soL yazarı Cemil Fuat Hendek'in "Ailemden Portreler" dizisi kapsamında kaleme aldığı bu otobiyografik öyküsü, daha önce Üvercinka dergisinde yayımlanmıştır.
Hayriye Hanım yine Ramazan öncesi telaşlardaydı. Şurada kaç gün kalmıştı ki? Annesinden gördüğü gibi, küçücük kavanozlarda da olsa bilmem kaç çeşit reçeli kaynatmak, kileri düzenlemek, evde şöyle bir genel temizlik falan. Ahşap evin üç katı arasında yukarıdaki yatak odasından bodrumdaki mutfağa koşuşturup duruyordu. O sırada kapının çıngırağını duydu. “Hay Allah!” Hep de böyle olurdu. Ne zaman ki yukarı katta ya da aşağıdaki mutfakta elinde bir iş olur, o zaman kapı çalınırdı. O saatte kim ola ki? Sucu olamazdı. O, eşekleriyle sabahın köründe dayanırdı kapıya. Seyyar satıcılarsa çoktan geçmişlerdi sokaktan. Ali Bey’in işi de muhtarlıkta bitmezdi o saatte. Kuzinede kaynamakta olan vişne reçeli tenceresini kaldırıp, kenara koydu. Yukarı koştu.
Kapıyı açtığında bayılacak gibi oldu. Düşmemek için kapının pervazına tutundu. Biraz mahzun, dumanlı bakışlı gözleri, onlarla çelişen, her an gülümsemeye hazır kıvrılmış dudakları, kocaman cüssesiyle kocasını gördü. İki metreye yakın boyu, neredeyse kapıdan geçemeyecek genişlikte omuzlarıyla bahriye zabiti, eski Osmanlı tulumbacısı Şeker Ali Bey’di gelen. Gepegenç, neredeyse onu ilk gördüğü haline dönüşmüş olarak duruyordu karşısında. Kafasını iyice yukarı kaldırıp, bir kez daha dikkatlice baktı bu mucizeye...
* * *
Görücü usulü evlenmişti Ali Bey’le. Önce annesinin ölümü, onun yasına dayanamayarak kederinden ölüveren babasının ardından üç kardeş birdenbire öksüz ve yetim kalmışlardı. Kendisinden küçük iki erkek kardeşten büyüğü sorun değildi. O, askeri ortaokulda yatılı okuyordu. Ya eski bir Osmanlı cariyesi olan büyükanneye saraydan çeyiz olarak verilen Cibali’deki iki kanatlı ahşap köşkte odadan odaya koşup azan, ele avuca gelmez en küçük? Ev idaresi, belli ki, birbiri arkasından gelen ölümlerle dengesi bozulmuş en küçük kardeşe hem annelik, hem babalık yapmak ona düşmüştü. Komşular, tanıdıklar tabii ki onlara kol kanat gerecekti. Nitekim gün geçmeden o doğrultuda bir şeyler yapmaya girişmemiş değildiler. Ne var ki, dökme suyla değirmenin dönmeyeceği kısa zamanda anlaşılacaktı. O yaşta bir genç kızı geceleri yalnız başına bırakmak bile sorunluydu.
Aslında çözüm için uzun uzadıya düşünmek de gerekmemiş, hemen fikir birliğine varıp, “evlendirelim” demekte gecikmemişlerdi.
* * *
Hayriye Hanım Ali Bey’i bu karardan hemen birkaç gün sonra gördü. Arabuluculardan en az bir baş daha boylu, bir küçük dağ gibi kocaman, artist gibi yakışıklı dikilmişti karşısına. Damat adayının ona bakıp bakmadığı ise pek belli değildi. Sanki başka bir âlemdeydi. Tanıdıkların anlattığına göre, başından bir evlilik geçmiş, genç yaşta karısını kaybetmiş. Kederden kendini içkiye vurmuş bir dulmuş. Silah arkadaşları sonunda razı etmişler, “Seni evlendirelim, başını bağlayalım,” demişler, “Belki öylece kendini toparlarsın. Yoksa bu gidişle ordudan atılacaksın.” Hayriye Hanım’ı da, “Aslında çok mazbut, saygılı, altın kalpli bir insandır,” diye temin etmişler. Hep birlikte Ali Bey’e kefil olmuşlar. Yakışıklı, erkek güzeli bahriyeli Ali Bey’le, gençliğinden, saflığından, annesinden kalma saray terbiye ve nezaketinden başka bir şeyi olmayan, kısacık boylu, çirkin denebilecek Hayriye Hanım işte böylece evlenmişler.
* * *
Ali Bey söz verdiği gibi hemen sürekli içmeyi bıraktı. İçkiyi sadece bir kadeh rakıya indirgediği akşam sofrasıyla sınırladı. O sofrada, Hayriye Hanım’ın annesinden öğrendiği Osmanlı mutfağının nadide yemekleriyle Ali Bey’in, ada çamlıklarından “bunlar kuzu pirzolası” diyerek topladığı mantarlardan başlayarak özenle hazırladığı çeşit çeşit zeytinyağlı mezeler hiç eksik olmadı.
Evlilikleri öyle büyük bir aşkla başlamamıştı. Ama, karşılıklı saygı ve hoşgörüyle, sofraları gibi birbirlerini zenginleştirdikleri, ahengi giderek artan bir yaşam kurdular. Bir dizi ortak mutluluklar, sevinçler de yaşadılar. İlk çocuklarının, bukleli kumral güzeli kızlarının doğumu örneğin. Ardından, daha sonra bahriyeli olacak oğullarının dünyaya gelişi. Onun üsteğmen olarak Harbiye’den diploma alışı... Her terfiindeki merasimler...
Altmış beş yılı aşkın biraradalıkları boyunca, Hayriye Hanım onu yalnız bırakıp hayatından çekilene dek vazgeçmeyecekleri iki tane de ritüelleri oldu. Ali Bey’in erkenden kalkarak sobada kalmış közleri doldurduğu mangalda yavaş yavaş pişirdiği, karşılıklı höpürdeterek içtikleri bol köpüklü, az şekerli sabah kahveleri... Bir de her akşam yemeğinden sonra, cumbanın içindeki sedire yerleşip, zamanla yaprakları lime lime olan defteri birbirlerine vererek karşılıklı şarkı söylemeleri. “Biz Heybeli’de heer geceğee mehtabaaa çıkaardıık, mehtaba çıkağaardık. Sandallarımığıız neşe dolaar, zevke dalağardıığıık, zevke dalağaardıığıık...”
Yıllar içinde hiç değişmeyen bir şey daha vardı: Ali Bey’in gözlerindeki hüzünlü duman. Hüzünlü dediysek, yanlış anlaşılmasın. O her durumdan bir ironi çıkarmayı beceren, her an gülmeye ve çevresindekileri güldürmeye hazır biriydi. O haliyle en kötü durumlarda bile dengesini bozmaz, dünyaya boş verir gibi, “Bu da bir şey mi?” dercesine “Pöh!” der, elini sallar geçerdi.
Erkenden, binbaşı rütbesiyle emekli olmuştu. Ama yaşamaya devam ettikleri adanın en sevilen kişiliklerinden biri oldu. Adının başına “Şeker” lakabını taktılar. Çok uzun yıllar adaya muhtar yaptılar. O yıllarda adada olan Deniz Harp Okulu’ndaki ayrımsız tüm merasimlerde de onu şeref locasına oturtmayı ihmal etmediler.
* * *
Hayriye Hanım’ın büyülenmiş gibi baktığı adam anlamadığı bir şeyler söyledi. Uğuldayan kulaklarına yansıyan bu dili anlamıyordu ama yabancısı da değildi. Karşısında yirmi beş, otuz yıl önceki haliyle duran kocası Rumca bir şeyler söylüyordu ona. Anlamadığını görünce duraksayarak, aksanlı bir Türkçeyle tekrarladı adam: “Babami... Görmeya... Gelmizsim...”
Biraz da tedirgin, adamı içeri buyur etti. Kocasının hep kendi boyuna uygun duvara astığı ahizeli telefonun altına yerleştirdiği basamağa tırmanıp, santralı aradı. Muhtarlığa bağlanınca da vakit kaybetmeksizin, nezaketi bir yana bırakıp, karşılıklı dillerinden düşürmedikleri “lütfen”i, “sana zahmet, bana eziyet”i boş verip seslendi; “Huu, Şeker Ali Bey! Hiçbir şey sorma, hemen eve gel!”
* * *
Kötü bir şeyle karşılaşacağı kaygısıyla eve koşan Ali Bey, yıllar önce kaybettiği oğullarından birini buldu karşısında. Kırk yaşlarında, hani şu “şıp demiş, burnundan düşmüş” dedikleri derecede ona benzeyen bir oğul.
* * *
Ne kadar da sevmişti İrini’yi. Gözcü karakolu komutanı olarak tayin olduğu Marmara Adası’nda tanımıştı. “İlk bakışta” dedikleri büyük ve yakıcı bir aşkla birbirlerine bağlanmışlardı. O zamanlar subaylara yabancı kökenlilerle evlenme yasağı yoktu. Hemen evlenmiş, o görev bittikten sonra da İstanbul’a taşınmışlardı. İrini ardı ardına nur topu gibi iki oğlan doğurmuştu. Ama Ali Bey bahriyeliydi. Sonsuza dek İstanbul’da kalamazdı. Savaşlar da bitmek bilmiyordu. Nitekim, Birinci Balkan Savaşı’nda, Asar-ı Tevfik zırhlısındaki görevi bittikten kısa süre sonra, Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Yüzbaşı rütbesiyle Güverte Subayı olarak Mesudiye Zırhlısı’na binip gidecekti.
Savaş hali bu. Zırhlı battıktan sonra da, ondan kurtarılan toplarla kurulan Mesudiye Batarya’sında Çanakkale’de görev... Zafere karşın yenilgi... Ardından İstanbul’un işgali... Osmanlı Ordusu’nun terhis edilmesi... Sonunda silah arkadaşı, binbaşı Haşmet Bey ile birlikte kaçıp, Anadolu’daki harekete katılma kararı aldılar. Ama denizciydiler ya. Ele geçirdikleri bir filikayla geceleri kürek çekerek, gündüzleri saklanarak İzmit’e kadar gelebildiler. Ne yazık ki, oradan da Anadolu’ya geçmek mümkün değildi. Bütün yollar kesilmişti. İster istemez oradaki deniz birliğine gidip, tekmil verdiler. Neden sonra, Kemal’in muzaffer ordusuyla birlikte İstanbul’a dönmeleri mümkün olacaktı.
İstanbul’a dönüş sevinci anında yerini önce şaşkınlığa, ardından telaşa, en sonunda da derin bir hüzne bıraktı. Felaket tek başına gelmezmiş. Savaş ve işgal sırasında Büyük Fener Yangını’nı duymamış değillerdi. Ama çapını tam bilememiş, evlerinin de yanıp kül olacağını düşünememiş, belki düşünmek bile istememişti. Özel bir haber de gelmeyince... İşte şimdi evin yerinde yeller esiyordu. Kömürleşmiş sütunlarıyla kapkara bir hayalet gibi yükselen iskelete baka kaldı. Hemen yangının ardından gelen işgalde enkazı kaldırmaya bile yeltenen olmamıştı. Ya karısı, çocukları? Onlara bir şey olmuş muydu? Ortalıkta ne komşu kalmıştı, ne bir tanıdık. Telaşla orada oraya koştu, karakollara sordu.
Yangında tüm varını yoğunu kaybedenler bir yerlere sığınmış olmalılardı. Saray onlara yardım eli uzatmamış mıydı? Hem de bir bahriyeli ailesine. Kalbinde her an biraz daha büyüyen, artık göğsüne sığmaz halen gelen merak, korku, isyan duygularıyla köşeden bucağa, dudaktan kulağa sora sora, iz sürmeye çalıştı. Hiçbir sonuç alamadı. Fakat tam kolu kanadı kırılmış, son umut kıvılcımları da sönmüşken bir ipucu yakaladı. Soluğu Rum kilisesinde aldı. Papaz gitmişti, ama zangoç halen oradaydı. Karısını tanır mıydı acaba?
Tabii tanıyordu. Evet, yangın ertesinde bir sürü aile çoluk çocuk kiliseye sığınmışlardı. O da aralarındaydı. Oğullarına sarılarak gelişini anımsıyordu. Gidecek yerleri yoktu. Ailesi Marmara adasındaymış. Kim gidecek oralara. Ayrıca elde ne para var ne pul. “Papazımız çok iyi insandı” dedi zangoç, “Bilmem kaç yıl kaldı, yedi içti oğullarıyla birlikte kilisenin müştemilatında. Başka aileler de vardı. İrini temizliğe falan da yardım ederek borçlu kalmamaya çalıştı.”
İyi, güzel de, ya sonra? “Ha, sonra mı? Kemal’in ordusu savaşları kazanmış, Yunanlıları yenmiş. İzmir’den kaçabilen canını kurtarmış. Şimdi dönmüş, İstanbul’a doğru geliyormuş. ‘Türkler geliyor, bütün Rumları kesecekler’ diye bir dedikodu yayıldı ortalığa. Herkes başladı korkudan titremeye. Papaz da o telaşla İngilizlerle anlaşmış. Geri çekilirken, kiliseye sığınmış ne kadar ahali varsa sorgu sual etmeden zırhlıya doldurup götürdüler. Papaz da onlarla birlikte gitti. Ben direndim, gitmedim. Neme gerek? Benim vatanım aha bura. Burada doğmuşum. Babam, dedem, onun da dedesi burada doğmuş. Ama o zavallı, iki çocukla kadın başına ne yapabilirdi ki? Anlayacağın, işte böyle...”
Uzun yıllar süren hasretlikler, savaşlar, ölümler, batan gemiler... Hepsi bir yana... Elinde sıcacık bir aşkla sevdiği karısından, oğullarından tek bir iz kalmamıştı. Cüzdanında sakladığı, savaşın en çatışkılı günlerinde göğsünden çıkarıp uzun uzun seyrettiği fotoğraf da batan gemiyle Çanakkale’nin sularında yitip gitmişti. Ali Bey’in dünyası işte o gün yıkılmıştı. Hayata küsmüş, kendini içkiyle avutmaya girişmişti.
* * *
Yorgo biraz kırık bir Türkçeyle, biraz da Ali Bey’in çağırdığı Rum tanıdık yardımıyla anlatıp duruyordu. Annesi çok çabalamış geri dönmek için. Ama o yıllarda Türkiye ile Yunanistan’ın arası malum. Rumların Türkiye’ye gitmesi ne demek ola ki? Her iki ülke de tam tersini yapıyorlarmış. Türk kökenlileri Yunanistan’dan Türkiye’ye, Rumları da Türkiye’den Yunanistan’a göndermeye çalışıyor... Çalışma ne kelime, zorluyorlarmış. Küçük kardeş ne yazık ki, genç yaşta ölmüş. Annesi de maalesef, gelemeyecek kadar hastaymış. Ali Bey hem dinler, hem de büyülenmiş gibi Yorgo’nun getirdiği fotoğraftaki sevgilisine, oğullarına savaş günlerindeki gibi uzun uzun bakar, her bir ayrıntıyı tekrar tekrar dikkatle incelerken Hayriye Hanım merakını yenemedi. Uzanıp, yavaşça çekip aldı fotoğrafı elinden. Ve çok inceden, fakat hiç de gizlemeye çalışmadığı bir kıskançlıkla, “Ay, ne kadar da güzel kadınmış!” diye küçük bir çığlık atmaktan kendisini alamadı. Sonra da bilgece tekrarladı: “Böylesi felaketlerde eşya, ziynet, para, ıvır zıvır... Her şey zamanla yerine konuyor. Herkes aklının bir köşesine yerleştirmeli; bir daha asla yerine konamayacak tek servet vardır: Fotoğraflar. Yangında, afette ilk kurtarılması gereken fotoğraf albümüdür.” Fotoğrafı sözlerine uygun bir ihtimamla geri verdi Şeker Ali Bey’e.
* * *
Şeker Ali Bey’in gözlerinden silinmeyen hüzünlü duman işte o gün, oğluyla kucaklaştıktan sonra dağıldı.
CEMİL FUAT HENDEK / soL-Kültür
NOT: Bu kısa öykü, henüz yayınlamadığım diğerleri gibi, eşim ve benim ailelerimizin geçmişinden, bazı isimleri de değiştirme gereği hissetmeksizin aktardığım gerçek olaylara dayanmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder