Kurtlar sofrası oyun kuruyor (Berkant Gültekin)
Son yıllarda iktidara bağımlılığı, değişen başkanları ve tüm bunlara bağlı olarak şekillenen faiz kararlarıyla sık sık eleştirilere konu olan Merkez Bankası, bu kez Hafize Gaye Erkan’ın babası Erol Erkan’ın davranışları üzerinden tartışmaların odağında. Ortaya dökülen iddiaların ardından, Haziran 2023’te Banka’nın başına getirildiğinde gerek eğitimi gerekse de kariyeriyle iktidarından muhalefetine piyasacı çevrelerin ismi üzerinde mutabık kaldığı Hafize Gaye Erkan’ın geleceğine dair spekülasyonlar üretilmeye başlandı.
Spot ışıklarını Merkez Bankası ve Erkan ailesinin üzerine çeken iddialar, 18 Ocak günü Sözcü gazetesinde yayınlandı. “Merkez’de baba mobingine isyan” başlıklı haberde, dört yıldır TCMB’de protokol görevlisi olarak çalışan Büşra Bozkurt’un, Gaye Erkan’ın babası Erol Erkan tarafından işten çıkarıldığı iddiasıyla CİMER’e şikâyette bulunduğu aktarıldı. Habere göre Bozkurt dilekçesinde, bankada resmi görevi olmamasına rağmen Erol Erkan’a oda, koruma ve makam aracı tahsis edildiğini, ayrıca baba Erkan’ın personelin işe alınması, çıkarılması ve tayini gibi konularda yetkilendirildiğini öne sürdü. Buna benzer bir dizi iddia dile getiren Bozkurt, işe iadesini talep etti.
Aynı gün, DW Türkçe de bu iddialara paralel bir haber yayınladı. Haberde, DW Türkçe’ye konuşan bir banka yetkilisinin, Ankara’daki TCMB Sosyal Tesisi’nin Gaye Erkan’ın talimatı ve tadilat yapılacağı bahanesiyle kapatıldığını, burada görev yapan aşçı ve garsonların tamamen Erkan ailesinin emrine verildiğini söylediği belirtildi.
TCMB Başkanı Erkan, haberlerin yayınlandığı gün sosyal medyadan saat 22.10’da yaptığı açıklamayla iddiaların doğru olmadığını ileri sürdü. Erkan, “Amerika Birleşik Devletleri’nde ekonomi ve iş dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiğimiz ve son derece verimli geçen görüşmeler sırasında öğrendiğim bu asılsız iddialar karşısında şaşkınlığımı ve üzüntümü kamuoyu ile özellikle paylaşmak isterim” dedi.
RÖPORTAJLA YANIT VERDİ
Tartışmaların alevlenmesinden 2 gün sonra, mağduriyetini CİMER’e ileten Büşra Bozkurt, bu kez Sözcü gazetesine özel bir röportaj verdi. Bozkurt, dilekçede yazdıklarının yanında, Erol Erkan’ın bir çalışana tokat atması gibi, daha farklı ve çarpıcı detaylar da anlattı. Gaye Erkan’ın yalanlama açıklamasına tepki gösteren Bozkurt, “Başkan Hanım yalanlama mesajı yayınladığına göre, muhtemelen benim ve benim gibi çok sayıda çalışana babası tarafından baskı ve zulüm yaşatıldığından haberdar değil” ifadelerini kullandı. Bozkurt, kendisinin Erol Erkan’ın talimatıyla 28 Aralık’ta işten atıldığını, Gaye Erkan’ın ABD’de bulunması nedeniyle ona durumu aktaramadığını söyledi ve şunu ekledi: “Makam arabasıyla her gün bankaya gelen, başkanlık makamının bulunduğu 9’uncu katta yetkisiz talimatlar yağdıran Erol Erkan’ın bütün görüntüleri kamera kayıtlarında mevcut. Başkan ABD’deyken bile Bankanın şubelerinde yaptığı denetimler herhalde kamera kayıtlarında duruyordur. Kamera kayıtlarının silinemeyeceğini düşünüyorum.”
Aynı gün, yani 20 Ocak’ta, baba Erol Erkan, Patronlar Dünyası adlı haber sitesine konuştu. Erkan, “Böyle bir şey mümkün mü? Benim de bir kızım var. O da benim kızım sayılır. Bu tür bir komploya nasıl alet oldu, şaşırdım doğrusu?” dedi. Erkan’a göre bu iddialarının gündeme getirilmesinin sebebi, ekonomideki gelişmelerdi. Türkiye’nin kredi risk primlerinin düştüğünü söyleyen Erol Erkan, bir başarı süreci yaşandığını savunarak, “Birileri düğmeye bastı” değerlendirmesini yaptı.
Haberlerden biri de Erkanlar hakkındaki bu iddiaların, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e bağlı bir ekip aracılığıyla gündeme getirildiğiydi. Odatv’nin özel haberinde, Şimşek grubunun Erkan’ın yerine Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Cevdet Akçay’ı getirmek istediği öne sürüldü. Hazine ve Maliye Bakanlığı, 20 Ocak günü bu haberi yalanlandı.
Olay silsilesi kısaca böyle. Bazı noktaların üzerinde durmak, meseleyi anlamayı kolaylaştırabilir.
AYRINTILAR DİKKAT ÇEKİCİ
İletişim Başkanlığı’na bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, bu konuyla ilgili iki yalanlama yayınladı. 20 Ocak’taki ilk yalanlamada, CİMER’den herhangi bir sızdırma yapılmadığı öne sürüldü. Bunun nasıl tespit edildiği kocaman bir soru işareti. Dünkü ikinci yalanlama ise Gaye Erkan ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında basına yansıdığının aksine bir görüşme olmayacağına ilişkindi. Yani yalanlamaların ikisinde de olay esastan reddedilmedi; “Ortaya atılan iddialar asılsızdır” denmedi.
Öte yandan, Büşra Bozkurt’un CİMER başvurusuna ulaşmak ve bunu yayınlamak tartışılmaz bir gazetecilik başarısı. Fakat birilerinin, belirli bir niyet ve plan doğrultusunda yaşananları kamuoyuna ulaştırmak istemesi ihtimal dışı olarak görülmemeli. TCMB çalışanı Büşra Bozkurt’un mağduriyeti ve uğradığı haksızlık belki kendi motivasyonunu açıklar ancak yine de meselenin bütününe dair ikna edici bir faktör sayılmaz. Haberlerden iki gün sonra, Bozkurt’un özel röportaj vermeyi kabul etmesi ve tabiri caizse Erkan ailesine açıktan cephe alması da bürokrasi koridorlarında çalışan kişilerin genellikle pek tercih etmeyeceği bir yöntem.
Yandaş medyanın bu konu özelindeki pozisyonu da tartışmaya değer bir diğer başlık. İktidarın kontrolündeki medya organları renk belli etmezken, Berat Albayrak’a yakınlığıyla bilinen Sabah gazetesi, “Merkez Bankası neden hedefte? Lobi manipülasyona başladı!” başlıklı bir habere imza atarak olayı “sıcak” gördü. Gazete, “CDS primi yıllar sonra ilk kez 300 baz puanın altını görürken, not görünümleri pozitife döndü. TCMB rezervleri rekor kırdı. Bu durumdan rahatsız olan lobi manipülatif haberlerle ekonomiyi hedef almaya başladı” şeklindeki ifadeleriyle Gaye Erkan’dan yana bir tutum aldı. Bu haber, “Albayrak’ın kavgada dahli olmadığına dönük” bir mesaj olarak okunabilir.
DÜNE GÖRE DAHA ZAYIF
Olaylar cereyan ederken ABD’de olan Hafize Gaye Erkan, 20 günlük ziyaretini önceki gün tamamlayarak yurda döndü. Bundan sonra neler olacağı merak konusu. Kimilerine göre Erkan’a yol göründü ve Erdoğan her an kendisini görevden alabilir.
Babasının kanaatine benzer şekilde, Gaye Erkan’ın da gündeme getirilen iddiaları “düğmeye basma” olarak değerlendirdiği belli oluyor. İddialara dönük yalanlamasında, ABD’de önemli temaslarda bulunurken konudan haberdar olduğunu işaret etmesi, bunun göstergesi. Erkan açık şekilde, kendisini engellemeyi hedefleyen bir klik tarafından yıpratılmaya çalışıldığını düşünüyor.
Erkan görevden alınır ya da alınmaz, bunu zaman gösterecek. Ancak bir TCMB başkanının daha ipinin çekilmesi için uygun ortam geliştirildi. Erkan’ın isminin, son birkaç günde, göreve geldiği güne kıyasla hayli zedelendiğini söylemek yanlış olmaz. Ailesi üzerinden ortaya atılan iddialar, konsept itibariyle kamuoyunun tereddüt etmeden tepki göstereceği ve olası bir görevden almaya rıza üretecek türden. Liyakatsizlik, kayırmacılık, kibir… Erkan, çok hassas bir yerden yara aldı.
Bununla birlikte sürecin de en az sonuç kadar belirleyici olduğu unutulmamalı. Gaye Erkan’ın ekonomi kararlarındaki bazı anlaşmazlıklarda hizaya çekilmesi, düne nazaran artık daha kolay. Dolayısıyla yaşananlar, bir “sınır belirleme” planın parçası da olabilir. Gelişmeleri bu gözle izlemekte yarar var.
/././
Davos’tan Oxfam’a karamsarlık egemen (Hayri Kozanoğlu)
Panellerde adları en fazla zikredilen Trump, Putin ve Netanyahu ortalıkta görünmese de, Çin Başbakanı Li Qiang, Fransız Cumhurbaşkanı Macron, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken gibi ağırlıklı figürler protokol listesini zenginleştirdi. Yüreğimize su serpen müjde ise, Arjantin Başkanı Milei’den geldi; bu ultra piyasacı tuhaf şahsiyet “serbest piyasanın, kapitalizmin” erdemlerini öve öve bitiremezken, “dünyanın yaklaşan sosyalizm tehlikesi” altında bulunduğunu öne sürdü. Bizlere, “bu kış komünizm gelecek” kehanetinde bulunan Celal Bayar’ı hatırlattı.
AMAN SOLA KAYMAYALIM
Kulislerden sızan bilgilere göre, bazı şirket yöneticileri son yıllarda Davos Dünya Ekonomik Forumu’nun fazlaca sola meylettiğinden yakınmışlar. Sonunda toplantılarda yer almak için 250 bin doları peşin ödemeniz gerekiyor. Bu sadık müşterileri ürkütmeme kaygısıyla olsa gerek, 2024 oturumlarında ESG diye kısaltılan “çevre, sosyal ve yönetişimsel” konular, gelir ve servet dağılımı eşitsizlikleri gibi netameli temalar telaffuz bile edilmedi.
HÜKÜMET DAVOS’TA YOKTU
Yurtdışından para bulmak için dünyayı arşınlayan Mehmet Şimşek ve Gaye Erkan gibi figürler de, kendileri için çok elverişli bir ortam bulunmasına karşın, büyük olasılıkla izin çıkmadığı için forumda boy gösteremedi. Erdoğan 2009’daki “one minute” vakasından sonra kendisi Davos’u boykot etse de, Berat Albayrak, Ruhsar Pekcan’ın geçmiş yıllarda hükümeti temsiline izin vermişti. Bu yılki ambargo, cumhurbaşkanının seçimler arifesi artık gelenekselleşen Batı Kapitalizmine ve uygarlığına ateş püskürüp, milliyetçi ve mezhepçi bir hamasete hız vermesiyle açıklanabilir.
KÜRESEL RİSK RAPORU
Davos toplantıları öncesi tartışmalara bir çerçeve sunmak amacıyla Küresel Risk Raporu yayımlanıyor. Bu yılki raporda da, “gelecek on yılda hızlı teknolojik değişim, ekonomik belirsizlik, ısınan gezegenimiz ve artan çatışma ortamında karşılaşılabilecek en şiddetli risklerden” söz edildi. Ülkeler arasında işbirliği zayıflarken, güçsüz düşen ekonomiler ve toplumlar için küçük bir şokun bardağı taşıran son damla olabileceğinin altı çizildi.
2024’te üç milyon kişi sandık başına giderken, yanlış ve kasıtlı olarak yayılan yalan bilgilerin, seçilen hükümetlerin meşruiyetini zedeleyeceği, şiddetli gösteri ve nefret suçlarına yol açabileceği vurgulandı. Hatırlanırsa bu tip manipülasyonların en ağır faturasını montaj olduğu Erdoğan tarafından da itiraf edilen “Kılıçdaroğlu’nun Kandil videosuyla” bizler ödedik.
Tahmin edilebileceği gibi forumun ana gündem maddelerinden biri yapay zeka oldu. Haliyle tüm teknolojik atılımlar gibi yapay zeka da, aslında insan uygarlığının ortak bir meyvesi. Hayatı kolaylaştırması, üretkenliği artırması, zor, zahmetli ve tekrara dayalı işlerden çalışanları kurtarması özellikleriyle büyük bir fırsat sunuyor. Gelgelelim kapitalizm koşullarında toplumsal ilişkiler özel mülkiyete dayanıyor. Yapay zeka teknolojisini elinde bulunduran kişi ve şirketler bunu karlarını artırmak, emeğin pazarlık gücünü kırmak için kullanıyor.
Küresel Risk Raporu’nda bu konulara değinilmese de, yapay zekanın savaş ve çatışmalarda seferber edilmesinin insani krizlere neden olabileceği, savaşları derinleştirebileceği üzerinde duruluyor. Makine öğrenmesinin bir noktadan sonra çığırından çıkabileceği, özerk biçimde kendine hedefler seçebileceği, amaçlar belirleyebileceği, bunun da felaketlere kapı aralayabileceği uyarısında bulunuluyor.
EŞİTSİZLİK DERİNLEŞİYOR
Yıllardır, küresel elitler Davos’ta toplanırken aynı günlerde uluslararası yardım kuruluşu Oxfam da Dünya Eşitsizlikler Raporu’nu yayımlar. Bu raporun bulguları kapitalist düzenin nasıl derin eşitsizlikler ve adaletsizlikler yarattığını, insanlığın büyük çoğunluğunun toplumsal ihtiyaçlarını karşılamaktan bu denli uzak kaldığını ortaya koyar.
Rapor, sıradan insanlar gıda gibi en zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamazken, süper-zenginlerin rüyalarında bile göremeyecekleri bir servete ulaştıklarını ortaya koyuyor. Son iki yılın dolar milyarderlerinin pıtrak gibi artış öyküsünün ABD’de 1920’lerdeki Yaldızlı Çağ’a benzetilebileceğini söylüyor.
Raporun bazı çarpıcı bulguları şöyle:
2020’den beri dünyanın en zengin beş adamının serveti ikiye katlanırken, beş milyar kişinin serveti düştü.
Bu beş kişi her gün servetlerinin bir milyon dolarını harcarlarsa, bu servetleri ancak 476 yılda tükenecek.
Dünyanın en büyük on şirketinin yedisinde dolar milyarderi bir CEO veya hissedar var.
Küresel ölçekte erkeklerin serveti kadınlardan 105 trilyon dolar fazla. Bu rakam ABD ekonomisinin dört katına denk geliyor.
Dünyanın en zengin %1’i küresel finansal varlıkların %43’ünü elinde tutuyor.
ABD’de tipik bir siyahi ailenin serveti tipik bir beyaz ailenin %15.8’i kadar.
Dünyanın en büyük 1600 şirketin sadece %0.4’ü işçilerine yaşanacak ücret vermeyi ve değer zincirlerinde de bu pratiği desteklemeyi taahhüt etti.
Sağlık ve sosyal hizmetler sektöründe istihdam edilen bir kadının Fortune 100 şirketlerinden birinin CEO’sunun ortalama kazancını sağlaması için 1200 yıl çalışması gerekiyor.
TEKELCİLİK ÇAĞINDAYIZ
Oxfam bir tekel gücü döneminden geçtiğimizi, dev şirketlerin piyasaları kontrol ettiğini, değişimin koşullarını belirlediğini ve pazarını kaybetme korkusu taşımadan karlarını artırdığını dile getiriyor. Bunun soyut bir olgu olmayıp, ücretlerimizi, yiyebileceğimiz gıdaları, erişebileceğimiz ilaçları belirleyerek, yaşamımızı şekillendirdiğini hatırlatıyor.
Piyasa yoğunlaşması, sektör sektör her yerde gözlemleniyor. Son 20 yılda, 60 ilaç üreticisi 10 dev şirkete dönüştü. İki uluslararası firma küresel tohum piyasasının %40’ını elinde tutuyor. Meta, Alphabet, Amazon gibi Big Tech firmaları küresel online reklam pastasının dörtte üçüne konuyor. Üç büyük fon yöneticisi Black Rock, State Street ve Vanguard 20 trilyon dolarlık bir varlığı yönetiyor.
Şirketler dört yolla eşitsizlikleri derinleştiriyor:
İşçileri değil zenginleri ödüllendirerek,
Vergi kaçırarak,
Kamu hizmetlerini özelleştirerek,
İklim değişikliğini hızlandırıp ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet eksenlerinde adaletsizlikleri körükleyerek.
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Sonunda Oxfam bir insani yardım kuruluşu. Çözüm önerileri, doğal olarak bir iktidar değişikliğini, emekçilerin kendi kaderlerini kendi ellerine almaları çağrısını içermiyor. Hükümetlerden ve uluslararası kuruluşlardan politikalarını daha insancıl, eşitlikçi bir biçimde değiştirmeleri yolunda iyi niyetli taleplerle yetiniyor.
Ama yine de, kamunun ekonomide daha etkin olması; sağlık, eğitim, bakım ve gıda güvenliği konularını üstlenmesi; kamu taşımacılığı, enerji, konut ve altyapıya daha fazla yatırım yapması çağrısı önemli. Şirketlerin gücünün düzenlemelerle sınırlandırılması, özel tekellerin dağıtılması, net sıfır karbon salımı hedeflerini tutturamayan, yaşanacak ücretin altında ödeme yapan, vergi kaçıran şirketlerin cezalandırılması için hükümetlerin devreye girmesi önerisi de dikkate değer.
/././
Anafor (Kaan Sezyum)
Yaşamak nasıl gidiyor? Özellikle de vatandaşına hayatta kalmayı yaşamak olarak kabullendirilmeye çalışan bir coğrafyada? Her gün daha da dibe doğru batan bir enkazın içinde, hava dolu alanlar bulup, oralarda nefes alarak biraz daha yaşamını sürdürmek, her gece “Acaba deprem olur da, evimiz başımıza mı yıkılır?” diye düşünmek. Ya da “Deprem olsa zaten ilk üç gün gelen giden olmaz” diye endişelenmek mesela. Moral verici, motive edici, hayata bağlayıcı değil mi?
Vahşi yaşamda canını korumaya çalışan hayvanlar gibiyiz. Tabii hayvanlardan biraz farkımız var. Biraz okuma yazma biliyoruz, hayvanlardaki gibi eşit de değiliz. Kim güce daha yakınsa o daha eşit, adalet yok, özgür düşünce yok, keyif yok bizim hayatlarımızda. Her güne öfkeyle ve yılgınlıkla başlamak da çok keyif verici bir tarz.
Çok nadir bir ülkeyiz. Yıllardır çözülememiş problemlerimizin üzerine her gün daha eski problemler çözülememeye başlıyor, uzay - zaman dokusuna inatla uzayda ilerlerken, zamanda nasıl oluyorsa geri düşmeyi beceriyoruz her seferinde. Bilim, sanat filan zaten çok sevmiyoruz. Öyle şeylere ayıracak zaman ve ilgimiz de yok. Dizilerimiz var neyse ki, toplumca ekran karşısında kurgu hayatlara sinirleniyor, seviniyor ve yükseliyoruz. Öyle bir eşitsizlik betonu içindeyiz ki, artık neredeyse herkes ne tutturabilirse kaptırmaya çalışıyor. Nasıl olsa, yanlış yok, kanun yok, kural yok. Anlamsız yaşamlarımız her geçen gün daha da anlamsız, yaşanmayacak yeni alt seviyeleri zorlarken, kendimizi kurtaramadığımı bir kapana yakalanmışcasına, kan vererek günden güne sona yaklaşıyoruz gibi hissediyorum çoğu zaman.
Neredeyse okuması yazması olmayan adamlar tarafından “idare edilmek” zaten, bir coğrafyada hapse girmeden yaşayabileceğiniz en büyük tutsaklık hislerinden biri olmalı. “Proğram, demokrağsi, oparasyon” diyen; ülke isimlerini bile doğru dürüst bilemeyip “Urkanya, Amarika, Ukranya” diyen adamlar, geleceğimiz hakkında ileri geri ve bolca yanlış içinde kararlar verirken, sanki çok kötü bir arabada, çok kötü bir şoför tarafından, çok kötü bir yolda, çok pahalıya ömrümüzün sonuna yolculuk yapıyormuşcasına geçiyor her gün.
Keşke bütün bu saçmalıkları bir sayfa yazı, bir kısa film, ya da bir kilo fıstıklı baklava ile düzeltebilsek… Pek mümkün değil, baklavanın kilosunu hiç burada dillendirmeyeyim, tadımız kaçmasın. Zaten tadımız da pek kalmadı. Dünyada fındık üretimine göre ülkeler liginde Türkiye, yılda 684.000 ton üretim ile dünyanın en büyük fındık üreticisi, ikinci İtalya ise neredeyse bizim 8’de birimiz kadar (84.6 bin ton) üretebiliyor. Koskoca Amerika ise yıllık 70.310 ton üretim ile en büyük üçüncü fındık üreticisi. Ama tahmin edin bizde ne yok? Gıda kodeksi… Yani var da işte… Marketlerde satılan dondurmanın üzerine “dondurma” bile yazılamayacak kadar çöp gıdalar, içinde yüzde 1-2 oranında meyve bulunan meyve sularımız, yurt dışına satılıp “Bunlar bozuk” diye geri yollanan domatesleri ve daha neler neleri vatandaşımıza güvenle kakalayabilecek yöneticilerimiz ve onlara özel çıkmış kanunlarımız var. Gerçekten yaşamak büyük bir zevk.
Bir de üzerine interneti sansürlü, haberleri yasaklı, gözleri görmez, kulakları duymaz medyamız var mis gibi. Herkes kurtuluşunu arıyor ama hiçbir yerde bulamıyor. İçi kaldıran, vicdanı yeten, güce tapıp, kendince o güçten bir pay almaya çalışıyor. Yolsuzluk, kuralsızlık ve aklınıza hayata ve adalete dair ne varsa en kötüsünü gerçekleştirmeye hazır kalabalıklar da çevremizi doldurmaya başlıyor.
Gençler ise ayrı bir bunalımda. Ellerindeki telefondan “yabancı” akranlarının yaşadığı hayatlara imrene imrene avuçlarını ve telefonlarını hasretle ve açlıkla yalıyor.
Sevgisiz bir toplumun sevgisiz bireyleri olarak, bambaşka bir organizma gibi, evrime aykırı, zamana aykırı, gelişmeye aykırı, bilime ve ilerlemeye ters düşen tuhaf hayatlarda her gün sokakta bile kaldırımdan üzerime motor gelecek mi diye tedirginlikle hayatta kalıyoruz ama çok geç ve geri kalıyoruz.
Ülkenin temel derdi de bu. İlerleme olmadan gelişme, akılcılık olmadan huzur olamayacak. Uzun süre de bu böyle gidecek gibi. Hep aynı fonksiyonlara, farklı bileşenler katarak, sonsuz bir anaforun içinde medeniyet denizinin en derin noktasından daha derinlere iniyoruz.
/././
Akkuyu’daki 25 bin işçinin sağlık merkezi var mı (Özgür Gürbüz)
2023 yılında yenilenebilir enerji kaynaklarında son 20 yılın en büyük kapasite artışı gerçekleşti. 2022’ye göre yüzde 50 daha fazla santral kuruldu, çatılara daha fazla panel konuldu. Bizde değil elbette dünyada. Sadece 2023’te şebekeye eklenen yenilenebilir enerji kaynaklarının kurulu gücü 507 gigavatı buldu. Türkiye’nin tüm elektrik üreten santrallarının kurulu gücünün beş katı kadar yenilenebilir enerjiden bahsediyoruz. Güneş enerjisi ve Çin bu yükselişin başrol oyuncuları.
∗∗∗
Bu hız, iklimi koruma konusunda biraz umut verdi. Meselenin sadece yeni rüzgâr ve güneş santralları kurarak çözülemeyeceğini defalarca yazdığım için tekrar etmeyeceğim. Önce talebin kontrol edilmesi, gerçek enerji ihtiyacının bulunması, daha sonra bu gerçek talebin enerji verimliliği ve yenilenebilirle karşılanması gerekiyor. Kapitalizmden vazgeçmeden, hayatı yavaşlatmadan da gerçek bir çözüm zor. Şimdilik sadece yenilenebilir enerji alanında ilerleme var, o yüzden sıkça bu gelişmelerden bahsediyoruz. Yıldız Savaşları’nın meşhur repliğini biraz değiştirerek kullanmaya devam edelim: Sen benim tek umudumsun ama şimdilik!
2023 yılında biz ne yapmışız, bir de ona bakalım. Türkiye 2022 yılında elektrik üretiminin yüzde 10,6’sını rüzgârdan, 5,1’ini güneşten ve 3,4’ünü jeotermalden sağlamış. 2023 yılında rüzgârın payı yüzde 10,4’e düştü. Güneşin payı yüzde 5,7’ye çıkarken jeotermal enerji yerinde saydı. Kömürün payı ise arttı ve yüzde 36,3’ü buldu.
∗∗∗
Avrupa’nın en güneşli ülkelerinden Türkiye’de güneşin payının bu kadar düşük kalması kabul edilebilir bir durum değil. Uluslararası Enerji Ajansı, 2025 yılından itibaren tüm dünyada güneş ve rüzgarın toplam üretiminin kömürü geçeceğini söylüyor. Türkiye’de ise güneş ve rüzgarın toplam üretimi kömürün yarısı kadar. Son 20 yılda enerji alanındaki bu değişime önce direnen daha sonra da piyasa koşulları nedeniyle aheste bir şekilde uyum sağlamaya çalışan Türkiye, enerji dönüşümünde istenilen yere gelemedi. Enerjide dışa bağımlılık arttı, çevre ve halk sağlığı sorunları büyüdü. Uzaya parasıyla astronot göndermeye çalışırken evlerimizin çatılarına güneş paneli koymayı beceremedik.
İKİ BAKANA AKKUYU SORULARI
CHP Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, geçen hafta Akkuyu’da menenjit nedeniyle ölen işçilerle ilgili iki ayrı bakana iki ayrı soru önergesi verdi. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ile Çevre Bakanı Mehmet Özhaseki’ye sorduğu sorular arasında çok önemli bir konuya da dikkat çekmiş. Yavuzyılmaz, Akkuyu’nun nihai ÇED raporunda bulaşıcı hastalıkların iş sağlığı riski olarak görüldüğünü, bu nedenle inşaat sahasında bir sağlık merkezi kurulacağını, bu merkezde düzenli muayeneler yapılmasının taahhüt edildiğini hatırlatmış. Ve sormuş, böyle bir merkez kuruldu mu, kaç doktor var, büyüklüğü ne kadar, yatak sayısı nedir? “Sağlık merkezi bulunmuyorsa Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş’ye bir cezai yaptırım uygulanmış mıdır?” diye de eklemiş.
∗∗∗
Ne Mehmet Özhaseki’nin ne de Fahrettin Koca’nın bu sorunun yanıtını bildiğini sanmıyorum. Sorup soruşturuyorlardır. Menenjit salgını konusunda da Koca’dan henüz bir açıklama gelmedi. Ülkenin Sağlık Bakanı, 25 bin kişinin çalıştığı söylenen bir inşaattaki menenejit salgını olasılığını gündemine bile almadı.
Geçen haftaki Akkuyu Cumhuriyeti yazımda bu duruma dikkat çekmiştik. Rusya Akkuyu’da istediği gibi at koşturuyor. Onlar bilgi vermedikçe bu ülkenin bakanı da cumhurbaşkanı da orada neler oluyor bilmiyor. Santral çalışmaya başlarsa neler olacak hayal bile etmek istemiyorum. Antalya, Konya ve Mersinliler para biriktirip radyasyon uyarı cihazı alsalar iyi olacak.
/././
1968’de İstanbul belediye seçimleri ve sosyalistler (Şükrü Aslan)
Türkiye’de sosyalistlerin belediyeler ve belediyecilikle kurduğu ilişki karmaşık deneyimlerle yüklüdür. Bunların temelinde ise kapitalist modernleşmeyle inşa olan yerel yönetim alanında, sistemle ve iktidar partileriyle karşılaşma biçimleri vardır. Bu yazımda o karşılaşmalardan birine; 1968 İstanbul Belediye seçimlerine yer vermek istedim.
1968’de dünyada olduğu gibi İstanbul’da da sol/sosyalist hareket yükselme eğilimindeydi. Bu süreçte adından en çok söz ettiren siyasal gelenek ise Türkiye İşçi Partisi (TİP) idi. O kadar ki muhalefette olduğu halde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, bile "bizim en büyük rakibimiz politikalarımızın tamamen farklı olduğu TİP’dir" demişti. TİP türlü saldırıların hedefiydi. Seçimden kısa süre önce partinin Fatih ilçe kongresini basan bir grup "kahrolsun komünistler" diye slogan atmış; başka bir gün de TİP Şişli İlçe Başkanı Nurettin Çavdarlıgil bıçaklanmıştı. Parti bu şartlarda seçime hazırlanmıştı.
∗∗∗
O dönem partiler, adaylarını genellikle önseçimlerle belirlerdi. Mehmet Ali Aybar’ın genel başkan olduğu TİP, örgütü bulunan yerlerde belediye seçimlerine girmeye karar vermiş ve Ant Dergisi de partinin aday adayları listesini yayınlamıştı. TİP, "vatandaşın horlanması"nı seçimde temel konu olarak işlemiş; seçim afişinde "Ezildiğin Yeter, Davran Artık, Gün Seçim Günüdür" sloganını tercih etmişti.
Buna karşın Adalet Partisi en faal ve seçimi kazanmaya da en yakın partiydi. AP’den İstanbul Belediye Başkanlığına aday olmak isteyenlerin çokluğu ve bunun yarattığı gerilim İstanbul teşkilatını bölmüştü. Parti içinde İstanbul Belediye ve Meclisi üyelikleri için rekabete dair haberler sıklıkla gazetelerde yer almıştı. Partinin il-ilçe belediye başkan adayları ön seçimle belirlense de Celal Bayar ve parti yöneticilerinin sonuçlara tesir eden tutumları eleştirilmiş ve parti adeta karışmıştı.
1968 İstanbul Belediye Başkanlığı için adaylar şöyle netleşmişti: AP; Fahri Atabay, CHP; Orhan Eyüboğlu, Birlik Partisi; Abidin Özgünay, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi: Sadettin Tospi, Güven Partisi; Fehmi Atanc, Millet Partisi: Sabah Atlı, TİP; Şinasi Kaya. Bir de hesapta olmayan adaylar vardı. Haydar Zeki Keleş adlı bir aday halkın zorlamasıyla aday olduğunu söylemişti.
Sonunda 1968 İstanbul belediye başkanlığı seçiminde AP geçerli oyların % 49’unu, CHP % 36’sını almıştı. Üçüncü sırada % 7 ile TİP vardı. Fakat seçmenlerin % 61’i oy kullanmamıştı. Yüzde yedisinin oyu da geçersizdi. Bunların toplamı % 68’i buluyordu. Bu seçimle il çapında 22 belediyenin 11’ini AP, 6’sını CHP, 5’ni bağımsızlar kazanmıştı. İl Genel Meclisi’nin 103 üyesinden 61’ini AP, 34’ünü CHP, 2’sini TİP kazanmıştı. TİP’in 1963 İl Genel Meclisi seçimlerinde aldığı binde üç olan oy oranı, 1968’de % 1.7 olmuştu. Bu büyük bir artıştı.
∗∗∗
Fakat bu seçiminin en çarpıcı sonucu ve özelliği Yüksek Seçim Kurulu’nun kararıydı. Hem Belediye Meclisi hem de İl Genel Meclisinde iktidar partisi AP, açık ara birinci olmuş ama CHP sonuçlara itiraz etmişti. CHP’ye göre Adalet Partisi’nin, ilgili kurullara teslim edilen aday listeleri üzerinde karalamalar yapılmış, bazı isimlerin üzeri çizilmiş, bazıları çıkarılmıştı. Yani resmi evrakla oynanmıştı.
YSK seçimlerden yaklaşık kırk gün sonra aldığı kararla itirazı haklı bulmuş ve 14 ilçede Adalet Partisi’nin listelerini iptal etmişti. Böyle olunca Belediye Meclisinde AP’nin hiç üyesi kalmamış; CHP birinci parti, TİP de ikinci parti olmuştu. Bu duruma göre mecliste CHP’nin 80, TİP’in 14 üyesi olmuştu. İl Genel Meclisinde ise tutanakları iptal edilmeyen iki ilçeden AP’li dokuz üye kalmış; buna karşın CHP 71, TİP’in 15 üyeye ulaşmıştı. Üstelik bu durum AP’nin iktidarda olduğu bir dönemde cereyan etmişti. Başbakan Süleyman Demirel YSK’ya sert tepki göstermiş ve bunun kabul edilemez olduğunu belirtmişti ama sonuç değişmemişti.
Böyle bir meclisle çalışan İstanbul Belediye Başkanı Fahri Atabey, beş yıllık görev süresi bittiğinde iktidar partisi mensubu olarak CHP ve TİP’li meclis üyelerine ‘uyumlu çalışma imkanı ve ortamı sağladıkları için’ teşekkür etmişti. Bugünkü siyasal manzara ile mukayese edildiğinde ‘inanılır gibi değildi, ama gerçekti!
/././
MİT Akademi kime mesaj verdi? (Yaşar Aydın)
2023’teki 14 Mayıs seçimleri öncesi AKP ile başta ABD olmak üzere batı ülkeleri arasında bir uzlaşı yaşandığı gözle görülüyordu. Bu uzlaşının iki önemli başlığı vardı. Birincisi göç konusunda Türkiye “depo” olma görevini gönüllü olarak sürdürecekti. İkincisi başta AB olmak üzere yüzünün batıya dönük olmasına gerek yoktu. ABD’nin çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde yüzünü Ortadoğu’ya dönmek yeterliydi.
Bu durumun yönetimde İslamcı dozunun artması sonucunu doğuracağını söylemeye bile gerek yok sanırım. Ama tabi ki dozajında ve Batı ile çatışmayan bir boyutta olmak kaydıyla. MİT başkanı İbrahim Kalın’ın kuruluş töreninde yaptığı konuşması bu yaklaşımı teyit eder nitelikteydi.
Siyasal ve toplumsal dinamikler hedefi bazen kâğıt üzerinde bırakabilir. Şu ana kadar anlatılan bölüm rejimin önümüzdeki döneme ilişkin kâğıt üzerindeki hedefleri.
Son birkaç ay içinde yaşananlara bakınca Türkiye’de durumun çok farklı olmadığı görülebilir.
İslamcıların AKP’yi de rahatsız edecek şekilde ortaya dökülmeleri ve buna karşı toplumun farklı kesimlerinden gelen reaksiyonlar ile MİT Akdemi tarafından hazırlanan ve iktidarın durumu nasıl değerlendirdiğini gösteren ‘Aşırı Sağ Tehdidi Raporu’ birlikte değerlendirildiğinde birçok başlığın projeyi kâğıt üzerinde bırakabilecek potansiyel taşıdığı söylenebilir.
İSLAMCI MİLLİYETÇİ GERİLİM GERÇEK Mİ?
Türkiye’de yabancı düşmanlığının önce Arap giderek de selefi İslam karşıtlığına dönüştüğü bunun da başını Türkçülerin çektiği konusu tartışılmaya başladı. Zafer Partisi’nin sadece bu noktada siyaset yapması, İYİP’in de muhalefet cenahından ayrılıp böyle bir siyasete yönelmesi bu tartışmanın toplumsal bir tabana sahip olduğunun ispatı olarak da sunuldu.
Özellikle hafta sonu Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde kaymakamın hutbeyi beğenmeyip imamı darp ettiği iddiasıyla başlayan süreç tartışmayı başka bir noktaya getirdi. Bu olaya tekrar dönmek koşuluyla geçen yıldan kalan birkaç başlığa göz atmakta fayda var.
• 29 Ekim kutlamaları: Cumhuriyet’in 100. yıl kutlamalarının iktidar tarafından geçiştirildiği, hak ettiği önemi vermediği konusu çok gündeme getirildi. 29 Ekim günü milyonlarca insanın sokakları doldurması iktidarın cumhuriyete karşı tutumuna bir yanıt olarak gösterildi. Benzer ruh hali 10 Kasım törenlerine kadar devam etti.
• Teğmenler meselesi: 10 Kasım töreninde bazı teğmenlerin Atatürk fotoğrafını yakalarına asmadığı ve bu duruma tepki gösteren bir grup teğmenle kavga yaşanması diğer bir başlık. Teğmenlerin bu reaksiyonu, Yeni Şafak gazetesi tarafından darbe özlemi olarak nitelendirildi.
• Süper kupa skandalı: Fenerbahçe ve Galatasaray arasında Suudi Arabistan’da oynanacak maç öncesi Atatürk fotoğraflı formalara izin verilmemesi sonrası başlayan kriz ve maçın iptal edilmesi. Sonrasında kulüpler binlerce taraftar tarafından karşılanırken Erdoğan meseleyi yine 28 Şubatçılar olarak açıklamaya çalıştı.
• Filistin’e destek mitingi: Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın öncülüğünde 1 Ocak 2024 tarihinde İstanbul Karaköy’de Filistin’e destek mitingi düzenlendi. Saray eşrafı ve AKP’den önemli isimlerin de katıldığı gösteriye üniversite öğrencisi Ege Akersoy ile Kelime-i Tehvid bayrağını taşıyan bir göstericinin tartışması damga vurdu. Sonrasında Akersoy çıkarıldığı mahkeme tarafında tutuklandı, kısa süre önce de denetimli olarak serbest bırakıldı.
• Diyarbakır kulp meselesi: İmam’ın Cuma hutbesini eksik okuduğu gerekçesi ile ilçe kaymakam tarafından darp edilmesiyle başlayan olaylar dizisi dün itibarıyla devam ediyordu. Muhtemelen Bahçeli bu konuya bugün yapacağı grup toplantısında değinecektir.
FAY HATLARI ÇOK HAREKETLENDİ
İktidarda uzun süredir İslamcı bir parti var. Yaklaşık 8 yıldır da milliyetçi bir parti ile ortaklık yapıyor. Bu koşullar içinde İslamcı-milliyetçi bir gerilimden bahsetmek mümkün mü? Hele hele MİT Akademi tarafından hazırlanan raporda bahsedildiği gibi ‘Aşırı Sağ’ tehditinden bahsetmek ne kadar doğru olur? İktidar blokunda bir kapışmadan bugün için bahsetmek mümkün değil. Bahçeli ve Erdoğan konuşmalarında bu meseleye çok özenle dâhil oluyor. İslamcı ya da milliyetçi bir eylemi eleştirecekseler bile kışkırtma ve 28 Şubat özleminden bahsediyorlar. Adliye’de yapılan şeriat çağrısının da atılan yumruğun da iki lider tarafından bu bağlamda değerlendirmesi kısa vadede büyük bir gerilimin olmayacağının göstergesi olarak kabul edilebilir.
Ama tabanda başlayan fay hareketlenmesi yukarıda sabit durmalarını gün geçtikçe zorlaştırabilir. İki örnekle bu durumu açıklamak mümkün. Uzaya yolcusu Alper Gezeravcı’nın ilk sözünün “İstikbal göklerdedir” olması yandaş yeni Şafak gazetesi yazarı Aydın Ünal’ı rahatsız etmiş. Bu rahatsızlığı köşesinde yazmış. Ama ne hikmetse yazının internet yayınında bu bölüm yoktu. Yine Diyarbakır Kulp ilçesinde yaşanan olay. Genç kaymakamlar, MHP yanlısı medya, Kulp kaymakamının yanında dururken yandaş sendika Memur Sen imamın saffında yer aldı. Bu olayların sık tekrar etmesi ilişkinin dayanıklılığını zedeleme potansiyeli de taşıyor.
Bizim gördüğümüz bu sıkıntıyı MİT Akademi’de görmüş olmalı ki “aşırı sağ” tanımı üzerinden yeni bir uzlaşı arama yoluna gitti.
MİT Akademi’nin raporu erken bir hamle ya da tanım olarak görülebilir. Ama toplumun bir kesiminde göçmen karşıtlığı olarak başlayan, sonrasında Arap istilası olarak görülen süreç ve nihayet selefi İslamcılığa yönelik tepkiye doğru yönelmesi Fidan-Kalın projesi için kabul edilemez bir sapmaya yol açacaktır ki bu da en son istenilecek durumdur.
ANTİ-EMPERYALİZM VE LAİKLİK
İktidarın politikalarına ya da taraf olduğu konulara benzer karşı çıkışların tek başına Türkçülük ya da milliyetçilik parantezine alınması doğru değil. Böyle bir toptancı yaklaşımla “yükseliyor” denildiğinde bile 4 milliyetçi partinin (MHP-İYİP-BBP-Zafer) toplam oyu yüzde 20’lerdeyken bu yaklaşımla onlara bu payeyi vermek hiç doğru değil.
Çok açık ki, bugün iktidarın Ortadoğu politikalarına ve İslamcı uygulamalarına karşı toplumda giderek artan bir hoşnutsuzluk var. İçinde milliyetçi refleksler de barındıran bu refleksin olduğu da kabul edilebilir. Ama tüm bunlar milyonların rejim karşıtı tutumunu ve içinde barındırdığı ilerici birikimi görmezden gelinmesini gerektirmez.
Türkiye kadri, dinci, şeriatçı, milliyetçi ya da ırkçı siyasetlerden birine terk edilemez. Onların ülkeye vereceklerini ülke 70 yılı aşkın kesintisiz yaşıyor. Anti-emperyalist ve laiklik temelinde gerçek bir mücadele milyonların taleplerini karşılayabilir. Bunu ancak ‘SOL’ yapabilir. Çünkü sol sahte rejim karşıtlarından farklı olarak bir fikre ve eyleme sahi. Kapitalizme karşı olmaları, neo liberal politikalara karşı yıllarca mücadele etmeleri, onları anti-emperyalizm ve laiklik konusunda da gerçek bir alternatif haline getiriyor.
SADECE BİR DİPNOT OLARAK SİNAN OĞAN
Bu yeni kuşak itirazı anlamak ve toptancı bir yaklaşımla kenara atmamak için bir örnek yeterli. Sinan Oğan meselesi. 14 Mayıs seçimlerinden önce genç ulusalcıların gözdesi Oğan, seçimin kaderini belirledi. İlk turda yüzde 5 oy aldı. Yaklaşık 3 milyon seçmenin oyunu. Sonra taraf değiştirdi. Erdoğan’ın yanına gitti. Sinan Oğan şimdi nerede ve siyasi etkisi ne kadar? Oğan’ın bütün hikâyesi rejimin yanında durunca bitti.
Bu duruma bakarak kestirme sonuç üretmek mümkün değil. Ama bir iki soruyla bitirelim.
Toplum içinde belirginleşen ayrışma, siyasi partileri ve ittifakları nasıl etkiler?
Yeni ittifaklar din ya da milliyet etrafında mı şekillenecek?
Siyasal İslam’a karşı verilen reaksiyon topyekûn sağ ve milliyetçi olarak tarif edilebilir mi?
Laik gençler neden Sinan Oğan’ı tercih etti ve de emekçi muhafazakârlar Erbakan’ı neden umut olarak görüyor?
Yoksulluk, işsizlik ve yoklukla mücadele süreci nasıl değiştirebilir?
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder