7 Mart 2023 Salı

Sosyalizm öncesi Türkiye emperyalizmle bağını koparabilir mi? - Mustafa Türkeş / Dayanışma Forumu - SOL

 'Kapitalizm içinde sorunlar çözülmez, dönüştürülür. Türkiye’nin emperyalizmle bağını koparabilmesi ancak alternatif bir sistemle mümkün olabilir.'

       Bu yazı Dayanışma Meclisi'nin yayını Dayanışma Forumu'nun 7. sayısında yayınlanmıştır.

Türkiye’de emperyalizme karşı olmadığını söyleyen hiçbir siyasi parti, hareket, örgüt, oluşum mevcut değil. Hatta emperyalizme öykünenler dahi Batı emperyalizmine karşı olduğunu belirtmekten geri durmazlar. Kapitalizm konusunda ise ona doğrudan cephe alan siyasi parti, hareket, oluşum sayısı oldukça düşük; büyük çoğunluğu karşıtlığını söylemekten kaçınıyor, onu savunduğunu dile getirirken ise ürkek davranıyor. İçinde bulunduğumuz şu günlerinde kapitalizmi eleştirmeyen yok gibi. Eleştirel yaklaşımı benimsediklerini dile getirenlerin önemli bir kısmı, sisteme yönelik eleştiriden ziyade, kapitalizmin arızi noktaları üzerinde durmakta, eleştirdikleri noktaların düzeltilmesi durumunda sorunların çözüleceğine inanmak istiyorlar.
Kriz döneminde gündemin ön sırasına yükselen Türkiye’nin emperyalizmle bağının nasıl ve hangi durumda koparılabileceği sorunsalı güncelliğini korumaktadır. Önümüzdeki dönemde bu tartışma güncelliğini koruyacaktır. Bu yazının amacı sosyalizm öncesi Türkiye emperyalizmle bağını koparabilir mi sorunsalının tarihselliğini ortaya koymaktır.

Türkiye tarihi, emperyalizmle bağını sorgulama bakımından oldukça zengin birikime sahiptir. Bu yazıda ele aldığımız – sosyalizm öncesi Türkiye emperyalizmle bağını koparabilir mi- sorunsalını dört tarihsel dönemde irdeleyeceğiz.

i) İlki, 1919-1939 yılları arası dönemdir: Bu dönem uluslararası ve ulusal düzenin yeniden inşa edildiği yıllardır: Kurtuluş Savaşı (1919-1922) ile başlayıp bağımsızlığın ilan edilmesinin ardından, Lozan Antlaşması (1923) ile bağımsızlık ve egemenliğin uluslararası düzlemde tanınması sağlanmıştır. Bu dönem, eşzamanlı ve ilerleyen yıllarda ülke içi düzende gerekli yıkım ve yapımı öngören devrimci ve reformcu adımlara sahne olmuştur. 1922-1928 arası yıllarda devrimci radikal reformlar yapılmıştır: saltanatın kaldırılması, anayasal monarşinin ilga edilip yerine Cumhuriyet düzeninin kurulması, çok sayıda tarikat ve cemaatin hâkim olduğu güya çok kültürlülük fakat gerçekte her tarikat ve cemaatin tekil, değiştirilmesi şer’i müktesebata aykırı olan, bağlı bulunduğu mezhep, tarikat ve meşrebin tekil ideolojisini yineleyen, taşrada cemaat ve aşiretlerin muhafazakâr, feodal toplumsal ilişkilerini sürdürebilmek için kullandıkları ilahi bilgilerle donatılmış yapıların; Vakıf, Tekke ve Zaviyelerin büyük çoğunluğu ilga edilerek hakim sınıfların kurduğu toplum düzeninin siyasi ve iktisadi zemini bütünüyle yok edilemese de önemli ölçüde kayganlaştırılmıştır. Latin alfabesinin benimsenmesinin (1928) kısa süre içinde okur yazar oranının yükselmesine imkân sağlaması, laik, dünyevî düşüncenin öne çıkarılması -ilahi bilgi yerine bilimsel bilginin ön plana çıkarılması- kendi başına önemli kazanımlardır. 1937’de anayasaya kaydedilecek altı ilkenin üçü, Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve Milliyetçilik CHP’nin ikinci kongresinde (1927), diğer üçü; Devrimcilik, Laiklik ve Devletçilik üçüncü kongrede (1931) kabul edilmiştir. Bütün bunlar aydınlanma sürecinde Cumhuriyet’in kazanımları arasındadır.

Bu dönemin bir başka özelliği, sanayileşme stratejilerinin en çok tartışıldığı bir tarihsel dönem olmasıdır. Lozan Antlaşmasının gümrük duvarını Türkiye’nin tek taraflı yükseltemeyeceği hükmünün beş yıllık geçiş sürecinin dolduğu 1929 yılı, aynı zamanda uluslararası düzlemde buhranın, kapitalizm içi krizlerinden yeni birinin başladığı yıldır. Lozan kısıtlamasının sona erişi ve kapitalist sistem pratiğinin karşılaştığı buhran Türkiye’de 1930 yılından itibaren Devletçilik üzerine tartışmaların yoğun olarak başladığı dönemi açmıştır. 1930 yılı Ağustos ayında İsmet İnönü’nün “ılımlı devletçilik” adıyla tartışmaya açtığı iktisat politikası, 1920’li yıllarda uygulanan liberal iktisat politikasının yerini yeni bir sanayileşme stratejisi arayışına bırakacağının da habercisi olmuştur. Aynı yıl kurulan Ali Fethi Okyar’ın başkanlığını üstlendiği (partinin ideoloğu yeminli liberalizm savunucusu Ahmet Ağaoğlu’dur) Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) ise liberal iktisat politikasını benimseyeceğini ilan etmiştir. Türkiye’de iki farklı yaklaşım tartışmasının başlamasına vesile olmakla birlikte, üç buçuk ay ömürlü olan SCF kendisini feshederek siyasi parti olarak alandan çekilmiştir. Buna rağmen, dönemin liberal bürokrat-aydınları aşağıda ayrıntısı verilen tartışmayı iktidar bloğu içinde sürdürmüşlerdir. 1929 Dünya ekonomik buhranı Türkiye’de aydınların bütün kanatlarını bu tartışmaya çekmiştir.


Dönemin bürokrat-aydınları arasında yapılan tartışmalardan yola çıkarak şu tespitleri yapmak mümkündür. 

a) CHP içinde bulunan iki kanat; İnönü ve Bayar kanatları devlet müdahaleciliğini elzem görmektedir; fakat amaçları farklıdır. İkisi de özel sektöre karşı değildir. İnönü kanadı devlet yatırımları öncülüğünde sanayileşmeyi öncelerken, Bayar kanadı devlet-özel sektör ortaklığını öncelemektedir. İnönü kanadı, devlet öncülüğünde sanayileşme politikasını tartışırken özel sektörün zayıf olduğu noktasını belirtmekle birlikte,  amacı en kısa zamanda sanayileşmektir. Bayar/liberal kanadının devletçiliğe yüklediği anlam önemli ölçüde İnönü kanadından ayrılır. Bayar/liberal kanadı özel sektörü güçlendirmek üzere devletin özel sektörü büyük oranda teşvik etmesi, devlet-özel sektör ortaklığının öncelenmesini savunur. İnönü kanadı için sanayileşmenin hızı en önemli konudur. Bayar/liberal kanadının vurgusu özel sektörün kendi ayakları üzerinde duracak hale gelinceye kadar devletin özel sektör lehine müdahale etmesi gereğidir. İki kanadın analizlerinde artı değerin nasıl oluştuğuna ilişkin herhangi bir değerlendirme yer almaz. Sınıf analizi yapmadıkları açıktır, fakat sınıf çıkarının bulunmadığını söylemek yanlış olur. İnönü kanadının savunusunda kısmi de olsa kamu yararından söz edilir. Bayar/liberal kanadı için ise öncelik özel girişimcinin yaratılması, desteklenmesidir. Bu dönemde tartışmanın esası; sınıfsız toplum yaratma değil, artı değerin nasıl ve kime aktarılacağı üzerinedir.

b) Bu dönemde bürokrat-aydınların büyük çoğunluğu Türkiye’nin geri kalmışlığını Avrupa sömürgeciliği ile ilişkilendirip, Türkiye’nin daha bağımsız bir sanayileşme politikası izlemesi gereğini dile getirmekle birlikte, kapitalizme sistem olarak karşı çıkanların sayısı çok değildir. İnönü kanadı kapitalizm/emperyalizm tartışması yapmaz, kapitalizm ile sömürgeciliği adeta eşanlamlı kullanır fakat odak noktaları sistem meselesi değil, sanayileşme stratejisi meselesidir. Ahmet Ağaoğlu geri kalmışlığı devletin baskıcı, ceberut oluşuyla açıklar. (Liberaller o günden beri her şeyi devletin ceberut oluşuyla açıklama eğilimindedirler.) Ağaoğlu, “doğu toplumlarında devlet baskıcıdır, özel girişimcinin önünü açmadığı için özel sektör gelişememiştir” der. Ağaoğlu’nun hayallerini süsleyen, Henry Ford örneğidir. Ağaoğlu emperyalizm kavramından hiç söz etmez. Adını açıkça zikretmese de Ağaoğlu kapitalizmi bir sistem olarak savunur. Ağaoğlu liberalizm kavramını sever. Piyasanın kendi kendini düzenleyeceğine -görünmez el- inancı Adam Smith’e öykünmedir. Bunun ötesinde sistem analizi yapmaz. Smith’e öykünmekle birlikte onu kuşa çeviren Ağaoğlu (başka pek çok liberal gibi) artı değer ve eşitsiz gelişme konularını tartışmaz. Onun için ceberut devlet tek ve en önemli açıklayıcı anahtar kavramdır. 

c) Dönemin bürokrat aydınları arasında en ciddi tartışmayı yapanlar, 1932-34 arasında Kadro dergisi sayfalarında bir araya gelen aydınlardır. Kadrocular üç yerden beslenmişlerdir. Almanya, Sovyet Rusya ve iktisadi milliyetçilik. Kadrocular diğer bürokrat aydın gruplarından farklı olarak bir sistem olarak kapitalizmi analiz edecek kavramsal ve teorik donanıma sahiptiler. Eşitsiz gelişme kavramını biliyorlardı ve kapitalizme yönelttikleri eleştirilerde bu kavramdan faydalandılar. Tarihsel materyalizmi yöntem olarak benimsediklerini belirtmekle birlikte, ileriye yönelik öngördükleri toplum düzeni tarihsel materyalizmin mantıksal sonucuna uygun düşmeyen önermeyi, ulusal kurtuluşun kapitalist olmayan sistem ile mümkün olacağını ileri sürdüler. Kapitalizm ile Sosyalizm dışında üçüncü bir sistem üretmeyi denediler, başaramadılar. 

Kadro dergisinde yaptıkları kapitalizm analizi ve eleştirileri büyük ölçüde tutarlıdır. Sosyalizm tartışmasına girmekten kaçındıkları da açıktır. Kadrocuların temel varsayımları şunlardı: Kapitalizm bir sömürü düzenidir. Sınıflar arası çelişkileri barındırır. Türkiye’de kapitalizm henüz tam gelişmediği için ve iktidarda bulunan Kemalist yönetimin toplumsal sınıfların üzerinde otonom kararlar alabileceği için kapitalizm dışında bir kalkınma stratejisi benimsenebilir. Bu varsayımdan hareket eden Kadroculara göre kapitalizmin içinde bulunduğu buhran, Türkiye gibi ulusal kurtuluş mücadelesi veren ülkelerin kapitalist olmayan bir kalkınma stratejisi üretmelerine fırsat sunmaktadır. Kadrocular otuz yıl sonra Latin Amerika odaklı üretilecek bağımlılık okulunun tartışmalarını 1930’lu yıllarda yapmışlardır. 

Kadrocuların en ciddi açmazı devlete yükledikleri role ilişkindir. Liderliğin politika seçimi ve uygulamasında özerk bir alana sahip olduğunu, böylece liderliğin toplumsal sınıfların etkisinin dışında karar alabileceği varsayımından hareket etmişlerdir. Devletin kısmi, göreceli özerkliği Kadrocuların ana varsayımdır. (Bu tür bir tartışma kırk yıl sonra Nicos Poulantzas tarafından yapılacak fakat Poulantzas daha sonra bu görüşün yanlış olduğu sonucuna varıp, değiştirecektir.)  Kemalist liderliğin izleyeceği kalkınma stratejisi ile kapitalist sınıfların güçlenmesinin önüne geçilebileceği varsayımından hareket eden Kadrocular, sermaye sınıfının Kadro dergisine dahi tahammül göstermeyeceğini yaşayarak öğrendiler. Dönemin aferistleri Kadroculara bayrak açtılar; Kadrocular iktidar bloğunun iki kanadından da gelen ciddi saldırılara maruz kaldılar. Kadro dergisinin imtiyaz sahibi Yakup Kadri Karaosmanoğlu Arnavutluk’a diplomat olarak tayin edilince dergi kendiliğinden yayınını durdurmak durumunda kaldı. Kadrocuların kalkınma stratejisi tartışmalarına yaptıkları en önemli iki katkı planlama ve toprak reformu önerileridir. 1932 Temmuz kanunlarıyla yasal çerçeve kazandırılan Sanayi Planının, 1933 yılında geçirdiği revizyon ile özel sektöre daha fazla alan açıldığının farkında olan Kadrocular sanayi planının eksikliklerini sıralayıp, özel sektörün kalkınma stratejisinde gerilerde bir yerde rol alması gerektiğini, özel sektörün öncelikle kâr hırsıyla, kendi çıkarını önceleyeceğini vurgulayıp, devlet öncülüğünde planlı sanayileşme stratejisini savundular. Yaptıkları toprak reformu önerisi ise o güne kadar yapılanların (daha doğrusu yapılmayanların) en kapsamlı olanıdır. Toprak reformunun salt iktisadi nedenlerle değil, feodal toplumsal ilişkileri tasfiye edeceği varsayımından da hareket eden Kadrocular, yapılacak toprak reformunun yasal bir düzenleme ile geri dönüşünün imkânsız hale getirilmesini savundular. İki öneri de şimşekleri üzerine çekmeye yetti. Kadrocuların kendilerine özgü güç dayanaklarının bulunmayışı, örgütlü güç dayanağından yoksun olmaları, bir aydın hareketinin kolayca sekteye uğratılmasına yol açtı. Öte yandan Kadrocuların ürettikleri argümanlar Türkiye’de yeniden ve yinelenerek gündeme gelecekti.


İki dünya savaşı arası dönemde Türkiye’de kapitalist olmayan sanayileşme stratejisi arayışı bulunmakla birlikte izlenen devletçi sanayileşme stratejisi kapitalizme alternatif değildi; kapitalizm içinde, önemli ölçüde Türkiye’de kamucu politikaların öncülünü oluşturdu. Sovyet Rusya’da uygulanan planlama modeline bazı yönleriyle öykünmeler bulunsa da son tahlilde, bu dönem uygulanan devletçi sanayileşme stratejisi kapitalist sistem içinde ulusal bir tepkiyi ifade etmektedir. Türkiye’de uygulanan sanayi planı merkeziyetçi sosyalist planlama değildir. İktidarda bulunan asker-sivil bürokratların sosyo-ekonomik arka planlarına bakıldığında hiçbirinin sanayi ve ticaret burjuvazisi, işçi sınıfı veya köylüleri temsil ettiğini söylemek mümkün değildir. Gerçekte iktidarda bulunan asker-sivil bürokratların geçiş sürecinde iktidara yükseldiklerini, ancak sürecin kendisinin zamanla burjuvazinin iktidarı bütünüyle ele geçirmesine imkân sunacak gelişmeleri beraberinde getirdiğini söylemek mümkündür. Burada devletin aferistler tarafından kaçırıldığı veya çalındığını kastetmiyorum, kapitalizmin Türkiye pratiğinin burjuvazinin lehine nasıl güçlendiğini gösterdiğine işaret etmek istiyorum. Kapitalizmin bütün türlerinde sermaye işçi sınıfının ürettiği artı değere değişen tonlarda rıza ve zor kullanarak el koyar. Her durumda sınıf çelişkisi mevcuttur. Türkiye örneği, sermayenin kendi iktidarını güçlendirecek mekanizmaları kullanarak sınıf çıkarını kendi lehine dönüştürdüğü bir başka örnektir.

Kemalistlerin sınıfsız bir toplum inşa etmek istediklerine yönelik ileri sürülen görüşlerin ihtiyatla karşılanması gerektiği kanısındayım. Ne Kemalistler ne dönemin bürokrat-aydınları (Kadrocular başta olmak üzere) Türkiye toplumunda bulunan sınıfların varlığını yadsıdılar. Sınıfların varlığını parti programlarında ve gazete ve dergi tartışma/analizlerinde fiilen sıralamaktadırlar.  Öte yandan, sömürgeciliğe karşı koyduklarını, kimi zaman eşanlamlı kullandıkları kolonyalist-kapitalist sistem dışında üçüncü bir yol arayışı içinde olduklarını gösteren veriler bulunmakla birlikte, Kemalistler için bir sistem tartışması olarak kapitalizm birincil öneme sahip bir konu olmadı. Kemalistler için sanayileşme her şeyin önünde idi, o denli öncelik verdiler ki, adeta sanayileşme bağımsızlığın anahtarı ve eşanlamlısıydı. Kemalistler Devletçiliği yalnızca dönemin krizini aşmak için değil, kamucu politikaların anahtarı olarak da gördüler. Gerçekte Devletçilik toplumsal bir sistem değildir, kapitalist sistem içinde alternatif bir birikim politikası, sanayileşme stratejisidir. Devletçiliğe dayalı (İnönü ve Bayar kanatları) birikim modelinin bir süre sonra Kemalistlerin bir kanadını (İnönü kanadı diyelim) zayıflatacak siyasal güce ulaşmasına cevaz veriyor olması kapitalizm içi alternatif politika savunusunun zorluklarına işaret etmektedir.

İki dünya savaşı arası dönemin önemli bir başka özelliği, dış politikada Türkiye’nin emperyalizmle bağını koparmak için hamleler yaptığı tarihsel bir dönem olmasıdır. Bu dönemde Ankara yönetimi Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti hücrelerini tek ulusal ordu haline dönüştürmeyi başarıp yabancı işgal güçlerine karşı ciddi bir direniş gücü oluşturarak iktidar yolunu açmıştı. 1921 yılında Moskova ile yaptığı ikili anlaşma ile Bolşeviklerin maddi yardım ve uluslararası politik desteğini aldı. Kemalistler 1920’li yılların ikinci yarısında bütün komşuları ile dostluk ve iyi komşuluk anlaşmaları imzalayarak Türkiye’nin bütün komşularıyla ilişkilerini önce normalleştirmeyi başardı; 1930’lu yıllarda ise çoklu bölgesel işbirliği anlaşmaları imzalayarak (Sovyetler Birliği ile Mütecavizin Tarifi Anlaşmaları 1933, Balkanlarda Balkan Paktı 1934, Ortadoğu'da Sadabad Paktı 1937) bölgesel düzlemde istikrarın pekiştirilmesini hedefledi.

Bu dönemde Türkiye yönetimi ülke içi düzeni bakımından feodal kalıntıları tasfiye etmek üzere devrimci adımlar atarken, dış politikada Lozan Antlaşması ile belirlenen sınırları kabul eden statükocu bir yaklaşımı benimsemiştir. Bu politika, önceki dönemlerle karşılaştırıldığında, iktidarda bulunan asker-sivil bürokratların kaynakların sanayileşme için tahsis etmesine imkân sağlamıştır. Maceracı, aktif, irredentist bir dış politika yerine, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözü ile yansıtılan statükocu bir yaklaşımı benimseyerek, artık değer üzerinden biriken kaynakların sanayileşmeye tahsis edilmesine gayret etmişlerdir.


Bu dönemde Türkiye yönetimi Sovyetler Birliği’nin siyasi ve iktisadi desteğini almış, Batı’nın emperyalist politikalarına karşı daha dirençli duruş sergileyebilmiştir. Lozan Antlaşmasında Boğazlar sözleşmesinin Türkiye’ye yüklediği kısıtlayıcı maddeler ve Balkan sınırında birbirine yakın yerlerde askerden arındırılmış bölgelerin Trakya’da yarattığı savunma zafiyetinden 1936 yılında Montrö anlaşmasıyla kurtulmuştur. Bütün bu süreçte sorunları diplomasi üzerinden masada çözmeyi hedeflemiş ve önemli ölçüde başarılı olmuştur. Bu dönemde Türkiye’nin emperyalizmle bağını koparmayı hedeflemesi için uluslararası bağlam ve konjonktür oldukça elverişlidir. Dönem, Batı’da İngiltere’nin ve Fransa’nın eski güçlerini koruyamadığı, ABD’nin yıldızının parladığı fakat henüz hegemonik konuma gelemediği bir dönemdir. Ayrıca Rusya’da Bolşeviklerin 1917 Kasım ayından itibaren iktidara gelerek emperyalist-kapitalist yapılara karşı mücadele edeceklerini dile getirmiş olmaları ve Türkiye’ye ikili düzeyde yardım yapması, Kemalistlere ciddi bir müzakere alanı sunmuştur. Kemalistler bu alanı Türkiye’nin lehine dönüştürmek üzere önemli adımlar atmıştır. İki dünya savaşı arası dönemde uluslararası düzenin çok kutuplu oluşu Türkiye’ye emperyalizmle bağını zayıflatmak için önemli bir müzakere alanı sunmuş, iktidarda bulunan Kemalistler bu fırsatı önemli ölçüde Türkiye’nin lehine kullanmışlardır. Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi dış politika tasarımını, hesaplarını ve hedeflerini altüst ettiği gibi ülke içinde bazı sermaye gruplarının palazlanmasına yol açarak Türkiye’nin genel yönelimini etkiler hale ulaşmıştır.

ii) İkinci dönem (1939-1959) yılları arasına denk düşmektedir: Bu dönem Türkiye’nin, savaş ve onu takip eden yıllarda, kapitalist-emperyalist yapılara demir attığı dönemdir. Savaş yıllarında palazlanan sermaye Türkiye’nin Batı (ABD ve Batı Avrupa) kapitalizmine demir atmasını hedefledi. İnönü, Türkiye’nin savaş dışı kalmasına özen göstermekle birlikte, Almanya’nın yenileceği netleşince, dış politika yönelimini palazlanan sermayenin talebine uyumlu, ABD kapitalizmine yönelmekte tereddüt etmedi.


Savaş yıllarında ikinci cephe açılmasına ayak sürüyen İnönü’ye kızgın olan Stalin, 1932 yılında Türkiye’ye gösterdiği yakınlık ve yardımı İkinci Dünya Savaşı sonrasında göstermeyeceğini diplomatik bakımdan ciddi taktiksel bir hata ile gösterdi. İkinci Dünya Savaşı bitiminde, birlikte savunmak adına Sovyet Rusya yönetimi İstanbul Boğazında üs, Kars ve Ardahan’da toprak talebini dile getirdiğinde Türkiye burjuvazisinin değirmenine su taşıdı; halihazırda Batı kapitalizmine yönelişinde ihtiyaç duyduğu söyleme malzeme sundu. İnönü, Saraçoğlu ve Sarper dönemin sermaye gruplarının çıkarını yansıtarak, Stalin’in hamlesini Türkiye’nin Batı kapitalizmine demir atması için kullandılar. 1932 yılında Moskova ziyaretinde görülen taltif ve memnuniyete benzer beklentiyi nitelik bakımından çok farklı olsa da bu kez ABD’den beklediler. Aynısı veya benzeri olmayacaktı. 1947 Şubat ayında Britanya hükümetinin, Yunanistan Komünistleri ile Kralcılar arasında devam eden savaşta kralcıları destekleyecek mali gücünün kalmadığını, ABD yönetiminin bu “sorumluluğu” devralmasını talep eden mektubu ABD yönetimine göndermesiyle ABD emperyalizmi adeta umduğundan fazlasını buldu. Truman 1947 Mart ayında o bilinen “hürriyetperver” konuşmasını yaparken Yunanistan’ın yanına Türkiye’yi de ekleyerek Sovyetler Birliği sosyalizmini çevreleme politikasını hayata geçirdi. 1951 yılında Yunanistan, Türkiye ve dahi İran aynı “yardım” kategorisine yerleştirilerek ABD’nin “himayesi” (liberaller ve İslamcılar gocunmasın, vesayet diyebilirler) altına alınacaktı. Ne İnönü yönetimi ne de iktidar bloğu içinden koparak Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti liderleri Bayar ve Menderes, Truman’ın Türkiye’yi aynı çerçeve içine yerleştirmesine itiraz etti. Aksine, iki kanat da ABD’nin bu politikasına sarıldılar. Halbuki Türkiye, Yunanistan bir tarafa, Avrupa’nın bütünü ile karşılaştırıldığında bu dönemde ekmeğe muhtaç noktada değildi. Kimi zorluklar vardı elbette, ama savaş dışı kalmanın avantajı kullanılabilirdi, bunu yapmadılar. Savaş esnasında palazlanan sermaye, Almanya’yı savaş mağlubu olması nedeniyle yakın gelecekte yönelebileceği aktör olarak görmedi, böylece ABD’ye öncelik verdiler. İnönü, her şeyden önemlisi, yıldızı parlayan ABD’den özellikle askeri teknoloji transferi gerçekleştirebileceğini umdu. Bütün hesaplar Türkiye’nin Batı kapitalizmine demir atması doğrultusunda yapıldı.

ABD ve Batı Avrupa kapitalizmleri kapitalist-emperyalist sistemi ete kemiğe büründürerek, aşağıdaki şemada gösterilen, kurumlar üzerinden kapitalizm/emperyalizmi pekiştirip yaygınlaştırdılar.


Türkiye yönetimleri, CHP ve DP, dönemin sermayesinin çıkarına uyumlu, yukarıdaki şemada belirtilen finansal, iktisadi, siyasi ve askeri yapılara koşar adım eklemlendiler. Söz konusu uluslararası finansal, iktisadi ve askeri kurumlar esas itibarıyla Batı kapitalist/emperyalist sistemini çalışır halde tutmak üzere icat edilmişlerdi. Söz konusu kurumlara eklemlenme gerçekleşirken ciddi bir sorgulama yapılmadı, daha sonra ortaya çıkan eleştiriler önemli oldu, fakat onlar da sisteme karşı duramadılar.


İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze Türkiye’de bazı önemli kavramlar tutarsızca kullanılmaktadır. Bu gerçekliği en iyi yansıtan örnek şu olabilir: Türkiye burjuvazisi ve merkez partilerin hepsi, egemenlik konusunda duyarlı olduklarını ileri sürerler. Boğazlarda Sovyet talebine tepki gösterilmesini kavramsallaştırırken egemenliğe halel getirildiği vurgusu yapılmaktadır. Bu eleştiri doğrudur: Sovyet talebi Türkiye’nin egemenlik hakkının ihlali anlamına gelir.  Öte yandan, aynı siyasal çevreler örneğin Türkiye’nin NATO’ya ve diğer uluslararası finansal kuruluşlara devrettiği yetkileri egemenlik hakkının ihlali olduğu gerçeğini tartışmaktan dahi kaçınmaktadırlar. 1950’li yıllarda ABD’ye ikili ilişkiler üzerinden, NATO’ya ise kurumsal ve aynı zamanda ABD üzerinden tahsis edilen askeri üs ve tesisler tam da egemenliğin ihlali için örnekler teşkil etmektedir. “Üsler mi, askeri tesisler mi” tartışması saçmalığın tipik bir örneğidir. Böylesi nüanslar konunun esasını gizleyen aldatmaca isimlendirmelerdir. 1950’li yıllarda yapılan askeri işbirliği vb. türünden yapılan anlaşmaların büyük çoğunluğu egemenlik hakkının ihlalidir. Bu yaman çelişki, aydınların düşünme yetisine vurulan kelepçe gibidir. Türkiye kapitalizmi 1939-1959 arası yıllarda Batı kapitalist/emperyalist yapılarına bütünüyle entegre olmuştur. Bu dönemde Türkiye’nin emperyalizmle bağını koparma arayışına girmediği, aksine kapitalist/emperyalist yapılara eklemlendiği açıktır.

iii) Üçüncü dönem (1960-1980): Kapitalist sistem içi eleştirel arayışlar: Dünya’da alternatif bir sistem olarak reel sosyalizmin varlığı 1950’li yıllardan itibaren Avrupa ve Amerika kapitalizmlerini refahın dağıtımında emekçilerin taleplerini dikkate almaya sevk etmişti. Böylece Keynesgil politikaların önerdiği herkese aş, iş, ev, sağlık ve eğitim sunulması önerisi 1950’li ve 1960’lı yıllarda kapitalist sisteme nefes borusu oldu. Batı Almanya’da iktidara gelen Sosyal Demokrat Parti başkanı Willy Brandt refah devletinin örnek temsilcisi olarak görüldü. Brandt kapitalist sistemin dışına çıkmaya çalışmadı, kapitalist/emperyalist sistem içinde refah devletini inşa etmeye devam etti. Brandt’ın izlediği Doğu Politikası, Batı Almanya’nın ABD’nin kontrolünden çıkmasına yol açmadı, öte yandan 1990 yılında iki Almanya’nın birleştirilmesine zemin oluşturdu. Fransa’da de Gaulle'ün ABD’nin Avrupa’da ve NATO’nun Avrupa komutanlığındaki baskın konumuna karşı eleştirel duruşu Fransa’nın emperyalist sisteme karşı koyuşu anlamına gelmedi. De Gaulle’ün eleştirel tutumunu Fransa’nın emperyalizmle bağını koparma girişimi olarak okumak eksik bir analiz olur, zira bu süreçte de Gaulle Fransa’nın ulusal çıkarını öncelemeye yönelik müzakere taktiği yürüttü, fakat ABD’nin Brüksel üzerinden yaptığı diplomatik manevra Fransa’yı köşeye sıkıştırarak NATO’nun askeri kanadından çıkışına yol açtı. Bu hamleyi Fransa’nın emperyalizmle bağını koparma hamlesi olarak okumak bu nedenle eksik bir analiz olur. 1966’da yaşandığı biçimiyle Fransa NATO sisteminin dışına çıkmadı, siyasi mekanizmaların içinde oldu. 2009’da NATO’ya Afganistan misyonunda ekstra katkısı şartıyla Fransa NATO’nun askeri kanadına yeniden döndü. 


Kıta Avrupa’sında 1972’den itibaren yükselen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansları (AGİK), 1975 yılında Helsinki Nihai Senedi’yle sonuçlandı. Burada Batı kapitalizmi ve Sovyetler Birliği reel sosyalizmi karşılıklı ödün verdiler. Bütün bunlar rekabet içinde bulunan iki sistem arasında 1960’ların sonundan 1970’lerin sonuna kadar yumuşamaya yol açsa da Amerikan kapitalizmi bu süreci yeniden silahlanma yarışına soktu. 1979-1985 arası yıllarda silahlanma yarışı bütün hızıyla devam etti. 1985-1991 dönemi Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü dönemdir.

Türkiye’de 1960 askeri müdahalesi Demokrat Parti’nin giderek artan baskıcı politikasını durdurmuş, 1961’de sosyal tarafların örgütlenmesine olanak sağlayan anayasal düzenlemeler kısa sürede gerçekleştirilmişti. Sendikalaşma hızla arttı. İşçi sınıfının toplumsal refahtan eskiye göre daha yüksek pay almaya başlaması diğer kapitalizm örneklerinde olduğu gibi sermayeyi bu süreci baltalamaya, 1970’li yılların sonunda ise neoliberal politikaların benimsenmesine, böylece emekçilerin kazanımlarının hızla tasfiyesine yol açacaktı.

1960’lı yıllarda Türkiye’de pek çok aydın, sosyal güçler ve bazı siyasi partiler Türkiye’nin emperyalizm ile bağını sorgulamaya başladılar. Bu dönemde pek çok aydın ve çok az sayıda bulunan sosyalist partiler Türkiye’nin uluslararası finansal kuruluşlarla ve NATO ile olan ilişkisini sorgulamaya başladılar. YÖN ve başka çok sayıda küçük ölçekli aydın grupları ve döneme damgasını vuran Türkiye İşçi Partisi Türkiye’nin kapitalizmle ilişkisini çok yönlü ve yüksek sesle sorguladılar. Nicel sınırlılıklarının aksine bu dönem sol aydınlarının tartışmaları niteliksel çarpan etkisi yaptı. Tabu haline getirilen antikapitalizm, antiemperyalizm, yurtseverlik, sosyalizm gibi kavramlar kahve sohbetlerinde dahi tartışılır hale geldi. 1961 Anayasasının sunduğu hukuki güvence sosyal güçlere 1963’ten 1971’e kadar sınıfsal taleplerini örgütlü dile getirme imkânı sundu. Emekçiler 1980’e kadar söz konusu anayasal güvencenin geri kazanılabileceği beklentisinde oldular. 12 Eylül askeri darbesi emekçilerin üzerine balyoz gibi indiğinde uzun süreli kayıplarının farkına vardılar. Sermayenin temsilcileri bundan iyisinin zor bulunur olduğunun farkındaydı.

Türkiye’nin kapitalizm/emperyalizmle bağının koparılıp koparılamayacağı, ilişkinin nereye ve nasıl evirileceği 1960-1980 arası yıllarda ulusal plancılar adıyla anılacak bürokrat-aydınların önünde duran bir sorunsaldı. Ulusal plancılar, kuşkusuz büyük özveriyle, 1963-1967, 1968-1972, 1973-1977 ve 1979-1983 Beş Yıllık Kalkınma planlarını hazırladılar. Bugün 11’cisi bulunan planların ilk dördünde ulusal plancıların Türkiye’nin kalkınması sorunsalını öncelediğini, beşinciden itibaren artık böyle bir sorunsalın kalmadığını, meselenin Türkiye kapitalizmini dünya kapitalizmi ile nasıl daha fazla uyumlu hale getirileceği stratejisine dönüştüğü genel kanıdır.


İlk dört planın ortak özelliği ilk kez bu çapta geniş ve derinlikli gelişme-kalkınma tartışmasının yapılmasına vesile olmasıdır. Devlet Planlama Teşkilatı aynı zamanda ciddi bir okul vazifesini yerine getirdiği, azımsanamayacak sayıda bütüncül bakabilen iktisatçının yetişmesine vesile olduğu için ayrıca önemlidir. Planların içinde ikincisi, sermayenin isteklerini önceleyen Demirel etkisini en net yansıtanıdır. Üçüncüsü dünya ölçeğinde kapitalizm içi iktisadi krizlerin etkisinden kaçınmanın kolay olmadığını yansıtması bakımından da önemlidir. İlk dört plan arasında önemli farklar bulunmakla birlikte, en radikal duruşu yansıtanın dördüncü plan olduğu kabul gören bir görüştür. Ulusal plancılar uluslararası finansal kuruluşların gelişmekte olan ülkeleri finansal kaynaklar üzerinden sınırladıklarının farkındaydılar ve bu nedenle iç kaynaklara öncelik verilen kaynak tahsisini tercih ettiler. Yine de planın finansmanında gerekli olan 300 milyon dolar krediyi uluslararası finansal kuruluşlardan alabilmeyi umdular. IMF’nin bu konudaki tutumu emperyalizmle bağ koparma tartışmasında net bir göstergedir: Bu miktarı tahsis etmeyerek, ulusal plancıların hazırladığı gelişme-kalkınma politikasını sekteye uğratmakla kalmadılar, kısa süre sonra IMF’nin pozisyonuna uygun düzenlemeyi yapan Turgut Özal’ın 24 Ocak kararları programını finanse etmek üzere beş kat fazla kaynak tahsisine yeşil ışık yakması kapitalist sistem içinde emperyalizmle bağın koparılıp koparılamayacağına ilişkin önemli ipucu vermektedir. Emperyalizmin öyle bir çarkı var ki, gelişmekte olan ülkeler, bu sistem içinde hareket ettiği ölçüde uluslararası finansal kuruluşların tasarladığı mekanizmanın dışına çıkmayı başarmakta çok zorlanıyorlar. Ulusal plancıların hazırladığı dördüncü plan uluslararası finansal kuruluşların tasarladığı kapitalist sistem içi uyuma yeterince uygun olmadığından ve daha uyumlu olabilecek işbirlikçi alternatifi yaratabilme imkanına sahip olduklarından 24 Ocak iktisadi programıyla beş kat daha fazla kaynak tahsis edilmesine yeşil ışık yakıldı. Dördüncü plan fiilen bütünüyle hayata geçirilemedi. Böylece ithal ikameci gelişme-kalkınma temelli tartışmalar hızla yerini ihracata dayalı büyüme stratejisi tartışmasına bıraktı. İlginç şekilde, ithal ikameci politikalardan beslenen sermayenin aşağı yukarı büyük çoğunluğu 1980 süreciyle hızla ihracata dayalı büyümeyi savunur hale geldiler. İthalatçı holdingler aynı zamanda ihracatçı oldular, iki türlü teşvikten de aynı sermaye grubu nemalanır hale geldi.

24 Ocak 1980 kararları ile ithal ikameci kalkınma modelinin karşılaştığı döviz darboğazı, ödemeler dengesi sorununu aşmayı amaçladığı ileri sürülse de esas itibarıyla sermaye, ithal ikameci planlama modelini imkânsız hale sokan politikasının hayata geçirilmesini, askeri darbeyle destekleyerek sağladı. Elbette emperyalizm üzerine düşen vazifeyi yerine getirdi: 

“Bizim oğlanlar yaptı” sözünün esası budur. 24 Ocak kararları ithal ikameci planlı kalkınma modelini yapısızlaştıran ideolojik-politik çerçeveyi çizdi, askeri darbe bu politikanın hayata geçirilmesini destekledi. Böylece 1960’lardan 1980’e kadar önemli ölçüde siyasallaşan emperyalizmle bağını koparma arayışına karşı, ulusal sermaye emperyalizmle işbirliği yaparak kapitalist sistem içinde emperyalizm ile bağın koparılmasının adeta imkânsız olduğunu gösterdi.


iv. Dördüncü dönem (1980-2022): Öncekinin yapısızlaştırılması, yeninin krizleri: Bu dönemin ilk on yılında önceki yirmi yılın birikimini yapısızlaştıracak adımlar atıldı. Neoliberal politikaları uygulamak üzere kimi zaman anayasaya aykırı yasal düzenlemeler yapılarak kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi yoluna gidildi. 1989 yılında Kambiyo rejimini bütünüyle değiştiren kanun hükmünde kararnamelerle başlatılan sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi süreci ile 1991-2001 arası ikinci on yılda uluslararası ve ulusal sermayenin serbest dolaşımı için Türkiye dikensiz gül bahçesine dönüştürüldü. AKP iktidara geldiğinde neoliberal politikaların hayata geçirilmesi için gereken yasal düzenlemelerin büyük çoğunluğu yerine getirilmişti. 

AKP iktidarı kapitalist-emperyalist sisteme alternatif bir sistem arayışında hiç olmadı. Tam aksine kapitalist/emperyalist yapılarla doğrudan bağ kurarak, onlar gibi olmayı hedefledi. AKP yönetimi ilk yıllarında oluşturduğu hegemonyayı içerde büyük sermayeyi besleyen, orta ve küçük ölçekli bölgesel düzlemde palazlanan İslamcı sermayeye alan açarak sermayenin bütün kanatlarını yanında tuttu. Dini tarikat ve cemaatleri besledi, liberallerin ideolojik-söylemsel desteğiyle güçlü (ceberut) devleti yapısızlaştıran politikaları hızla uyguladı. Cumhuriyetin kazanımlarını tasfiye etmek üzere AB ve ABD’nin müdahalelerine cevaz veren politikaları benimseyerek, Kürt grupların etnik temelli mikro milliyetçi taleplerine yeşil ışık yakarak onları yanında tutmayı, sol-liberal söylemleri kendi amacı doğrultusunda demokrasi treninde tutmayı başarıyla uyguladı. AKP’nin İslamcılar, muhafazâkarlar, başta Gülen grubu olmak üzere çeşitli cemaatler, liberaller, sol-liberaller, Kürtler, ABD ve AB’nin çıkarlarını örtüştürerek bir araya getirdiği kutsal ittifak, 2010 yılına kadar devam etti. AKP yönetimi 2009’den itibaren yeni-Osmanlıcı politikalara yöneldi. Orta Doğu ve Balkanlarda izlediği yeni-Osmanlıcı politikalar bölgesel güce sahip orta ölçekli bir aktörü küresel düzeni biçimlendirme kapasitesine sahip emperyalist güçlerle her daim uyumlu olamadı, fakat onlardan kopamadı. Simbiyotik bir ilişki içinde kaldı. Kendi büyüttüğü yerli sermayenin genişlemeci ve ihtiraslı taleplerine tercüman olan AKP yönetimi, sözlü sınamasını “one minute” çıkışıyla, fiili sınamayı ise Suriye’de izlediği yeni-Osmanlıcı politika ile gösterdi. Libya’da iç çatışmanın bir tarafını destekleyerek Kuzey Afrika’da oyuncu konumuna ulaştı. 2013’ten itibaren Mısır, İsrail, Yunanistan ve Körfez ülkelerinin ABD’nin de desteğini alarak Türkiye karşıtı pozisyon alacağı yeterince hesaba katılmamış olmalı ki, borç döndürme sorunu can yakar hale geldiğinde AKP yönetimi geri adım atmak durumunda kaldı; söz konusu ülkelerle 2022 yılı içinde ilişkileri düzeltme çabasına girdi.

2011’den 2021 sonuna kadar AKP yönetiminin ABD’den beklentisi, Suriye’de Esad yönetimini devirecek müdahale idi. Ne Obama ne Trump ne de Biden yönetimleri bu hamleyi yaptı. Suriye’yi yıkıma uğratacak adımlardan çekinmediler, fakat AKP yönetiminin beklediği Suriye yönetimine yönelik ölümcül müdahaleyi yapmaktan özenle kaçındılar.

ABD ile ilişkileri umduğu düzeyde iyi gitmeyen AKP yönetimi 2015 yılı Kasım ayında Rusya’nın uçağını düşürerek önce kendisine yanlış bir düşman edindi, ABD’den yeterli destek görmemesi üzerine ise Rusya’dan özür diledi. Putin’in izlediği Türkiye’yi yakınında tutma politikası AKP’nin imdadına yetişti, fakat burada bağımlılık ilişkisi pekişti. Rusya ile vardığı Soçi uzlaşısı Türkiye’ye özellikle İdlib’de sorumluluk ve Suriye’nin Kuzeyinde oluşturmak istediği otuz kilometre genişliğindeki güvenlik kuşağında sınırlamalar getirdi. Enerji konusunda da ciddi bağımlılık ortaya çıktı.  Liberallerin karşılıklı bağımlılık dediği ilişki biçimi Türkiye-Rusya vakasında AKP yönetimini bütün stratejik kararlarında Putin’in taktik ve stratejik kararlarına bağımlı kılmaktan başka anlama gelmemektedir. 

Özal döneminde Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığı, AKP döneminde Türkiye’nin hem ABD’ye hem Rusya’ya bağımlılığı haline dönüştü. Böylece dördüncü dönemde de, 1980’lerden günümüze, liberaller ve türevlerinin iddia ettiği, ortak normlar ve değerlerin benimsenmesi ve küresel kapitalizme uyum sağlayarak Türkiye’nin azgelişmişlikten kurtulup, gelişmiş kapitalist ülke konumuna yükseleceği önermesi bir kez daha boşa çıkmıştır.

Sonuç

“Türkiye kapitalist sistem içinde emperyalizmle bağını koparabilir mi?” sorusunun cevabı oldukça net. Yukarıda irdelediğimiz dört dönemin gösterdiği üzere böylesi bir kopuş bugüne kadar gerçekleşmedi. Kuşkusuz Cumhuriyetin kazanımları ve 1960-80 arası uygulanan ithal ikameci planlı kalkınma arayışı, refahın emekçilerin lehine dağıtılmasında ciddi deneyimler sunmakla birlikte, her deneyimleme sürecinde kimi zaman ulusal, çoğunlukla ulusal ve uluslararası sermayeler birlikte, pervasızca emperyalizmle işbirliği içinde olup, toplumsal yükü emekçilere yüklediler. Bu kısır döngüden çıkış, kapitalist sistem içinde alternatif bir politika ile gerçekleşemiyor. Kapitalizm içinde sorunlar çözülmez, dönüştürülür. Türkiye tarihinin dört döneminde görüldüğü üzere kapitalist sistemde sorunlar dönüştürülerek, kaynak transferinin sermaye lehine, sömürünün ve eşitsiz gelişmenin emekçilerin aleyhine devam ettirildiği anlaşılmaktadır. Bu açmazdan çıkış, yani Türkiye’nin emperyalizmle bağını koparabilmesi ancak alternatif bir sistemle mümkün olabilir. Liberaller ve türevlerinin savunduğu; küresel kapitalizmle daha çok uyumlu olma önerisi bir tevatürdür, alternatif bir sistem önerisi değildir, kapitalist/emperyalist sistem içi bir politikadır. Emekçilerin bugüne kadar bildiği kapitalizme alternatif, sosyalist sistemdir. Bunun dışında, emperyalizmle bağı koparabilecek alternatif bir sistem henüz keşfedilmiş değildir.

Mustafa Türkeş / SOL


Kaynakça

Ağaoğlu, Ahmet, (1933) Devlet ve Fert, İstanbul.

Akçay, Ümit, (2007) Kapitalizmi Planlama ve DPT’nin Dönüşümü, İstanbul.Aydın, Özgür, (2012) “Elifbâdan Alfabeye: İki Yazı Sisteminde Yazıbirim Sesbirim Etkileşimi” ODTÜ Gelişme Dergisi, 39/1 Nisan, ss. (61-86).

Boratav, Korkut, (1982) Türkiye’de Devletçilik, 2. Baskı, Ankara.

Gülalp, Haldun, (1984) “Nationalism, Statism and the Turkish Revolution: An Early 'Dependency' Theory”, Review of Middle Eastern Studies, 4.

Gülalp, Haldun, (1987) Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Ankara.

Kadro Dergisi, Cilt 1, 2, 3, No: 1-36, (1932-1934).

Türkeş, Mustafa and Coşkun Soysal, (2022) “Turkey: A Cul De Sac in American Relations Under the Trump Presidency”, in Donald J. Trump the 45th U.S. Presidency and Beyond: International Perspectives, Edited by John Dixon and Max J. Skidmore, Westphalia Press, Washington, DC, pp. (341-372).

Türkeş, Mustafa and Tolgahan Akdan, (2018) “Stillborn Optimism in Turkey: The Trump Presidency”, in Donald J. Trump's Presidency International Perspectives, Edited by John Dixon and Max J. Skidmore, Washington, DC: Westphalia Press, pp. 271-290

Türkeş, Mustafa, (2016) “Decomposing Neo-Ottoman Hegemony, Journal of Balkan and Near Eastern Studies”, 18/3, pp. (191-216).

Türkeş, Mustafa, (1999) Ulusçu Sol Bir Akım: Kadro Hareketi (1932-1934), İmge Yayınları: Ankara.

Türkeş, Mustafa, (2012) “Giriş: Kuş Bakışı Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne Geçiş” ODTÜ Gelişme Dergisi, 39/1 Nisan, ss. (1-25)

Türkeş, Mustafa, (1998) “The Ideology of the Kadro (Cadre) Movement: A Patriotic Leftist Movement in Turkey”, Middle Eastern Studies, 34/4.

Türkeş, Mustafa, (2001) “A Patriotic Leftist Development Strategy Proposal in Turkey in the 1930s: The Case of the Kadro (Cadre) Movement, International Journal of Middle East Studies, 33.












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder