AKP’sinden CHP’sine, MHP’sinden İYİ Partisi’ne hemen her siyasi parti Yörüklerle yatıp Yörüklerle kalkıyor, dağlarda çobanlara akıl almaz cezalar yazıldığı dönemde kentlerde Yörükçülük oynanıyordu..
Son iki yıldır da Batı Anadolu’da neredeyse “Yörük Göçü Canlandırması” yapmayan il ve ilçe, kasaba neredeyse kalmadı. Hemen her yerde afişleri işyerlerine, plastik ve çakma Yörük çadırlarına, gözleme-ayran-kola temasına indirgenen alanlara asılan Oğuzların 24 boyuna sanki yeni bir boy daha ekleniyordu. Türkiye tarihinde belki de en çok sarı yağlığın üretildiği bir dönemde, boyunlarına yılın belli dönemlerinde sarı yağlık bağlayan ve daha çok kentlerde yaşayan “Sarıyağlıklı Yörükleri”, artık 25. boy olarak sahnede yerini alıyordu.
Bir üretim ve yaşam biçimi olan Yörüklük, aslında Anadolu coğrafyasında binlerce yıldır sürüp gelen konar-göçer üretim biçimini tarif eder. Daha doğrusu Cebelitarık’tan Kızıldeniz’e, İran Platosundan, Alplerin güneyine Akdeniz coğrafyasının ve Ön Asya topraklarının hemen her bölgesinde iklimin, otun, suyun ve yaşamın özetidir. Çünkü coğrafya zorunlu olarak göçebe hayvancılar için yılın her dönemi için başka seçenekler sunar ve kimi durumda hayvancılık ve yaşamak için elverişli koşullara erişmek için yüzlerce kilometre yatay ve dikey göçler yapmak gerekir.
Konar-göçerden Trans-humans'a
Türkiye’de Yörükler, İran’da Kaşkaylar, Şahsevenler ve Bahtiyariler, İtalya, Yunanistan, Fransa ve Avusturya gibi ülkelerde ise son zamanların terminolojisinde moda olan ve konar-göçer anlamında kullanılan deyimle “Trans-humans” hayvan yetiştiricileri doğanın takvimine ve ot ile suyun akışına göre oradan oraya göç edip dururlar. Avrupa Akdeniz’ini çevreleyen ülkelerin nerdeyse birçoğunda coğrafyanın koşullarının belirlediği bu zorunlu üretim ve yaşam biçimi devletler ve sivil toplum kuruluşları eliyle koruma altına alındı. Birçok ülke bu konuda ortak çalışmalar yürütüyor. Çünkü bazı kültürler halklardan çok, coğrafyanın ortak değeridir ve ancak birlikte korunduğu zaman geleceğe sağlıklı biçimde taşınabilir. Alplerden Himalayalara, Toroslar’dan Zagroslara, Karpatlardan Elbruz dağlarına binlerce yıldır varlığını sürdüren konar-göçer üretim biçimi sanıldığı gibi geri ve romantik bir pastoral yaşam değil; bilakis doğanın sunduğu olanakları en sağlıklı biçimde kullanarak varlığını sürdürürken aynı zamanda incelikli bir yaşam kültürü oluşturan insanların ortak birikimidir.
Halep ve Rakka düzlüklerinden Erciyes yaylalarına göç yolu
Bugün adı Suriye olarak anılan topraklarda, Halep, Rakka gibi bölgelerde yaşayan Türkmenler, 20. Yüzyılın başlarına kadar yazı geçirmek için Çukurova’yı ve Torosları aşarak yüzlerce kilometre uzaklıktaki, Maraş, Kayseri ve Sivas yaylalarına kadar kona göçe gidip geliyordu. 1. Paylaşım Savaşının ardından cetvelle çizilen haritalar ve oluşturulan yeni ve güdümlü devletler, üretim ve yaşam biçiminin sınırlarını da belirledi. 11. Yüzyılda Maveraünnehir’den akan kollar gibi gelip ele geçirdikleri yeni topraklarda yaşam sürmeye başlayan Suriye ve Irak Türkmenleri’nin bir kısmının kışın ılık, yazın ise kavurucu sıcakların hüküm sürdüğü bu bölgelerden Anadolu yaylalarına yönelmesi bugün de haritaların çizdiği sınırlara sığmayan bir kültürel miras bırakmıştır. Anadolu’da halen yayla sahil göçü sürdüren susuzluğa dayanıklı hecin develeri, kara kıl çadırlar, türküler ve söylenceler…
Yörük-Türkmenlerin üzerine fırkateyn yollayan Osmanlı
Özelikle 19. Yüzyılın ikinci yarısında batıdaki gelişmelerin etkisinde kalan Osmanlı idaresinin, biraz da bölgede oluşan asayiş sorununu çözmek Çukurova bölgesi ve dağlarında yaşayan Yörük-Türkmenler’in üzerine savaş gemilerini ve binlerce kişilik askeri güç yollayacak kadar ileri gitmesini haklı bulan Türk aydınları olmuştur. Mehmet Fuat, bu dönemde otoriteye karşı direnen Yörük-Türkmenlerin sesi-soluğu, ozanı olarak ortaya çıkan ve bugün halen şiirleri dillerde söylenen Dadaloğlu’nun mücadelesini, daha ileri bir yaşam için geri ve ilkel bir yaşamı savunduğu görüşünü savunur. Mehmet Fuat gibi düşünen aydınların sayısı az değildir.
Asıl geri ve ilken olan coğrafyayı doğru okuyamamaktır
Ancak yalnızca modernleşmeci bakış ve söylemin etkisiyle dışlanan, horlanan, geri ve ilkel görülen bu yaşam biçiminin bugün örneğin Fransa’nın ve İtalya’nın ünlü peynirlerinin kaynağı olduğu unutulur. Ağzını yaya yaya adını andığı İtalyan peynirlerini rendeleyerek ekranlarda makarna pişiren zevatın kendi coğrafyasında 300’ün üzerinde peynir üretildiğini, keçiden koyuna, inekten mandaya, dağdan ovaya neredeyse her kasabanın ayrı bir lezzet sunduğunu bilmemesinin temelinde bu coğrafyanın köklü üretim kültürüne yabancılaşma ve küçük görme dürtüsü yatar. Çok geç kalındığı için toplumun geneline sirayet etmiş, tedavi edilmesi gereken en önemli toplumsal hastalıklarımızdan biri budur. Çünkü asıl geri ve ilkel olan, coğrafyayı doğru okuyamamaktır. Neredeyse 12 bin yıllık bir üretim kültürünün yarattığı birikimi yok saymaktır.
Savaşta baştacı, üretimde yabancı
Selçuklulardan bugüne konar-göçer Türkmenler hep bir sorun olarak görüldü. Horasan topraklarında, 1040’da Dandanakan’da, Gazne ordusunu mağlup edinceye kadar Selçuk’un ardılları da benzer şekilde görülüyordu. Gaznelilerin, yok edilmesi ya da kontrol altında tutulması gereken bir topluluk olarak gördükleri Türkmenler çoğunlukla koyun çobanlığı yapıyor ve sırası geldiğinde savaşıyorlardı. Birlikte savaşarak ele geçirilen topraklarda kurulan devletler ve imparatorlukların yüksek bürokrasisi ise kısa sürede kurucu unsur olan bu Türkmenleri ezilmesi gereken bir unsur olarak görmeleri çok uzun sürmüyordu.
Babai isyanı, Bedreddin, Celali isyanları
Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in, devlet bürokrasisinin Oğuzların üzerine ağır vergiler yüklemesi ve adaletsiz muamele etmesi sonucu 1153’de Oğuz Türkmenleri tarafından esir edilmesi ve 2 yıl boyunca esaret altında tutulmasından yaklaşık bir asır sonra Anadolu Selçukluları döneminde 1239-40 döneminde yaşanan Babai İsyanı da benzer özellikler taşır. Osmanlı döneminde 15. Yüzyılda Şeyh Bedreddin, 16 yüzyılda Şahkulu ve Kalender Şah isyanlarıyla sonraki dönemlerde adı Celali ayaklanmaları olarak geçen Türkmen isyanlarının temelinde yine iktidar otoritesiyle toprağı işleyen, keçiyi koyunu güden, sütü ve ekmeği mayalayan, savaşta asker, barışta çiftçi olan halkın yaşadığı baskı ve haksızlıklara karşı ayağa kalkmasından kaynaklıdır. Elbette bir ülkede iç huzur bozulduğunda, halk memnuniyetsiz hale geldiğinde her zaman başka ülke ve devletlerin bundan çıkar elde etme çabaları olmuştur. Ancak bunların olması, temelde ülke içindeki haksızlığı ve zulmü haklı çıkarmaya yetmez. “Dış güçler” paranoyasını her zaman içerideki memnuniyetsizliği ve zulmü mazur göstermek için kullanan iktidarlar oldu, bugün de benzer bir yolun izleniyor oluşu; egemenlerin de, ezilenlerin de kodlarının sürekliliğinin işareti gibidir. İçerideki nimetin de külfetin de adil şekilde bölüşüldüğü hiçbir ülkede dış güçlerin etkisi olmaz. Ancak liyakatsizlik, kayırmacılık, adaletsizlik ve zulüm arttıkça halk her zaman bir kurtarıcıya ihtiyaç duyar ve bu ihtiyacın yoğunlaştığı zamanlarda her türlü etkiye açık hale gelebilir.
İktidarlar zora düştükçe 'kökler'e sarıldı
İktidarlar, başı sıkıştığında ve halkın memnuniyetsizliği arttığında ya da başarısızlıklar, ekonomik krizler, toprak ve güç kayıpları arttığında hamasete sığınırlar. Osmanlı’nın son döneminde Sultan II. Abdülhamid’in yerli ve milli söyleminin bir benzeri olacak şekilde kurucu köklere geri dönerek Söğüt’teki Ertuğrul Gazi türbesine özel bir önem verdiği görülür. Eskişehir-Bilecik bölgesinde yaşayan Karakeçili Yörükleri, her yıl Söğüt’teki Ertuğrul Gazi türbesine taşıdığı sancağı, bu kez saltanatın gölgesi altında taşırlar. İstanbul boğazını süsleyen Barok saraylarda Avrupa’daki şatafatın özentisi içinde hüküm süren Osmanlı sultanları, devlet çatırdarken birden kurucu unsuru hatırlar. II. Abdülhamid döneminde onarılan Ertuğrul Gazi türbesinin yanı başına bir karakol ve ziyaretçiler için mekân inşa edilir. Söğüt’teki buluşma bugün de çoğunlukla devletin zirvesinin de katılımıyla sürüyor.
Siyasilerin keşfettiği yayla şenlikleri kentlere taşındı
1997’de Alparslan Türkeş’in ölümünün ardından MHP’nin başına geçen Devlet Bahçeli, Söğüt dışında da bazı bölgelerde Yörük-Türkmen buluşmaları olduğunu keşfetti ve bu etkinliklerde boy göstermeye başladı. Aslında yukarıda özetlenen dağ-ova, yayla-sahil arasında sürüp gelen üretim kültürünün bir parçası olan ve genelde bahar ya da hasat sonu, yayla dönüşü yapılan şenlik, buluşma, panayır ve pazarlar Yörüklerin buluşup görüştüğü, konuşup anlaştığı resmi olmayan etkinliklerdi. 1990’ların sonlarından itibaren Antalya Korkuteli yaylalarında, Burdur’da, Isparta’da, Konya’da, Mersin ve Adana yaylalarındaki bu Yörük buluşmalarında yavaş yavaş siyasiler de boy göstermeye başladı. Partilerin genel başkanlarını, ana muhalefet liderleri ve başbakanlar izledi. Devletin televizyonunda gösterilen tarihi dizilerde çarpıtılan “ecdat” ve tarihi gerçeklik, bugünün siyasilerinin elinde bir yönetme aracı olarak benzersiz olanaklar sunuyordu.
Geçtiğimiz hafta Isparta'da yapılan bir Yörük göçü etkinliğinden bir kare...Gerçeği yok olurken sahte göçlerin dekoru olan kültür
Giderek yaylalardan kentlere inen bu buluşmalar önce şenlik, ardından da festival adını alarak giderek Batı Anadolu’daki kentlere yayılırken, etkinliklerin bağlamından koparak kasaba festivaline dönmesini tetikleyen, beraberinde yozlaşmayı da getiren bilinçsiz bir süreç başladı. En acısı da her kasabada, kentte sergilenen “Yörük göçü canlandırılması” oluyordu. Dağlarında binlerce mermer ocağı, madencilik yıkımı; ormanlarında enerji şirketlerinin yağması olan, ovaları ipotekli, toprakları zehirlenmiş, koyunu-keçisi elinden alınmış, üretim alanları yağmalanmış, tohumları yasaklanmış, yaşam alanları daraltılmış ve sıkış tepiş doluşturuldukları kentlerde ekonomik krizin kıskacında kıvranan Yörükler gerçekte yok olurken bu sahte göçlerle bir tür faşing havası yaratılıyordu. Bir üretim ve yaşam biçimi sona erdiğinde, onun canlandırılmasıyla oluşturulan kültürü dolaşıma giriyordu. Tıpkı Japonların Samurayları, Anadolu’nun Yeniçerileri, Mevlevileri gibi. Kendisi yok olan yaşam biçimi ve kültür, estetize edilerek özlem duyulan bir nesneye dönüştürülüyordu.
‘Evet, şimdi de Yörük göçünü canlandırıyoruz'
AKP’sinden CHP’sine, MHP’sinden İYİ Partisi’ne hemen her siyasi parti Yörüklerle yatıp Yörüklerle kalkıyor; dağlardaki çobanlara akıl almaz para cezaları yazıldığı bir dönemde kentlerde Yörükçülük oynanıyordu. Anadolu coğrafyası belki de hiçbir zaman bu dönemde olduğu kadar yağlık, puşi, körüklü çizme, cepken, yelek üretimi görmedi. Yırtık pırtık çul çaputla, delik deşik çarıklarla, jandarma dipçiği ile tahsildar korkusu arasında yüzlerce yıldır Torosları yayla sahil arşınlayan Yörükler, Karaman’ın, Mersin’in, Ermenek’in, Taşeli’nin yaylalarında atalarını kılıçtan geçiren Osmanlı’nın Mehteran takımının ardına düşüp, “Evet, şimdi de Yörük göçünü canlandırıyoruz” anonsları eşliğinde Traktörle devenin, Rus Motoruyla keçinin art arda sıralandığı bir karnavalın parçası oluyorlardı.
Antalya Kumluca'dan bir Yörük göçü canlandırması...‘Ben de bir Yörük çocuğuyum’ söylemi slogana dönüşünce
Yıllardır ötelenen, dışlanan, hor görülen; yüzlerce yıldır zorla iskân edilmeye çalışılan Yörükler sonunda üretim alanlarından koparılmış kentlerdeki kafeslere sokulmuştu. Artık onlar da gönülleri okşanacak, oy devşirilecek ve aidiyet bağları kurularak “ben de bir Yörük çocuğuyum, çadırda doğdum” cümleleri kuran iktidarın, siyasilerin, belediye başkanlarının ve kanaat önderlerinin arka bahçesi haline getirilecekti. Yaklaşık 10 yıl önce kentlerin kenar mahallelerine sıkışmış, birbirine tutunarak kentli olmaya çalışan daha dar bir çevrenin katılımıyla gerçekleşen bu tür etkinlikler bugün iktidarından muhalefetine bütün belediyelerin rol kapma alanına dönüştü. Son iki yıldır da Batı Anadolu’da neredeyse “Yörük Göçü Canlandırması” yapmayan il ve ilçe, kasaba neredeyse kalmadı.
Kentlerde yaşayan yeni bir boy: Sarıyağlıklı Yörükleri!
Hemen her yerde afişleri işyerlerine, plastik ve çakma Yörük çadırlarına, gözleme-ayran-kola temasına indirgenen alanlara asılan Oğuzların 24 boyuna sanki yeni bir boy daha ekleniyordu. Türkiye tarihinde belki de en çok sarı yağlığın üretildiği bir dönemde, boyunlarına yılın belli dönemlerinde sarı yağlık bağlayan ve daha çok kentlerde yaşayan ve benim benzetmemle “Sarıyağlıklı Yörükleri”, artık 25. boy olarak sahnede yerini alıyordu. Yaklaşık 900 yüz yıl önce ataları Sultan Sencer’in atının eyerini tutup 2 yıl esir ederek kötü yönetimin hesabını soran Oğuzların torunları, bugün bırakın bir Sultan’dan hesap sormayı, neredeyse adım adım kasaba siyasetçilerinin bile esareti altına girdiğini görmekten uzaktı. Görenler ise bozguncu ya da “muhalif” ilan edilerek dışlanıyordu.
Bu ilgi kuşkusuz çok güzel, yakınlarda bir belediye başkan yardımcısının da söylediği gibi, “neden kentteki Yörüklerimiz de bu göçü görmesin” motivasyonu da anlaşılabilir bir şey elbette. Ancak gerçeklikle bağı tümden kopmuş olan bir toplumu ancak bu tür avunmalarla ayakta tutmaya çalışmak bizi büyük bir yanılgıya götürüyor. Arlarında dağları-ormanları oyan, Yörüklerin yaşam alanlarını yok eden, Türkülere, destanlara konu olmuş bir coğrafyayı elbirliği ile tarumar eden Yörük ağaları ve beylerinin de olduğu bu tiyatro ancak egemenlerin işine yarıyor. Zorluğun omuzuna yüklendiği insanlar, nimetin bölüşülmesi sırasında ancak sahte göçlerle, içi boş ve yozlaştırıcı şölenlerle avutuluyorlar.
Sahi biz neyi kutluyoruz, bunlar neyin şenliği?
Bu konuda yaklaşık 15-20 yıldır yazıp çizen, televizyon programları, belgeseller yapan, gelişmeleri ve dönüşümü yakından takip eden biri olarak yerel yönetimlere ve siyasilere her zaman uyarıcı nitelikte bir tavır içinde oldum. Bu tür festivaller, şenlikler, etkinlikler elbette çok önemli ama gerçeklikle olan bağımızı asla koparmadan olduğu sürece bir kıymeti var. “Torosların yaylaları, suları, ormanları tehdit altındayken; kırmızı etin, sütün, peynirin üreticiye de tüketiciye de zulüm edercesine kötü yönetildiği bir dönemden geçerken; çobanların cezalandırılıp madencilerin önünün açıldığı bir ormancılık politikası izlenirken bu neyin şenliği?
Biz milyonlar harcayarak neyi kutluyoruz?” sorusuna sahici bir yanıt veremiyorsak; ancak sürüye yeni kurtlar dadandırmaktan başka bir işe yaramıyor demektir tüm bu yapılanlar.
Yusuf Yavuz / soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder