27 Mayıs 2023 Cumartesi

Türkiye’nin Afrika’da ilişkileri derinleşirken kıtada büyük değişimler geliyor mu? + Çıkar ve nefret ilişkisi temelinde gölge boksu: Seçimler arasında Türk-Alman ilişkileri (soL-Analiz)

 Türkiye’nin Afrika’da ilişkileri derinleşirken kıtada büyük değişimler geliyor mu?(ERDİ AYDOĞDU-SOL/ANALİZ)

Emperyalist hegemonyada çatlaklar büyürken Afrika’da etkisini artırmaya çalışanlardan biri Türkiye. Peki yeni nüfuz dinamiklerinin gözlendiği kıtada büyük bir değişim mi geliyor?

Türkiye, emperyalist hiyerarşideki fay hatlarının derinleşmesinden uzun zamandır yararlanmaya çalışıyor. Bu doğrultuda 1990’lı yıllarda hız kazanmaya başlayan Türkiye-Afrika ilişkileri, milenyum sonrası ivmelendi. Türkiye ile Afrika arasındaki ticaret hacmi son 20 yılda 35,4 milyar dolar artışla yaklaşık 45 milyar dolara yükseldi. Kıta’ya yapılan ihracat, Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 9,4’ünü teşkil eder hale geldi. Öte yandan, gelişen ilişkiler salt ekonomik bir boyuta sahip değil. Askeri, kültürel, siyasi boyutları da olan bütünlüklü bir yakınlaşmadan söz etmek gerekiyor. 

İslamcı ve Neo-Osmanlıcı bağlar

Müslüman nüfusun 600 milyona yakın olduğu Kıta’da Türkiye geçmişte geliştirdiği bağların önemli bir ayağını, Fethullahçıların kurmuş olduğu ve büyük kısmı Müslüman ağırlıklı Afrika ülkelerinde yahut şehirlerinde bulunan okullar oluşturuyordu. AKP hükümetinin güncel olarak geliştirdiği ilişkilerin bir kısmı bu kurumların bıraktığı mirası devraldı. Bunun yanı sıra hükümetin dini ortaklıkları öne çıkararak kimi ülkelere yaklaştığını görebiliyoruz. Bu hem o ülkelerde kalıcı olabilmeleri için önemli bir unsur oluyor, hem de AKP’nin neo-Osmanlıcı politikalarına son derece uygun. 2023’ün başında İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği (İSİPAB) 17. Konferansına katılan TBMM Başkanı Mustafa Şentop, Afrika ülkelerine Batılılar gibi üstenci bir tavırla bakmadıklarını söyledikten sonra şöyle devam etmişti: 

“Yani Batılıların yaptığı gibi gelip buralardaki hem beşeri kaynakları hem yer altı kaynakları, yer üstü zenginlikleri sömürüp alıp kendi ülkelerine götürme şeklinde bir yaklaşım bizim iş insanlarımızda da yok, Türkiye’nin böyle bir politikayı kabul edebilmesi de mümkün değil. Zaten buradaki ülkelerde yaşayan insanların önemli bir kısmıyla aynı zamanda tarihi ve kültürel bağlarımız var. Özellikle Kuzey Afrika ile dini anlamda bağlarımız var. Onun dışındaki ülkelerle de birçok anlamda kültürel bağlarımız var.”

Elbette ki Türkiye’nin inşa ettiği bağlar Müslüman ağırlıklı ülkelerle sınırlı değil. Fakat bu ülkelerde bile İslamcılıkla şekillenen bir yaklaşımın olduğunu, en azından Türkiye’nin tarihsel arka planı görünür kılmaya çalıştığını görüyoruz. Yakın zamanda Güney Afrika’yı ziyaret eden Mevlüt Çavuşoğlu, 19.yüzyılda Cape Müslüman cemaatine dini eğitim vermek için görevlendirilen Ebubekir Efendi’yi tarihsel bir ortaklık zemini olarak göstermişti. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda yalnızca yüzde 15’lik bir Müslüman oranına sahip olan Gana’daki en büyük kent merkezlerinden birinde devasa bir cami ve külliye inşaatı Türk hükümeti tarafından gerçekleştirilmişti. Yüz yıllardır Batılı, “beyaz”, Hristiyan emperyalistler tarafından sömürülen Afrika’da Türkiye’nin bir boşluk gördüğü ve hem siyasi hem de iktisadi boyutları olan bu boşluğu doldururken dini referanslardan yararlandığı çok açık. AKP böylelikle içe dönük bir yeni Osmanlı rüyasını canlı tutabildiği gibi Afrika’daki Müslüman halkın gözünde de bir nevi “makbul kolonyal” olmayı hedefliyor. 

Afrika pazarında Türk malları

DW Français’ye göre Türk hükümetinin ve ihracatçılarının Afrika’ya yönelmesinin sebeplerinden bir tanesi de rekabetçilik bakımından Türkiye’nin aktif olduğu diğer pazarlara göre daha kolay görülmesidir. Avrupa pazarında yer bulamayan birçok ürünü Afrika’da satmanın daha mümkün olduğu belirtiliyor. Örnek olarak ise mobilya sektörü veriliyor: Avrupa’ya ihraç gerçekleştiremeyen bazı Türk mobilya şirketleri Nijerya’da kısa sürede önemli hacme ulaşabilmiş. 
Türkiye’nin batısında ve kuzeyindeki pazarlar, girilmesi nispeten daha zor bir durumda zira bölgede ekonomik hacmi Türkiye’ye göre katbekat geniş olan pek çok ülke mevcut. Aynı şey doğumuzda kalan ülkeler için de kısmen geçerli ancak güneyde, Afrika’da, dekolonizasyonun sancıları hala belli düzeyde devam ediyor. Afrika’da gitgide gelişmekte olan bir orta sınıfın baş göstermesi de kıtanın ticari potansiyelini arttırıyor. Bu yazının konusu olmamakla birlikte boşalan alanlara giren esas aktörlerin Rusya ve daha çok Çin olduğunu söyleyelim. Sayılan sebeplerle Türkiye de benzer uğraştaki ülkelerden bir tanesidir. 

Fransa ve bölgedeki rolü

Resmen koloni olarak tuttuğu ülkelerin bağımsızlığını elde etmesinden sonra Fransafrika (Françafrique) adı verilen neo-kolonyal bağlar sürdürülmeye devam etti. Siyaseten bağımsız olsa bile bu ülkeler pek çok açıdan hala Fransa’ya (ve/ya diğer post-kolonyal ülkelere) bağımlı durumdaydı çünkü tüm zenginlikleri, ekonomik kaynakları yağmalanmıştı ve geri verilmedi. Ancak emperyalizmin hegemonya bunalımının tırmanması bu ülkelerin farklı nüfuz alanlarına da açık hale gelmesine yol açtı. Bilhassa Çin’in kıtada ne denli ciddi yatırımlar gerçekleştirdiği biliniyor. 

Elbette ki eski sömürgeciler, bahsi geçen durumun farkında ve yeni çözüm arayışındalar. Mart ayında bir Afrika turu gerçekleştiren Emmanuel Macron, Fransa’nın yeni Afrika vizyonunu duyurdu. “Alçakgönüllülük, ortaklık, yatırım” sözcükleri ile özetlediği vizyon uyarınca Fransafrika döneminin artık sona erdiğini, askeri üslerin olmayacağını ve bunun yerine yalnızca askeri ortaklıkların kurulacağını belirtti. Bir dizi başka ekonomik reformu sözlerine ekleyen Fransa Cumhurbaşkanı, Mali ve Orta Afrika Cumhuriyetlerinde Fransız kuvvetlerini ikame eden Rus Wagner paralı askerlerini eleştirerek onların varlığından yakın zamanda pişman olacaklarını söyledi. Tüm bunlara karşın gezi sırasında pek çok yerde kendisine karşı protestolar düzenlenen Macron’un Afrika hükümetleri ve halkları nezdinde ne kadar inandırıcı bulunduğu tartışmaya açık. 

Sadece Fransa değil, AB’ye karşı Afrika’nın tutumunu olumsuz etkileyen faktörlerden biri de devam eden Ukrayna-Rusya savaşı. Avrupa Birliği içerisindeki kaynaklara yakınlığıyla bilinen Politico’ya göre, savaş nedeniyle Ukrayna’ya aktarılan kaynak ve enerjinin Afrika’daki barış ve güvenlik çabalarına, hatta temel ihtiyaçlara ayrılandan çok daha büyük bir yer kapladığı Afrikalılar tarafından görülüyor. AB’nin samimiyeti konusunda kıtada soru işaretleri yaratıyor. Alternatif güç merkezlerinin kıtada nüfuz elde etme konusundaki avantajlarından biri de bu. Türkiye’nin durumun farkında olduğu ve mevzubahis memnuniyetsizliği kendi lehine olacak şekilde kaşımaya çalıştığı görülüyor. Son yıllarda Macron’un Türkiye ile Rusya’yı “Afrika’yı Fransa’ya karşı kışkırtmakla suçladığını”, bu ülkelerin de kolonyal geçmişinden dolayı Batı Avrupalıları itham ettiğini görmüştük. Nitekim geçtiğimiz yıl Anadolu Ajansı’nda yayınlanan isimsiz bir analiz yazısında şöyle deniyordu:

“Françafrique'nin kanlı tarihi, bugün Fransa ile Afrika devletleri arasında bir güven krizinden çok daha fazlasına neden oluyor, hegemonik bağları da zayıflatıyor. Benin Dışişleri Bakanı Aurelien Agbenonci'nin Macron'a dokunmasının ardından omuz silkmesi her şeyi daha anlamlı hale getirebilir.”

İçerideki sıkışmaya dış çözüm

Türkiye’de sermaye birikiminin ihtiyaçları nedeniyle Türkiye sermayesi yeni pazarlara ihtiyaç duyuyor. Afrika pazarı, anılan bakımdan sermayedarlara ve AKP hükümetine büyük kolaylık yaratan bir imkân sağlıyor. Pek çok yerde hükümet destekli Türk şirketleri ihaleler alıyor, orta ve uzun vadeli ekonomik yatırımlarda bulunuyor. Sözgelimi, karşılıklı yatırımları ve ticareti teşvik etmek amacıyla kurulan Türkiye Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), Afrika ülkelerinde 45 iş konseyine sahip. 

Ayrıca her yıl binlerce öğrenci Türkiye’de okumak için burs kazanıyor veya kıtanın dört bir yanına yayılmış olan Yunus Emre Enstitülerinde eğitim alıyor. Bir yandan genç nüfusundan hatırı sayılır bir toplamı düzenli olarak Avrupa ülkelerine kaptıran Türkiye, bir yandan da başarılı ve yetenekli Afrikalı gençler için cazibe merkezi haline geliyor.

Somali örneği

Türkiye’nin sınır ötesindeki en büyük askeri üssü 2017 yılında Somali’de açılan TURKSOM. Türkiye’nin Mogadişu Büyükelçiliği verilerine göre geride kalan 6 yılda TURKSOM’da 15 bin civarı asker yetiştirildi. Ayrıca Isparta’da Somali birliklerine özel komando eğitimi verilen bir birlik bulunuyor. Gel gelelim Somali’deki Türk varlığı askeri alanla sınırlı değil. Gerekli teçhizata sahip olmayan Somali hükümeti daha önce Türkiye’yi denizlerinde petrol araması için ülkeye davet etmişti. Somali devlet gelirlerinin yüzde 80’inin elde edildiği, Mogadişu’daki temel deniz ve hava limanları; Türk hükümeti tarafından işletiliyor. Yaklaşık 115 milyon insanın yaşadığı Afrika Boynuzu’nun en büyük hastane kompleksi olan Erdoğan Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Türk ve Somali Sağlık Bakanlıkları tarafından birlikte yönetiliyor. 

Verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere Somali’nin pek çok açıdan neredeyse bir Türkiye kolonisi gibi hareket ettiğini söyleyebiliriz. 2011 yılında kitlesel açlığa karşı insani yardım amacıyla ülkeye giden Türk birlikleri, geride kalan kısa süre içerisinde çok farklı ilişkiler geliştirmiş durumda. Bu yönüyle Somali, Türk nüfuzunun açık ara en gelişkin olduğu Afrika ülkesi konumunda yer alıyor. 

Büyük değişimler geliyor mu?

Afrika ülkelerinde bağımlılık ilişkilerinin özneleri değişir durumda ve kimilerine göre bahis konusu değişim, büyük bir devrim niteliğinde. Kıtada yüzlerce yıldır devasa katliamlara, zenginliklerin gaspına, geri bırakılmışlığın her bir anına imzasını atan Batılı emperyalistlerin nüfuzunun azalması elbette ki olumludur, bunu inkar edecek değiliz. Öte yandan Çin, Rusya, yahut daha küçük bir aktör olarak Türkiye “soft power” olarak niteleniyor. Soft power kavramı ile kastedilen; ekonomik, siyasi, askeri bir müdahale içermeyen ikili veya çoklu ilişkilerdir. Adı geçen ülkelerin kurduğu ilişkilerin Batılı emperyalistlerin daha önce kurmuş oldukları ile farklı bir prensipten hareket ettiğini söyleyebilir miyiz? 

Bir emperyalist ülkenin bıraktığı boşluğu bir başkasının doldurması, neticede kaydadeğer bir fark yaratmıyor çünkü tıpkı öncekiler gibi yeni aktörler de çeşitli talepler ve çıkar beklentileri ile kıtaya yöneliyor. Alternatif ilişkiler ve aktörler, olsa olsa Afrika devletleri için yeni birer manevra alanı oluşturabiliyor. Bu devletler, emperyalistler arasındaki çıkar ve nüfuz çatışmalarından kendi lehine dönemsel, küçük faydalar devşirmeyi başarabiliyor. 

Mesela Macron’un duyurduğu yeni Afrika vizyonu, bir anlamda yerini dolduran diğer aktörlere karşı Fransa’nın en azından eldekini korumaya dönük bir ön alma çabasıdır. Fakat tüm bunlara rağmen özü itibariyle aynı bağımlılık ilişkilerini sürdüren bir kalkınma modeli, yüz milyonlarca Afrikalı için herhangi bir fayda sağlamıyor. Kaynaklarına el konulmaya, siyasi egemenlikleri -kağıt üstünde öyle olmasa da- zapturapt altında tutulmaya, yeni emperyalistler Afrikalı zenginlerle iş tutarken kıtanın yoksulları sömürü çarklarında ezilmeye devam ediyor.

                                                                /././

Çıkar ve nefret ilişkisi temelinde gölge boksu: Seçimler arasında Türk-Alman ilişkileri (HALUK ARICAN-SOL/ANALİZ)

Tabak sevdiği deriyi, burjuvazi ise işine yarayan siyasetçiyi yerden yere vururmuş! Alman egemenlerinin Erdoğan’a yaklaşımı da bu temele dayanıyor.

Türkiye’de yapılan genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri birçok ülkede olduğu gibi Alman kamuoyu ve siyaset çevreleri tarafından da yakından takip ediliyor. Almanya için Türkiye, sıkı ekonomik ilişkiler, AB ile bağları, NATO üyesi olması, Ukrayna savaşındaki tutumu ve göçmenlerin AB’ye akışını engelleyen baraj ülke konumu nedeniyle önemli bir dış politika başlığı. Diğer yandan bu ülkede yaşayan Alman vatandaşlığına geçmiş veya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını koruyan 3 milyon civarında Türkiye kökenli insan, bunların Türkiye’ye de uzanan siyasi tercihleri, her iki ülkenin bu kitle üzerinde birbirleri aleyhine hegemonya kurma mücadelesi, Türkiye başlığını Alman iç siyasetinin de önemli bir konusu haline getiriyor.

Türkiye’deki seçimlerin Almanya’da değerlendirilmesi, hatta Almanya’nın seçimleri etkilemeye yönelik müdahale ettiği iddiaları (Frankfurter Rundschau) kadar, iki ülke arasında geçtiğimiz yıllarda sorun teşkil eden, kimi kriz başlıklarının 14 Mayıs seçimlerinde bir iki gün sonra, sanki tesadüfen ve olaylar birbirleriyle bağlantısızmış gibi ardı ardına kontrollü bir şekilde patla(tıl)ması da biraz daha ayrıntılı incelenmeyi hak ediyor. 

Sevilmeyen ama işe yarar adam, sevilen ama işe çok yaramayan adama karşı

Alman medyasında (özellikle de 14 Mayıs öncesi) Türkiye’deki seçimler hem AB, dolayısıyla Almanya, hem de Türkiye için “kader seçimi” (Frankfurter Rundschau) ve ‘’bu yıl Avrupa’da yapılacak en önemli seçim’’ (ZDF) olarak nitelendirilirken, CHP önderliğindeki muhalefete olan açık destek de gizlenmiyordu. 

Bir dönem Erdoğan’ı ve AKP’yi yere göğe sığdıramayan “sol”dan sağa federal parlamento üyelerinin açık veya dolaylı Erdoğan karşıtı açıklamaları, seçimler yaklaştıkça daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Söylenen, Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi halinde, Türkiye’de -kaldığı kadarıyla-  demokrasinin çok büyük bir yara alacağı ve Avrupa Birliği üyeliği perspektifinin ortadan kalkacağıydı.

Alman resmi makamları Türkiye’deki seçimlerle ilgili olarak alışa geldik ‘’demokrasi’ye vurgu yapan ve partilerle adaylar arasında taraf tutmuyor izlenimi veren açıklamalarda bulunurken, konumları gereği Almanya’nın resmi bakış açısını yansıttığından kuşku duyulmayacak bazı siyasetçilerin açıkça Kılıçdaroğlu’nu destekleyen açıklamaları, ilk bakışta çelişkili bir duruma işaret ediyor.

Türkiye’de seçimlere kısa bir süre kala Yeşillerin Eş Başkanları Ricarda Lang ve Omid Nouripour, Kılıçdaroğlu’na oy verilmesi için açıkça çağrı yaptılar. Bu açıklamanın Dışişleri Bakanı Baerbock’un (Yeşiller) bilgisi dahilinde gerçekleştirildiği açık. 

Son yirmi beş yılın sekiz yılında Alman Dışişleri Bakanlığı koltuğunda Yeşillerin oturduğunu ve bu partinin uzun bir süredir düzenin ana aktörlerinden biri olduğu dikkate alındığında, bu tür açıklamaların anlık tepkilerin sonucu olamayacağı belli oluyor. 1998’den 2005’e kadar Dışişleri Bakanı olan Fischer (Yeşiller) bu durumu çeyrek yüz yıl önce veciz bir şekilde formüle etmişti: “Yeşillerin dış politikası olmaz, Almanya’nın dış politikası olur.”

Federal Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Michael Roth (SPD) da 14 Mayıs seçim sonuçlarının Türkiye’de demokrasi ve hukuk devleti isteyenler için hayal kırıcı olduğunu açıklıyordu. Roth bir önceki Merkel’in başında olduğu hükümette, SPD adına 8 yıl boyunca Avrupa ilişkilerinden sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yapmıştı.

Sosyal demokrat SPD ve Yeşillerin üç partili koalisyon hükümetinin iki ana unsuru olduğu hatırlandığında, bu açıklamaların önemi belli oluyor. 

Seçimleri değerlendiren çoğu siyasetçinin ve Avrupa Parlamentosu adına seçimleri Türkiye’de izleyen resmi heyetin Alman siyasetçilerden oluşan üyelerinin bir ağızdan çıkmışçasına ‘’Türkiye’deki seçimler genel olarak serbest ama adil değildi’’ değerlendirmelerini de bir kenara yazmakta yarar var.

'Tavşana kaç…' veya 'Yıpratarak destek'

Peki, Türkiye’yi yakından takip eden gazetecilerin ve muhalefet partileri milletvekillerinin “Alman siyasetçilerinin, özellikle de Berlin’in Türkiye’de muhalefeti destekleyen açıklamaları Erdoğan’a yarar, onun eline muhalefete karşı kullanacağı koz verir” uyarıları niye dikkate alınmıyor?

Özellikle de son 12-13 yıldır, Erdoğan’ın Rusya ve Çin’e yönelmesini engellemek, Türkiye içinde tutulan göçmenlerle AB’ye baskı (şantaj) yapmasına mani olmak ve Almanya içindeki Türkiye kökenli ve Erdoğan destekçisi kesimde huzursuzluk yaratmama adına “alttan alan” bir siyasi dil kullanmayı tercih eden Almanya’nın tutum değiştirmesinin ve tam da seçimler sırasında Erdoğan’a bilinçli olarak açıkça koz vermesinin nedeni ne olabilir?

Bununla ilgili, bir kısmı Alman siyasi çevrelerinde de dillendirilen siyasi varsayımlarda bulunabiliriz:

  • Kılıçdaroğlu'nun cumhurbaşkanı seçilmesi zor; Meclis’te çoğunluğu kazansaydı bile, ittifakın firesiz birlik oluşturması zor olurdu.
  • Seçilirse, Kılıçdaroğlu dış politikada Erdoğan’dan çok farklı bir siyaset izle(ye)meyecek. 
  • Cumhur ittifakının yapısı gereği, Erdoğan gibi (kendi içinde) istikrarlı bir politika uygulaması zor.
  • Rusya ile ipleri ekonomik zorluklar nedeniyle kopartması çok zor.
  • Kılıçdaroğlu, Rusya ile ilişkileri bozarsa da, ekonominin gereksinimini duyduğu mali kaynakları AB’nin sağlaması çok zor. Yardımı reddetmek de kolay değil.
  • En önemlisi ise, Türkiye’nin AB’ye alınması söz konusu değil. Erdoğan iktidarda olduğu müddetçe kimsenin bunu açıkça dillendirmesi gerekmiyor. Kılıçdaroğlu kazanır ve üyelikte ısrar ederse, bunu açıkça dillendirmek, ‘’sol-liberal’’ olarak bilinen hükümetler için sorun olur. Doğu Avrupa’daki üye devletlerle olan sorunlar bile çözülemezken, Türkiye çapındaki bir ülke mevcut sorunlarıyla AB’yi felç eder.
  • Az bir farkla seçimleri kazanan iç sorunlarla ve ekonomik bir krizle boğuşacak bir Erdoğan’ın ise savrulmalarını engellemek daha kolay olur. 
  • Erdoğan atacağı adımlar her zaman öngörülemez olsa da, istekleri hep aynı: Daha fazla güç, ama her daim para.
  • Son dönemde, NATO’nun genişlemesi konusunda Rusya’yı asıl rahatsız eden Finlandiya’ya onay verdi ve Akdeniz’de ABD’nin ve AB’nin öncelikli taleplerini yerine getirdi.

Kılıçdaroğlu’nu açıkça destekleyen açıklamalar ve son bir haftadaki kriz başlıklarındaki gelişmeler bu çerçevede anlam kazanıyor. Kılıçdaroğlu’na açıkça destek verilerek, Erdoğan’ın seçilmesi kolaylaştırılıyor. Elbette herkesin kulağına bir şeyler üflenmiyor. Erdoğan karşıtlığı için zaten özel bir çaba gerekmiyor. Kılıçdaroğlu’na verilen desteğe engel olunmayarak yol veriliyor. Çeşitli dolaylı mesajlarla da, Erdoğan'ın oyun alanının daraltılmasına çalışılıyor. Olur da Kılıçdaroğlu seçilirse, o da zaten ‘’destekledikleri’’ aday.

Terbiye aracı olarak hukuk

Tabak sevdiği deriyi, burjuvazi ise işine yarayan siyasetçiyi yerden yere vururmuş! Alman egemenlerinin Erdoğan’a yaklaşımı da bu temele dayanıyor.

Almanya’da Sabah gazetesine casusluk suçlaması

Türkiye’de seçim sonuçlarının belli olmasından sadece üç gün sonra Almanya'daki iki Sabah gazetesi üst düzey yöneticisi evlerine yapılan baskınlarla kısa süreliğine gözaltına alındılar. Baskının, Alman gazetelerinin verdiği haberlerine göre polis, iki gazetecinin açıklamalarına göre ise Alman iç istihbaratı, Anayasayı Koruma Teşkilatı (VS) tarafından yapıldığı belirtilse de, kesin olan baskının VS’nin casuslukla ilgili yürüttüğü bir soruşturma sonucu gerçekleştirildiğiydi. Almanya'da resmi makamların bilgisi dahilinde ikametgah adresleri gizli tutulan Fethullah Gülen taraftarlarının adres ve kimlik bilgilerinin Sabah gazetesinde yayımlanması, kişisel bilgilerin ihlali olarak değerlendirilirken, işin arkasında MİT’in olduğu iddia ediliyor.

İlginç olan, aylardır süren soruşturmanın, Türkiye’deki seçimlerden hemen sonra ve iki gazetecinin kısa süreliğine de olsa gözaltına alınmasıyla sonuçlanması. Uzun bir süredir soruşturması süren ve -dolaylı da olsa- casusluk gibi ağır bir suçla bağlantılı bir fiilin sanıklarının sadece birkaç saat süren gözaltından sonra serbest kalmaları alışıldık bir uygulama değil. Beklendiği gibi Türk hükümeti bu baskını ‘’basın özgürlüğüne’’ karşı bir saldırı olarak değerlendirirken, Erdoğan taraftarları da ‘’Batı’ya kafa tutan Erdoğan’ın seçim başarısına karşı dış güçlerin hazımsızlığı’’ olarak değerlendiriyorlardı. 
Almanya Büyükelçisinin Dışişleri Bakanlığına çağrılmasından sonra, durumun -şimdilik- sakinleştiği görülüyor.

Deniz Yücel’e yakalama kararı

Bu olaydan bir gün sonra ise Almanya ile ilişkilerin gerildiği dönemlerin Türkiye’de gelenek haline gelen adım geldi. Alman Die Welt gazetesi yazarı Deniz Yücel’in "Cumhurbaşkanına hakaret" ve "Devleti ve yargı organlarını alenen aşağılamak" suçlarından yargılandığı davada savunmasının alınması için yakalama kararı çıkarılmasına karar verildi. Yücel Almanya’da olduğu için bu kararla ilgili bir gerilim beklenmiyor.

FinFisher casusluk yazılımları

Yücel kararından birkaç gün sonra, bu sefer Almanya’da, çoktan iflas başvurusu yapmış casusluk programları üreten FinFisher firmasının yöneticilerine Türkiye’ye muhalefeti fişlemek için uygulamaları yasa dışı olarak satma suçlamasıyla Münih savcılığınca iddianame hazırlandığı açıklandı. Münih Başsavcılığının şirket hakkında 2019 yılında soruşturma açtığı bilinirken, iddianame açıklamasının tam da Türkiye’deki seçimlerin hemen ertesine gelmesi artık şaşırtıcı olmasa gerek.

Bütün bu olayların seçimlerin hemen sonrasında bir haftalık zaman içinde gerçekleştiği dikkate alınırsa, adım atma sırasının, tabii zaman yeterse, Türkiye’ye geldiği anlaşılıyor.

İkinci tur seçim öncesi Türkiye bu tür yeni bir girişimde bulunur mu? Bunu bilmek kolay değil.

Bilinen, ülkeler arasında dostluk ilişkisi kurmanın bu düzende mümkün olmadığıdır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder