'Bu ihtimali bugün edebiyat anlatamayacaksa yarın hayat gerçek kılacak. O zaman bol bol, kana kana, namusuyla çalışıp artık yoksulluk içinde yaşamayan insanın hikâyesi başlayacak.'
1956 yılının Eylül’ünde dönemin Akşam Gazetesi’nde yirmi yedi gün sürecek bir röportaj dizisi yayımlanır. “Çok Çocuklu Aileler Arasında” üst başlıklı dizi, her bir röportajda okura aktardığı yoksul aile manzaralarıyla zaten içeriksel bir öneme sahipken onu kıymetli hale getirecek bir şey daha vardır: Röportajları her bir ailenin yaşadığı mahallede, bu ailelerin evlerinde gerçekleştirenler iki tanınmış gazeteci İsmet Yenisey ve Remzi Tozanoğlu ile üç büyük edebiyatçımız Orhan Kemal, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’dır.
Beş yazar İstanbul’un farklı ilçe ve mahallelerindeki hayatlarla buluşturur okurlarını. Büyük Langa, Kocamustafapaşa, Fatih, Cibali, Sultanahmet, Hasköy, Kadıçeşmesi, Üsküdar, Çapa, Edirnekapı, Beylerbeyi, Davutpaşa, Pangaltı, Beşiktaş, Fener, Aksaray, Harbiye, Bostancı, Nişantaşı…
Böylelikle 50’li yılların ikinci yarısında İstanbul’un sosyal güvenceden yoksun, formel sektörde çalışmayan, sağlıksız koşullarda yaşayan kent yoksullarına çevrilir objektifimiz.
Yoksulların evleri
Farklı mahallelerde yaşasalarda her bir röportajda anlarız ki yoksulların evleri hep birbirine benzer:
“Asfaltı karşıya geçip de Arabacılar’a doğru yürüyünce, iş değişiyor. Yol adına taşlar dolu, eğri büğrü, daracık bir geçit, harap evlerin arasından kıvrıla büküle sizi dik bir yokuşa vuruyor. Sağda solda, evleri sınırlayan taş duvarlar. Taş duvar dedimse, bildiğimiz, usulünce yapılmış taş duvar değil. Küçük küçük taşlar, harçsız filan üst üste yığılmış, duvar yükseltmek istenmiş. Böyle derme çatma duvarların içinde barakalar, kulübeler. Çoğunun üzerleri paslı teneke kaplı. Kuvvetli rüzgâr bu tenekeleri alıp götürmesin diye üzerlerine yer yer ağır taşlar konmuş.” (s.73)
“Kapıdan giriyoruz. Hela kokuyor. Yan yana iki oda. Küçük küçük.” (s.51)
“Bir barakanın bir odası. (...) Üstü battaniye ile örtülü bir karyola. Tavana asılı salıncak tam karyolanın ortasına rastlıyor. İki kırık iskemle, sandık, kapının arkasında bir entari. Yerde morumsu bir kilim. Duvarda “El kâsibu habibullah” levhası. Tek ferahlık veren şey pencerenin içindeki fesleğen tenekesi. 50 lira veriyorlarmış bu odaya.” (s.81)
Röportaj ve edebiyat
Beş farklı yazar tarafından gerçekleştirilmesine rağmen röportajlar bir bütünlük ve tutarlılık içindedir. Röportajların her birine benzer duygu ve düşünce durumunun sirayet etmesindeki temel neden ise yazarların tamamı için yoksulluğun doğal olmayan, değiştirilmesi gereken bir durum olmasıdır. Ayrıca hikâyelerini aktardıkları ailelere büyük bir sevgiyle ve anlamaya çalışarak yaklaştıkları da röportajların dilinden anlaşılır. Bununla birlikte ne gözlemledikleri mekâna ne de ailelerin aktardıklarına herhangi bir yorum katarlar. Böylece duygu ve düşüncedeki uyum edebi bir tutarlılık ile de buluşur.
“Çocuklar hastalanınca doktora götürür müsünüz?
Götürürlermiş.
– Hastane bedava tabii.
– İlaç parayla amma.
– Hepsini alamazlar ilaçların.
– Borç harç.
Bunları kalabalıkta kimleri söylediğini kestiremiyorum.” (s.37)
“– Yemeğe, içmeye yetişebiliyor musunuz bari?
– Nasıl yetişilir? Kızılay ekmek, yemek veriyor.
– Kaç ekmek verir?
– Bir buçuk.
– Yemekleri nasıl?
– Mercimek, nohut, fasulye…
Sonra şikâyet etmediğini yüzüyle anlatarak:
– Etsizdir amma, diyor, Allahın gücüne gitmesin.
‘Gitmez Bayan Muzaffer’ demek istiyorum; “Senin et istemene Allah neden kızacakmış. Kızsa kızsa ona kul taifesi kıza.’” (s.92)
Yoksul evlerde umut
En düşük nüfuslusu beş en kalabalığı on dört çocuklu ailelerin tamamında istisnai durumlar dışında tüm aile bireylerinin çalıştığını görürüz. Erkek çocuklar daha ilkokul çağlarında berberde, bakkalda, gazocakçının yanında çalışmaya başlarlar; büyüyünce tornacıda, tersanede. Kızlar trikoda, çorapta ya da Cibali’de tütündedirler; imkân varsa akşamları Akşam Sanat’ta eğitimde. Anneler temizliğe, çamaşıra gider; babalar sıvacılık, boyacılık, kalaycılık, kunduracılık, arabacılık gibi işler yapar. Büyüdüklerinde yüksek ihtimalle anne babalarının kaderini yaşayacak, onlarla aynı mesleklere sahip olup aynı işlerde çalışacak, evlenip yuva kurduktan sonra ayın sonunu getiremeyecek olan çocuklar arasında okuyup düzenli gelir elde edeceği bir mesleğe kavuşması, doktor, öğretmen ya da Deniz Lisesi’ne gidip deniz subayı olması ümit edilen bir tanesi mutlaka bulunur. O, ailenin ümididir. Ancak bu ümit de yazarlar tarafından röportajı çevreleyen gerçeklikten soyutlanıp başka bir yere taşınmaz:
“Hava hâlâ sıcak, evin içi hâlâ acı acı hela kokuyor, ama, geleceğin deniz subayı oralı değil. Oturduğu yerde kesekâğıdı imaliyle meşgul.” (s.55)
Dertlerini olduğundan büyük göstermeye çalışmaz röportaj yapılan aileler. Kimi kez durumları ile dalga geçecek kadar kabullenmişlerdir belki de yoksulluğu. Yazarların kurduğu duygudaşlık ise ailelerin ifadelerindeki samimiyeti artırmış olsa gerek:
“– Memnun görünüyorsun! dedim Rüveyde teyzeye.
– “Deliye niye gülersin?” diye sormuşlar, dedi, “Ağlamasını bilmem ki” demiş. Bizimki de o hesap.” (s.71)
“– (...) İşi yolunda, radyoda da oyun havaları varsa, komşumuz bir âlem olur. Çoluk çocuk coşarlar. Çok iyi insanlardır.
Mehmet Budak gülüyor:
– Ne yapalım? Yaşamıya geldik dünyaya. (...)” (s.119)
Röportaj yapılanlara hayattan istekleri, beklentileri sorulduğunda ise hiçbiri hak etmediği, emek vermediği, emeğinin sonucu olmayan bir şeyi talep etmez. Bahri Çetintaş’ın eşi “Ah, diyor, bir dikiş makinem olsa!” (s.78). Sabriye, kocasının Suriye'den dönmesini ister. Mehmet ağa kızının düğününü yapabilmek ister. İş bulup düzenli, “bol bol, kana kana” (s.120), “namusuyla” (s.125) çalışabilmek ister hepsi; başlarını sokacak, insanca yaşayacak bir evleri, yuvaları olsun isterler.
Hikâye anlatıcısını bekliyor
Tahsin Yücel, röportajlar hakkında 2006 yılında yazdığı, kitaba da aktarılmış olan yazısını “1956 Eylülü’nden kalan soluk fotoğrafları da Türkiye’de yobazlığın gelişmesinde onların en ufak payı bulunmadığını gösterir.” (s.14) diyerek bitirmiş. Yaklaşık yetmiş yıl öncenin insanları, bizim insanlarımız, bir kitabın sayfaları arasından, siyah beyaz fotoğrafların içinden bakıyorlar şimdi bize. O.Henry’nin “Bir Noel Hikâyesi”ndekine eş içtenlikte, sevgi ve fedakârlıkla dopdolu, ümitli bir aydınlık içinde fakat yoksul hayatlar yaşayıp çekilmişler dünyamızdan.
Böyle yaşamları görmek, duymak, okumak istemiyoruz sanki artık. Ümit etmelerini, sevdalanmalarını, insanca bir geleceğin hayalini kurmalarını hiç… Yetmiş yıl öncesinin anlatılarında kalmalarını tercih ediyoruz. Gazetelerin üçüncü sayfalarında bir cinnet, intihar, soba zehirlenmesi ya da bir yangın haberi olarak yer alsınlar istiyoruz. İlle olacaklarsa, istiyoruz ki televizyonda içeriksiz, çürümüş gündüz programlarının konusu, filmlerde birbirlerinin kurdu olsunlar. Bizi rahatsız etmesinler.
Oysa yoksul evler, yoksul hayatlar gizlenebilir olmaktan çoktan çıktı. “Ben dilenci değilim” çığlığı hâlâ kulaklarımızda olan Dilek Özçelik’in, Ankara’da kışın ısınmak için bir hastanenin acil servisinde yaşayan evsizlerin, “güneşi görebilmek için karanlığı kazıyoruz” diyen madencinin, sokaktaki geri dönüşüm işçisinin, tekstil atölyesindeki Suriyeli kadın emekçinin, iki tekerin üzerinde zamanla yarışan motokuryenin, pandemide enstrümanını satan müzisyenin, özel okulda asgari ücretle çalışan öğretmenin, tarikat yurdunda kalmak ya da okulu bırakıp memleketine dönmek arasında sıkışmış öğrencinin, her hafta fiyatları değiştirirken utanan market çalışanının hikayeleri ile dolu dünyamız.
Bir de onların yan yana gelme ihtimali ile…
Bu ihtimali bugün edebiyat anlatamayacaksa yarın hayat gerçek kılacak. O zaman bol bol, kana kana, namusuyla çalışıp artık yoksulluk içinde yaşamayan insanın hikâyesi başlayacak.
EMRE FALAY / soL-Kültür
Yoksul Evler
Orhan Kemal, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, İsmet Yenisey, Remzi Tozanoğlu
Derleyen: Turgut Çeviker
Kor Kitap, 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder