Genç kaymakamlar rahatsız (Barış Terkoğlu)
Dünya sallanıyor, ellerinle yaptığın yeksan oluyor. Depremi ancak o zaman fark ediyorsun.
Diyarbakır Kulp’ta yaşanan kavganın devletin derinliklerindeki savaşı açığa çıkaracağını kim bilebilirdi? Bahçelievler Camisi’nde cuma namazı öncesi hutbe okunuyordu. Diyanet’in hutbelerinin içeriğini isteyen önceden görebiliyor. Cemaatin içindeki kaymakam Burak Akeller gibi... Her şey imamın, hutbenin o bölümünü okumayıp atlamasıyla başladı: “Hain bir terör saldırısında vatan evlatlarımız şehadet makamına ulaştı. İnanıyoruz ki Rabbimizin rahmeti şehitlerimizin üzerinedir.” Anlatılana göre kaymakam Akeller, cemaatin içinden imama seslendi: “Hoca hutbeyi tam oku!” İmam, tepki üzerine şehitlerle ilgili bölümü okudu. Her şey orada kalsa duymayacaktık bile…
Namazdan sonra Akeller, imamın odasına gitti. Kaymakamın anlattığına göre “Neden” diye sormuş, imam ise “Bize de baskı oluyor” yanıtını vermişti. Kaymakam da imamı bağırarak azarlamıştı. İmamın söylediğine göre ise kaymakam bağırmakla kalmamış, camideki mikrofonla bacağına vurmuştu. O da hastaneden darp raporu almıştı. İşte devletin iki memuru arasındaki kavga, devlette adeta savaşa dönüştü.
İSLAMCI-ÜLKÜCÜ KADRO KAVGASI
İmam, Diyanet-Sen üyesiydi. Diyanet-Sen, Memur-Sen’e bağlıydı. Memur-Sen, AKP’nin devlet içindeki kadrolarının bağlı olduğu sendikaydı.
Kaymakam ise 36 yaşında, 2014’te üniversiteden mezun olmuş, 2016’da devlete girmiş, 2018’de kaymakam adayı olmuş genç bir bürokrattı. Yükselişinin aslında dönemle bir ilgisi var. Kaymakam Akeller, Gazi Üniversitesi’nde Ülkücü hareketin içindeydi. Mezun olduğu yıl, tam da Erdoğan-Gülen kavgasının devletin içine sıçradığı dönemdi. Devlete girdiği yıl ise darbe girişimi olmuştu. Akeller, MHP’nin iktidar ortağı olarak boşluğu doldurduğu dönemin sembollerinden biriydi.
Kulp’ta HDP’li belediye başkanı seçimin ardından görevden alınmış, kaymakam kayyum atanmıştı. Akeller, bu sayede hem mülkiyeyi hem belediyeyi yöneten, Doğu Anadolu’daki çoğu genç ve Ülkücü mülkiye kuşağındandı.
İşte 2016 sonrasında sorun çözen bu iki yapı, İslamcılık üzerinden siyaset yapan memurlar ile Ülkücü mülkiyeliler, Kulp’taki hutbe krizinin ardından karşı karşıya geldi. Haber önce “Hutbeyi beğenmedi, imamı dövdü” diye servis edilmişti. Ancak olay, İslamcı kesimin mağduriyet rolü oynayacağı klasik hikâyelerden değildi.
İmama örgütü Diyanet-Sen ve Memur-Sen sahip çıktı. Cami önünde açıklama yapan sendika, “sözde devlet ve millet menfaatine yapılıyor denilen ama gerçekte terör örgüt ve odaklarının ekmeğine yağ süren eylem ve söylemlerin oluşturduğu tahribat” diyerek MHP’ye göndermede bulundu.
Fakat karşı tepki daha sert oldu. Ülkücü mülkiyeliler, sosyal medyada hem imamı hem de Memur-Sen’i hedef aldı. Kaymakamlar, valiler, vali yardımcıları, MHP’li siyasetçilerle tek ses olup, kaymakam Akeller’e sosyal medyada destek mesajı yağdırdı. Bu sırada Memur-Sen Başkanı Ali Yalçın başta olmak üzere sendika yöneticilerinin geçmişte FETÖ liderine yazdığı övgü mesajları gündeme geldi. Yalçın’ın eski danışmanının FETÖ firarisi olduğu bilgisi MHP’nin kaynaklarından servis edildi. Ülkücü Kamu-Sen, AKP’li Memur-Sen’i “sözde sendika” diye suçladı. İmama darp raporu veren doktor da sorgulanıp DEM bağlantısıyla itham edildi.
DEVLET KRİZİNİN HABERCİSİ
Ağır hakaretlerle süren tartışmada iki taraf da birbiri için tasfiye çağrısı yaptı. Kendilerinden ses beklenen AKP’li siyasetçiler ise MHP’nin devletteki kadrolarıyla kendilerini destekleyen memurlar arasındaki savaşı sessizlikle izledi. DEVA ve Gelecek partililer bile konuşurken onlar sustu. Tıpkı AYM ile Yargıtay arasındaki krizdeki gibi…
Bir tarafta İslamcı memurlar öte yanda Ülkücü mülkiye. Bir tarafta Memur-Sen öte yanda Kamu-Sen. Bir tarafta seçim öncesinde “bölgenin hassasiyetleri” diyen iktidarın İslamcıları, öte yanda “Ya devlet başa kuzgun ya leşe” diyen iktidar ortakları. Bir tarafta atamalarda ilk üyeliğine bakılan ve bu sayede büyüdükçe oteller bile açan kamu sendikası; öte yanda yargıyı, istihbaratı, Emniyeti ve mülkiyeyi kontrol eden Ülkücü kadrolar.
Kulp’taki olay, AYM-Yargıtay krizi gibi belirginleşen devlet içindeki fay hatlarının daha da görünmesini sağladı. Şimdilik seçim sonrasına ertelenmesi beklenen Kulp krizi, teşbihte hata olmaz, 17-25 Aralık öncesindeki karşı karşıya gelişleri hatırlatıyor. Herkes sanki biraz “son kavgaya” hazırlanıyor.
Kırılıp dökülene bakıp her şey yeryüzünde sanırsın. Oysa sarsıntı, yerin dibinde başlayan ayrılığın işaretidir sadece.
/././
Küreselleşme, kaos ve soykırım (Ergin Yıldızoğlu)
Kaos, edebiyatta, bir düzenin, uyumun, mantığın çöküşünü simgeler. Bu basit tanımı küreselleşme sürecine uyguladığımızda karşımıza, süreci tanımlamaya olanak veren unsurların oluşturduğu düzenin, o unsurların aralarındaki uyumun, birlikte işleyişlerinin mantığının çöküşünü temsil eden bir “durum” çıkıyor. New York Times, Financial Times gibi Batı’nın ekonomik, siyasi arzularını, kaygılarını yansıtan yayınlar bu durumu, “kurala dayalı düzenin dağılması” olarak algılıyorlar.
DAĞILMANIN ANATOMİSİ
Küreselleşme, dünya çapında ekonomik, sosyal ve kültürel entegrasyonun, ABD hegemonyası ve onun benimsediği önceliklere göre artmasıydı. Finansal krizden bu yana bu süreç, yalnızca ekonomik, siyasi hatta kültürel basınçlar altında çözülmeye başlamadı aynı zamanda küreselleşme sürecinde değişen ekonomik kaynak ve güç dağılımı, yeni büyük ve orta düzey güçlerin yükselerek “kurala dayalı düzeni” sorgulamaya başlamasına yol açtı.
Ekonomik basınç, bir kriz yönetim modeli olan neoliberalizmin verimliliği hızla düşerken krizin semptomlarının kendilerini yeniden hissettirmeye başlamasından kaynaklanıyordu: Yatırılacak kârlı alanlar bulamayan bir sermaye fazlası ve sermaye açısından kullanılır olmayan bir nüfus fazlası artarken artık işlemeyen düzenleme altında yapılandırılmış mekânlar değişime direniyordu.
Tarihte kapitalizm bu durumu hep “yaratıcı -yeniden yapılandırıcı- yıkım” ile aştı. Burada iki yol gözlemleyebiliriz: Sermaye fazlası ve nüfus fazlası, yıkılarak yeniden yapılandırılarak açılan alanlara gider ve/veya bizzat derin resesyonlar, savaşlar içinde yok olur. İkincisi, birincisini olanaklı kılacak, hatta yeni birikim olanakları yaratacak sanayiler/teknolojiler, ideolojiler, siyasi biçimler, egemen sınıfın seçenekleri, kapitalist devletin politikaları içinde öne çıkmaya başlar. Askeri-sınai-finansa kompleksi ile devlet arasındaki ilişkiler derinleşir, “süreç olarak faşizm”, ideoloji, hareket, örgütlenme ve devlet biçimi olarak gelişmeye başlar. İki yolun kesiştiği noktalarda, savaşlar, sabotajlar, suikastlar, etnik temizlik, soykırım gündeme gelir.
İKİ GÜNCEL ÖRNEK
Militarizm: Ukrayna savaşı başladıktan sonra özellikle Gazze soykırımı ile birlikte ABD ve İngiltere gazetelerinde sık sık, “Kurala dayalı düzen dağılıyor”, “Kutuplaşma başladı” saptamaları yoğunlaştı. Bu yorumlara göre “Batı’nın rakipleri hızla artıyor.” Bunlar “Batı’nın zayıflıklarını istismar ediyorlar”, “Kolay barış dönemi geride kaldı”, “Savunma harcamalarına, teknolojilerine ayrılan kaynakları artırmak gerekiyor.”
İngiltere’nin yeni savunma bakanı Grant Shapps, göreve geldikten sonra yaptığı ilk konuşmasında, “gelecek beş yıl içinde Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore gibi ülkelerle savaş çıkmasını beklediğini” söyledi. Shapps’a göre dünya artık, bir “savaş sonrası” dönemden bir “savaş öncesi” döneme geçti: “Savunma harcamalarını artırmak gerekiyor.” Foreign Policy’de W. Hartung, Pentagon, savunma bütçesini büyütmek için, “Çin’in savaş harcamalarını özellikle abartıyor” diyordu.
Soykırım: Gazze soykırımı, kolaylık, var olan ekonomik ve kentsel yapısal şekillenmenin yıkımı, sermaye ve nüfus fazlası sorunları, mekân düzenleme paradigması içinde değerlendirilebilir (örneğin: NLR, Sidecart, Robinson & Nguyen, 15/01/24). Daha şimdiden İsrail’de kimi inşat firmaları, Gazze’de yeni yerleşim projeleri pazarlamaya başlamışlar. İsrail kapitalizminin, destekçilerinin “sermaye fazlası”, toprak rantı ve Akdeniz kıyısındaki enerji kaynakları rantı üzerinden değerlenmek üzere Filistin topraklarına yatırılabilir. İsrail nüfuz fazlasını yerleşimci olarak Gazze’ye gönderebilir. İsrail için sorunlu olan Filistin nüfusu imha edildikten sonra oluşacak işçi açığı, o topraklar üzerinde hiçbir iddiası, hakkı olmayan göçmen işçiler ile kapatılabilir. Körfezi, Akdeniz’e bağlamak üzere, 1960’larda tasarlanan ama Filistin sorunu yüzünden gündeme gelemeyen Ben Gurion kanal projesi de var.
Boşuna mı, General Dynamics, Raytheon gibi silah-havacılık şirketlerini hisselerinin değeri artıyor, Morgan Stanley’den Kristin Liwak, Gazze savaşı, “Savunma şirketleri portföyüne gayet iyi uyuyor” diyor.
/././
Barışı kim bozdu? (Mehmet Ali Güller)
NATO Askeri Komite Başkanı Oramiral Rob Bauer, önümüzdeki 20 yıl içinde Rusya ile “topyekûn bir savaşa” hazırlıklı olunması gerektiğini söyledi (cumhuriyet.com.tr, 19.1.2024).
Peki nereden çıktı bu, neden NATO ülkeleri çatışmaya hazırlıklı olmalı? Onu da söylüyor Bauer: “Barış içinde yaşamamızın kesin olmadığını anlamalıyız.”
O zaman haliyle şu soruyu sormalıyız: Peki barışı kim bozdu?
ABD BARIŞI ATOM BOMBASIYLA BOZDU
Barışı ABD bozdu, hem de II. Dünya Savaşı biterken ve dünya barışa hazırlanırken...
Emperyalist ABD, teslim olmaya hazırlanan Japonya’ya iki atom bombası atarak daha ilk günden barışı bozdu; çünkü o bombaları aslında Japonya’ya değil, kendisine rakip gördüğü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) atıyordu... Dolayısıyla ABD’nin SSCB’yle Soğuk Savaş’ı başlatmasının tarihi olarak o bombaların atıldığı tarihi işaretleyebiliriz.
Nitekim ABD, emperyalist iştahı ve dünya jandarmalığı hevesini kısa bir süre sonra, 1949’da NATO’yu inşa ederek de fiilen gösterdi. (Propaganda ettiğinin aksine NATO, Batı’nın Sovyet tehlikesine karşı kurduğu bir savunma örgütü değildir, tersine SSCB’ye karşı girişeceği çok yönlü saldırının aygıtıdır; nitekim Varşova Paktı NATO’dan 6 yıl sonra, 1955’te kuruldu!)
BARIŞ İÇİNDE YAŞAMANIN BEŞ İLKESİ
ABD’nin barışı bozan bu tutumu karşısında dünyanın büyük çoğunluğu Çin ve Hindistan’ın öncülüğünde, daha 1954’te “Barış içinde yaşamanın beş ilkesini” ortaya koydu.
Ama emperyalist ABD, barışı bozdu; Güney Amerika ve Ortadoğu’da suikastlarla, darbelerle bozdu; Laos’ta bozdu, Vietnam’da bozdu... Soğuk Savaş’ın ardından Yugoslavya’yı parçalayarak bozdu, Afganistan ve Irak’ı işgal ederek bozdu, Libya ve Suriye’ye saldırarak bozdu...
Emperyalist ABD, sözünde durmayarak, NATO’yu sürekli Rusya’ya doğru genişleterek barışı bozdu. (Ukrayna’daki savaşın asıl sorumluluğunun NATO’yu genişleten ABD’de olduğunu bugün pek çok ABD’li akademisyen ve uzman bile kabul ediyor.)
ABD’NİN NATO PLANLAMASI
Ve ABD, önce kendi ulusal strateji belgelerine, ardından da NATO belgelerine Rusya’yı Atlantik cephesi için “yakın tehdit”, Çin’i de “mücadele edilecek baş rakip” diye işaretledi.
Ve bunun gereği olarak da NATO’yu üç cephede, İsveç/Finlandiya hattından, Ukrayna’dan ve Gürcistan’dan Rusya’ya doğru genişletmeye çalışıyor.
Diğer yandan Çin’e karşı bölgede küçük ittifaklar kurarak bunları alt NATO örgütlerine dönüştürmeye çalışıyor. Avustralya’yı Çin’e karşı nükleer üsse dönüştürmeyi hedefleyen AUKUS ittifakı da Japonya ile Güney Kore liderlerinin son iki yıldır NATO zirvelerine üye gibi davet edilmesi de NATO’nun Japonya’nın başkenti Tokyo’da bir irtibat ofisi açmaya çalışması da bu amaçladır.
KÜRESEL GÜNEY’İN CAYDIRICILIĞI
Özetle, 79 yıl önce atom bombalarıyla barışı bozan ABD, 79 yıldır barışı bozan ülke olmayı saldırganlıklarıyla sürdürmektedir. Haliyle NATO Askeri Komite Başkanı Ora Bauer’in “Barış bozuldu, topyekûn savaşa hazırlanmalıyız” çıkışı bir savunma mesajı değil, saldırganlığın örtüsüdür. Ve tıpkı NATO Genel Genel Sekreteri Stoltenberg’in “NATO Asya’ya ilerlemiyor, Çin Batı’ya yaklaşıyor” denklemi gibi baş aşağı durmaktadır.
Bitirirken belirtelim: “Barış içinde yaşamanın beş ilkesi” hâlâ insanlığın önündedir ve çok kutuplu dünyayı adım adım inşa eden Küresel Güney inisiyatifi de ABD’nin bu saldırganlığı karşısında en büyük caydırıcılıktır.
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder