16 Eylül 2023 Cumartesi

Tan Sağtürk Company: DOB A.Ş. - MELİS GÖNENÇ / soL-Özel

 Saray, Tan Sağtürk’ü Devlet Opera ve Balesi (DOB) Genel Müdürü yaptı. Son seçim sonuçlarının doğrudan yansısı olan, sürpriz sayılmayacak bir atamadır.

Tan Sağtürk’ü konu alan toplam 83 sayfalık iki yazı kaleme almışcinini ciğerini anlatmış, 11 Ocak 2023 tarihini taşıyan ikincisinde, “İslamcıların siyasal ömürleri yetse, Tan Sağtürk’ü Devlet Opera ve Balesi’nin başına getirmekte bir dakika bile tereddüt etmezler” demiştik. Son seçimlerde siyasal ömürlerine kendilerinin de beklemediği parça buçuk bir ek yapılınca, milli tacir Tan Sağtürk’ü DOB’un başına geçirivermeleri hiç de sürpriz olmadı.

Ama önce tarihsel bağlam…

Laik Cumhuriyet’in yüksek sanatı

İslamcıların haşmetli bir derdi var: Laik Cumhuriyet’i bir türlü yıkamamak. Hatırı sayılır mesafe almış olsalar da, tarihsel meşrulukları elvermediği için noktayı koyamıyorlar. Oysa başarmalarının üst sıralardaki koşullarından biri, Laik Cumhuriyet ile yaşam bulan yüksek sanat kültür ve kurumlarını tahrip etmek. DOB ve DT (Devlet Tiyatroları) bunların başında geliyor. 

Önce TÜSAK (2014), ardından 2 Temmuz 2018 tarih ve 703 sayılı KHK ile kapatmayı denediler. Başaramadılar. Bu sefer, sözü edilen kurumların tarihsel meşruluğunu sağlayan laik cumhuriyet mayasını başkalaştırmaya, yani, genetik müdahaleye yöneldiler.

Nasıl mı?

Bu kurumları ayakta tutan sanatsal ve yönetsel çerçeveyi esneterek…

O çerçeve mi?

Laik Cumhuriyet, yüksek sanat kurumlarının ontolojik temelini şu ilkelere oturtmuştur: 

1) Yüksek sanat kurumları kamusal nitelik taşırlar. “Kamusal” iki anlamlıdır:

a) Kurumların bütçesi devlet tarafından sağlanır. Sanatçılar, diğer çalışanlar gibi, devlet memurlarıdır. Böylelikle, yüksek sanatların devamlılığı güvence altına alındığı gibi, farklı siyasal çıkar grupları ve mali güçlerin olası etkilerine karşı kurumsal korunma da öngörülmüştür. Yani, liberal bir yaklaşıma mesafeli durulacağına yönelik şifreleme yapılmıştır.

b) Kurumların temel görevlerinden biri, halkın düzeyli sanatsal eğitimine katkı sağlamak olarak belirlenmiştir. Kamusal eğitim işlevi, ancak piyasa/kâr sarmalının baskılandığı bir ortamda sağlıklı biçimde gerçekleştirilebilir. Bu işlev, turnelerden, farklı il ve bölgelerde yerleşik olmaya, bilet ücretlerinden, ek gelir amaçlı, yüksek sanat ile kan uyuşmazlığı taşıyan işler yapılmasının yasaklanmış olmasına kadar, geniş bir yelpazeyi oluşturur.

2) Yüksek sanat kurumları evrensel, yani, Batı sanatı icra ederler. “Batı” kavramı tarihseldir ve Rus-Sovyet kültür alanını da içerir. Yerel sanatlar ile kurulacak ilişkilerin meşru olabilmesi ise, ancak ve ancak, bu sanatların ulusal nitelik taşıyor olmaları koşuluna bağlıdır. Ulusal olan, tarihsel olarak belirlenmiştir; yerellerin toplamı değildir.

Örneğin, alaturka müzik yerel ama ulusal değildir. Halk müziği ise hem yerel, hem ulusaldır.

Öte yandan, yüksek sanat ile popüler sanat arasında çok ciddi farklar vardır; bunlar asla yan yana gelemez, geçişken olamazlar.

3) Yüksek sanat kurumları kendi bünyelerindeki sanatçılar tarafından yönetilirler. Bunun iki önemli nedeni vardır:

a) Kurumu, başta siyasal iktidar olmak üzere, olası dış etmenlere karşı olabildiğince korumak.

b) Kurumsal derinlik ve bilinci kökleştirmek.

Bunların doğal sonucu olarak da, bir yandan yasal düzlemde özerk modele yakın (bağlı kuruluş konumu ve merkezi olmayan iç yönetim), öte yandan tek adam rejimi riskine karşı denge arayışlı (anlamlı yetkilerle donatılmış yönetsel kurullar, kurum içi seçimle gelen temsilciler vb.) bir oluşum ortaya çıkmıştır.

Liberalleştirilen yüksek sanat

İşte, İslamcıların dağıtamadıkları için esnetmeye çalıştıkları çerçeve budur.

Nasıl mı yapıyorlar?

Yukarıdaki üç özelliğe su katarak. Yani, sanatsal ve yönetsel anlamda yüksek sanatı liberalleştirerek:

1) Yüksek sanat kurumlarının kamusal niteliğini rendeliyorlar. Kurum bütçelerinin hallice bir kısmının sponsor marifetiyle edinilmesi yolunda kurumlara baskı yapıyorlar. Bu ise kurumları holding sermayesine, doğal olarak da, piyasa/kâr/PR döngüsüne açık hale getiriyor. Yönetici ve sanatçılar bu sarmalın içinde giderek ticari kaygıları öne çıkan aparatlara dönüşüyorlar. Kurumların şirket mantığı ile yönetilmesi gereği kabul edildiği andan itibaren, hem başındakilerin, hem de sanatçıların “başarı” ölçütü, yeterli ölçüde tüccar zihniyeti taşıyıp taşımadıklarıyla ilişkileniyor. Tabii, kamusal olma niteliğinin tüm unsurları, eğitim işlevi dahil, birer birer yok oluyor.

İslamcılar, bu kurumların başına, kurum bellek ve bilincinden yoksun, pragmatik zihniyetli, iş dünyasından tüccar yöneticiler getirmek istiyorlar. Bu kişilerin yüksek sanat ile ilişkilerinin yeterli kalibrede olup olmadığı, İslamcıların seçim ölçütleri arasında yer almıyor.

Unutmamalı ki, İslamcılık liberalizmin siyasal varyantlarından biridir.

2) Yüksek sanatın evrensel niteliğini yozlaştırıyorlar. Laik Cumhuriyet tiyatro ve müziği “yüksek sanat” kavramına yerleştirirken, yukarıda belirttiğimiz gibi, ulusal ile evrensel arasında tarihsel bir ilişki kurmuştur. Bunun sonucu olarak da, Osmanlı artığı tuluata karşı Batı tiyatrosunu, yine Osmanlı artığı alaturka müziğe karşı çoksesli Batı müziğini benimsemiştir. “Batı” kavramının Rus/Sovyet kültür alanını da içerdiğini yeniden ve özellikle vurgulayalım. Tuluat da, alaturka da estetik olarak geri, siyasal olarak ise gerici türlerdir. Dolayısıyla, Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat”ı ile

Osmanlı’nın tuluat ve alaturkası arasında uzlaşmaz çelişki vardır. Biri ötekinin antitezidir. 

İslamcılar, Laik Cumhuriyet düşmanlığı yakıtlarını tuluat ve türevlerini rehabilite etmekte harcamayacaklardır. Onların iktidara gelmesinden çok önce, liberal Metin And, Osmanlı sahnesinin Cumhuriyet sahnesinden çok daha ilginç ve zengin olduğunu söyleyerek, sonrasında da liberal soldan bazı isimler, tuluattaki doğaçlamadan kabare formatı çıkararak, bu işlemi onların yerine yapmışlardır. İslamcılara ise bütün güçleriyle müziğe çullanmak kalmıştır. İlk evrede alaturkanın öz, yani, milli (ulusal) müziğimiz olduğu efsanesini, çoksesli müzik dünyasından bazılarına maddi, manevi çıkarlar sağlayarak yeniden dolaşıma sokturdular. Amaç, bu müzik ve arabesk tarzı türevlerini yüksek sanat ve kurumlarının doğal bileşeni yapmaktı. Çocuksu zorlamalar dışında bunun olanaklı olmadığı anlaşılınca, bu kez tarihsel bir meşruluk arayışına girdiler: Opera, bale ve senfonik müziğin Osmanlı’da köklü bir geleneği olduğu savı… İçinden geçtiğimiz süreçte, cahilane bile denemeyecek ölçüdeki bu hamşoluğu kabul ettirme peşindeler. Üçüncü sınıf bulvar komedisi; şıpın işi.

Tabii, bu arada, yüksek sanat ile popüler sanat arasındaki makası daraltıp, geçişkenliği dayatarak, Laik Cumhuriyet’in kültür-sanat anlayışını, sözde demokrat tutum adına, avamfirip söylem ve uygulamalarla torpillemiş oluyorlar.

3) Yüksek sanat kurumlarını, bir yandan merkezileştirip, tek adam yönetimlerine kilitlemek, öte yandan, kurum dışı unsurlara yönettirerek, kurumsal derinlik ve bilincin bütünüyle yok edilmesini sağlamak. Bu yolla da, tüm özerklik alanlarını ortadan kaldırmak.

İslamcıların derdine deva, sadrına şifa: Tamer Karadağlı, Tan Sağtürk

DT’nin genel müdürlük koltuğuna oturtulan Tamer Karadağlı da, DOB’unkine yerleştirilen Tan Sağtürk de tesadüfen seçilmiş isimler değildir. Bu muhteşem ikili, İslamcıların, yukarıda işaret edildiği üzere, yüksek sanat kurumlarını laik cumhuriyet mayasından arındırabilmek amacıyla yürüttükleri liberalleştirme siyasetinin ulaştığı en üst noktayı simgeliyor. 

Benzerliklerine göz atalım:

1) Her ikisi de işadamı. Yani, tüccar. Dolayısıyla, “kamu/kamusal” kavram alanı ve reflekslere uzaklar. 
Tamer Karadağlı’nın 3 Ekim 2003 tarihinde, 5 milyar lira sermaye ile kurduğu, ATK Medya Yapım, Reklamcılık, Turizm Sanayi ve Ticaret Limited adlı bir şirketi var. TV dizileri yapımcılığı, sosyal medya hizmet satışı türünden bir dizi iş yapıyor.

Tan Sağtürk, 2000 yılında kurduğu ve sonradan Tan Sağtürk Akademi adını verdiği, bale tarihimizin en büyük dans zincirine sahip şirketin patronu.

2) Her ikisinin de kamu kurumu deneyimi ya yok, ya çok sınırlı. Dahası, yüksek sanat kamu kurumları ile ilişkilerinden ağızları yandığı için, buralara antipati ile bakıyorlar.

Tamer Karadağlı lise sonrasında Ankara Devlet Konservatuarı (ADK) sınavına girer, kazanamaz. Doğramacı’nın Bilkent’ine gider. DT’de hiç çalışmaz; almazlar.

Tan Sağtürk ADK’da eğitim görür. Ancak bitirir bitirmez yurt dışına gider. 28 yaşında, 1997’de dönüp DOB’a girer. Fakat yetersiz bulunduğu için, bir yıl içinde zehir zemberek ifadelerle DOB’dan ayrılır. 21 yıl sonra, 2019’da, 50 yaşında, DOB’a Saray’ın isteği ile alınır. Bu tarihten beri DOB’da ne yaptığını bilen yok.

3) Her ikisinin de ünü, sanatlarında sivrilmiş olmanın sonucu değildir. Sanatsal anlamda sıradan olmalarının ötesinde, entelektüel bilgi ve görgü düzeyleri, yerleştirildikleri makamların gerektirdiği liyakatı asla karşılayabilecek düzeyde kabul edilemez.

Tamer Karadağlı tiyatro mezunu olmasına karşın, hemen hiç sahne deneyimi olmayan biridir. Tan Sağtürk ise birkaç basit dershane ve müzikal koreografisi yapmak dışında, devlet balesinde ne dansçı, ne koreograf, ne de bale eğitmeni olarak bir yere sahiptir.

4) Her ikisi de tanınmış, popüler figürlerdir. Ancak bu özelliklerinin yüksek sanat ile bir ilişkisi bulunmuyor; hatta tersine. Televizyon dizileri ve magazin içerikli programlardan gelen ünleri, magazin basınındaki yerleri, yüksek sanat kurumlarını yönetebilmek için gerekli olan nitelikleri bütünüyle dışlar durumdadır.

5) Her ikisi de siyasal görüş olarak liberaldir. Tabii, Türk usulü; devlet olanaklarıyla semirme. Her liberal gibi, anglo-amerikan dünyanın değerlerini kutsal kabul ediyorlar. O dünyadan uzak kalmak istemiyorlar. 

Tamer Karadağlı ilk, orta ve lisenin çok büyük bölümünü ABD’de okumuş. Ankara’da, Amerikan Kültür Merkezi’nde çalışmış. Ardından, Doğramacı’nın küçük Amerika’sına, Bilkent’e girmiş. 2007’de, Amerikalı yönetmen Jon Keeyes’in Living & Dying adlı filminde oynamış.

Tan Sağtürk 2012’de, ABD’de, Miami’de bir bale okulu satın almak için girişimde bulunuyor. Aynı yıl Londra’da da benzer bir girişimi oluyor. 2014’te, Bilgi Üniversitesi’nin sahibi olan Amerikan eğitim tekellerinden Laureate şirketiyle, bu üniversitede “Dans ve Sahne Sanatları Bölümü” kurmak için anlaşıyor.

6) Her ikisi de, her Amerikasever liberal gibi, FETÖ kulvarının gönüllülerinden.

Tamer Karadağlı’nın, 18 Ocak 2015’te, FETÖ’nün Saray ile girdiği çatışmanın en bıçkın anlarından birinde, FETÖ’nün Millet gazetesinde bir söyleşisi yayımlanır. Erdoğan’a öyle bir saydırır ki, yandaş kalemlerden Turgay Güler, iki gün sonra, 20 Ocak’ta, Akşam’da ağır bir yanıt verir; FETÖ’den ne aldığını sorar. Tamer Karadağlı paniğe kapılır; ertesi gün, 21 Ocak’ta, Turgay Güler’in, yandaş kanallardan Ülke TV’deki Sıradışı adlı programına katılır. FETÖ-Saray bilek güreşini kimin kazanacağını öngöremediği için, “giden için dövünen, gelen için övünen” düsturlu pragmatik bir kişiliğe sahip olduğu mesajını güçlü biçimde verir: “Ne tarafım, ne karşıtım”. Bu çıtkırıldım söylemle amaç hasıl olmuş, mesaj alınmıştır.

Tan Sağtürk’ün FETÖ ile flörtünün kamuoyu nezdinde görünürlük kazanması 2011’deki 9. Türkçe Olimpiyatları’yladır. Bilgi Üniversitesi’nde “Dans ve Sahne Sanatları Bölümü” kurma anlaşmasıyla doruğa ulaşır. Tıpkı Tamer Karadağlı gibi, FETÖ-Saray savaşımında kimin galip geleceğini kestiremediğinden, benzer pragmatik kişilikle, 2016 Mart’ında, Başbakan Davutoğlu’nun verdiği “Dost Meclisi Yemeği”ne katılır. “Gelen ağam, giden paşam” mesajıdır. Amaç hasıl olmuş, mesaj alınmıştır. 

7) Her ikisi de ilk başlarda Gezi destekçisidir. Sonradan vazgeçerler. Bu iki işadamının neden Gezi destekçisi olduğu, bunun FETÖ ile bir ilişkisinin bulunup bulunmadığı, bugün bile tartışılan konular arasındadır. 

8) Her ikisi de 2016 Temmuz’undan sonra artan bir hızla Saray’a yanaşacak, gereğini yaptıkları için de ödüllendirilecektir. Bu süreçte, popüler figür kimliklerine halel gelmemesi ve 2018 ile 2019 seçimlerinin göstereceği üzere, siyasal terazide muhalefetin ağırlığının giderek arttığını gördükleri için, karşı kampta, yani, laik cumhuriyetçi kesim nezdinde kendilerine Atatürk adlı bir sigorta poliçesi düzenlemeyi ihmal etmezler:

Tamer Karadağlı, 2018’de çekilen BÖRÜ adlı filmde Mustafa Kemal’i seslendirir.

Tan Sağtürk, 2019’da sahnelenen 1919-BİTMEYEN YOLCULUK’ta Mustafa Kemal’i canlandırır.

Sanırım, bu kadarı yeterli. Tan Sağtürk’ün yaşam yolculuğunu çok daha ayrıntılı biçimde, yukarıda linkleri verilen yazılarda kaleme aldık. DT bu yazının konusu olmadığı, Tamer Karadağlı da ağırlıklı olarak bir magazin figürü olduğu için, daha fazlasına gerek yok.

Tan Sağtürk: Doğrunun doğrusu

Murat Karahan İslamcılar için doğru bir seçimdi; DOB’da, sanatsal ve yönetsel açıdan heybetli bir yıkıma yol açtı. Her istediklerini yaptı. Çok yazdık, belgeledik… Bilkent civcivlerinden olduğu için, Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” kavramına uzaktı; liberal eğitimi gereği “kamusal alan” algısı düşüktü; entelektüel bilgi ve görgü düzeyi ortalamayı dahi tutturamadığından, içinde bulunduğu kurumun ve orada yapılan sanatın Laik Cumhuriyet ile ilişkisini anlamakta zorlandı; yeterince olgunlaşamamış kişiliği, megalomanisi ve kaprisleri marifetiyle, “tek adam” savrulmasını kolaylaştırdı.

Bütün bu özellikler İslamcılar için harika doğrulardı. Nitekim 5 yıl içinde Karahan DOB’u, onların arzusu yönünde, gazinoya çevirdi. Hanendeli, sazendeli bir DOB yarattı. Siyaseten ise, 10 Kasım’da yaşanan kepazelik, laik cumhuriyet değerlerine yabancılaşmanın doruk noktası oldu.

Madem öyle, İslamcılar Karahan’ı niçin değiştirdiler?

Çünkü doğrunun doğrusu vardı. Adı da Tan Sağtürk idi.

Nasıl yani?

Karahan-Sağtürk karşılaştırmasına girmeden önce, şunun altını kalınca çizelim: Aralarında, sanata bakış, “yüksek sanat” algısı, estetik beğeni düzeyi, popüler kültür, entelektüel bilgi ve görgü düzeyi gibi iliğe dokunan konularda hiçbir fark yok. Aynılar. Yani, Tan Sağtürk, Karahan’ın doğal ve mantıki devamlılığını sağlayan isim. Bir kopuştan değil, ancak tamamlama, kemale erdirme sürecinden söz edilebilir.

Dolayısıyla, İslamcıların Tan Sağtürk’ü Karahan’a tercih etmelerinin arkasında ne ideolojik, ne de siyasal bir neden var. Tercihin nedeni yalnızca pratik ve konjonktürel.

İslamcılar yüksek sanatı kabul etmezler

Şöyle:

1)İslamcılar, laik cumhuriyet yaklaşımının tersine, yüksek sanat kurumlarını, hem kurum, hem de yüksek sanat dışı unsurlarla yönetmeyi hedeflemektedirler. Nedenlerini yukarıda belirttik. Nitekim Saray, 15 Temmuz 2018 tarih ve 4 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile, DOB ve DT genel müdürlerinin kurum dışından atanabileceklerini, ayrıca, yüksek sanat ile ilişkili olma zorunluluklarının da kaldırıldığını karara bağlamıştır.  Bu adımı atarken, Laik Cumhuriyet’in “yüksek sanat” kavramına olan tarihsel düşmanlığının yanı sıra, iki dayanaktan da güç almıştır:

a) Gürer Aykal gibi sözde Atatürkçülerin, Evren-Özal-Doğramacı liberal üçgeninde elde ettikleri kişisel çıkarlar uğruna, “kurum dışı profesyonel yönetici” seçeneğinin militanlığına soyunmuş olmaları; majestelerinin muhalifi Fazıl Say gibi liberallerin ise, yine kişisel çıkarlar uğruna, “memur sanatçı” suçlamalarıyla, bu kurumları yıpratma kampanyalarından iştahla meşruluk devşirmiş olmaları.

b) 12 Eylül rejiminin, Turgut Özakman’ı DT genel müdürü yapabilmek için, 1310 sayılı DT yasasında esnetmeye giderek, genel müdür atamasında sanatçı olma zorunluluğunu kaldırırken (24 Mayıs1983, kanun no:2831. Resmi Gazete, 27 Mayıs 1983, sayı 18059, s.26), 1309 sayılı DOB yasasını da aynı kapsamda güncellemesi (24 Mayıs1983, kanun no:2832. Resmi Gazete, 27 Mayıs 1983, sayı 18059, s.26).

Ancak, sözünü ettiğimiz 1983 revizyonu, sanatçı olma zorunluluğunu kaldırırken, genel müdürün yüksek sanat alanında meşruluk taşıyan, liyakat sahibi kişi olma gereğinde herhangi bir gevşemeye gitmemiştir. Nitekim Turgut Özakman DT’ye kolayca uyum sağlayacaktır. Kurumda bulunmuş biridir. “Dışarı”dan sayılmamaktadır.

İzleyen yıllarda DOB’a da kurum dışından genel müdürler atanacak, ancak tamamı “memur sanatçı” olup, diğer çoksesli müzik kurumlarından, hatta DT’den bile gelecektir (Bozkurt Kuruç-1988). Zaten bu ülkede, opera, bale gibi yüksek sanat dallarında, yüksek sanat kurumları dışından olup da DOB’u yönetebilecek ölçüde bilgi ve deneyim sahibi birileri ne o yıllarda, ne de bugün vardır. Bırakın dışarıdan gelecekleri, diğer yüksek sanat kurumlarından gelen genel müdürler bile yer yer tartışma ve gerginliklerin konusu olmuşlardır.

Laik Cumhuriyet, yüksek sanat-okul-kurum arasında doğrusal bir ilişki kurmuştur. Sanatçı, okuldan (ADK/GEE) mezun olmalı ve yüksek sanat kurumunda (DOB/DT/CSO) görev almalıdır. Üçünü birbirine bağlayan ise kamusal niteliktir. Böylece, “sanatçı” tanımının çerçevesi kendiliğinden çizilmiş olur. Dolayısıyla, “sanatçı” denildiği zaman, yasal metinlerde ayrıca “kurum”a işaret edilmesine gerek kalmaz; Laik Cumhuriyet yüksek sanatı, aynı okul ve okullaşma temelinde tanımladığı için, bir bütün olarak değerlendirmiştir.

Daha somut olabilmek adına, ilgili yasal düzenlemelere bakalım:

14 Temmuz 1970 tarih ve 1310 sayılı DT yasasında genel müdürün niteliği:

“Genel Müdür, (… )sahne hayatında başarılarıyla tanınmış sanatkârlar arasından (…) [atanır].” (4/A md.)

Sanatçı olmak bağlayıcı koşuldur. Ayrıca kurum içinden denmesine gerek yoktur çünkü, yukarıda belirtildiği gibi, sanatçının meşruluğunu sağlayan okullaşma düzeyi ve çerçevesiyle, yüksek sanat kurumlarının hangileri olduğu zaten bellidir. 1983’te esnetilir. (Resmi Gazete, 27 Mayıs 1983):

“Genel Müdür, (…) yükseköğretim kurumlarının birinden mezun, özel veya kamu kuruluşlarında veya bunların her ikisinde en az 15 yıl hizmet görmüş; sahne hayatında başarılarıyla tanınmış sanatçılar, tiyatro yazarları, eleştirmenleri, temayüz etmiş tiyatro yönetmenleri ile üniversitelerde tiyatro sanatı dalında görev yapan öğretim elemanları arasından (…) [atanır].” (4/A md)

Genel müdürün sanatçı olma zorunluluğu kaldırılırken, yüksek sanat ile ilişkisi seyreltilmemiştir. Yazar, eleştirmen, öğretim elemanı gibi unsurların kurum dışılığa kapı araladığı ileri sürülebilir. Böyle bir yorum, dar anlamda kurum algısı ile malul sayılmalıdır. Oysa Laik Cumhuriyet’in kurum anlayışı, yüksek sanatın tamamını içerir. Yani, geniş anlamda algılanan “kurum” dur. Temel ölçüt, yüksek sanat ile ilişkinin meşru olmasıdır. Tiyatro yazarı, eleştirmen, öğretim elemanı kategorilerinin eklenmiş olması, yüksek sanat yelpazesinin işlevsel anlamda açılma zorunluluğuna işaret eder. Yüksek sanat ile ilişki kıskançlıkla korunmuştur. Nitekim Tamer Karadağlı’ya gelene kadar, kurala sıkıca uyulacaktır. Buna karşın, yine de, örneğin, kurum dışından (Şehir Tiyatroları) ama tiyatro içinden gelen genel müdür Necat Birecik’in (2014-2018) DT’ye yeterince uyum sağlayamamış olmasına dikkat çekmek gerekir. Bu da, geniş anlamdaki kurum algısının, yıllar içinde, çok doğal olarak, dar anlamlı kurum algısıyla da tahkim edilmiş olmasının sonucudur ve olumsuz sayılmamalıdır.

Aynı esnetme DOB için de söz konusudur. 

14 Temmuz 1970 tarih ve 1309 sayılı DOB yasasında genel müdürün niteliği:

“ Genel Müdür, opera, bale ve müzik alanında başarıları ile tanınmış sanatkârlar arasından (…) [atanır].”  (5.md. A bendi)

Burada da koşul, sanatçı olmaktır. 1983’te esnetilir:

“Genel Müdür,(…) yükseköğretim kurumlarının birinden mezun, özel veya kamu kuruluşlarında veya bunların her ikisinde en az 15 yıl hizmet görmüş; opera, bale, müzik alanlarından birinde başarılarıyla tanınmış sanatçılar, bu alanlarda eserler veren besteci veya yazarlar, temayüz etmiş opera veya bale yönetmenleri ile, üniversitelerde bu sanat dallarının birinde görev yapan öğretim elemanları arasından (…) [atanır].”  (5.md. A bendi)

Sanatçı olma zorunluluğu kaldırılmış, ancak, yüksek sanat alanında varlık gösterme zorunluluğundan vazgeçilmemiştir. Tan Sağtürk’e gelene kadar, kural firesiz işleyecektir.

“Kurum” kavramını doğru anlamak gerekir. Tekrarda yarar var: Laik Cumhuriyet yüksek sanatı tek bir kurum olarak algılamıştır. O nedenle, ADK/GEE, DT, DOB, CSO arasında kısa sayılamayacak bir süre yüksek geçişkenlik olmuş, yasalarının ayrı ayrı çıkması ve biçimsel olarak birbirlerinden ayrılmaları zamana yayılmıştır. Kurumların ayrışma süreçleri tamamlandıktan sonra, yine zaman içinde, dar anlamda kurumsallıkla (DOB, DT, CSO vb.), geniş anlamda kurumsallık (yüksek sanat) arasında denge arayışları artmış, farklı ölçeklerde gerilimler yaşanmıştır. DOB bu bağlamda oldukça ilginç bir örnek oluşturuyor. 

Oysa İslamcıların, 1983 değişikliğinin getirdiği esnemeyi yorumlama biçimleri epey farklı olacaktır: Mademki daha önce böyle bir esneklik getirilebilmiştir, o halde, çerçeveyi daha da genişletmek neden mümkün olmasındır? Üstelik otoriter bir yönetim (12 Eylül), yüksek sanatın kült kurumlarının yasalarını kişiler için (Turgut Özakman) değiştirilebiliyorsa, bir başka otoriter yönetim de (Saray), farklı kişiler için değiştirebilir.

12 Eylül rejimi, 1983’te, her iki genel müdürün sanatçı olmaları gerekmediğine hükmederken, Saray, 2018’de, genel müdürlerin yüksek sanat ile ilişkilerinin de kopartılabileceğine karar vermiştir; yüksek sanat ile popüler sanat arasındaki farkın kalkmasını istemektedir. Laik Cumhuriyet’in kültür temeline doğrudan saldırıdır.

İslamcılar beklemeyi bilirler

Ancak, 2018’deki seçim başarısı tartışmalı olduğundan, Saray, Laik Cumhuriyet’in bu iki kurumuna, DOB’a ve DT’ye, radikal bir saldırıyı göze alamaz; yasalaştırdığını uygulamayı daha uygun koşulların ortaya çıkacağı bir zaman dilimine erteler. DT’nin başına Mustafa Kurt’u, DOB’un başına da Murat Karahan’ı getirir. Her ikisi de kurum içindendir; her ikisi de yüksek sanat alanında fiilen çalışmaktadır. Yani, her şey biçimsel açıdan Laik Cumhuriyet’in kitabına uygundur.

Onlardan istenen, “yüksek sanat” kavramını seyreltmeleri ve yönetsel anlamda kurumları zayıflatmalarıdır. Yani, tahribat, şimdilik yalnızca içerik açısından öngörülmüştür. İkiletmezler. Ancak her iki isim de 2018 düzenlemesinin ruhuna uygun değildir; işadamı, yani tüccar nitelikleri eksiktir. Şirketleri yoktur. Dolayısıyla, işletmeci becerileri sınırlıdır. Popüler figürler değillerdir. Bu durum, popüler kültürün yüksek sanat kurumlarına doğal ve kalıcı biçimde taşınıp, geniş kamuoyu nezdinde, Saray’ın arzuladığı ölçüde kabul görmesinin önünde, göreli de olsa, engel oluşturmaktadır. Yanı sıra, yüksek sanat ile organik ilişki içindedirler. Saray bendelikleri, İslamcı projeyi koşulsuz uygulama kabulleri, onların doğru seçilmiş kişiler olduğunu göstermekle birlikte, 2018 model genel müdür, doğrunun doğrusu olmalıdır: Kurum dışı, yüksek sanat dışı, popüler ve tüccar.

2023 seçimleri, Saray için konforlu bir başarı sayılamayacak olmasına karşın, muhalif cephede yarattığı moral çöküntü nedeniyle, ona, sayısal sonuçlar ile orantılı olmayan güçlü bir psikolojik üstünlük sağlar. Beklenen an gelmiştir; 2018 düzenlemesi devreye alınabilir. Ne kurum, ne de tiyatro ile ilgisi olan 

Tamer Karadağlı DT’nin başına; ne kurum, ne de bale sanatı ile ilgisi olan Tan Sağtürk de DOB’un başına getirilir.

Tan Sağtürk: İslamcı liberalizmin Truva Atı

İyi de, Tan Sağtürk DOB’da koreograf değil mi?

Kâğıt üzerinde öyle. 

Nasıl yani?

Ayrıntılarını yazmıştık; tekrar etmeyelim. Çok kısaca:

Tan Sağtürk, bale dershanesi sahibi ve işletmecisi olarak çok başarılı bir işadamıdır. Türk balesinin gelmiş geçmiş en büyük tüccarıdır. Ne dansçı, ne koreograf, ne de eğitmen olarak, bu ülkenin bale sanatında hiçbir zaman anlamlı bir yeri olmadı. Ama bale ticaretinin ikonudur. Her işadamı gibi, attığı her adımda nasıl para kazanacağını düşünür. Dolayısıyla, yüksek sanat anlamındaki baleyle değil, para makinası bale dershaneciliği ile ilgisi vardır. 

Peki, 50 yaşında, hiçbir ciddi koreograflık deneyim ve başarısı olmayan, 21 yıl boyunca hiçbir ciddi yapıtta dans etmemiş, dans yaşamı çoktan geride kalmış, tüm ününü dizi film ve sefil magazin programlarından edinmiş biri neden DOB’a alınır?

Bu sorunun tek bir yanıtı vardır: Genel müdür yapılmak için.

Nitekim 2019’da DOB’a alındığında, devlet balesinde hemen herkes, Cumhuriyet tarihinde ilk kez yaşanan böyle tuhaf bir oldubitti karşısında hayretler içinde kalmıştı. Bu operasyonun birkaç yıl içinde onu genel müdürlük koltuğuna oturtmak için yapılmış olacağı kimsenin aklının ucundan geçmemişti; Tan Sağtürk devlet balesinde o koltuğa oturabilecek son kişiydi.

Tamam da, bunun için onu 50 yaşında, hiçbir katkısı olmayacağı halde, bir de cebine her ay para konacağı bir kuruma neden alsınlardı; pekala dışarıdan genel müdür olarak atayabilirlerdi. Yasal çerçeve uygundu. 

İki nedenle zorunluydular:

a) 2018 seçimleri İslamcılar açısından başarı sayılmazdı. O nedenle, kurum ve yüksek sanat dışı birini, Laik Cumhuriyet’in saf kan kurumlarından birinin başına getirmek, siyaseten risk anlamı taşıyordu. 2019’da, DOB’a, 1309 sayılı yasanın 8. maddesinin saçını başını yolarak “koreograf” kadrosundan çivilediler. İleride değerlendirmek üzere.

b) Tan Sağtürk adı DOB nezdinde hiçbir sanatsal çağrışım yapmıyordu; en ufak bir sanatsal otoriteye sahip değildi. DOB ile ilişkisinin sanatçılar açısından tek sempatik boyutu, onun dershanelerinde çalışarak ek gelir elde etmeleriydi. Böyle birini birdenbire genel müdür yapmak, DOB’un kurumsal sert tepkisine yol açardı. Bunun için siyasal ortam uygun değildi; o kadar uygun değildi ki, Saray, siyasetine bir de “klasik müzik açılımı” eklemek zorunda kalmıştı (18 Ocak 2019: Fazıl Say ile barışma; 10 Şubat: AKM’nin temel atma töreni; 22 Şubat: TRT’nin 9 yıl önce durdurduğu klasik müzik konserlerini yeniden yayımlama kararı; Mart başı: DOB ve CSO başta olmak üzere, süreli sözleşmeli sanatçıların özlük haklarının düzeltileceği müjdesi; 16 Mayıs: İBB başkan adayı Binali Yıldırım’ın, Yeniden Doğuş operasına gelişi; 30 Eylül: Saray’da CSO-Pekinel’ler konseri ve Pekinel’lerin Erdoğan çifti ile samimi pozları.)
Böylece, Tan Sağtürk, DOB’a Truva Atı olarak sokulup, zamanı gelince genel müdür yapılmak üzere nadasa bırakılmış oldu. 

Bir taşla üç kuş vurulacaktı: Genel müdür yapıldığında, “kurum içi sanatçı” denilerek, olası tepkiler minimize edilecek; bu bekleme süresinde, başta baleciler, birçok sanatçıya ek gelir temin edeceğinden, gönüllerin ve DOB manzarasının doğal figüratif unsuru meşruluğunu kazanıp, DOB’un aşina yüzlerinden biri olarak algılanması sağlanacak; Troya ve Göbeklitepe operalarında sahneye çıkarılıp, Saraydan Kız Kaçırma rezaletine hafif tertip kaynatılarak, “yüksek sanat” ile yoğun ilişkili biriymiş izlenimi yaratılacaktı.

Aynen öyle oldu…

İşte, bu çerçevede, Tan Sağtürk hem kurumun, hem de yüksek sanatın naylon üyesidir. Her ikisinin de dışında sayılır. Tıpkı Tamer Karadağlı gibi, “dışarıdan”dır.

10 Şubat 2019’da, AKM’nin temel atma törenine İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) müdürü bile davet edilmezken, hiçbir sıfatı olmadığı halde o davet edilir ve Karahan ile yan yana oturtulur. Henüz DOB’da bile değildir ama, halef-selef mesajı verilmiştir.

                                    AKM’nin temel atma töreninde halef-selef yan yana…

2022’de, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri arasına ilk kez “dans-bale” sıkıştırılır. Adrese teslim ödül olduğu o kadar bellidir ki, 21 Aralık akşamı yapılan törende, Tan Sağtürk’ün, Reis’inin elinden aldığı ödül kimseyi şaşırtmaz. Saray, genel müdürlük koltuğunu ona vereceğini resmen açıklamış olur.

Seçimlere birkaç ay kalmıştır…

İslamcılar dokundukları her yeri şirketleştirirler

2) İslamcılara, DOB’u bütünüyle şirketleştirecek biri gerekiyordu: DOB A.Ş. Bunun için katıksız işadamı/tüccara gereksinim vardı. DOB camiasında hiç kimse bu konuda Tan Sağtürk’ün eline su dökemeyeceğinden, o tek seçenekti. Aşırı para düşkünlüğü, “kamu yararı/hizmeti” kavramı karşılığının anlamsız bir “sıfır” olduğuna yönelik güçlü inancı, İslamcılar için deliksiz teminattı.

İyi de, bunlar Karahan’da da gani…

Fark şurada: Karahan işadamı değil. Açgözlü memur. Yalnız kendi cebini düşünüyor. Kurum umurunda değil. Oysa İslamcılar, kurumun bir bütün olarak dönüştürülüp, piyasa oyuncusu olmasını istiyorlar. Bu da ancak “şirket” zihniyetine sahip bir işadamının yapabileceği iş.

Ayrıca, Karahan’ın para tutkusu bireysel sınırlarına o derece hapsolmuştu ki, bir düzine usulsüzlük yapınca, müfettiş soruşturmalarının konusu oldu. Sonuçta, verdiği kurumsal yıkım hizmetine teşekkür nişanesi olarak hepsine göz yumuldu ve dosyalar kapatıldı ama, süte su katarak satan küçük esnaf amatörlüğünden öteye gidemeyeceği de anlaşıldı.

Tan Sağtürk, Karahan’ın tersine, cebini doldurmak ile kurumu şirketleştirmek misyonunu iç içe geçirip dengeli biçimde götürebilecek büyük tüccar kumaşına sahip olduğu için o koltuğa oturtulmuş bir işadamıdır.

3) Baleden gelen Tan Sağtürk’ün işadamlığı kalibresinde başka birinin bulunmadığı gerçeğinden bağımsız olarak, operadan değil de, baleden birini DOB’un başına geçirmenin, İslamcılar için başka avantajları da var:

a) Malum, bale, yüksek sanatlar içinde, İslamcıların “büyük şeytan” kabul ettikleri dal. İzlemesi bile günah. Oysa ülkenin siyasal topografyasının kültür-sanat alanında dayattığı gerçeklerden biri, laik cumhuriyet değerlerine aykırı radikal yönelimler arifesinde, karşı kampa gül atma/ödün verme jesti olarak baleden birini başa geçirmenin oldukça işlevsel olduğu yönünde. Kritik bir dönemde Meriç Sümen’i genel müdür yapıp(2005-2007), merkezileştirme tasarısını ona hazırlatmışlardı. Şimdi de DOB’un şirketleştirilmesi söz konusu.

b) DOB’un bale ayağı, operaya göre liberal alana daha yatkın. Devlet balesinden birçok ismin özel dershanesi/kursu var. Yıllardır işletiyorlar. Bazıları hatırı sayılır paralar kazanmış, kazanıyor. Buralarda, genelde, baledeki diğer arkadaşlarına da iş veriyorlar. Yani, balenin piyasa-ticaret ile ilişkisi, operanınkine göre çok daha derinde. Bu da, fıtratları liberal olan İslamcılar için doğal çekim alanı anlamına geliyor.

c) Balenin uzun süredir harladığı bir rüya var: Operadan ayrılıp, Devlet Balesi Genel Müdürlüğü’nü kurabilmek. Baleden biri etkili bir konuma geldiğinde, bu rüya mutlaka gerçeğe dönüştürülmek isteniyor. DOB ile ilgili ne zaman kılçıklı kararlar alınacak olsa, bu fantezi dolaşıma sokulup, DOB’un blok tepki vermesinin önüne geçilmeye çalışılıyor. Tan Sağtürk’ün baleyi operadan ayırabilecek siyasal desteğe sahip olduğu söylentisi, DOB koridorlarında dillendirilmeye başlandı bile.

İslamcı, popüler kültür militanıdır 

4) İslamcılara, popüler kültürün göbeğinde, medyatik tipler gerek. Yüksek sanat ve kurumlarını tahrip edebilmenin etkili unsurlarından biri de, bunları, bu kurumların başına getirmek. Amaç, belirtmiş olduğumuz gibi, yüksek sanatı popüler kültür bataklığına çekebilmek.

Karahan bunun için çok uğraştı: Alaturka ve türevlerini, pop müziği DOB’a bulaştırdı, saçma salak magazin programlarına çıktı, Mustafa Sandal ile klip çekti vb. Ama Tan Sağtürk’ün gölgesine bile erişemedi. Erişemezdi; ne fiziği, ne magazinel aurası yeterli. Tan Sağtürk bir TV yıldızı. Magazinin öz evladı.

5) Karahan sanatsal açıdan operaya büyük zarar verdi. İslamcıların dayattığı, kendi eğitim ve kişiliğiyle kolayca örtüşen popülerleşme mottosunu amentü yaptı. Alaturka, arabesk, pop vb. söyledi, senfoni orkestrası önünde oynadı. Fakat bale kültürüne uzak olduğu için, bale bölümü, göreli de olsa, operaya göre daha az tahrip oldu. Yıkımı sonuna kadar götürebilmek için, baleden gelen, ama yüzde yüz piyasacı bir tüccar gerekiyordu. 

Baleye, popüler kültür sefilliğini, Tan Sağtürk’ten başka hiç kimse İslamcıların öngördüğü ölçüde aşılayamazdı.
Unutmamalı ki, Tan Sağtürk baleye arabeski bulaştıran kişidir. Tam bir Orhan Gencebay hayranıdır. İlk dans klibini, 2003’te, Gencebay’ın Bir Teselli Ver’i eşliğinde çeker. Baleyi arabesk ile sentezlemekle övünür. Bu sentezi, baleyi halka indirmenin sağlam ve gerçekçi yollarından biri olarak önerir. Yıllar sonra, Karahan da, senfonik Zeki Müren dinlemenin, operayı halka indirmenin etkili yollarından biri olduğunu ileri sürecektir.

Tan Sağtürk’ün baleyi popüler kültür unsuru olarak değerlendiren son girişimi ise, İslamcıların 2020’de ısıttıkları, 2021’de kamuoyuna yansıması ardından DOB’un büyük tepkisine yol açan, “bale spordur” yaklaşımının mimar ve baş destekçilerinden olmasıdır. 

Tüccar mavi boncuk dağıtır

6) Karahan DOB’u yönetemedi. Eline yüzüne bulaştırdı. Bunun iki temel nedeni var: 

a) DOB’un en iyisi, aynı zamanda dünya çapında olduğuna yönelik çok güçlü inancı, kurumsal yönetimin iki temel ilkesinden uzaklaşmasına yol açtı: İç dengeleri gözetmek ve ekip oluşturmak. Kendini herkes ve her şeyin üzerinde konumlandırdığı için, avurt-zavurtla yönetmeyi meşru saydı. Sonunda yalnızlaştı, etrafında kimse kalmadı. Kurumda sevilmeyen, itici bir genel müdür rolüne oturdu. İslamcıların DOB’a yönelik kurumsal hedefleri dikkate alındığında, böyle biriyle yola devam etmeleri çok amatörce olurdu.

b) Ergen kişiliği ve aşırı benmerkezciliği, kendi dışında olan ile iletişim kanallarını tıkadı. Bu durum, basın, yüksek sanat ve bürokrasi çevreleri ile ilişkilerini olumsuz etkiledi. Zamanla, yalnız DOB için değil, diğerleri için de sorun olmaya başladı. Oysa İslamcıların bu evrede, genel müdür olarak, tam tersi bir kişiliğe gereksinimleri vardı.

Tan Sağtürk’ün Karahan’a göre en önemli avantajı, sanatsal olarak sıradan biri oluşudur. Para kazanmak dışında hiçbir iddiası olamaz. Bu da yüksek sanat kurumlarının yönetimde sık yaşanan gerginlikleri yatıştırıcı önemli bir etmendir.

Tamam da, böyle biri sahnenin ağır toplarına sözünü nasıl geçirecek? Zorunlu olarak, etrafına vasatlardan bir duvar örüp, kendini koruma refleksi geliştirmez mi?

Olağan biri için evet. Ancak burada onu sıra dışı yapan bir özellik ortaya çıkıyor: Tüccarlık. Yüzlerce kişilik şirketini yıllardır başarıyla yönetmesinin ona kazandırdığı nitelikler var: Hizmet satışının ilk koşulu olan güçlü iletişim; para kazanabilmenin temel koşulu olan, sorunları kişiselleştirmeden, pragmatik zihniyetle çözebilme; kazancı maksimalize edebilmek için, dengeleri gözeten, gerginlikleri birebir ilişki ile aşmaya yönelen, herkese mavi boncuk politikası.

Bunların üzerine, kurumda çalışanlara ek gelir temin etme havucunu ve medyatik ünün sağladığı meşruluğu da koyduğunuzda,  Tan Sağtürk’ün DOB’da, Karahan cehenneminden sonra, en azından ilk başlarda tam bir huzur ve akışkan iletişim ortamı yaratacağını öngörmek için dâhi olmaya gerek yok.

İslamcıların, ameliyat öncesi anestezi gereksinimini bundan daha iyi ne karşılayabilir ki?

Tüccar kıkırdak omurgalıdır

7) DOB, Laik Cumhuriyet’in en arı kurumlarından biri. Buranın başındaki kişinin, doğal olarak, laik cumhuriyetçi/ilerici kamuoyunda oturaklı bir imaja sahip olması gerekir. Karahan’ınki yarım, yırtık bile değildi. Hiç yoktu. Bu yönde çaba harcamasını sağlayacak en sıradan kültürel yakıta bile sahip değildi. Çok geç uyanıp, panik içinde devreye aldığı Tosca/Zeliha Berksoy dopinginin hiçbir içtenlik taşımadığı çok çabuk anlaşıldı. Son 10 Kasım faciası ise tek kelime ile tüy dikti. Cumhuriyet’in 100. yılında, İslamcılara çok daha esnek, karşı kamptan da meyve toplayabilecek biri gerekiyordu. 

Tan Sağtürk’ün bu elbiseyi Karahan’a göre kat be kat daha iyi taşıyabileceği tartışmasızdır. 

Nasıl mı?

FETÖ’ye göz süzerken, Türkân Saylan’ı övmeyi ihmal etmez; Gezi’ye katıldı diye, şirketinde çalışan, Nur ve Ergüder Yoldaş’ın oğulları Devrim Yoldaş’a yol verirken, Gezi’yi övmekten geri durmaz; Mustafa Kemal’in “vatan haini” olarak lanetlediği Vahdettin’in “ihya” edildiği temsile çıkar ama, Mustafa Kemal’i de iliklerine kadar yaşadığını söyler; Saray ile yoldaşlığının en aynalı döneminde, bir yolunu bulup, TELE1’e çıkmayı ihmal etmez vb. 

Tam bir tüccardır.

İşte bu tacir esnekliği, İslamcılar için, onun laik cumhuriyetçi/ilerici kamuoyuna kendini pazarlayabilmesinin altyapısını oluşturuyor. Nitekim ilk deneme Cumhuriyet gazetesinde yapıldı. Aşağıda söz edeceğiz.

Arabeske oynayan kazanır

8) Orhan Gencebay, yaşamının hiçbir döneminde, İslamcı iktidar yıllarında olduğu kadar saygı görmedi, etkin konuma getirilmedi. “Yoz müzikçi” kompleksini aşabilmenin en önemli koşulu olarak, bestelerinin senfonik düzenlemesinin yapılmasını gördü. Bu nedenle, çoksesli müzik dünyasından gelecek sinyallere hep duyarlı oldu. 2003’te, baleden gelen Tan Sağtürk’ün, Bir Teselli Ver ile dans etmesine çok sevindi; onu hiç unutmadı.

                                    Ödülün de koltuğun da anahtarı Berhudar Orhan’da…

Saray, 2015’te, Gencebay’a müzik dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verdi, ardından da, 2018’de, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu’na alıp, ülkenin en büyük müzik otoritesi ilan etti.
Karahan, Berhudar Orhan’ın bu yükselişini önemsemedi ve onunla arasını iyi tutmak için gerekeni yapmadı. Ayrıntıları bizde kalsın. Oysa durum Tan Sağtürk için tam tersiydi. Övgülerden kolyeler dizdi, danslar etti. Gün geldi, Saray’da sözü altın değerinde kabul edilen arabeskin baronu, Tan Sağtürk’ün önce Cumhurbaşkanlığı ödülünü, ardından da DOB genel müdürlüğü koltuğunu almasında gereken ağırlığı koydu.

Peki, hepsini anladık da, Tan Sağtürk’ün genel müdürlüğüne çoktan karar verildiği halde, neden Tamer Karadağlı ile aynı anda atanmadı? 2018’de, DT ve DOB genel müdürleri aynı gün atanmışlardı.

Tan Sağtürk üzerinden çoklu operasyon

İslamcıların tiyatro ve DT ile olan ilişkilerindeki gerilim düzeyi, opera-bale ve DOB ile olanınkinden daha düşüktür. Nedenine yukarıda kabaca işaret ettik. Son derece önemli bir konu; ayrı bir yazı gerektiriyor. Üstelik Türkiye solunun sanatsal yolculuğunu da yakından ilgilendiriyor. Bu bağlamda, İslamcıların DT’ye verebilecekleri zarar, en fazla, kalite düşüklüğü olur. Ontolojik temellere yönelik kapsamlı planları olduğunu düşünmek çok gerçekçi sayılmaz. Nitekim Tamer Karadağlı’ya kurum içinden gelen tepkilerin sınırlı olduğu görüldü. En hafif deyimle, “ilginç” olarak adlandırılabilecek bir örnek verelim: DT’nin muhalif olarak tanınan dramaturglarından Eren Aysan, Cumhuriyet’in köşe yazarlarından. DT bünyesinde olup da, muhalif basında, haftalık, düzenli yazan tek kişi. Tamer Karadağlı’nın atanmasından bu yana 5 yazısı yayımlandı. Tek bir sözcükle olsun dokunmadı.

Durum DOB için farklı; İslamcıların esas hedefi. Opera-bale-çoksesli müzik ile hesaplarını göremediler. Ontolojik temelleri tartışmaya açıp, radikal müdahaleler yapmak, öteden beri gizli ajandalarının ilk sayfalarında. Karahan ile epey yol aldılar. Alaturka/arabeski buraya yamamak için çoksesli müzik dünyasından paralı askerler de buldular ama, ortaya çıkan ürünler yalnız yetenek sorunlarıyla yırtık değildi, ağır entelektüel görgüsüzlükle de maluldü. Neyse… Ciddi bir müzik kültürüne sahip hiç kimse, bu tür abullabut işlere girmez. Olmayacağını bilir. Çünkü şaraba su katılmaz. 

Eyvallah da, bunun Tan Sağtürk’ün atanmasındaki gecikmeyle ne ilgisi var?

Sıralayalım:

1) Tan Sağtürk, şimdiye dek DOB’un başına gelmiş en düşük karatlı genel müdürdür. Kurumda da, ilerici kamuoyunda da, popülerliğinin magazinel bir tüccar figürü olmanın ötesinde ağırlığı ve anlamı yok. Böyle biriyle yıkım projesini tamamlamaya kalkışmak akıl kârı olmaz. DOB gibi bir kurumda, planlanmış olan yıkımın kabullenilebilmesi için, öncelikle genel müdürün sanatsal otorite ve saygınlığının tartışma dışı olması gerekir. Tan Sağtürk ile kıyaslanmayacak sanatsal konumuna karşın, Karahan’a yıkım yönünde attırılan ciddi adımların ne kadar sert tepkiyle karşılandığı belleklerde henüz tazeliğini yitirmiş değil. Kısacası, yıkımın yalın ayak fedaisi Tan Sağtürk’ün bu adımları sonuçlandırabileceğini ummak saflık olur. Lakin, İslamcıların DOB’u şirketleştirebilmek için onun kalibresinde başka bir işadamı bulabileceklerini ummak ise daha büyük saflık olur.

Peki, denklem nasıl çözülecek?

Basit bir PR operasyonuyla. Muhalif basın organlarının en oturaklı olanında, Tan Sağtürk’ün imajını düzeltecek bir haber yaptırarak.

Cumhuriyet gazetesi şaşırtıyor, üzüyor

O basın organının Cumhuriyet gazetesi olması, herkesi hem şaşırtmış, hem de üzmüştür. Gerçi uzunca bir süredir Cumhuriyet’in kültür-sanat bölümünde, hadi şimdilik çoksesli müzik yazı ve haberleri ile sınırlayalım, neoliberal damarlar çok görünür halde: Müthiş bir holdingseverlik, suya sabuna dokunmaktan kaçınma, sipariş kokan övgü arsızlığı vb. Bu zincire, sipariş bir Tan Sağtürk haberinin eklenmiş olması tesadüf sayılmamalı. Ama çok üzücü; temel gazetecilik ilkeleri bile çiğnenerek... Neyse, habere gelelim:

24 Ağustos’ta, Öznur Oğraş Çolak imzalı, iki paragraflık bir haber yayımlanıyor: “Devlet Opera ve Balesi yeni genel müdürünü arıyor!”. Haber metninde, Tan Sağtürk ismi, eski genel müdürler Muhsin Ertuğrul, Cüneyt Gökçer, Aydın Gün, Gürer Aykal, Rengim Gökmen, Meriç Sümen’inkiyle yan yana konularak, böyle bir atama olasılığının, Tamer Karadağlı’nınkinin aksine, sanatçılar arasında sevinç yarattığı ifade ediliyor. Üstelik Tan Sağtürk’ün genel müdürlük teklifi aldığı ve “değerlendirme sürecinde” olduğu kendi ağzından doğrulatılıyor.

Böylece, Tan Sağtürk’ün sanatsal ağırlık ve meşruluğu tescil edilmiş oluyor. Aynı anda, o koltuğa çok da hevesli olmadığı, Saray’a bazı koşullar öne sürebilecek konumda, başı dik olduğu izlenimi köpürtülüyor.

Öngörülebileceği üzere, haber, dakikasında her yere yayılıyor. İşlev tamamlanıyor. Cumhuriyet, Saray’ın oyununa geliyor; Tan Sağtürk’e, genel müdür atanması öncesinde laik cumhuriyetçi/ilerici kesimin sözcüsü sıfatıyla “temiz kağıdı” veriyor. Yani, boynuna ilerici, sol muskası asılıyor.

Atamadaki gecikmenin ilk nedeni, işte bu “temiz kağıdı”nın hazırlanma, laik cumhuriyetçi/ilerici kamuoyunda sindirilme zorunluluğu.

Yeni sezon vodvili: İslamcı Batuhan İslamcı Hacı’ya karşı

2) İkinci neden, bu kez yandaşlar arasında tezgâhlanan koftiden bir tartışmanın biraz sürdürülme gereği. Tam bir mizansen… 

Şeriatçı Yeni Akit yazarlarından, şimdilerde TV100’de boy gösteren Hacı Yakışıklı adlı gazeteci, tesadüf bu ya, tam da DOB genel müdürlüğüne yapılacak atama sürecinde, durup dururken, 21 Ağustos’ta, “Devlet Opera ve Balesi mi olur?” başlıklı bir yazı kaleme alıyor. Kuran kursları, İmamoğlu, TOGG gibi konuların arasına, başlık ile orantısız denebilecek iki paragraf sıkıştırıyor:

Ben “Bale" isimli etkinliği sevmiyorum. “Çocuklarınızı baleye göndermeyin” diyebilirim, gidilmemesini tavsiye edebilirim. Ama ötesine geçemem; gidenlere “hakaret” edemem, onları “ilkel, çağdışı” diye yaftalayamam!

Yalnız ben “Devlet Opera ve Balesi" diye bir şeyin olmasına karşı çıkarım. Bizim kültürümüzde olmayan bir şeyi koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti niye sahipleniyor? Göktürkler’de bale mi vardı? Balçiçek Hatun, Gökçe Kız, Bilge Kağan, Kültigin bale mi yapıyordu?

DOB’a karşı olduğunu söylüyor ama, hedefine nedense yalnızca baleyi koyuyor. Operadan hiç söz etmiyor. “Göktürkler’de opera mı vardı?” demiyor. O kadar damacana usulü ki, Selçuklular ve Osmanlıları atlayarak, doğrudan “Göktürkler’de bale mi vardı?” derken, iki seçenek önünde olduğunuzu hemen anlıyorsunuz: Ya stand up mizahında geyik yapıyor, ya da kültür düzeyi ancak müsamere sahnesinde yer bulabilecek birine pas atıyor ki, yanıt versin.

Doğrusu ikinci seçenek…

Defalarca yazdık; İslamcıların tarihsel değil, yalnızca siyasal meşrulukları vardır. O da seçim sandığı ile sınırlıdır. Bu ikisi arasındaki makas açık olunca, iktidar olsanız bile, tarihsel meşruluk taşıyan kültür ve kurumları ortadan kaldıramazsınız. Önce TÜSAK, ardından 2018-703 sayılı KHK ile DOB’u kapatmaya kalktılar. Olamayacağını anlayınca, en azından Laik Cumhuriyet ile organik ilişkisini seyrelterek, o mayayı başkalaştırmaya yöneldiler. 

Peki, nasıl yapıyorlar?

Opera ve balenin Osmanlı’da derin kökleri olduğunu, Laik Cumhuriyet’in mirasa konduğunu ileri sürerek.

Saçmalama! Bunu iddia edebilecek aklı başında biri çıkmaz ki!

Aklı başında olması gerekmiyor. Siyaseten gereğini yapması gerekiyor.

Gargarayı gurgurayı bırak. Bir tane isim söyle!

Tamam; Batuhan Mumcu…

O da kim?

Bakan yardımcısı. Eskiden özel kalemiydi. Rabbimin bu necip millete lütfu. Maaşallah, bir de becerikli; nasıl hızlı para sayabiliyor bir bilsen! Hani şu bilmem kaç yerden maaşlı olduğu Meclis kürsülerine taşınan, Karahan ile kazan kazan düsturlu güzel işler yaptığı söylenen, kulislerdeki şom ağızlara göre, otelci bakandan etkilenip Antalya’da bir otel sahibi olan, 2022 Ağustos’unda, “İstanbul Borsası’nda son yılların en büyük vurgunu” olarak başlıklara taşınan, kendisi ve eşinin de bağlantılı olduğu savlı bazı şirketlerin spekülatif işlemler yaparak milyonlar kazandığı haberine dakikasında yayın yasağı getirten delikanlı… Bonusu da var: Dizi film oyuncusu.

Meğer Rabbimin bize cömertçe mükâfat buyurduğu bu kıymetimiz, vukuflu ve deruni bir kültür delikanlısıymış da. Hem de yüksek sanatlar alanında. Hacı Bayram Veli Üniversitesi’nden… Zaten bakan yardımcısı yapılıp, yüksek sanat kurumlarının ona bağlanmış olmasının esas nedeni bu olsa gerek.

Kafa mı yapıyorsun?!

Billahi değil!

Aynı gün, İslamcı Hacı Yakışıklı kardeşimize, İslamcı Batuhan delikanlı öyle güzel bir yanıt verdi ki, hepimizi irfani ve vicdani özeleştirilere gark etti. 

Batuhan delikanlı Hacı kardeşimize, “köklü bir opera ve bale geleneğine” sahip olduğumuzu, bu geleneğin Osmanlı’dan, ta 1524’ten geldiğini söylüyor. Opera, bale Laik Cumhuriyet’in başımıza musallat ettiği şeyler olmadığına, Osmanlı meşruluğu taşıdıklarına göre, İslamcı iktidarın bu “Kıymetli kurumlarımızla sanat ve sanatçıları desteklemeye devam edeceği”ni muştuluyor. Hacı Bey, sanat evrenseldir ve devlet sanatı destekler” demeyi de ihmal etmiyor.

Böylece, Laik Cumhuriyet ile Osmanlı’yı barıştırıyor. Hem de yüksek sanat alanında. Ancak bu koşulla opera-balenin “evrensel” kabul edilebileceğini ve devletçe desteklenebileceğini belirtmiş oluyor.

İki gün sonra, 23 Ağustos’ta, yandaş Hürriyet’te, Osmanlı’daki 400 yıllık opera-bale geleneğini 10 maddede, harika biçimde gözler önüne seriyor. Gerçekten kültürlü bir delikanlı. 10 maddeden birini olduğu gibi verelim de, kültür düzeyi ile ilgili abartılı bir saptamada bulunmadığımızı anlayın:

İstanbul’da ilk olarak 19. yüzyılda İtalyan oyuncular tarafından sahneye konmuş olan operalar, zamanın Türk aydınlarını etkilemiştir. Nitekim ünlü bir şair olan Abdülhak Hamid’in babası Hekimbaşızade Hayrullah Efendi, opera temsillerinin etkisi altında, İtalyan operalarını izlerken, tarihi bir konuyu opera librettosuna dönüştürmek istemiş, kaleme aldığı eserin birçok yerine ‘arya’ yerini tutacak geleneksel saray müziğinin bir formu olan gazelleri koymuştur.

Anladınız mı?

Arya yerine gazel… O zaman müzik nasıl olacak? Ya enstrümanlar?

Alaturka ile senfonik olan halvet olacak, sorun çözülecek; yerli ve milli opera.

Bunların hiçbiri şaşırtmıyor. Bildik ayak kokulu İslamcı fanteziler…

Ama bir şey gerçekten şaşırtıyor:

Cumhuriyet gazetesi, Batuhan delikanlının Hacı kardeşimize yanıtını olduğu gibi verirken, Hacı Yakışıklı’ya, “yandaş gazeteci” sıfatını uygun görüyor. Peki, ya Batuhan delikanlıya? “Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı”. Haber öyle bir yazılmış ki, tamamı okunduğunda, Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat kültür ve kurumlarının yılmaz bekçisi Batuhan kardeşimizin, yandaş Hacı’nın ağzının payını bir güzel verdiği düşüncesinden başka bir değerlendirmeye evrilmenizin olanağı bulunmuyor

Umalım ki, bu haberin bu biçimde kaleme alınmış olması yalnızca dikkatsizlik eseri olsun…

Ardından, bu tartışmaya birçok düz ve buruşuk yandaş kalem de katılıyor. Ortak kanıları, Batuhan kardeşimizin işaret ettiği yönde: Osmanlı’da köklü bir opera-bale geleneği vardı.

İşte, yeni dönemde, İslamcı siyasetin DOB’un temsil ettiği sanata bakışının ilanı anlamına gelen bu gerçek dışı, saray soytarılığından öte anlamı olmayan çıkarsamanın, laik cumhuriyetçi/ilerici kamuoyuna sempatik biçimde duyurulması ve kabul görmesi için, gerekli zaman ve mizansen açısından, atamanın biraz geciktirilmesi zorunlu görülmüştür.

Batuhan delikanlıya kültür esvabı

3)Üçüncü neden, Batuhan delikanlıya “kültür insanı” imajının giydirilmesi ve bu niteliğiyle meşrulaştırılıp, yüksek sanat kurumlarının yönetiminde ağırlıklı, belirleyici bir konuma oturtulmasıdır.

Malum, delikanlının bu konudaki sicili hiç parlak değil; 2020 başında DOB ve DT’den atılan sanatçılar için, “uyuşturucu satıcısı, çocuk tacizcisi, terörist” şüphesi taşıma olasılıklarının bulunduğunu söylediğinde, yüksek sanat çevreleri ve ilgili kamuoyunda büyük tepki görmüştü. Kültürden çok, para konuları ile gündeme gelen bir isim olduğundan, acele bir imaj değişikliği gerekmekteydi. Bakan yardımcısı olmuş, yüksek kültür kurumları ona bağlanmış. Mademki opera-bale “kültür” kasmanın en kestirme yolu, Hacı-Batuhan maçı mizanseniyle, delikanlıya fiyakalı bir esvap dikilebilir.

Bu yapılırken, çok daha önemli bir hazırlık gözden kaçırılmamalı: DOB genel müdürünü naylondan kesip, kurumun asıl yönetimini delikanlının tekeline terk etmek. Böylece, DOB’un kültürel olduğu kadar, kurumsal kimliğini de bütünüyle yıkıma uğratmak. Tan Sağtürk her yönüyle naylon genel müdür rolüne rahatlıkla oturabilecek biri. Tek düşüncesi daha çok para kazanmak. Zaten Saray’ın 15 Temmuz 2018 tarih ve 4 numaralı kararnamesinde ilk ipucu verilmişti. İlgili kararnamenin 129/1.md’sinde,

Devlet Tiyatroları bir Genel Müdür tarafından yönetilir

denirken, 328.md’sinde, DOB’un bir genel müdür tarafından yönetileceğine dair ifade yer almıyor. 

Hepsini topladığınızda, DOB’un, İslamcı ajandanın o uğursuz planının ana hedefi olduğunu gözden kaçırmanıza olanak yok. 

Batuhan delikanlının kültürel nitelikleriyle ilgili bir örnek daha vererek tamamlayalım. CSO da kendisine bağlı. Laik Cumhuriyet’in Osmanlı’dan 400 yıllık bale geleneği devraldığını ileri süren, arya yerine gazel kullanımı seçeneğini köklü opera geleneğimizin göstergelerinden sayan bu milli kıymetimiz, köklü senfonik geleneğimize yaslanan çok anlamlı bir öneride bulunuyor: CSO’nun arabeskçi İbrahim Erkal ve benzerlerine albüm yapması.

Bakın:

Sonuç

Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir DOB genel müdürü, işadamı/tüccar niteliğiyle o koltuğa oturtuluyor. Bir başka ilk daha var: Bakan, bakan yardımcısı, DOB genel müdürü… Üçü de işadamı/tüccar. Opera-baleden sorumlu ilk üç isim… Bakan, yardımcısı ve genel müdürü birbirlerine bağlayan halkalardan biri de turizm. 

                                             Tan&Batuhan: Her zaman kazan kazan…

DOB Genel Müdürü, Akademi’si bünyesinde “Kültür ve sanat turları” adıyla yurt dışına turlar düzenliyor.

Bitmedi; hem bakan yardımcısı, hem de DOB genel müdürü TV dizisi oyuncusu…

Yorum yapmaya gerek var mı?

Tüccarın kutsal kitabında yazar: “Kabı olmayanın kazancı olmaz.

Artık kutsal kap DOB’dur. 

Herkes yolunu bulacak… 

DOB Genel Müdürü Tan Sağtürk’ün “Tan Sağtürk Akademi” zinciri müşteri akınına uğrayacak; DOB’a girmek isteyen herkesin, Tan Sağtürk Akademi’nin saygın ve sevilen, yani, Genel Müdür’e güzel para kazandıran müşterilerinden olma ölçütü Allah’ın emri hükmünde telakki edilecek.

Güler Sabancı’yla bile dans etmiş olan Genel Müdür, sponsor bulma konusunda da, kurum içindekileri kendi Akademi zincirinde çalıştırmakta da cennetler vaat edecek. 

Kendi dershanelerinin etkinlikleri için AKM’yi rahatlıkla kullanıp, kişisel kazanç ve müşteri portföyü geliştirme olanaklarına sahip olacak. Bu konuda, AKM Sanat Yönetmeni Remzi Buharalı’nın tam desteğini görecek; Pansuman Remzi halden anlar. Hem de nasıl! Eski kulağı kesiklerdendir. Rakamları çok çabuk toplayıp çıkarabiliyor. Yıllarca holdinglerde çalıştı. Amiri konumundaki Batuhan delikanlıyla aynı dili konuşuyorlar. Verimli tesadüf!

Bakan yardımcısı delikanlı, DOB’un iplerini eline alacağından, her türlü personel, alım-satım, ihale vb. işlemleriyle yakından ilgilenecek. Derdi olan sanatçı ona koşacak. Fisebilillah hizmet anlayışı çok gelişkin olduğu için, kişisel tatmin duygusu da o derece yüksek olacak. 

Sizin anlayacağınız, Laik Cumhuriyet’in DOB’u, İslamcıların DOB A.Ş.’sine dönüşecek.

Peki, opera-bale sanatı?

Osmanlı padişahlarından biri şiir yazma hevesine kapılmış. Bir şeyler karaladıktan sonra, zamanın ünlü şairlerinden birini saraya davet edip, “Şu şiirimi oku” demiş. Şair okuduktan sonra, “Nasıl, beğendin mi?” diye sormuş. Şairin verdiği yanıt: “Padişahımız vezinsiz, kafiyesiz bir şiir yazmak istemiş; bunda da pekala muvaffak olmuş.

Heveslilerine yine de anımsatalım: DOB kolay lokma değildir. Laik Cumhuriyet’in yüksek voltajına kapılma olasılığınız, düşündüğünüzden daha yüksek olabilir. 

Şimdilik bu kadar…

MELİS GÖNENÇ / soL-Özel





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder