Erdoğan, Diyanet Akademisi’nde “Türk demek, Müslüman demektir” buyurmuş. Din ile şeriatı eş kılmış. AKP=RTE rejiminin derdi “gündem”! Ulusa görülmemiş bir yoksullaştırmayı dayattılar. Bu politika kurgulu ve beklenti belli: Kitlelere diz çöktürüp biat ettirmek, oy deposuna dönüştürmek. Sınıf bilincini engellemek, dinle terbiye edip Allah ile aldatmak. Bu oyuna gelmemeliyiz. Egemenliğimizi mollalara asla kaptırmayacağız. Şeriat din değil ilkellik, yobazlıktır, dinci diktatörlüktür! Köprülerin altından çok sular aktı, laiklik yerine şeriatçı dinci rejim kurma olanağı artık yok! Bu tarihsel gerçeği AKP=RTE de bal gibi bilmekte. Ancak laiklik-şeriat dengesini ikincisi lehine ne denli bozarsa o ölçüde kârda!? Türkiye, din maskesiyle darülharp ganimeti bu kesimlere!
Öte yandan AKP=RTE bilerek bu kavramları yanlış kullanıyor ve halkı kutuplaştırıyor. Bu siyaset değil suç, anayasayı çiğniyor! Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçu: TCK m.216, m.309 vd. “Türk demek Müslüman demektir” söylemi de bütünüyle yanlış. İslam dini 1400 yıllık. Türklerin zorla İslamiyeti kabulü MS 750’li yıllar. Dünyada ve ülkemizde on milyonlarca Türk, Müslüman değil. Ön Türklerin (Proto Türkler) tarihi MÖ 10-15 bin yıla dayanır. (H. Tarcan, Anadolu’nun Esas Sahipleri Ön Türkler, 2021 ve K. Mirşan) Bilimsel gerçek bu iken, bir devlet başkanının, -üstelik üçüncü kez seçimi ve meşruluğu şaibeli!- böylesine açık çarpıtma yapması, en hafif deyimi ile çok ayıp. Türkiye’nin uluslararası onurunu da yaralıyor.
RTE’nin bu denli cahil-bilgisiz olamayacağını varsayarsak o zaman kasıtlı çarpıtma ile halkı yanıltmaya, din dayatmaya, gündem saptırmaya çabalamadır ki ilkinden daha az “ayıp” değil! İnsan olmanın ilk koşulu dürüstlük ve başkalarına zarar vermemek.
“Primum non nocere!” uyarısı, antik Yunandan bu yana 2500 yıldan eski. Evrensel etik kuralların başında gelir.
Öte yandan İslamiyetin özünde “iyi ahlak” olduğu, Muhammed peygamberin sıklıkla söylediği sözlerden. Öyleyse, “Müslüman” olduğunu (!?) sıklıkla, gereksiz ve yersiz yineleyen ve bu yolla siyasete sürekli alet eden Erdoğan’ın, her iki davranış seçeneği de tıkalıdır ve gerçekte din dışıdır! Yakışmıyor Türkiye’ye ve 21. yüzyılın uygarlık birikimine. Çağcıl (modern) dünyadan koparılıyoruz.
Teknik olarak ise dini-mezhebi ne olursa olun Türk, Türktür. Etnisite ve inanç ayrıdır. Anayasa m.66’da “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” der. Erdoğan’ın söylemi anayasanın sözüne de özüne de aykırı. “Ilımlı İslam”, gerçekte bir ABD projesi ne acı ki!
Kitaplı dinlerin kutsal kitapları var. Yorumları ise nedense türlü türlü!?
İşte mezhepler, kanlı iç savaşların ana nedeni! Hangisinin şeriatını, din yorumunu uygulayacaksınız?
Tek bir şeriat yok ki! Din Allah’ın kelamı ise neden olabildiğince net anlaşılamıyor?
AKP, bir tarikatlar koalisyonu. Bunca tarikat, mezhep niyedir?
Kuran anlaşılmıyor mu?
İslam felsefecisi Prof. Şahin Filiz’e göre de “Din şeriat değildir”. İhsan Eliaçık, “Şeriat günümüzde dini diktatörlük olarak anlaşılmakta” diyor.
Yerel seçimlere giderken, AKP=RTE iktidarının zerrece etik kaygı duymadan her şeyi ama her şeyi yapabileceğini görmek çok acı ve kaygı verici. Haziran-Kasım 2015 seçimini unutmadık. Erdoğan’ın yakın-uzak çevresinde, bu gidişin çok ağır etkilerini anlatabilecek kimse kalmadı mı? Yağmaya ortaklık, böylesine katı ve yaygın bir akıl felci mi yarattı!? Yazık bu ülkeye ve halka. Yıkım (tahribat) çok ağır, giderimi (telafisi) çok güç, üstelik ülke örtük iflasta! Artık yeter, durmasını bilmek gerek. Halkın yoksulluktan beli bükülmüş, AKP=RTE Saray saltanatı ne peşinde?!
Çare: 31 Mart seçimi yerel yönetim seçimi olmaktan çıkmış, tarihsel ve kritik önem kazanmıştır. Ulus, bu çağdışı hatta ilkel dinci-yobaz dayatmayı oylarıyla engellemelidir! Muhalefet partileri stratejilerini tümüyle gözden geçirmelidir. 14-28 Mayıs 2023 seçiminde AKP=RTE, halkın ulusal güvenlik kaygısını sömürdü, kullandı. Muhalefete karşı sahte videolar üretildi, Erdoğan bunu itiraf etti! Şimdi ölçüsüz ve acımasız vahşi din sömürüsünde sıra, yapay zekâyı bile kötüye kullanarak! Halkı uyarmalı ulusal bir seferberlikle. Ortak payda laiklik olmalı. 3 Mart 1924 Devrim Yasalarının 100. yılı tam da uygun fırsat. Elbirliği ile değerlendirilmeli, kitlesel-toplumsal bir uyanış derleniş sağlanmalı; dinci-emperyal kuşatma 22. yılında mutlaka yarılmalı, yarılacak da!
/././
Siyanürlü mezara gömülen millet (Barış Terkoğlu)
Bana çoğu zaman “Kumpas davaları başarılı oldu mu” diye soruyorlar. Bu soruya “Hem evet hem de hayır” yanıtını veriyorum. Hayır, çünkü kumpas ve sorumluları açığa çıktı. Evet, çünkü asıl hedefi Cumhuriyet kurumlarını parçalamak olan kumpaslar hedefine ulaştı.
İşte tesadüf dediğimin hikâyesi böyle başlıyor. Dün, Erzincan İliç’te toprak altında kalan işçiler aranırken gazeteci Müyesser Yıldız emekli Orgeneral Saldıray Berk’in vefat ettiğini duyurdu.
Aslında Cihaner, bağlantıyı İliç’teki felaket sonrası açıkladı. Eski Erzincan Başsavcısı Cihaner, görev yaptığı dönemde, madeni işleten Anagold’un rüşvetle iş yaptığı iddialarını soruşturmuştu. Cihaner’in hedef aldığı, aynı adliyedeki Bayram Bozkurt isimli savcıydı. Köylüler de şirket yetkilileri de rüşvetin tanığıydı.
Gelgelelim Bozkurt, FETÖ’nün yargıdaki elemanlarından biriydi.
TESLİM OLMAYAN SALDIRAY BERK
Cihaner, yalnız Bozkurt’a değil, Erzincan’da İsmailağacılara da Fethullahçılara da soruşturma açmıştı. FETÖ’nün kendisi hakkındaki soruşturmayı öğrenmesi uzun sürmedi. Fethullahçılar, asıl hedefin İsmailağa ve hükümet olduğunu söylüyorlar, kendilerini gizliyordu. Hazırladıkları senaryoya göre Cihaner ve o dönem 3. Ordu komutanı olan Saldıray Berk plan yapmıştı. Erzincan’da başlayan soruşturmanın İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı da dahil AKP’ye karşı bir tutuklama ve kapatma davasına dönüşeceğini yazdılar. Böylece Cihaner ve Berk’e karşı geniş bir koalisyon oluşturdular.
İsimsiz mektuba dayanarak Erzincan’da jandarma bölgesindeki bir gölette, Erzurum Savcılığı arama yaptı. Bulunan lav ve mermiler, FETÖ’cü savcı Osman Şanal’ın marifetiyle “Ergenekon silahları” ilan edildi. Olay, Erzincan usulü bir Ergenekon kumpasına dönüştü.
Tarihte ilk kez bir başsavcı makamında gözaltına alınıp tutuklandı. 16 Şubat 2010’da Cihaner’in koluna polislerin girdiği sahne Türkiye’nin hafızasına kazındı. Yetmedi, tarihte ilk kez, bir 3. Ordu komutanı, Orgenaral Saldıray Berk ifadeye çağrıldı. Gitse tutuklanacaktı. Teslim olmadı. Onu adliyeye götürmeye gelen polisler 3. Ordu’nun kapısından döndü.
KENEYLE SUİKAST DAVASI
Dosyanın temel dayanağı “Efe” kod adlı gizli tanıktı. O kim miydi? Cihaner’in İliç’teki madenden rüşvet aldığı gerekçesiyle hakkında soruşturma başlattığı FETÖ’cü savcı Bayram Bozkurt’tan başkası değil!
Sanıklar yargılanırken Efe kod adlı savcı Bozkurt, “tanık koruma programı”yla adını Hakan Aslan olarak değiştirdi. “Yetmez ama evet” referandumunun ardından daha önceki istifasını geri alarak Adalet Bakanlığı’nda göreve başladı. Yetmedi, bakanlık hocasını ziyaret edebilsin diye onu ABD’de görevlendirdi!
SÖZDE LİBERALLER, MİLLİYETÇİLER
Hikâyenin sonunu da anlatalım...
Gizli tanık Efe, rüzgâr dönünce FETÖ aleyhinde tanıklık yaparak itirafçı oldu. Tutuklanıp bırakıldı. Sonra yurtdışına kaçtı.
Berk, teslim olmadı. FETÖ’cüler hakkında iddianame yazarken o, üniformasıyla YAŞ toplantısına katıldı. Berk’in Genelkurmay başkanı olması bekleniyordu. Erdoğan’ın isteğiyle emekli edildi. Dün hayata gözlerini yumdu.
Kumpasçı savcı Osman Şanal da kumpas davasının tek müdahili Ahmet Demir de FETÖ’den tutuklandı.
Erzincan’daki kumpas davası, beraatle sonuçlanmıştı. O davada tutuklanan İlhan Cihaner önce milletvekili oldu. Sonra CHP’den uzaklaştırıldı. Son seçimde o milletvekili olamadı ama FETÖ’cü savcılar Osman Şanal ve Bayram Bozkurt’a sahip çıkan dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin CHP listelerinden milletvekili yapıldı.
Sonuç olarak...
Birinci perdede özgürlüğün dinci cemaatlerle gelmeyeceğini idrak edemeyen sözde liberaller, ikinci perdede ulusçuluğun ulusun yarattığı kurumları savunmakla başlayacağını anlamayan sözde milliyetçiler figüranlık yaptı. AKP-FETÖ’nün önce ortak, sonra düşman olduğu kavga sayesinde ordusundan yargısına ülkenin kurumları birer birer tasfiye edildi. ÇED raporuymuş, mahkeme kararıymış, halkın sağlığıymış önemsemeyen çok uluslu şirketler ülkenin yeraltı kaynaklarını ortaklarıyla daha rahat yağmalamaya devam etti. Kurumların çöküşü, FETÖ’lü ya da FETÖ’süz “yola devam” eden sermaye dostu iktidarla birleşince, çokuluslu şirketlerin önünde hiçbir engel kalmadı. Milletin eli nasırlı fertlerine, vatanlarının siyanürlü toprağı mezar oldu. İşte teslim olmayan vatansever asker Saldıray Berk’le kaderine teslim olmuş yoksul madencilerin yıllar önce başlayan son hikâyesi böyle kesişti. Haliyle kumpaslar hem “evet” hem “hayır” oldu!
/././
‘Kaybet-kaybet günleri’ (Ergin Yıldızoğlu)
“Yeni ortaçağ” kavramı yeterince tutarlı olmayabilir ama, bir “zeitenwende” (yeni dönem/vakitler), içinde olduğumuza ilişkin savlar oldukça güçlü. 16 Şubat’ta başlayacak Münih Güvenlik Konferansı’nın (MGK), bu yılki teması da bu bağlamda “Soğuk Savaş sonrasının ‘kazan-kazan’ dünyasından ‘kaybet-kaybet’ dünyasına mı geçtik” sorusu etrafında şekillenmiş.
‘KAYBET-KAYBET?’
Konferans için hazırlanmış “Lose-Lose?” başlıklı rapora göre “Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan ‘zeitenwende’, bir başarı öyküsüydü. Büyük güç savaşı riski uzak görünüyordu, çok taraflı işbirliği gelişiyordu, demokrasi, insan hakları yayılıyordu, küresel yoksulluk azalıyordu... Şimdi, yeni ‘zeitenwende’ farklı bir yöne işaret ediyor (...) Artan jeopolitik gerilimler ve ekonomik yavaşlama, belirsizlik ortamında, her yönetim artık küresel işbirliğinin faydalarına odaklanmaktan vazgeçiyor, diğerlerine göre daha az kazandığını düşünerek daha fazla kaygılanıyor. Göreli kazançları önceliklendirmek, işbirliğini tehlikeye atarak (...) ‘kaybet-kaybet’ dinamiklerini güçlendirebilir”.
Rapora göre, transatlantik ittifakı, şimdi zorlu bir dengeleme göreviyle karşı karşıya: Bir yandan göreli kazanç düşüncesinin kaçınılmaz olduğu çok daha rekabetçi bir jeopolitik ortama hazırlanmak zorunda. Diğer yandan, daha kapsayıcı küresel büyümeye, acil küresel sorunlara çözüm bulmanın “olmazsa olmazı” küresel işbirliğini canlandırmak zorunda. Rapor bu saptamadan sonra, transatlantik ittifakı, “güçlü otokrasiler” ve “Küresel Güney” gibi farklı perspektiflerden bakınca oluşan hoşnutsuzlukları değerlendirmeye başlıyor.
Bu konuya, konferanstan sonra dönmek üzere, küresel düzenin istikrarı için zorunlu koşul olarak görülen ABD liderliğinin (hegemonyasının) durumuna bakalım.
HOLOGRAM HEGEMONYA
Lee Siegel, The New Statesman’daki yorumunda, kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçimlerinde halkın, yetenekleri, hafızası, melekeleri hızla zayıflamakta olan Biden (81) ile hakkında tecavüzden rüşvete, ihanete isyana teşvike kadar birçok dava olan, her duruşmada sürekli anımsamıyorum diyen, hatta anımsamadığını dahi anımsayamayan, narsist- paranoyak-sosyopat Trump (77) arasında seçim yapmak durumunda olduğuna işaret ediyor: Dünyanın en güçlü ve tehlikeli ülkesini yönetmeye aday iki adam fiziki, zihinsel varlıkları iyice aşınmış olduğundan adeta karşımıza, normallik imajı yansıtmaya çalışan hologram suretleriyle çıkıyorlar.
Siegel, ABD’nin en yüksek idari otorite için bu iki adamdan başkasını bulamamış olmasının aslında bir çöküşün semptomu olduğunu düşünüyor. Katılmamak, ABD’li tarihçilerin ABD’yi kıyaslamayı sevdiği Roma İmparatorluğu’nun yıkılma sürecindeki Kommodus, Gallienus, Honorius gibi, yozlaşmış, beceriksiz, aşırı baskıcı, plütokrasinin elinde oyuncak olmuş imparatorları anımsamamak elde değil.
Ancak çürümenin çapı daha büyük. Kapitalist devletler düzeni özellikle emperyalist dönemde, düzen kuracak ve koruyacak bir liderliğin/hegemonyanın yokluğunda hızla, büyük savaşlara doğru evriliyor. ABD hegemonyası de artık başkan adayları gibi bir “holograma” dönüşmüş durumda. Adı, görüntüsü var ama içi boşalmış: Rusya Ukrayna’ya girmekten, İsrail devleti açıkça soykırım uygulamaktan, Ortadoğu petrol devleri Çin ile ilişkilerini geliştirmekten, İran, ABD varlıklarını vekâlet savaşıyla hedef almaktan, Husiler Kızıldeniz taşımacılığını hedef alarak dünya ticaretini aksatmaktan çekinmiyorlar.
Bu sırada, ABD’de seçimleri kazanma olasılığı artan Trump, tüm ithalata yüzde 10, Çin’den gelen ithalata yüzde 60 vergi koymaktan söz ediyor. Daha şimdiden NATO’yu Rusya karşısında korunaksız bırakmakla tehdit ediyor.
Bu koşullarda, MGK öncesinde The Economist, “Avrupa bir an evvel kendini Rusya’ya ve Trump’a karşı korumalıdır” diyordu. Wall Street Journal “Hindistan’da seçkinlerin, ABD liderliğinin geleceğinden kaygı duyduğunu”, Die Zeit NATO’nun Trump’ın tehditlerini ciddiye aldığını anlatıyordu. Le Figaro ve Le Mond’a göre, “Trump’ın NATO şoku Avrupa’yı uyandırmalı”. Münih konferansına giderken Avrupa’da “Bağımsız savunma yapılanması düşüncesi güçleniyor”. ABD’nin kurduğu ekonomik düzenin yanı sıra güvenlik mimarisi de parçalanıyor.
/././
ABD F-16 için YPG’ye güvence mi verdi? (Mehmet Ali Güller)
ABD, Türkiye’nin parasını ödediği F-35’lere el koydu, parayı da iade etmedi. AKP hükümeti ise kısmen parayı kurtarmak için bu kez ABD’den F-16 almaya soyundu. “Müttefik” ABD, bunun için bile kırk dereden su getirdi, başta İsveç’in NATO üyeliğinin onayı olmak üzere şartlar dayattı.
AKP hükümeti, bu vahim tabloyu “başarı” diye yutturmaya çalışıyor; “ABD’nin vermem dediği F-16’ları nasıl da aldık” diye propaganda yürütüyor.
Ancak daha tehlikelisi, konuyu muhalefetin ele alma biçimidir. Çünkü hükümete şu gerekçeyle muhalefet ediyorlar: “S-400 aldınız, F-35’lerden ve bunun getirisinden olduk.”
MANDACILIK FORMÜLÜ
“S-400 aldınız, F-35’lerden ve getirisinden olduk” formülü, açık söyleyeyim, bir çeşit “mandacılık” formülüdür!
İçinde “bağımsız ulusal savunma sanayisi hedefi” olmayan, bu hedefe ulaşmak için silah envanterini kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden tasarlamayı düşünmeyen, bu çerçevede gerekirse “ortak üretim” ve “teknoloji transferi” gibi dertleri olmayan, sürekli ve doğrudan ABD silahı almayı amaçlayan bir bağımlılık formülü, bir mandacılık formülü...
Bu basit hesap tuzağına düşen emekli askerler de var. “S-400’ü aldık, kullanmadık şu kadar zarar; F-35’lerin parası geri ödenmedi şu kadar zarar; F-35’lerin parçalarını üretemeyeceğiz şu kadar zarar” diye muhasebe defteri tutuyorlar.
Oysa o muhasebe defterinin “bağımsız ulusal savunma” hedefinin yanında ne kadar değersiz olduğunu asıl onların bilmesi gerekirdi.
MÜTTEFİK KAZIKLARI
Basitçe anlatalım: Kendi ürettiğiniz silah olmadığında ve dahası tek bir yere bağımlı olduğunuzda;
- Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında olduğu gibi sözde müttefikiniz size ambargo uygular, mühimmat vermez, yedek parça vermez, savunmanızı zaafa uğratır.
- 1990’lardaki gibi müttefikiniz, “Benim sattığım tankları sınır ötesi operasyonlarda kullanamazsın” diyerek elinizi kolunuzu bağlar.
- Kullandığınız sistemin teknolojisini tekelinde tutan müttefikiniz, bundan yararlanarak size siyasi bedeller ödetmek için, bazen radarınızı bozarak kendi geminizi kendi uçağınıza vurdurtur, bazen kendisi doğrudan tatbikatta “yanlışlıkla” geminizi vurur; uçağınızı, helikopterinizi düşürür...
MİLLETVEKİLLERİ NEDEN SUSKUN?
Omurgasını PKK’nin Suriye kolu olan YPG’nin oluşturduğu SDG’nin komutanı Mazlum Abdi, “ABD, Türkiye’ye satılan F-16’ların bize karşı kullanılmayacağı konusunda güvence verdi” dedi (cumhuriyet.com.tr, 13.2.2024).
F-16 alabilmek için TBMM’de ortaklaşa İsveç’in NATO üyeliğine onay veren iktidar ve muhalefet milletvekillerinin “Bu da nereden çıktı?” diye tepki göstermesini bekliyorum 24 saattir. Bu satırları yazarken, hâlâ bir tepki yoktu...
Neden? Terör örgütü açıklamalarını ciddiye almadıkları için mi, yoksa müttefikleri ABD’ye çok güvendikleri için mi?
HAVACILARIN ÇIKARMASI GEREKEN DERS
Türkiye’nin dün “satın aldığı tankı terör örgütüne karşı kullanamaması” gibi bir durumun bu kez uçaklar için yaşanabilmesi olasılığı, yaptığınız her türlü muhasebe kaydından daha önemlidir.
Havacılar bu türden kâr-zarar hesaplarıyla uğraşacağına, denizcilerin zorlaya zorlaya MİLGEM’i başarmasının ortaya çıkardığı stratejik ve taktik kârlara odaklanmalıdır.
Ve siyasetçiler de asıl şu soruları sorgulamalılar: Türkiye’nin şu dönemde en önemli güvenlik kaygısı terör örgütünden kaynaklanıyor. Satın aldığı silahları terör örgütüne karşı kullanamayacaksa kime karşı kullanacak? Silahlar, hangi komşumuza karşı “serbestçe kullanmaya” izinli?
/././
Anagold’a kayıpları için beş yıllık vergi muafiyeti (Orhan Bursalı)
Esas Kanadalı şirketin hisseleri, İliç’te yediği büyük haltın haberi yayılınca yüzde 50’nin üzerinde, 1 milyar dolar değer yitirdi. Amerikan borsasında SSRMining adıyla işlem görüyor. Ana şirketin sitesinde Çöpler de altın üretimi birinci sırada yer alıyor.
Anagold, Çöpler Altın Madeni’ni işleten ülkemizdeki şirketin adı. Çöpler işletmesi o kadar önemli ki ana şirketin faaliyetlerinin yüzde 30’unu oluşturuyor.
Yani İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday Kurum’un kapasite artış izinleri sayesinde Çöpler işletmesi çok kazançlı altın basan bir işletmeye dönüşmüş.
‘DÜNYA STANDARTLARINDA’ İMİŞ!
Anagold internet sitesinde “Dünya standartlarındaki Çöpler Altın Madeni’ni işletmekteyiz” diyor ve devam ediyor: “Çöpler Madeni’nde inşaat çalışmalarına 25 Ekim 2009’da düzenlenen açılış töreni ile başlanmış, 22 Aralık 2010 yılında ilk altın dökümü gerçekleşmiştir.”
Yani 14 ay içinde altın basmaya başlamış. Habertürk ekonomi sitesindeki bilgiler doğruysa “Çöpler maden alanında 13 yılda bölgede toplam yaklaşık 85 ton altın üretimi gerçekleşti. 2023 genelinde üretim 6.2 ton oldu.”
ÖVGÜ MÜ YOKSA UTANÇ MADALYASI MI
Ana Kanadalı şirket Los Alamos’ın ceo’su 2018’de Kirazlı’daki işletmeleri için yaptığı açıklamada “Türklerin yaptığı en iyi işlerden biridir, dünyada birinciler. Toprağı taşları bir yerden bir yere taşımak konusunda çok tecrübeliler. Ekipmanları da kendilerinden...”
Taş ve toprak taşımakta birinciyiz abi... Övgüye bakar mısınız? Göğsüm kabardı!
‘BÜROKRASİ FAZLA’
Önceki gün de bir ekonomi kanalında maden işletmelerinin sözcüsü bir bayan, maden araştırmalarında bürokrasinin çok fazla olduğundan şikâyet ediyor, iktidarın başvuruları tek bir paket halinde kabul ederek hızla sonuçlandırması gerektiğinden söz ediyordu.
Şüphesiz patronların söz hakkına sahip olduğu kanalda, maden kazaları üzerine soru sorulmazdı.
Ne doğanın ne çalışanın hakkı ve hukuku söz konusu olabilirdi ne de iş güvenliğinden bahsedilebilirdi.
Ertesi sabah İliç faciasına uyanacaktık. Herhalde Meclis’te ertelenen maden torba yasası patronların istedikleri kolaylıkları içeriyordu.
ÇEVRE FELAKETİNİ KİM ÜSTLENECEK?
Evet, Türkiye devleti, AFAD ve herkes facia içini harekete geçti.
Binlerce insan Anagold’un pisliğini temizlemek için çalışıyor.
En az dokuz çalışan çöken dağın altında.
İşçinin kaderi! Ne diyor bu tür kazalarda ve ölümlerde büyük patron “işin fıtratında var”.
“İktidar bu facianın neresinde” sorusu abes. Ta içinde. Kurum, ta içinde. Takım olarak, ta içindeler hepsi.
Çatlak var diye uyarı var, ilgilenen yok. Duyduğuma göre oradaki taşeron bir şirket çatlak uyarısı üzerine çalışanlarını geri çekmiş.
Şirketin verdiği büyük zarar biz mi ödeyeceğiz yoksa tamamı şirkete fatura edilecek mi?
Yoksa zavallı Anagold ve Çalık, üretimleri sekteye uğradı, bunu telafi etmek için beş yıllık bir vergi kıyağı hazırlama yoluna mı giderler?...
Kapatmak mı? Rüya görmeyin.
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder