Ayrılalı 50 yıl geçti
Gülsün Bilgehan anlatıyor: Bir gün evin yan penceresinden sarı saçları kalpağının altından taşan mavi gözlü, genç bir adamın basamakları çıktığını gördü. Kıyafetindeki özen, yakışıklılığı dikkatini çekti. Akşam kocasına subayın kimliğini sordu. İsmet Bey kısaca “Mustafa Kemal, bir arkadaşım” dedi...
Bir cuma günüydü... Pencereden bakan Mevhibe, siyah paltolu bir yabancının basamakları çıktığını gördü. İsmet Bey derhal (onun) yanına geçti. Saffet (Arıkan) Bey kısaca “Seni Ankara’dan Mustafa Kemal çağırıyor. Hazır mıyız” diye sordu. İsmet Bey duraklamadan “Hazırım, hemen hareket edelim” dedi... Yatak odasına girdi, sadece “Gidiyorum” dedi... Elbisesini değiştirmedi, üzerine paltosunu geçirdi, kalpağını taktı. Yanına bir harita, bir de şemsiyesini aldı... Arkasına bakmadan yürüdü... İleriden sola döndü, gözden kayboldu...
ANKARA
Halide Edib (Adıvar) Milli Mücadele’yi yaşamıştır. En üst komuta katının ve askerlerin, köylülerin dünyası içinde yaşayıp anlatmıştır. “Türkün Ateşle İmtihanı” nadir belge ve bir edebiyat değeridir. Eşi Dr. Adnan’la birlikte İstanbul’dan Ankara’ya kaçışlarını, sonrasını ve hepsinin sonunda İzmir’e girişte denizi görünce ne düşündüğünü okuyucuyla paylaşır.
“Nisanın ikinci günü (1920) akşamı, alacakaranlıkta Ankara’ya yaklaşıyorduk... Çok heyecanlıydım. Burası milli hareketin Kâbe’siydi... Trenin kapısı açılınca Mustafa Kemal Paşa yaklaştı. Bana inerken yardım etti... Bu kudretli el, ötekilerden bambaşkaydı. Mustafa Kemal’in gergin derili, uzun parmaklı beyaz eli Türkün bütün hususiyetleriyle birlikte aynı zamanda hâkim bir vasfa sahipti (...) Öğleden sonra beni karargâha götürmek için bir araba geldi. İşte bu yer yeni hükümeti ve yeni Cumhuriyeti yaratacak binaydı... Sırtlardan birinin tepesinde yapılmış bir taş bina... Ziraat Mektebi (...) Biz konuşurken siyahlar giyinmiş bir adamla arkasında genç bir zabit içeri girdi. Dr. Adnan hemen yerinden kalkıp onu Miralay İsmet diye takdim etti. Miralay İsmet’in ilk dikkatimi çeken noktası gözlerinin canlılığıydı. Bundan sonra da tavırlarının sadeliği ve Türkçesinin bütün sınıflara hitabede bilecek derecede geniş olmasıydı (...) O günler, ölüm kalım savaşı geçirdiğimiz için işler çok ciddiydi. Güçlük ve kargaşa durumu yıkacak haldeydi. Konya iyiden iyiye karışıktı, mücadelemizi tutmuyordu. Bolu, Adapazarı civarı ve İzmit savaş halindeydi. Ankara tarafsız görünüyorsa da onun da ne zaman harekete geçeceği belli değildi. Tek emniyet noktası Kâzım Karabekir’in Doğu’daki ordusundan ibaretti. O da bizden 800 km uzaktaydı! (...) Bu kanlı ve tehlikeli günlerde iki şey büyük umut veriyordu. Birincisi, Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Bey’in yakınlıkları. Çünkü, İsmet Bey’in yumuşatıcı bir tesiri vardı. İkincisi de hayatlarını savaş yolunda fedaya karar vermişlerin arasındaki hayli sıkı dostluk (...) Bizim kafile İzmir rıhtımına varıp da denizin mavi suları görününce Mustafa Kemal Paşa’nın ‘İlk hedefiniz Akdeniz’dir!’ diye yaptığı beyanatı düşündüm... Türk askerinin gayesi bir milletin yaşamak arzusuydu...”
Milli Mücadele’de AnkaraBÜYÜK İDDİA
İsmet Paşa, 23 Ağustos 1923’te TBMM’de Lozan Antlaşması’nı açıklıyor, sunuyor, şöyle bitiriyor: “Yılmaz ulusal çaba ile nereye varıldığını sizlere sunduğum anlaşmalar ve belgeler saptamaktadır. Bir özet yapayım: Tek vücut halinde bir vatan... Savunma hakkı mutlak, kaynakları bol ve serbest bir vatan. Bu vatanın adı Türkiye’dir.”
“Bir milletin yaşama arzusu”nu “Buyur, yaşa!” diye bırakırlar mı? Bunu 30 Ağustos 1930’da, Anadolu’nun doğu kapısı Sivas’a erişen demiryolunu açarken emperyalizmle hesaplaşmanın “bitmez bir oyun” olacağını vurgulayan uzun nutkunda açıklayacak:
“1923-Sulh imzası. Cumhuriyet ilanı. Hanedan İstanbul’da duruyor. Cumhuriyet ve hanedan hangisi diğerini yiyecek belli değil...
1924 sonbaharında antlaşma onaylanmış. Hanedan memleketten çıkarılmış. Din ve devlet işleri ayrılmış. Uygulamaya tepki ne olacak belli değil. Musul meselesi. İtalya ile aramızda hiç yoktan yanlış anlamalar. Dış borçlar hallolunmamış. Anadolu demiryolu hattına el koymuşuz...
1925-Şeyh Sait İsyanı. Seferberlik. Bütün dış meseleler duruyor. Cumhuriyeti savunmak için İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve bunların meydana çıkardığı meseleler akıllara durgunluk verecek kadar karışık.
1926-Bütün meseleler dorukta. Devletin yakın temasta olduğu bir kurumdan altı ay vadeli on milyon lira istedim. 10 milyonluk rehin ve Osmanlı borçlarının ödenmesini teklif ettiler...”
İLK HEDEFLER
“Milletin yaşama arzusu” zor zamanlarda ilerleyerek ortaya çıkar. Sivas’ta anlattı. İki yıl sonra 27 Temmuz 1932’de İzmir’de bunun kodlarını açıklayacak: “Akdeniz binlerce senedir medeniyet havzası ve dünya siyasetinin geçididir. Gazi meydan muharebesinin neticesindeki hedefi değil, Akdeniz siyasetinde ve medeniyetinde Türk milletinin layık olduğu yüksek mevki almak hedefini göstermiştir... Gazi’nin Akdeniz’i ancak ‘ilk hedef’ olarak göstermesine dikkat etmeliyiz... ‘Diğer hedefler’ daha kolay olmamıştır ve daha kolay olmayacaktır... Türk milleti bu evrende diğer milletlerin veya devletlerin lütfu ile doğmamıştır. Cihanda varlığını kendi iradesiyle ispat etmiştir...”
Köyden gelen ve enstütüye kayıt yaptıran kız çocukları.KIZ ÇOCUKLARI
Ancak müstesna kurmay aklıdır ki en zor zamanın en ileri hamleyi yapmak için en uygun zaman olduğunu bulur. 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitülerini kurdu. Tasarımı, yapımı, geliştirilmesi anıt insan İsmail Hakkı Tonguç’undur. Dr. Engin Tonguç, eşsiz gözlemci ve belgeci babasının yaşamını büyük bir kitapta anlatır. Nadir bir Cumhuriyet belgeselidir. Orada İsmet Paşa ile Tonguç’un, adeta tek kişi gibi yaptıkları enstitü “seferleri”ni okuruz. Zor zamanların işleri.
1942 Ağustos. Beyaz tren Kayseri yönüne hareket ediyor. “Saat 22.00’de Sivas’a geldiler. Gece trende geçirildi... 22 Ağustos günü trendeki öğle yemeğinden sonra arabalarla Yıldızeli Köy Enstitüsü’ne gidildi... Öğrenciler halk oyunları oynadılar, türküler söylediler. İnönü öğrenciler ve öğretmenlerle konuştu. Kız öğrenciler kahve ve ayran ikram ettiler. Kalkınca İnönü, enstitü müdürünü biraz uzağa çekerek bir şeyler söyledi. Tonguç’un daha sonra müdürden öğrendiğine göre İnönü, “Kız öğrencileri beyaz önlük takarak sofra hizmetinde çalıştırmayın, bu işi kız-erkek nöbetçi öğrenciler birlikte yapsınlar, kızları çok onurlu olarak yetiştirmeye özellikle dikkat edin. İstiklal Marşı’nı öğretmenler de öğrencilerle birlikte söylesinler, demişti”.
Cumhuriyet onurlu, nitelikli insana erişebilme rejimi olacaksa, kök hücresi kız ve erkek çocuklardır. Bu berraktır.
KEMİYET VE KEYFİYET
Aramızdan ayrılmış olan Kurtul Altuğ bir TV programında anlatmıştı. 1940’ların ikinci yarısında günün muhalefet lideri Celâl Bayar bir gezisinde, trende eşlik eden gazetecilere şöyle diyor: “Demokrasi bir keyfiyet (nitelikler) değil, bir kemiyet (niçelik) meselesidir.” Anlamı açık: Siyasal aritmetikte kim çoğunluğu bulursa, o yönetir. Demokrasi budur!
Öyle oldu. DP çoğunluğu (kemiyeti) buldu ve 1950’leri yönetti. Siyasette yöntemi Cumhuriyet Devrimi’nin niteliklerini (keyfiyetini) alabildiğine eleştirmekti. Kaybetme korkusu başlayınca bu eleştiriler gitgide keskinleşti. CHP, 1946’dan başlayarak görüldü ki yalpaladı. Kaybetme zemininde başlayan ricat 1950’lerin ortalarına kadar sürdü. Sonra yolu buldu. Gelinen “zaman”da gündemde öncelik hukuk devletini tüm gerekleriyle yerleştirebilmekti.
Dolabını açtı. Zor zamanda ilerlemenin ana kodu aydınlandı: “İlk Hedefler Beyannamesi”. Tarih 12 Ocak, 1959. Şöyle diyordu: “Anayasamız modern demokrasi ve cemiyet anlayışına uygun, halk egemenliği, hukuk devleti, sosyal adalet ve emniyet esaslarına dayanan bir devlet nizamına göre değiştirilecektir!” Toplum ve devlet birlikte diyordu. Halk egemenliğini başa yazıyordu. “İlk hedefler”le ilerlenecekti.
1961 Anayasası özünü o çağdaş manifestodan aldı. “Keyfiyet” tüm toplumun öncelikli hakkıydı. Salt “kemiyet”in yönetimi değil, çoğunluğa doğru büyüyecek “keyfiyet”le dünyada saygınlıkla var olma hakkı.
Anıtkabir’de veda, 27 Mayıs 1969‘SÖYLE, SÖYLE!’
1964 Johnson mektubu, sıradanlıkla uğraşmayıp merak edilecek şeyi bulan bir akademisyen araştırmacının, Haluk Şahin’in dikkatini çekiyor. Önceki kuşağın “efsane” ismi Cüneyt Arcayürek üzerinde odaklanıyor. “Mektubu” o yayımlamıştır. Ve “mektup”ta bir “sır” sezmiştir. Bu “sırrı” çözüyor. Şahin de o çözümün peşine düşüp ABD’ye gidiyor ve “mektubun kalemşorları” Hare, Ball, Sisco, Rusk’la teke tek görüşüyor. Vardığı, Arcayürek’in kaleminden çıkan sonuçtur: “Başbakan İsmet Paşa, Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’e diyor ki ‘Çağır Amerikan büyükelçisini, adaya çıkacağımızı söyle!’ Erkin hayretler içinde, ‘Aman paşam, nasıl haber veririz. Hemen yapmayın bu haltı derler, müdahale edip durdururlar’ diyor. Paşa ‘Sen söyle, söyle’ diye ısrar ediyor. Feridun Cemal elçiyi çağırıyor, o biraz zaman istiyor, alelacele o mektup Rum etkisindeki Amerikalı diplomatlarca yazılıyor... Önemli olan şu: İsmet Paşa ne yapmak istiyor?”
Şahin, “Arcayürek sonuçları doğruluyor” diyor ve bitiriyor: “Johnson mektubunu büyük devlet adamı İsmet İnönü adeta tahrik etmiş, neredeyse zorla yazdırmış, böylece Türk ordusunun kendini rizikoya atmasını önlemiştir. Kıbrıs önlerinde alınacak bir yenilgi sadece Kıbrıs’ın değil, Türkiye’nin kaderini değiştirirdi. Yunanlara ve Rumlara yenilerek itibarını kaybetmiş bir ordu Türkiye’nin atacağı her adımda bir faktör ve ayak bağı olurdu. Johnson mektubu kazandırdığı zaman ve öğrettiği derslerle 1974 müdahalesindeki başarının temellerini atmıştır. İkincisi, mektup kullandığı haşin dil ve savurduğu ağır tehditlerle Türkiye’nin dünyaya bakışını değiştirmiş, dış politika açısından bir dönüm noktası olmuştur.”
Şuradayız: Sarı saçları kalpağından taşan mavi gözlü genç arkadaşı önderdi. Birlikte Cumhuriyeti kurdular. Türkiye Cumhuriyeti’nin her koşulda “Akdeniz siyasetinde ve medeniyetinde layık olduğu yüksek mevkiyi” koruduğunu, “kimsenin lütfu ile” var olmadığını “cihan”a göstermek “ilk hedef”ti, mecburiyetti. Gelecek kuşaklar iyi bilmeliler.
Bilsay Kuruç / Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder