti belirleyen bölgelerde ana caddelerde yürüdüler. Gebze-Kocaeline kadar uzanan eylemler işçilerin gücünü artırdı.
İşyeri örgütlenmesinin önemi
Eylemlerde işçiler, sendikaları, işkollarını tanımlayarak değil, işyerleri temelli örgütlenmiştir. İşçiler eylemlerde Demirdöküm işçisi, Arçelik işçisi, Tekfen işçisi , Kavel işçisi olarak yer almıştır. Eylem, işyerlerinde örgütlenmiştir, disiplin vardır, böyle bir ortamda provokasyon zordur. İşyeri temelli örgütlenen 15-16 Haziran mücadelesi gücünü işyerindeki işçilerin kararlılığından alır.
Kadın işçiler mücadelede
15-16 Haziran yürüyüşünde kadın işçiler de erkek işçilerle omuz omuza mücadele içinde oldu. Fabrikalarda şalteri indirip onlar da yürüyüşe katıldı, mücadelenin ön saflarında yer aldı. İstanbul’da yürüyüşün üç ayrı kolundan biri olan Kadıköy- Kartal hattında Ankara asfaltında Otosan işçileri başı çekmişti. Kadın işçiler bu yürüyüş hattında, sayıca daha fazla oldukları Levent civarı fabrikalardan işçi elbiseleri ile çıkarak Levent yürüyüş hattında yürüyüşün başında yer aldı.
Sınıfın gücü: Öncü sınıf partisi
DİSK ve TİP arasındaki ilişki, ülkemizdeki sendika siyaset arasındaki ilişki bağlamında ele alındığında tüm olumsuzluklara rağmen, 1970 yılına kadar en verimli bir evreyi temsil eder. Sendikacılar, sol sendikalist olmanın siyaseten ötesine geçememiştir. TİP’li olmaları sosyalizm mücadelesinin kadroları oldukları anlamına gelmemektedir.
TİP, kitleleri biraraya getirmiştir ancak öncü sınıf partisi olamamıştır. Aşağıdaki satırlar parti içindeki koalisyonun işçi sınıfı partisi olunamayacağına dairdir.
Türkiye İşçi Partisi’nin parti organlarında yarıdan fazla işçi kotası ilkesi bulunmaktaydı. Parti merkez kurullarında sendikacı ağırlığı olarak pratiğe tercüme olmasının anlamı çok yönlüdür: Mutlaka yargılanması gereken bu nokta, birincisi, marksist aydınlarla sol sendikalizmin siyasal örgüt içindeki ittifakını sağlamıştır; “parti içinde ittifak” leninist örgüt anlayışının çok uzağında kalır.
15-16 Haziran eylemlerinde ve sonrasında TİP’in etkisi hissedilememiştir. Ortaya çıkan devrimci enerjiyi siyasete kanalize etmede yetersiz kalmıştır. Sol sendikacıların ise sosyalizm mücadelesi ile kurduğu bağ tartışmalıdır.
Sınıfın öncülüğü, işçi sınıfının yapabileceklerini daha ileri bir mücadeleye taşımak anlamına gelmez, öncülük, işçi sınıfı siyasetini toplumun bütününe taşıyabilecek koşulları yaratmak için siyasi kavga vermektir. Öncü sınıf partisi ile işçilerin mücadelesi siyasallaşır, toplumsallaşır ve iktidara uzanır. 1960’lı yıllarda Türkiye bunun uzağındadır.
15-16 Haziran’ında da işçilerin öncü sınıf partisi yoktur.
İşçi sınıfının öncü rolü
15-16 Haziran, sosyalist hareketi besleyen dinamikler içerisinde işçi sınıfının merkezi rolünü tescilledi. İşçi sınıfının toplumsal rolüne ilişkin Türkiye solundaki tartışmalara nokta koydu. Sosyalist Devrim tezinin güncelliği ve iktidarı almak için yegane seçenek olduğu eylemlerle de güçlendi. Ayrıca MDD’ciler tarafından varlığı devrim stratejilerinde tartışmalı olan işçi sınıfının bir anda siyasal iktidar ile karşı karşıya gelebileceğini gösterdi.
Milli Demokratik Devrim tezi, teorik tartışmalarla değil, sokakta yenildi. 1960’larda işçilerin işyerlerinde eylem ve direnişlerinin yükselmesi ile MDD’ciler tarafında devrimin “kırdan mı şehirden mi?” yapılacağına dair tartışmalardan uzaklaşıldı. 15-16 Haziran sonrasında “proletaryanın öncülüğünde demokratik devrim” tartışmalarına evrildi.
Fiili meşru mücadele
15-16 Haziran’a gelirken 1960’lı yıllarda işçilerin mücadelesi çoğu zaman fiili meşru mücadele zemininde yürüyordu. İşçiler yaratıcı bir şekilde mücadele yöntemini kendileri belirliyordu. 15-16 Haziran işçilerin fiili meşru mücadelesinin tepe noktası sayılır. 15-16 Haziran, yasaların sınırlarını aşan, fiili mücadelenin önemini ve gerekliliğini ortaya koyan bir eylem oldu.
Bugün….
15-16 Haziran, işçi ve emekçiler için yaşanacak bir ülke kurmak isteyenlere yön göstermektedir. Bu anlamda sonuçları, dersleri günceldir. İşçilerin mücadelesinde dayanışma vardır, işçilerin birliği vardır, kadınların mücadelede öne geçmesi vardır, bağımsızlık vardır, kendi gücüne güven vardır. Ayağa kalkan işçilerin mücadelesinin teslim alınmaması, iktidara uzanması için örgütlü siyasi mücadele, sınıfın öncü örgütlenmesinin olması gerektiği vardır.
(Zehra Güner-GELENEK)
(derleyen: mstfkrc)