20 Aralık 2023 Çarşamba

soL KÖŞEBAŞI - 20 ARALIK 2023 -

“Sizin tarikat, cemaat bizim STK dediğimiz yapılar…”(Fatih Yaşlı)

"Demek ki İlim Yayma Cemiyeti 1951’de tesadüfen kurulmuyor, demek ki her şey AKP ile başlamıyor; Cemiyet’in bugün üstlendiği işlev tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde bir anlam kazanıyor."

Tarih 11 Ekim 1951… Demokrat Parti’nin iş başına gelmesinin üzerinden yaklaşık bir buçuk yıl geçmiş. Türkiye’nin ilk imam-hatip okulu olan İstanbul İmam-Hatip Okulu, İslamcı çevrelerde “Celal Hoca” diye bilinen Celalettin Ökten’in öncülüğünde açılıyor. Açılıştan sadece altı gün önce Celal Hoca ve arkadaşları İlim Yayma Cemiyeti adlı bir dernek kuruyorlar. Derneğin asli hedefi, resmi olarak öyle söylenmese de laik eğitimde gedikler açmak ve paralel diyebileceğimiz bir dinsel eğitim kurumları ağı yaratarak eğitimde dinselleşmeye ivme kazandırmak. 

Bu doğrultuda Türkiye’nin her yerinde imam-hatip okulları açılmasını görev olarak benimsiyorlar ve elbette ki Menderes hükümetinden, özellikle de onun Milli Eğitim Bakanı olan Tevfik İleri’den cesaret alıyorlar. Zaten Celal Hoca daha önce CHP döneminde açılan imam-hatip kurslarında idarecilik yapmış; ancak bu kursların eğitimin dinselleştirilmesi için yeterli olmadığını görüyor ve imam-hatiplerin birer ortaokul kurumu olması gerektiğini düşünüyor. Aradığı fırsatı ise DP’nin iktidara gelmesiyle buluyor. Menderes döneminde İlim Yayma Cemiyeti büyüdükçe büyüyor, 1952’de “kamu yararına faaliyet gösteren dernek” statüsüne kavuşuyor ve imam-hatip okullarının Türkiye'nin her yerinde pıtrak gibi çoğalmasında çok büyük bir rol oynuyor.

İlim Yayma Cemiyeti ve imam-hatip okulları Menderes hükümetinin bir ürünü ama buraya giden yolun taşları 1940’ların ikinci yarısından itibaren bizzat CHP eliyle döşeniyor. Sembolik olduğu için işaret edelim: Aydınlanmacı bir eğitim anlayışının temsilcisi ve Köy Enstitüleri’nin en büyük destekçisi Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı’ndan 1946’da istifa etmek zorunda kalıyor. Yerine milliyetçi-muhafazakâr bir isim olan ve Cumhuriyet’in ilk gerici Milli Eğitim Bakanı diyebileceğimiz Reşat Şemsettin Sirer geçiyor. Sirer döneminde Enstitüler resmi olarak kapatılmıyor ama işlevsizleştiriliyor; aydınlanmacı, laik kadrolar hem enstitülerde hem bakanlıkta tasfiye ediliyor, sindiriliyor, susturuluyor. 

Peki tüm bunların parti yönetiminden bağımsız olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette ki hayır. Dönüşüm tek parti iktidarının ve Türkiye yönetici sınıfının 2. Dünya Savaşı’nın bitiminin hemen ardından başlayan Soğuk Savaş’ta tarafını ABD ve Batı bloğu olarak seçmesiyle başlıyor, bu seçim antikomünizmi Türkiye siyasetinin merkezine yerleştiriyor. Sol düşmanlığı ve komünizmle mücadele ise düşünen, sorgulayan yurttaşlara değil, milliyetçilik ve İslamcılıkla afyonlanmış ve sürüleştirilmiş kitlelere ihtiyaç duyuyor. 

Türkiye’nin IMF’ye, Dünya Bankası’na, NATO’ya üyelik başvurusu yapması ile Köy Enstitüleri’nin tasfiye edilip imam-hatip kurslarının açılmaya başlanmasının aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf olabilir mi? İnönü’nün 1949’da 2. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan sürecin en önemli İslamcı figürlerinden biri olan Şemsettin Günaltay’ı başbakanlık koltuğuna oturtması yaşanan süreçten bağımsız ele alınabilir mi?  

“Zamanın ruhu” tam olarak bunları gerektiriyor. CHP’nin 1947’deki 7. Kurultayı’nın ardından ilkokul programlarına seçmeli olarak din dersi konuluyor, imam-hatip kursları açılması kararı alınıyor, kimi türbelere ziyaret serbest bırakılıyor, hac ziyareti için döviz tahsisatı başlatılıyor ve ilk ilahiyat fakültesi açılıyor. Türkiye’de düzenin Soğuk Savaş’a girişi Cumhuriyet’e ve onun kuruluş felsefesine ihanetle söz konusu oluyor; çünkü başka çaresi bulunmuyor. Düzenin bekası sol düşmanlığını, sol düşmanlığı gericiliği çağırıyor, düzenin bekası adına ve solla kavga için gericiliğe ihtiyaç duyuluyor.

İlim Yayma Cemiyeti’nden devam edelim. Cemiyeti kuranların bir kısmı aynı zamanda 1948’de Zonguldak’ta açılan ilk Komünizmle Mücadele Derneği’nden geliyorlar.  Dolayısıyla “ilmin yayılması” ile antikomünizm arasındaki bağlantıyı daha baştan görebiliyoruz. Cemiyet’in bir numaralı üyesi Yusuf Türel İskenderpaşa Dergahı’nın en önemli şeyhlerinden Mehmet Zahit Kotku’nun müritlerinden biri, kurucu üyelerden Seniyüddin Başak ise Said Nursi’nin avukatı; dolayısıyla Cemiyet’in kuruluşunda tarikat ve cemaat bağlantıları doğrudan rol oynuyor. Kotku döneminde İskenderpaşa Dergâhı bürokrasiyi gözüne kestiriyor ve muhafazakâr parlak üniversite öğrencilerini bünyesine katmaya çalışıyor; Turgut Özal ve Necmettin Erbakan, Kotku’ya intisap eden ve gelecekte Türkiye siyasetinde önemli roller oynayacak iki isim olarak karşımıza çıkıyorlar. Kotku, Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’ni ve o kapatıldıktan sonra Milli Selamet Partisi’ni kurmasında büyük rol oynuyor. “Gümüş Motor” da yine Kotku’nun teşviki ve dergâhın desteğiyle kuruluyor. Dergâhın tedrisatından daha sonra genç kuşak İslamcılar da geçiyor. Erdoğan, Arınç, Gül gibi AKP’nin kurucu kadrolarının önemlice bir bölümü İskenderpaşa Dergâhı’ndan geliyorlar.  

İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Dernekleri ile olan ilişkilerine zamanla başka ilişkiler de ekliyor ve böylece ortaya gerici bir network çıkıyor. Milli Türk Talebe networkün en önemli ayaklarından birini teşkil ediyor ve bu üçlü 1969’daki Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden devrimci gençlere yönelik Kanlı Pazar’ı tertipliyorlar. Ancak aynı dönemlerde sokaktaki asıl paramiliter güç olma görevini ülkücüler üstleniyor ve İslamcılar yavaş yavaş sokaktan çekilmeye başlıyorlar. İşte bu dönemde komünizmle “fikri mücadele” adına İlim Yayma Cemiyeti üyelerinin de aralarında yer aldığı isimler Aydınlar Ocağı’nı kuruyorlar. Aydınlar Ocağı Milliyetçi Cephe hükümetinin kuruluşunda önemli bir rol oynuyor, 70’lerin sonuna doğru ise gelmekte olan darbenin akıl hocalığını üstleniyor. Ocağın üyelerinden Turgut Özal darbenin ekonomi yönetimini üstlenirken, ocağın ürettiği ideoloji olan Türk-İslam sentezi devletin gayri resmî ideolojisi haline geliyor ve Aydınlar Ocağı üyeleri 12 Eylülcüler tarafından başta eğitim olmak üzere bürokrasinin kilit noktalarına atanıyorlar.

Hem İlim Yayma Cemiyeti hem de Aydınlar Ocağı üyesi olan Nevzat Yalçıntaş İslam Kalkınma Bankası Araştırma ve Eğitim Enstitüsü’nün yönetiminde yer alıyor. Sabahattin Zaim ise Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde konuk öğretim üyeliği yapıyor. Abdullah Gül’ü İstanbul Üniversitesi’ne alan da Fehmi Koru ve Şükrü Karatepe ile birlikte cemiyet ve ocak üyelerinin kurduğu Milli Kültür Vakfı bursuyla Exeter Üniversitesi’ne yollayan da Sabahattin Zaim. Ahmet Davutoğlu, Mehmet Şimşek, Ekmeleddin İhsanoğlu, Durmuş Yılmaz gibi isimlerin de yolları bir dönem Exeter’dan geçiyor. Buranın bir tür gerici yetiştirme çiftliği olduğunu söyleyebiliyoruz.   

Tüm bunlar olurken Arap sermayesi ile bağlantı kurulması da ihmal edilmiyor, bunun önünü ise Turgut Özal açıyor. Başta Yalçıntaş ve Zaim olmak üzere, Türkiye İslamcılığıyla Arap sermayesi arasındaki bağlantıyı sağlayan isimler, daha sonraları AKP’nin kuruluşunda ve finansal açıdan desteklenmesinde büyük rol oynuyorlar. Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal, Erdoğan’ın “akil adamlar”ından biri oluyor. Yine Erdoğan’ın kızının nikâhının villasında kıyıldığı Al Baraka Türk’ün ortaklarından Mustafa Topbaş’ın, aynı zamanda Ülker’le de “AK Gıda” adı altında bir ortaklığı bulunuyor. Topbaş aynı zamanda Cüneyd Zapsu’nun BİM isimli marketler zincirinin de satılmadan önceki ortaklarından biri, Zapsu ise Recep Tayyip Erdoğan’ı Türkiye burjuvazisine ve elbette ki ABD’ye “takdim eden” isim.  

Artık tabloyu tamamlayalım: Geçtiğimiz cumartesi İlim Yayma Cemiyeti tarafından kurulan İlim Yayma Vakfı’nın 50. yıl ödül töreni yapılıyor. İlim Yayma Vakfı’nın başında ise Bilal Erdoğan bulunuyor. Törende Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da bir konuşma yapıyor. İlim Yayma Cemiyeti’nin 1951 yılında açtığı ilk imam-hatip okulunun adı ise uzunca bir süredir Recep Tayyip Erdoğan Anadolu İmam Hatip Lisesi. Burada gören gözler için ibretlik bir sembolizm bulunuyor. 

Bize kimi zaman “Cumhuriyet’in çökertilmesinden size ne” diye soruyorlar. Oysa bu çöküşün muhatabı doğrudan biziz. Sermayenin ve Türkiye yönetici sınıfının Cumhuriyet’e ihanetinin temelinde sol düşmanlığı, sol korkusu, antikomünizm var. Cumhuriyet’i bizden duydukları korkuyla yıktılar. Sol düşmanlığı adına kendilerine açılan kapılardan girenler ise önce hükümet, sonra devlet oldular ve bugün kendi rejimlerini inşa ediyorlar. 

Bu rejim inşasının somut olarak gözlemlenebileceği yerlerden belki de en önemlisi eğitim alanı. 4+4+4’le başlayan süreç bugün din dersinin anaokullarına inmesiyle, her okula imam atanmasıyla, müfredatın bütünüyle dinselleştirilmesiyle devam ediyor. Milli Eğitim Bakanı Meclis kürsüsünden tarikat ve cemaatlerle imzalanan protokolleri savunuyor, birlikte çalışmaya devam edeceklerini söylüyor.

Demek ki İlim Yayma Cemiyeti 1951’de tesadüfen kurulmuyor, demek ki her şey AKP ile başlamıyor; Cemiyet’in bugün üstlendiği işlev tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde bir anlam kazanıyor. Türkiye’de dinsel bir rejim inşa edildiğini, bunu da en çok Türkiye kapitalizminin istediğini, emeğin sömürüsü için en çok din sömürüsüne ihtiyaç duyulduğunu söylemeden, emek mücadelesi ile laiklik mücadelesini birleştirmeden ve bunun üzerine güçlü bir siyaset kurmadan tek bir adım dahi atmak mümkün görünmüyor. 

                                                               /././

Din ve ahlak (Kadir Sev)

"Dinsel içerikli eğitime hız verildikçe; ülke kaynakları, tarikat ve cemaatlere boca ediliyor. Ancak, yolsuzluklar azalacağına artıyor."

Bu memlekette, 2022 yılı sonu itibariyle, 89 bin 302 cami, 16 bin 672 Kur’an kursu var. Diyanet İşleri Başkanlığında 141,218 personel çalışıyor. Başkanlık 2021 yılında 13,039 milyar TL; 2022 yılında 23,552 milyar TL olmak üzere yalnızca iki yılda 36,592 milyar lira harcadı. Her yaştan milyonlarca yurttaş, imam-hatip ortaokulu ve liselerinde; Kur’an kurslarında; İlahiyat vb Fakültelerinde eğitim gördü. Anaokullarında bile dinsel dogmalar öğretiliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, Dinsel içerikli eğitim konusunda Diyanet İşlerinden geri kalmıyor. Bakanlığın örgüt yapısı içinde tanımlanan, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, İmam-Hatip Ortaokul ve Liselerini yönetiyor. Normal eğitim yapılan okullara da cami işlevi tanımladılar. Seçmeli süsü verdikleri din konuları, Anayasasında laik olduğu yazılı Türkiye Cumhuriyeti’nin Eğitim Bakanlığında zorunlu olarak okutuluyor. Aslında, dayatılıyor demek daha doğru…

Bunlarla yetinmiyorlar, Sivil toplum adını taktıklarını öğrendiğimiz tarikat/cemaatlerin kurduğu vakıf ve derneklerle protokoller imzalayıp eğitime ortak ediyorlar.

Kur’an kurslarının çoğu, etkinliklerini merdiven altlarında sürdürdükleri için katılanların ne kimlikleri ne sayıları bilinebiliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürlüğü 3.437 imam hatip ortaokulu ve lisesini yönetiyor. Ayrıca Açık Öğretim İmam Hatip lisesinde 98,822 öğrenci eğitim görüyor.

Yükseköğretim kurumlarında (Üniversiteler), İlahiyat; Dini İlimler; İslami İlimler; Uluslararası İslam ve Din Bilimleri Fakülteleri ya da yüksek okulları ve benzeri adlarla kurulan 100 dolayında eğitim biriminde en azından on binlerce öğrenciye eğitim verdiriliyor.

Uzatmayalım. Yazının temel tezi şu: Yerli yabancı tekeller rahatça soygun yapsın diye, devlet kuralsızlaştırıldı; yasal-sosyal ve kültürel ortam hazırlandı. Emperyalizme engelsiz ve daha geniş bir alan açmak (sunmak) uğruna ülkenin kaynakları, zenginlikleri ve geleceği çalınıyor; çocuklarımızın yaşamları karartılıyor. Siyasete etkili biçimde müdahil olacak örgütlenmeler kotarmak için acele etmeliyiz. Yukarıda sıralanan olumsuzluklar her gün giderek boyutlanıyor-yaygınlaşıyor - derinleşiyor. Dönülemeyecek noktaya doğru hızla yol alıyoruz.

Dinsel içerikli eğitimi, toplumun ahlaklı olması adına gerçekleştirdiklerini söyleyenler, hepimizi aldatıyor. Dünya üzerinde ahlaksızlığın öğütlendiği bir öğreti yoktur. Din ile ahlak arasında sıkı bir bağ olduğunu söyleyenler, savlarını kanıtlayacak bilgi-belge-olay-belirti bulamazlar. Aramaya girişenler, kaçınılmaz olarak yaşam pratiğinin bu savları boşa çıkaracak çok sayıda örnekle dolu olduğunu göreceklerdir.

Son söz olarak şunları söyleyelim: dinsel içerikli eğitime hız verildikçe; ülke kaynakları, tarikat ve cemaatlere boca ediliyor. Ancak, yolsuzluklar azalacağına artıyor. Daha kötüsü de var: Uyuşturucu trafiğinin bildiğimizin çok ötesinde boyutlandığı anlaşılıyor. 

Dinsel eğitim ahlaklı olmayı sağlayabilseydi, kara paranın meşrulaştırılması işlevi gören "varlık barışı” yasalarının her yıl çıkarılması gerekmezdi. Üstelik olayın gerçek boyutunun ortaya çıkmasını önlemek için bu yasalar karşılığında Ülkeye ne tutarlarda para girdiği sır gibi saklanmaz; Bütçe görüşmeleri sırasında milletvekillerinin bu konudaki soruları yanıtsız bırakılmazdı. Bütçe açıklarının hangi kaynaklardan karşılandığı bilinir, “net hata noksan” adı verilen, hesaplarda muhasebeleştirilmesi gerekmezdi.

İyi haftalar!...

                                                             /././

Bir Volkan Algan romanı: Sınıf aynasındaki suretler (Orhan Gökdemir)

İşçiysen ya da işsizsen, çaresizlikten baba evine sığınmışsan, büyük bir aşkla bağlandığın eşin çalışıyor ve sen evde pinekliyorsan bu bir sınıf hikayesidir işte.

İşçi sınıfına dahil olanlar yazmaz. Yazanlar da işçi sınıfına dahil değildir. Böyle bir olanaksızlıktır işçinin romanının az yazılmasının nedeni. Bu durumda, işçi sınıfına dahil olmamakla birlikte yüzünü sınıfa dönmüş yazarlara ihtiyaç vardır.


 Volkan Algan o kapıdan sessizce giriş yapan genç yazarlarımızdan biri. Son verimi başrolünde sınıfın olduğu bir roman. “Birbirimizden Yansır Suretimiz”de yansıyan suretler işçi ile yazıcısının sureti.  

Olay İstanbul’un işçi mahallelerinde geçiyor, haliyle. Kasabadan dekorundan kurtulduğumuz ender anlardan biri bu aynı zamanda. “Mekân ve hikâye aynı anda canlanıyor benim gözümde” diyor bir söyleşisinde yazar. Haklı, sınıfı ve işçi karakterini mekândan ayıramayız. Mekânı sınıf belirler ve mekân sınıfı belirler. Sahil kasabasında olmaz işlerimizdendir, demek istiyorum.  

Yanlış anlaşılmasın, “Birbirimizden Yansır Suretimiz”de başrolde mekân değil işçi sınıfı var. Sınıfın sıradan üyelerinin maceraları anlatılıyor romanda. Özgür, Metin ya da Çağlar değil mesele yani. Tabii bu karakterler üzerinden takip ediyoruz olayları. Onların hikayelerinden oluşuyor roman ama aslında anlatılan senin hikayen!

Haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi

Roman boyunca İstanbul’da Haliç kıyısındayız. Ülkenin ilk işçi havzalarından biri burası, temsil değeri çok yüksek. Aynı zamanda Türkiye sermayesinin serpilip geliştiği en önemli bölgelerden biri. Buradaki atölyelerin ölülerini yağmalayarak yükseldi o sermaye birikimi. Tabii bu mücadele, o bölgeyi işçi hareketleri için de önemli bir merkez haline getiriyor. Haliç’in son 50-60 yılda yaşadığı dönüşümle, sınıf hareketinin tarihsel serüveni arasında bir paralellik var. 

Haliç’in hikayesi iki sınıfın hikayesi demek ki. Bir ucunda Osmanlı’nın ilk Müslüman mahallesi Eyüp, ilk gecekondu bölgesi Alibeyköy var. Diğer ucunda Cibali Tütün Fabrikası ve tarihi İstanbul. Özal’ın İstanbul’a musallat ettiği Bedrettin Dalan üzerinden bir silindir gibi geçmeden önce kıyaya kadar atölye gecekondular tarafından kuşatılmıştı bölge. Öyle ki Alibeyköy-Eyüp otobüsleri içinde üç-beş işçinin çalıştığı o atölyeleri yalayarak yol açardı kendine. O otobüsleri dünyanın en usta şoförleri kullanırdı sanırım. Ve hepsi ağzına kadar tıka basa işçi dolu olurdu. Gün doğarken Alibeyköy’den Eyüp’ten yoksulluk alır, gün doğarken aynı yere yorgunluk boşaltırdı Haliç otobüsleri. Dalan Haliç’e Adnan Menderes’in yaptığını yaptı. Gecekondu atölyeleri göçe zorladı. Boşalan mekanları yıktı, sermayeye alan açtı. Bu yıkım “Haliç’i temizleme” iddiasıyla meşrulaştırılmıştı. Halbuki sanayi atıklarının Haliç’e boşaltılmasına yol veren de temsilcisi olduğu sermaye düzeniydi. 

O günde bu yan Haliç’i işçiden arındırma girişimi sürüyor. Eyüp artık siyasal İslamcı iktidar için hac yeri. Öbür Ucundaki Cibali Tütün Fabrikasından kalanlara ise sermayenin “Has” adamları çöktü. Geri kalanı turistik bir hikâyeden ibaret. 

İşçilerin ölümü doğallaşınca

Romanı yazılmayanlar daha çok ölür. Gözden çıkarılmış bir sınıftır işçi sınıfı. Her gün ölüyorlar haliyle. “Bu kitabın fikri bir gazete haberinden çıktı. İstanbul’da bilindik bir şantiyede ölen güvenlik görevlisi gerçek bir başlangıç noktasıydı” diyor Volkan Algan. Yönünü sınıfa dönmeyenin böyle bir noktadan yola çıkması imkansızdır zaten.  Böylece her gün onlarcasına rastlayıp, dikkat etmeden geçip gittiğimiz bir cinayet haberi bir romana dönüştü. Bütünüyle yazıcının yönünü sınıfa dönmesiyle ilgilidir. 

Haliyle bu sıradan haberin önüne ve ardına bakmalıdır yazıcı. Sınıfın nereden gelip nereye gittiğini anlamalıdır bir başka deyişle. Böyle olunca birkaç kuşak, babalar ve oğullar, arkadaşlar, dün ve bugün sahneye giriş yapar. Mekanlar eşlik eder kuşaklara. Böylece yeni bir “bugün” oluşur. Toplamına roman diyoruz. 

Bir yetim özgürlük

“Bir kuşak öncesi Özgür’ün, Çağlar’ın Metin’in babaları, fabrikaların siren seslerinin nispeten neşeyle öttüğü yıllar, 1980 öncesi, özelleştirmelerin yağmur gibi yağmadığı, işçilerin ekmek mücadelesinde sendikalarla direniş örgütlediği yıllar. Ve babalarıyla boyun eğmemeyi öğrenen oğullar, tercihleri ve ödedikleri bedeller. Hayatta olmasa da duvardaki bir fotoğraf çerçevesinden oğullarını, torunlarını izleyen dedeler.” 

Demek ki sadece bir tarih, sadece bir mekân yetmez sınıfın tarihini anlatmak için. Birkaç kuşağı, o birkaç kuşak içinde babaları ve oğulları sahneye çağırmak gerekir.  

Algan da “Babalar ve Oğullar” hikayesi olarak yapmış kurgusunu. Oğulların babalardan öğrendikleri bir yana, sınıf da oğullara babalardan mirastır. Sınıflar arası geçişkenlik imkansıza yakındır çünkü. Babalar hangi sınıfa dahilse oğullar da o sınıfa dahil olur. Çağlar’ın dediği gibi, biz dededen bu yana işçiyiz…

Tabii sadece bu değil; “Babam, onunla ne yapacağımı bilmediğim bir özgürlük bırakıp gitti bana…” Bu da denkleme dahildir. Çok hoş. Bu ülkede babalar oğullarından daha özgür yaşadı. Bu da ülkenin tarihinin dışında anlamlandırılamaz. 1960’lı, 1970’li yıllar Türkiye’de solun büyük yükseliş yıllarıydı. 27 Mayıs’ın açtığı kapıdan sızan özgürlük rüzgârı büyümüş, bir sol dalgaya dönüşmüştü. Sokağın sola meylettiği zamanlardı, dağ taş sanki isyana durmuş, bin yıllık esarete son vermek için ayaklanmıştı. “Sosyal uyanışın, ekonomik gelişmeyi aştığı” yıllardı. Öyle ki düzenin panik içinde planladığı ve yürürlüğe koyduğu 12 Mart duvarı da akışa engel olamayacaktı.

Cumhuriyet ayakta, laiklik sokaktaydı. Gericilik sokakta yenilmiş, sindirilmişti. Köylü çocukları köylerinden çıkıp büyük şehirlerin üniversitelerinin yollarını tutmuştu. Geriye ellerinde dergiler ve kitaplarla döneceklerdi. Marx vardı o kitapların yazarları arasında, orak çekiçli dergiler vardı. Belki de ülke tarihinde ilk defa babalar ile oğullar arasındaki devamlılık radikal bir biçimde kesintiye uğramıştı. 

1960’lı, 1970’li yıllar çocukların babalarından öğrendiği yıllar değildi, çocukların babalarına öğrettikleri yıllardı. Yükseliş yıllarında öğreten sokaktır, haliyle kimse babasından öğrenmeyi düşünmez. O halde böyle zamanlarda babalarından öğrenen çocuklar kuşaklarının en ışıltısızları ve en korkaklarıdır.

Ve 12 Eylül geldi bu büyük dalgayı kapattı. Sonra özgürleşmiş o babalar çocuklarına bilmedikleri bir özgürlük bırakarak çekip gitti. 

“’Babam, onunla ne yapacağımı bilmediğim bir özgürlük bırakıp gitti bana…” Çünkü direnişten kalan bir özgürlüktü o. Demek ki onu ancak direnişle taçlandırabilirsin. Sınıf geri çekildiğinde özgürlük de anlamsızlaşır. İşçiysen ya da işsizsen, çaresizlikten baba evine sığınmışsan, büyük bir aşkla bağlandığın eşin çalışıyor ve sen evde pinekliyorsan bu bir sınıf hikayesidir işte. Babadan kalan özgürlük elinde, şantiye kapılarında iş aramaya çıkabilirsin ancak. Ya da örgütlenirsin, bu zinciri kırmak için senin gibi olanlarla yan yana gelirsin. 

Özgür tek başına özgür olabilir mi?

“Umutsuzluğun, tepkisizliğin, alışılmışlığın, boş vermişliğin karışımı. Yine de tüm bu sorunların içinde, onların çözümü üzerine hiç düşünmeksizin-böyle bir ihtimali aklına getirmeksizin- yaşayabilmek adına ne büyük bir güç veriyordu hepimize. Olmayan bir güveni aramak yerine, hiçbir şey aramamak, hayatın zorluklarına karşı duyarsızlık silahını çekmek, sorunlarla birlikte sorunsuz yaşamak, hayat böyleydi mahallede.”

Özgür karakteri yaşadığımız mahallede, bugünde yaşıyor bir bakıma. Sorunları çok, çıkış umudu yok. Yaşadığı mahalle, babası, arkadaşları Özgür’ü oluşturan değerler ve toplumsal koşullar çok tanıdık. Sorunlarının çözümü sandığı sıradan bir şantiyenin güvenlik kulübesine Çağlar’ın anlattıklarını dinlesin diye yaratılmış bir karakterdir o. Romanda da gerçek hayatta da. Ta ki Çağlar’ın anlamaya ve direnmeye karar verene kadar. 

Romanın asıl mekânı olan o şantiyenin bekçi kulübesinde iki kişi var. Çağlar konuşuyor, Özgür dinliyor. Çağlar konuşurken gözlerimiz Özgür’de, çünkü Çağlar’ın Özgür’ü değiştirmesine bağlı her şey. Özgür’ü anlamak bu kitabın ve bu hayatın temel meselelerinden biri çünkü. 

Özgür, “hayat boyu var olmak için mücadele ettiği halde, bir gün duraksasa bu dünyadan hiç geçmemiş gibi izi kalmayacaklardan olmayacaktık biz…” dediği anda başlar her şey aslında. Geleceğe bir yol arayan Özgür’ün bir çıkar yol arayışına giriştir roman. Haliyle Özgür’ün hikayesi romanın son sayfasını kapattıktan sonra da devam ediyor.

Aşkta, acıda, kimsesizlikte, dostlukta, örgütlülükte, işsizlikte, özgürlükte ve çaresizlikte yazılmış ender romanlarımızdan biri “Birbirimizden Yansır Suretimiz.” Bir sınıfa giriş romanı bu. Daha geride yazılmamış romanlar, kâğıda dökülmemiş dizeler var elbette. Yepyeni şarkılar, marşlar düzülecek onlara dair. Hepsi birlikte o büyük hesaplaşma anına giriştir. Ama biliyoruz, onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman başlayacak her şey. 

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder