“Deprem öldürmez bina öldürür” lafı buzdağının görünen yüzü. Son depremlerde zeminin ne kadar büyük rol oynadığını da düşünürsek bu sözü “Deprem öldürmez imar rantı öldürür” şeklinde güncellemek şart.
10 ili etkileyen depremin ardından özellikle yeni yapılmış binaların ve yeni oluşmuş mahallelerin ciddi hasar aldığı pek çok kez şaşkınlıkla ifade edildi. Benzer bir durum 2020’deki İzmir depreminde de yaşanmıştı. İzmir’in tepelerinde hiç mühendislik hizmeti almamış binalar değil, orta ve orta-üst gelirlilerin yaşadığı, eski tarla yeni mahalle yerlerde en ciddi yıkımlar yaşanmıştı. Erdoğan, 2000 sonrası yapılan yapıların tüm yıkılanlar arasında yüzde 2 olduğunu söylerken ODTÜ bunu yüzde 3 olarak ifade ediyor.1 Bunu duyunca insanın “İstatistik bir yanıltma bilimidir” diyesi geliyor. Çünkü bu yüzdeler 2000 öncesi-sonrası tartışmasında pek bir anlam ifade etmiyor. Yapılması gereken 2000 öncesi yapılmış binaların kaçta kaçının yıkıldığıyla 2000 sonrasındakileri ayrı ayrı ortaya koymaktır. Buna ek olarak, özellikle son dönemde yapılan yapıların çok katlı ve çok haneli olduğunu düşünürsek, bu binaların toplam can ve mal kaybında bu sayılardan daha fazla bir yer tuttuğunu öngörmek mümkündür.
Bu binaların hepsinde bir uygulama hatası/eksikliği ya da kolon kesme gibi usülsüzlükler var olduğunu söylemek çok iddialı ve abartı (ki eğer öyleyse vay halimize, ne yapsak ne desek anlamsız). Mimarlar Odası’nın açıklamalarında da 2000 sonrasında yapılmış ve uygulama hatası gözlenmeyen yapılarda da özellikle zemin kaynaklı ciddi yıkımlar olduğu söyleniyor. Bölgeye gerek yardım gerek gözlem amacıyla giden başka birçok mühendis ve mimardan da benzer şeyleri duyuyoruz. ODTÜ Deprem Mühendisliği Araştırma Merkezi’nin ön raporunda da belirtildiği üzere, özellikle Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman’da binaların maruz kaldığı ivmeler, yönetmeliklerde öngörüleni uzun sürelerde ve fazla fazla aşmıştır.
Buradan şuna geliyoruz, bu depremin nasıl böyle bir felakete dönüştüğünü anlamak istiyorsak binalardan önce imara bakmak gerekir. Lüks konutların olduğu mahallelerin verimli ovalardaki tarlaların imara açılmasıyla2 ve özellikle 2013 yılında tüm Türkiye’de emsal artışına yol açan yönetmeliğin sonrasında oluştuğu dikkate alınması gereken bir gerçektir. Ayrıca, kat ve lüks etiketi kaynaklı ciddi rantın ve kârın olduğu bu yerlerde müteahhitlerin “demirden betondan çalmaya” pek de tenezzül etmeyeceğini işin içinde bulunmuş kişiler bilir.
Büyük resmi oluşturan imar sürecinin arka planına bakarsak, lüks ve çok katlı konutların yükseldiği bu ovalardaki arazilerin çoğunun bu illerdeki büyük toprak sahiplerine ait olduğunu not etmemiz lazım. Bu ailelerin belediye başkanlığı, milletvekilliği, bakanlık ve benzeri etkili kademelere gelmiş evlatları, özellikle artan konut ihtiyacına ve AKP döneminde yaşanan inşaat patlamasına paralel olarak ellerindeki bu arazilerin çok katlı yapılaşmaya da izin verecek şekilde imara açılması için lobi yaptı ve sonunda da istediklerini aldı. Öyle ki daha önceden riskli bölge ilan edilmiş bölgeler bile bir cumhurbaşkanı kararnamesiyle imara açıldı. Nihayetinde şehircilik diliyle planlamadan kaynaklı bir rant artışı ortaya çıkmış oldu.
Halbuki bu kentler gerek tarım arazilerini korumak gerek depremin etkilerinden korunmak amacıyla ana kayalara ve tepelere/dağlara doğru büyümeliydi. Sonuçta burası Fransa ya da Almanya değil, bir deprem ülkesi. Hele tarımla uğraşmayan nüfusun bu ovalarda yerleşik olması net bir bilimsizlik ve plansızlık örneği. Ancak nihayetinde uzun yıllardır buralardaki imar politikası bölgede nüfuzu olanların elinde ve onlar da dağların değil ovaların sahibiydi.
Bunun en açık örneğini Hatay’da Amik Gölü üzerinden görebiliriz. Bize plan değil pilav lazım diyen Demirel zamanında göl etrafındaki toprak sahiplerinden de gelen talep doğrultusunda kurutulan göl, önce birkaç seneliğine çok ciddi bir verimle işlendi. Ancak bir süre sonra, sürpriz olmayan bir biçimde tuzlanma gibi sorunlardan dolayı toprak işlenemez hale gelince bu sefer imara açıldı. En nihayetinde ortasına bir de havaalanı konduruldu.
Bu yazının konusu, ovalara sağlam bina yapılıp yapılamayacağı değil, kentlerdeki imar süreçlerinin nasıl da bilimsellikten, kamu yararından uzak ve riskleri artırır şekilde ilerlediğidir. Ancak özellikle inşaat mühendisi meslektaşlarımızdaki “Ne isterseniz oldururuz, nereye isterseniz oraya ‘sağlam’ bina dikeriz.” yaklaşımı çok yanlıştır. Bu yaklaşım rant için aklına esen her yeri imara açanlara da isteyerek veya istemeyerek payanda olmaktadır. Ovalarda ayakta kalmış binaları gösterip de “Bakın, doğru düzgün yapılınca oluyor” demek başlangıçta bahsettiklerimizden dolayı geçersizdir.
Fay hattı üzerinde olup sismik izolatörlerle ayakta kalmış hastaneleri örnek gösterenler, istisnasız her yapıya aynı özenin gösterileceğini ve harcamanın yapılacağını hiçbir şekilde garanti edemezler. Kaldı ki her binaya bir hastane kadar mühendislik hizmeti ve para ayırmak kaynak israfı olur. Yüzyıllardır deprem dalgalarının özellikle alüvyal birikim olan ovalarda büyüdüğü gerçeği bilinirken, “Fay hattına da depreme dayanacak ev yapılır” diye söze başlamak sadece rantiyecilere kazandırır.
Bütün bunlardan dolayı, ülkedeki bilim insanlarının, mimar ve mühendislerin cevabını arayıp bulması gereken soru şudur: Hangi zeminde ve ne tür yapı tekniğiyle yapılmış yapılar depremi en az hasarla atlatabilir? Bu kadar hızlı büyüyen kentlerde, her şeye rağmen binaların insanların içinden sağ çıkmasını sağlayabilecek kadar ayakta kalabilmesi için daha kökten bir yaklaşım değişimi, imar planlaması ve yapım tekniğini arayıp bulmak şarttır.
Bu sorunun yanıtı şimdiden az çok bellidir: Sıvılaşmaya, deprem dalgalarını büyütmeye müsait, alüvyal birikim olan araziler -ki bu araziler genelde fayların takip ettiği vadiler üzerindedir- imara açılmamalıdır. Bu arazilerde özellikle betonarme karkas çok katlı yapı yapmanın riskleri net şekilde ortaya konulmalı ve “her şekilde yaparız” ısrarından vazgeçilmelidir. Ovalarda çok katlı betonarme olası mezarlar yerine deprem dalgalarını büyütmeye değil sönümlemeye daha yatkın zeminlerde proje ve uygulamada gerekli özeni göstererek yapılaşmaya gidilmesi en gerçek çözümdür. Bunun aynı zamanda bölgelerdeki iktisadi faaliyetlerle ve sosyal yaşamla uygunluk içinde planlanması, hem deprem güvenliğini hem de sürdürülebilir bir gelişmeyi beraberinde getirecektir.
Ancak yukarıdaki soruya yanıt bulmak yetmez, bunu uygulamaya müsaade edecek bir siyasal irade ve düzen gereklidir. İnşaat sektöründeki rantın; hem kamunun sektöre el atması, hem de yasal düzenleme, yönetmelikler ve planlamayla sıfırlanmasıyla bunu sağlamak mümkündür. Ekonominin, belli sektörlerde köşebaşlarını tutmuş kişileri ve grupları değil, herkesi kapsayacak şekilde ve planlı ilerlemesi de bir diğer koşuldur.
Not: Bölgeye hem arama-kurtarma hem hasar tespit için giden inşaat mühendisi dostumuz Güneş Ediz’e bizimle gözlemlerini ayrıntılı şekilde paylaştığı için teşekkür ederiz.
*Yüksek Mimar
**Yüksek İnşaat Mühendisi
- 1.ODTÜ Deprem Mühendisliği Araştırma Merkezi, 6 Şubat Depremleri Webinarı
- 2.Malatya’dan Hatay’a pek çok ilde, depremden en ciddi zararları görmüş mahalleler için “eskiden buralar hep dutluktu” vecizesini hatırlatır şekilde “buralar hep kayısı vs. bahçesiydi” denildiğine sık sık şahit olduk. Google Earth’te bir zaman yolculuğuyla tüm kentler etrafında kıraç tepelere değil de verimli düzlüklere yayılımı görmek mümkün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder