13 Kasım 2023 Pazartesi

CUMHURİYET KÖŞEBAŞI-(Can Atalay’ı kurtaracak masal+Çin’in inisiyatifinde uluslararası konferans+Bu kriz farklı!)

 

Can Atalay’ı kurtaracak masal (Barış Terkoğlu-Cumhuriyet)

Adı tanıdık. Ezop diye biliniyor. Muhtemelen eski Yunan’da bir köleydi. Hayvanların konuştuğu insani masallar anlattı. Ezop’un “Sen anladın onu” dili, despotik rejimlerde sansür delici etki yarattı.

Bugün de Ezop’un masallarını ben miras alayım...

Bazen bana “Barış olmasan kim olmak istersin” diye soruyorlar. Yanıt veriyorum: Abdullah Çetinkaya olmak isterim. Herkes “Kim o?” diyor.

Aslında hemşerim, Urfalı. Urfa’nın yerel haberlerini açıyorum, ondan “işadamı” diye bahsediyor. Özgeçmişinde önce imam hatip sonra inşaat mühendisliğinden mezun olduğu yazsa da 1991 yılında Diyanet’te göreve başladığı anlatılıyor. Geçen yıl emekli olana kadar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda çalıştığı söyleniyor. Molla Mustafa Çetinkaya’nın oğlu olarak kendisini “şeyh çocuğu” olarak tanıtıyor. Menzil’in sofileriyle yakın görünüyor.

Siyasi görüşü önce AKP’li gibi şekillendi. Hatta Bursa’da AKP’den aday adayı oldu. Ancak değişen siyasi dengelerle siyasete MHP’de devam etti. Yakın olduğu MHP Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Özyavuz’un çabalarıyla, 2019 seçimlerinde, Çetinkaya’ya Urfa belediye adaylığı götürüldüğü haberlerde yer aldı. İttifak nedeniyle olmadı.

Sadede geleyim...

Aynı anda hem bürokrat hem işadamı, hem eski vaiz hem MHP’li Abdullah Çetinkaya garip bir şekilde kimi yargı üyelerine çok yakın bir isim. Bana inanmayın, adını arama motoruna yazın, oğlunun düğünü için “Yargı camiası bu düğünde buluştu” haberi çıkıyor. Haberden aynen alıntılayayım:

“Düğün merasimine Şanlıurfa Valisi Salih Ayhan’ın yanı sıra eski HSYK üyesi ve Yargıtay üyesi Ramazan Kaya, Yargıtay üyesi Fuzuli Aydoğdu, Yargıtay üyesi Celal Albay, Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcısı Cuma Çoban, Başsavcı Vekili Mesuthan Özdemir, Sivas Cumhuriyet Başsavcısı Hasan Uğurlu, Kahta Cumhuriyet Başsavcısı Nurullah Şahin, İstanbul, Ankara, İzmir, Manavgat, Ergani, Adana, Mersin, Gaziantep cumhuriyet savcıları, Yargıtay tetkik hâkimleri, Yargıtay cumhuriyet savcıları...”

Adeta adalet zirvesi gibi değil mi!

YARGI ÜYELERİYLE İÇ İÇE

Gelelim neden Çetinkaya’nın yerinde olmak istediğime...

Hayır lüks arabasını kıskandığımdan değil. Şöyle anlatayım, Abdullah Çetinkaya’nın Ankara Balgat Cevizlidere’de bir ofisi var. Hemen gidip bakmayın, öyle tabelası filan yok. Zaten bulup kapıyı çalsanız da randevunuz yoksa, referansla gitmiyorsanız kimse sizi içeri almaz.

Peki içeri kim giriyor diyeceksiniz?

Hemen sosyal medya hesabını açıp bakıyorum. Valiler, milletvekilleri, bakanlık müfettişleri, bürokratları geçiyorum... Çetinkaya, yargının kritik isimlerinin buluşma mekânı olmuş gibi. AYM üyelerinden Adalet Bakanlığı bürokratlarına, Yargıtay mensuplarından başsavcılara, HSK’nin kritik isimlerine kadar onun pek yakını. Öyle ki size listesini yazayım dedim, sosyal medyasındaki sayı yüzlerle ifade olunca vazgeçtim.

Kimi Yargıtay üyeleriyle tatile çıkıyor, birlikte tribünde maç izliyor. Adalet şûrası için Ankara’da toplanan savcı ve hâkimlerin arasında bile o oturuyor. HSK üyelerini makamlarında ziyaret edip yazdığına göre yargı sorunlarını konuşuyor. Hatta bir paylaşımında Çetinkaya’yı hâkimler mahkeme başkanı kürsüsüne oturtmuşlar, yanında üye olarak poz veriyorlar. Doğum günlerinde kimi yüksek yargı mensupları pastalarıyla sürpriz yapıyor. İşte bu yüzden herkes Abdullah Çetinkaya’yı yargı mensubu zannediyor.

Meşhur ofisinin önünde durup izledim. Bir lüks araba gelip öbürü gidiyordu. Bir yargı mensubu inip öbürü biniyordu. Son yedi yılın fotoğraflarını tek tek inceledim. Abdullah Çetinkaya’nın giydiği kıyafetler, bindiği arabalar, gezdiği yerler günden güne güzelleşmişti. Oğlunu TRT’de yönetici yapmış. Petrol istasyonları açarak büyümüş. Yargı mensuplarına verdiği hediyeler de daha hoş olmuştu.

YARGI İŞLERİNİ O ÇÖZER

Çetinkaya’nın Ankara’da konuşulan bir ünü oluşmuş. “Yargıda hele Yargıtay’da bir işiniz varsa Abdullah Çetinkaya çözer” diyorlar. Hayır, dosyanızı götürmeseniz de olur. Zaten okusa da hukukçu olmadığı için anlamaz. Numarasını verseniz o dosyanızı bulur, derdinize derman olur diyorlar.

İşte Abdullah Çetinkaya’nın yerinde bu yüzden olmak isterdim. “Yanlış yaptın Can Atalay, AYM’ye değil bana gelmeliydin” derdim. Sonra AYM’nin yapamadığını yapar, dosyasını şipşak diye çözerdim. Böylece devleti krize sokan yargı çatışması da hiç çıkmamış olurdu. Ülkeye de bir faydam dokunurdu. Allah da yardım eden kullarını sever onun hayatını kolaylaştırır ya, kader beni daha zengin, gönlümü daha bol yapardı. Ben de ülkeye faydalı olan yargı mensubu dostlarıma hediyeler alır, onları tatile götürürdüm.

İşte ne ben Abdullah Çetinkaya’yım ne de Can Atalay bana gelecek biri. O yüzden bir süre daha Ezop masallarıyla avunmaya devam edeceğiz. Şu adalet sarayları da içinde adalet varmış gibi çalışmaya devam edecek.

Çocuklara anlatır geçeriz. Oysa masallar bize hayatın gerçekleri kadar çok şey öğretmez mi...                                   /././

Çin’in inisiyatifinde uluslararası konferans (Mehmet Ali Güller-Cumhuriyet)

Riyad’da Arap Ligi ile İslam İşbirliği Teşkilatı’nın birlikte toplanarak 31 maddelik ortak bildiri açıklaması, kimi eksiklerine rağmen olumludur, değerlidir.

Dahası “iki devletli çözüm”cülük Kahire’den sonra Riyad’da daha da genişlemiş ve asıl çözüm adresi olan “uluslararası konferans”ın aşamasını oluşturmuştur.

İSRAİL’E AMBARGO EKSİKLİĞİ

Eksiklikle başlayalım. Arap-İslam ülkeleri, 4. madde ile İsrail’e silah ve mühimmat ihracatının derhal durdurulmasını istedi. İsrail’in silah ve mühimmatının yüzde 80’ini ABD, kalan yüzde 20’sini de Almanya, Fransa ve İngiltere sağlıyor.

Haliyle dört Batı ülkesine “silah ambargosu” çağrısı yapan Arap-İslam ülkelerinin kendilerinin hangi ambargoyu uygulayacağı önem kazanıyor. Ancak 31 madde arasında ne yazık ki ambargo yok.

Oysa zirve sırasında 10 maddelik çözüm taslağı açıklayan İran Cumhurbaşkanı Reisi, Arap-İslam ülkelerinin İsrail’le siyasi ve ekonomik ilişkileri kesmesini, enerji alanında ticari ambargo uygulanmasını ve halkların İsrail mallarına boykot çabalarının desteklenmesini önermişti.

‘TEK TEMSİLCİ FKÖ’ MESAJI

Ortak bildirinin 27. maddesi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Filistin halkının tek meşru temsilcisi olduğunu vurguluyor ve tüm Filistinli grupların FKÖ çatısı altında toplanmasını istiyor.

28. maddede Gazze’nin Doğu Kudüs dahil Batı Şeria’dan ayrılmasını içeren tüm önerilerin reddedildiği belirtiliyor.

Ayrıca 15. maddede ister Gazze ve Batı Şeria içinde ister dışında olsun, her türlü yer değiştirme, yerinden etme ve sürgün kırmızı çizgi ilan ediliyor.

Bu maddelerle, Hamas faktörü üzerinden İsrail’e destek veren Batılı ülkelerin elindeki dayanak alınmaya çalışılıyor. Gazze ile Batı Şeria ayrılığının İsrail’e sağladığı avantaj ortadan kaldırılmak isteniyor. Böylece bir süredir “Gazze’yi kim nasıl yönetecek” sorusu üzerinden Batı’nın ürettiği çözüm modelleri reddedilerek “tek Filistin” kararlılığı ilan ediliyor.

KONFERANSIN AĞIRLIK MERKEZİ ÇİN

Arap-İsrail zirvesi ortak bildirisinin 29. maddesinde ise işgalin sona erdirilmesini ve iki devletli çözümün uygulanmasını sağlamak üzere uluslararası barış konferansının toplanması çağırısı yapılıyor. İşte asıl önemli konu budur.

Tamam, ABD ve İsrail, etrafında bir düzine tam destekçiyle yalnızlaşmış durumda. Tamam, Avrupa kamuoyunun ardından Avrupa hükümetleri de sıra sıra İsrail işgaline karşı konumlanmaya başladı. Tamam, ABD ile İsrail arasında çelişkiler artmaya başladı. Tamam, dünyanın büyük çoğunluğu Filistin’i destekliyor. Ancak yine de bu sorunun çözümü için mutlaka ABD çözüme mecbur edilmeli. Bunun yolu ise uluslararası bir konferans, konferansın ağırlık merkezi de Çin’dir. (Çin, çözüm için bir süredir uluslararası konferans çağrısı yapıyor zaten.)

Arap-İslam ülkeleri ancak Çin’in ağırlık koymasıyla ABD’yi çözüme mecbur edebilir; Çin ancak arkasında geniş bir cephe oluştuğunda ABD’yi çözüme mecbur edecek ağırlığı sağlayabilir.

İşte Riyad’daki Arap-İslam ülkeleri konferansı, asıl bu karşılıklı etkiyi sağlayacak sürecin aşaması olması nedeniyle değerlidir.

İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜME YAKLAŞIRKEN

75 yıllık bu sorunun tek çözümü, iki devletli çözümdür. 7 Ekim, iki devletli çözüm destekçiliğinin yükselmesinin önünü açtı ve mevcut statünün artık devam edemeyeceğini ortaya koydu. Yani artık ya iki devlet ya iki devlet!

75 yıllık sorunun çözümüne hemen yarın ulaşmak mümkün değil elbette ama 75 yılda ilk kez çözüme bu kadar yaklaşılmış durumda. İnşa olmakta olan çok kutuplu dünya şartlarının bunda payı büyük. Küresel Güney bu sorunu çözerken uluslararası ilişkileri de yeniden biçimlendirmede yol almış olacak...

                                                           /././

Bu kriz farklı! (Ergin Yıldızoğlu-Cumhuriyet)

Anayasa Mahkemesi’nin kararını, Yargıtay kabul etmedi, hatta Anayasa Mahkemesi’nin kimi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Yandaş basın, bu üyeleri hem FETÖ hem de PKK ile özdeşleştirerek hedef gösterdi. Anayasanın 153. maddesindeki “Anayasa kararları kesindir” ve “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar” ifadelerine karşın cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi’nin sürekli hata yaptığını, sistemin gereken hızda işleyemediğini, bu nedenle yeni bir anayasanın gerektiğini savundu. “Taraf değil hakemiz” iddiası Cumhurbaşkanlığı’nı AYM ve Yargıtay’dan daha yüksek bir yere koydu. Böylece anayasanın tüm yasaların üstündeki özel konumu reddedilmiş oldu. 

Ana muhalefet partisi CHP’nin yeni başkanının, “Erdoğan liderliğinde anayasal rejimin ortadan kaldırılması ve bir kalkışmayla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor” sözleriyle betimlediği derin bir “siyasi kriz” patlak verdi. 

PEKİ SORUN NE?

Can Atalay tutuklu kalması neden bu kadar önemli? Bu “siyasi krize” yol açan gerçek sorun ne? Cumhurbaşkanı ve “iktidar” (Saray), var olan başkanlık sistemi içinde, ne yapmak istiyorlar da yapamıyorlar? Onları nelerin engellediğini düşünüyorlar? Herhalde Can Atalay’ın değil...

Aklıma, ilk önce yerel ve genel seçimler geliyor. Gezi olayından bu yana içine hile-hurda-şaibe karışmamış tek bir genel seçim, bir Cumhurbaşkanlığı seçimi, bir halkoylaması yaşanamadı. Belli ki bu rejim için, yasama organı ve üyelerini belirleme süreci olağan yoldan aşılamayan çok önemli bir engeldir. İkinci büyük engeli de yürütmenin ve yargının bir anayasaya tabi olma zorunluluğu oluşturuyor. Bu iki alan, parlamenter sistemin (yargının, yasamanın, siyasi partilerin) yaşama alanıdır. Öyleyse talep edilen yeni anayasa bu engelleri, cumhurbaşkanını ve iktidarı “yeni bir zeminde” yetkilendirerek çözmeyi amaçlıyor. Bu “yeni zeminin”, hemen tüm olası özelliklerini “Hitlerin hukukçusu” Carl Schmitt’in Egemen ve Anayasa (hukuk düzeni) ilişkisi üzerine teorilerinde bulabiliyoruz.

TARİHTEN BİR YAPRAK...

Schmitt, Politische Theologie, Die Diktatur başlıklı çalışmalarında, devletin “nihai kararın tekeli” olduğunu söyler; egemenliğin özünü de “karar tekeli” olarak tanımlar. Tüm yasallık sistemi böylece onun, dışında ve üstünde duran bir güç tarafından, bu gücün belirleyeceği koşullara tabi kılınarak göreceleştirilir, böylece adeta keyfileştirilir. Roma’nın düzeni korumakla görevli “vekil diktatörlerinden” farklı olarak “egemen ‘diktatur’”ün işlevi, verili düzeni tamamen yok ederek bir yenisini kurmaktır.

Schmitt’e göre anayasa bir dizi hukuk normu değil, bir siyasi topluluğun biçimini, kimliğini belirleyen bir siyasi karardır. Anayasa, normal hukuk düzeninin askıya alınmasını gerektiren kriz veya acil durum hali kararını verebilen en yüksek otorite anlamına gelen egemenlik ilkesine dayanır. Egemenlik ilkesi anayasaya değil... Egemen, “istisna kararı” verme, bu karar mevcut yasalarla çelişse bile, ortak iyiliğin adına hareket etme gücüne sahip olandır. Schmitt, egemenin herhangi bir rasyonel veya ahlaki kriterle bağlı olmadığını savunur. Schmitt, egemen gücü rasyonel araçlarla sınırlamaya çalışan liberal ve demokratik devlet teorilerini, modern dünyada egemenliğin varlığını, önemini reddeden çoğulcu görüşleri eleştirir. 

Bu noktada, kendi “düşünme modelime” dönersem, ekonomik kriz derinleşir. Jeopolitik ortam hızla ısınırken “süreç olarak faşizm” içinde rejimin, yol tıkanmadan önce, son “istasyona” ulaşması büyük bir önem kazanıyor. Ancak “parlamenter” laik Cumhuriyetten geriye kalan son kırıntıların, yolda yarattığı sürtüşme süreci yavaşlatıyor. Bu da iktidarı ve liderini, Schmitt’in tanımladığı türden bir anayasa-egemenlik ilişkisi arayışına doğru itiyor.

Cumhurbaşkanı ve iktidar, son bir hamleyle, egemenin iradesinin altında, ona tabi bir anayasa ile o “sürtünme” yaratan kalıntı kırıntılardan tamamen kurtulmak istiyorlar. Bu da laik Cumhuriyeti tamamen tasfiye ederek çok partili düzene de fiilen son verme arzusu anlamına geliyor. 

Öyleyse, bu kriz, laik Cumhuriyetin son krizidir. Ondan sonra krizler çok farklı bir zemin üzerinde yaşanacaktır.

(CUMHURİYET)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder