Monşer (Ali Sirmen)
Sevgili,
Soykırımcı Binyamin Netanyahu yaşlı, kadın, çoluk çocuk demeden biraz daha fazla Filistinli öldürebilmek için zamana karşı amansız bir yarışa girişmişken uzmanlar acil bir ateşkesin önünü açmaya çalışıyorlar. Herkes Filistin-İsrail çatışmasının bölgeyi hangi kalıcı etkilerin altına sokacağını tartışıyor. Türkiye, böyle bir cehennem gerginliğine girilirken, tam bir kaos ortamı içinde yüzüyor. Herkes yeni durumlardan kendi çıkarına uygun çözümler üretmeye çalışırken, AKP de Suriye’deki durumdan, Filistin-İsrail arasındaki gerginlikten yararlanarak diplomatik alanda mesafe almaya çalışıyor. Ama AKP’nin diplomatik esnekliği, cevvaliyeti buna el vermiyor.
***
Oysa Cumhuriyet diplomasisi yeterince donanımlı ve deneyimlidir. Ama Türkiye’de 20 yıldır dış politikanın dizginleri dışişlerinin özverili ve yetenekli kadrosunun etkisinden alınmış, yeni hedeflerin çizgisine uygun rotaya sokulmaya çalışılmıştır. AKP, Cumhuriyet diplomasisi hakkındaki görüşlerini, Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu sıralar, Onur Öymen’i “monşer”likle etiketleyerek somutlaştırmıştı.
Onur Öymen’i yakından tanıdım.
Eğitimci bir aileden gelen Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen, Kurtuluş Savaşı günlerinde öğretmenlik yaptığı Trabzon’da çağdaş eğitimin sorunlarını dile getiren “Yeni Mektep” dergisini çıkarmaktaydı. Ankara’da bulunan Mustafa Kemal, Sakarya’nın çalkantılı günlerinde Hıfzırrahman Raşit Öymen’i çıkardığı dergi dolayısıyla kutluyor, başarılarının devamını diliyordu.
Kurtuluştan sonra Hıfzırrahman Raşit Öymen TBMM’ye seçilecektir. Onun iki oğlu da Türk basınında değerli hizmetler gören, dönemlerinin önde gelen gazetecilerinden Altan Öymen ve Örsan Öymen’dir. Hıfzırrahman Raşit Öymen, Bilsay Kuruç’un da dayısıdır. Aileden “erbabı kalem” olmayan yok gibidir. Eğitim, basın-yayın, diplomasi alanlarında aile bireylerinin öne çıktığını biliyoruz. Yeni kuşak Örsan Öymen (junior) de öğretim üyesi ve Assos Felsefe Günleri’nin yıllardır düzenleyicisidir.
Hıfzırrahman Raşit Öymen’in kardeşi, felsefe ve sosyoloji öğretmeni Münir Raşit Öymen’in genç oğlu Onur Öymen Galatasaray’ı bitirdikten sonra dışişlerine intisap etmiş olmasına karşın, basınla olan ilişkisini kesmemiş ve Siyasal Bilgiler yıllarında da öğrenci birliğinin dergisini çıkarmıştı. Annem, Erenköy Kız Lisesi’nin çok genç coğrafya öğretmeni Nebahat Öymen’in öğrencisi olmuştu. Ben de Onur’un Galatasaray’da sınıf arkadaşıydım. Ondan kalan en canlı anım, Ortaköy’de “Balyan Kardeşler”in eseri olan Feriye Sarayı’nın rıhtımında ılık bir mayıs akşamüstü kim bilir aynı mekânda kaç aydının, kaç yöneticinin, kaç yazarın, kaç nazırın sorduğu, ne yazık ki henüz tam olarak cevaplanıp cevaplanmadığından emin olamadığım şu ünlü soruyu sorduğu andır: “Şu memleketin azgelişmişlikten tümüyle sıyrılması için daha ne lazım?”
***
Soru ve sorulduğu mekân yerindedir. Ama kabul etmek gerekir ki saraylıktan sonra Galatasaray İlkokulu’nun yatılı binası olan mekânda, on üç yaşında bir çocuk tarafından sorulmuş olması biraz şaşırtıcıdır. Daha sonra bazılarını yakından tanımak imkânını bulduğum dışişleri mensuplarıyla Öymen ailesi üyelerinin davranışlarını görünce bunda da şaşacak bir yön olmadığını gördüm.
Evet, dışişleri mensupları gibi Öymen ailesi bireyleri de sürekli bu sorunun peşinden koşmuşlardı. AKP için bu pek akıl alır bir davranış değildi. Ve onun için de Bursa milletvekiliyken AKP’nin “monşer” nitelemesine muhatap olan Onur Öymen bu yakıştırmayı sorumlulukla, liyakatla, özveriyle ve ismine yakışan bir onurla taşımıştı ve bu konuda dokuz tane eser vermişti.
Türkiye’nin şu anda karşı karşıya bulunduğu iç ve dış sorunlarla yüzleştiği şu dönemlerde keşke Onur Öymen misali “monşer”lerden biraz daha olsaydı da, AKP’ye şu güç günlerde doğru yolu gösterebilseydi.
/././
Bir simge ve fırsat olarak Can Atalay (Ergin Yıldızoğlu)
TİP milletvekili Can Atalay’ın vekilliği Meclis’te düşürüldü. CHP ve TİP’in çağrısını yaptığı protesto eylemine diğer sosyalist gruplar da katıldılar. “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganları atıldı.
Son derecede önemli yerel seçimlere giderken bu gelişmeyi, bir hukuk darbesi, rejimin ve muhalefetin durumunu gösteren bir simge, nihayet bir fırsat olarak üç açıdan değerlendirebiliriz.
HUKUK DARBESİ VE SİMGE
Can Atalay’ın vekilliği düşürülünce hemen sesler yükseldi: “Bu bir hukuk darbesidir.” Bu saptama zorunlu olarak beni iki gözleme götürüyor. Birincisi, bu saptama ilk kez yapılmıyor. Daha önce de rejimin kimi uygulamaları için “darbe” kavramı kullanıldı. Anayasa Mahkemesi’nin kararının yok sayılması da anayasanın anlamsızlaştığını, keyfiliğin egemen olduğunu gösterdi. Peki her “Bu bir darbedir” saptamasından sonra ne oldu? İtiraf etmek gerekir ki fark yaratan bir şey olmadı. “Bu kez farklı” denebilir ama inanmak kolay değil.
İkincisi, eğer bir “hukuk darbesi” yapıldıysa anayasa rafa kaldırıldıysa böyle bir ortamda sandık başına giderken hile hurda yapılması nasıl önlenecek? Seçim sonuçlarına itiraz etmek gerekirse hangi kuruma, nasıl başvurulacak? Liberal siyasetin uydurduğu bir kavramı ödünç alırsak “rekabetçi otoriterlik” rejiminin “rekabetçi” kısmı hâlâ geçerli midir? “Süreç olarak faşizm” kavramının açıklayıcılığına güvenmek daha doğru olmaz mı?
Rejimin “siyasi bilinç dışında” derin bir yara açan, Gezi olayının bir türlü aşılamayan travması, Atalay’ın bir sosyalist avukat olarak emekçilerin, ezilenlerin haklarını korumak için sürdürmüş olduğu mücadele, üstelik vekil seçilerek Meclis’e girme hakkını kazanması, rejimin onu hedef alması için yeterliydi. Ancak bence, rejimin projesine ilişkin bir boyut daha var: Rejim, anayasayı rafa kaldırırken (bir anlamda ilga ederken) aynı zamanda muhalefetin iktidarsızlığını (hilafet çağrısı yapan gösterilerinin, yaygınlaşan tarikat etkinliklerinin eşliğinde) sergileyerek pekiştirmeyi amaçladı. Rejimin bunu başarması, yerel seçimlere ilişkin hedeflerine ulaşmak için yapacaklarını topluma kabul ettirmesi açısından büyük öneme sahiptir.
VE FIRSAT
Rejimin, Atalay’ın üzerinden anayasayı askıya alarak kendini ve taraftarlarını “özgürleştirme” çabaları, muhalefete birlikte mücadele etmek için çok önemli bir fırsat sundu. İstanbul ve İzmir’deki protesto gösterileri de bu olasılığı temsil ediyor. Ancak bu “birlikte mücadele” olasılığı aynı meydanda toplanmaktan öte çok daha karmaşık, Emre Kongar Hoca’mın aktardığı bir sorunu gündeme getiriyor: “Sol kendi içinde parçalı ve birbiriyle uğraşıyor. CHP içten parçalandı ve birbiriyle uğraşan kliklere ayrıştı. 6’lı masa birbirine çelme takıp duruyor.” Bence 6’lı masayı tamamen unutmak, CHP’yi de kimliği ve niyeti belli olana kadar, DEM’i de özgünlüğünden dolayı bir kenara koymak gerekir.
Esas önemli karmaşıklık, sosyalistlerin hem tarihsel sürece hem de andaki duruma ilişkin bir “ilkellik döneminin” aşılamıyor olmasından kaynaklanıyor. Tarihsel olan, kapitalizmin “yapısal krizi” içinde işçi sınıfında yaşanan gelişmelere uyum sağlamaktaki zorluğa ilişkin. Bu zorluğun aşılması teorik, programatik gelişmelere bağlı. “İlkellik döneminin” andaki duruma ilişkin üç boyutu var.
Birincisi, bir önceki tarihsel dönemin (1917-1989; Türkiye için ek olarak 1970’ler) geleneğinin içerdiği parçalanmışlığa sadakatten, yenilgilerin beslediği bir melankoliden kaynaklanan, çok parçalı durum.
İkincisi, siyasal iktidarı arzulayan, devleti hedef alan, kültür endüstrisinin (medya) dayattığı söylemin egemenliğini kıran taktiklerden uzak duran, (sosyalist hareketin “siyasi bilinç dışında” egemen) bir kadercilikle bir anlamda “kapitalist gerçekçilik” ile ilgili.
Üçüncüsü bir dayanışma, ortak pratik, aynı tarafta olduğunu unutmadan, bir farklılığı, hemen öze indirgeyerek büyütmeye çalışmadan, yoldaşça tartışma, birbirinden öğrenme kültürünü yeniden yaratmak gerekiyor. Kimi zaman, aidiyet, örgüt yaşatma kaygıları üzerinden kıyasıya, kimi zaman yaralayıcı bir rekabet ile “burjuvazinin işini onun için yapmaktan” özenle kaçınmak gerekiyor.
Rejimin Atalay’ı hedef alan saldırısı bir fırsat yarattı. Bu fırsattan yararlanalım.
/././
Özgür irade o da ne? (Işıl Özgentürk)
Sevgili okurlarım siz, benim kentimde acaba kim belediye başkanı olacak diye kara kara düşünürken ben bir nebze soluklanmak için kendimi Assos’a vurdum. Çünkü 24 yıldır Prof. Dr. Örsan K. Öymen tarafından Felsefe Sanat Bilim Derneği bünyesinde düzenlenen Assos’ta felsefe etkinliğinin konusu bu kez “Özgür İrade/İstenç Sorunu”. Yaklaşık beş yıldır bu tarihlerde Assos’a gitmeye başladım. Kendi kendime sorduğum bir soru var, çözmeye çalışıyorum. Şöyle: “Epey yabancısı olduğum felsefe ne işe yarar? Her davranışıyla tuhaf olan ülkemin insanına ne yararı dokunur?” Gayet masumane bir soru. Assos’ta beş yıl gittiğim felsefe seminerlerinde Tanrı’nın adının artık zeki tasarımcı olduğunu, Atatürk’ün aynı zamanda önemli bir iletişimci olduğunu öğrendim. Bilmeyenler öğrensin. Atatürk’e bir İngiliz gazeteci sormuş: “Kurtuluş Savaşı’nı nasıl kazandınız?” Atatürk, “Telgrafla” demiş. Öyle ya cephede her gün ülkenin her yerine düzinelerle telgraf çekip yanıt beklemiş. Tüm Anadolu’yu olup biten her şeyden haberdar etmiş ve gelen yanıtları gaz lambası ışığında okuyarak stratejiler belirlemiş.
Ayrıca beş yıl içinde, sürgün edildiği Assos’ta felsefe okulu açan ve sabah akşam öğrencileriyle tartışan Aristo’nun da ne kadar sabırlı ve inatçı olduğunu da öğrendim.
Gelelim bu yıla. Üç gün sürecek seminerin konusu: Özgür irade! Bu öyle bir konu ki ilkçağlardan beri tartışıyorlar ve hâlâ tartışıyorlar. İnsan iradesi nasıl özgür olabilir? Çok zor bir soru çünkü insan biyolojik bir yaratık, çünkü insan psikolojik bir yaratık ve sosyal bir yaratık. Ben burada bir ekleme yapıyorum aynı zamanda ilkçağlardan beri gelişen genlerin genlerinin bileşimi. Konu zor, insanoğlu iradesini kullanırken yani eylemlerini seçerken pek çok etken onu biçimliyor. Felsefeciler şöyle diyor: “İnsan hayalleri ve isteklerini gerçekleştirmek için yola çıkmışsa özgür iradeden söz edilebilir.” Peki hemen karşı bir soru: “İnsanın hayalleri ve istekleri nasıl oluşur? Hayal ve istek nelerin birleşimidir?” Şöyle bir örnek verelim: Diyelim ki bir insanoğlu bir başına bir adada yaşıyor. Belki o insanoğlu kimselerin etkisi altında kalmadan kendine bir yaşam tarzı seçebilir. Ama onun da aklı var. Üç gün sonra uyduruk da olsa bir kayık yapmayı başarabilir ve evet tek isteği bu adadan kurtulmaksa gerçekleştirebilir. Ama böyle tek başına adada yaşayan insanoğlu pek yok.
Neyse devam edelim: Önce anamız babamız karar verdi ve biz doğduk. Her şeyi usul usul öğrenmeye başladık, yani bizim bir belleğimiz var, büyüyoruz, birlikte yaşadığımız kişiler çoğalıyor ve bir başka bilimadamı “bilinçaltı” diye bizim yönelimlerimizi belirleyen bir bilim ışığı yakıyor. Yani belleğimiz sır tutma yeteneğine sahip. Yani babamız annemizi dövüyorsa, kız kardeşimiz ağlayarak küçük yaşta evlendiriliyorsa biz garibanlar nasıl özgür irademizle hareket edip kendi dünyamızı kurabiliriz? Hayallerimiz ananın dayak yediği evden dışarı kaçmak dışında ne olabilir?
Sadece bunlar mı? Dünyamız öyle bir tuhaf halde ki yaptığı kötülüğü çeşitli bahanelerle aklamaya çalışan insanlar var. Örneğin, 6 milyon Yahudi, Çingene ve muhalif insanı bir emirle fırınlarda yakan insanlar var. Ve bunlar daha sonra şöyle diyorlar: “Ben emir kuluyum!” Evet kötülük dolu, ahlaksız eylemler için bin bir bahane bizzat gene insanlar tarafından üretiliyor. Özgür irade nerede başlayıp nerede bitiyor?
Birden aklıma geldi. Bir dağ köyünde kardelen hasadı şenliği yapılıyordu. Açılışta devlet erkânı sıra sıra dizilmişti. Davul zurna en kıvrak havaları çalıyordu ama tek kişi meydana çıkıp oynamaya cesaret edemiyordu. Özgür iradeleri adeta ele geçirilmişti. Ve birden köyün iki delisi meydana fırladı ve kendi özgür iradelerinin oyunlarını oynamaya başladı. Evet yüzlerinde en güzel bir gülümsemeyle sonsuza kadar oyun oynayabilirlerdi. İşte o gün özgür irade oradaydı. Ben de onları çok kıskanmıştım.
Yani dostlarım bu mesele epey karmaşık. Şimdi sabahtan akşama televizyonlardan, sosyal medyadan dizi oyuncularının aldıkları dudak uçuklatan paralar deşifre edilirken gencecik bir kızın bunlardan etkilenmemesi ve onlar gibi olmayı hayal etmesi maalesef bu özgür irade meselesini iki seksen yere seriyor. Hele de genetik yapımız, mesela ben Türklerin genetik kodlarının asla çözülmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü bu topraklardan bir değil, iki değil tam 42 uygarlık geçmiş. Hepsi de farklı yaşam tarzları, eğilimleri birbirinden farklı uygarlıklar, bizim genetiğimizde bunların hepsi var. Bu genetik yapı bizi özgür bırakır mı? Mesela ülkemizde her güzel yeri birden çekirgeler gibi istila edip bütün güzelliklerini harabeye çeviren bir yapı var. Bu neden böyle? Neden bizim insanımız kök salamıyor? İşte size bir soru. Siyaset, politik ahlak, psikoloji, sosyoloji ve sinirbilimi hepsi bir arada ama genetik yağmacı kod hepsini ele geçiriyor.
Şimdi dostlarım görüyorsunuz bu özgür irade zor bir şey. Hele de hâlâ Allah’a konuşanların sözünü dinleyen, canı sıkıldığında kadın öldüren, arabasını polis çevirip ruhsat görmek istediğinde “Ulan sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye haykıran insanların özgür olma şansı neredeyse sıfır.
En iyisi ben, en sevdiğim deniz kıyısı Assos’ta mayomu getirmediğim için efkârlanıp bir sigara tüttüreyim.
/././
AKP’yi kapatmak! (Özdemir İnce)
22 Ocak 2024 tarihli Cumhuriyet gazetemizde, ATA Partisi lideri Namık Kemal Zeybek’in partisinin, AKP hakkında “laiklik karşıtı eylemler”den dolayı kapatma davası açacağını okudum. Namık Kemal Zeybek, 23 Ocak 2024 gecesi de Tele1’de Murat Taylan’ın programına katılarak açmayı düşündükleri dava hakkında ayrıntılı bilgi verdi. Özel nedenler dolayısıyla çok dikkatle izlediğim ve onayladığım bir girişim. Özel neden diyorum çünkü 8 Mayıs 2012 tarihli Aydınlık gazetesinde, “Merkez sağın trajedisi (3)” başlıklı yazımda şu satırları yazmışım: “Rifat Serdaroğlu kardeşimizin sözünü ettiği Demokrat Parti ile Namık Kemal Zeybek’in genel başkan olduğu DP aynı parti mi? Aynı ise yandık! O Namık Kemal Zeybek ki Radikal gazetesinde yazdığı yazılarla beni İslam düşmanı ilan etmiş ve bacanağı Aydın Doğan’a gammazlamıştı (28.07.10–18.08.10). Benim Bolşevik mi, Menşevik mi, komünist mi olduğuma karar verememiş, ama (kendince) azgın bir İslam düşmanı olduğum kesinmiş. O sırada, avukat arkadaşlar, beni hedef gösterdiği için N.K. Zeybek’i mahkemeye vermemi tavsiye ettiler ama ben böyle bir şeyi kendime yediremedim.”
Amacım öç almak falan değil, benim bu türden taraklarda bezim yoktur. Bilen bilir! 14-15 yıl önce hakkımda çok olumsuz düşünceleri olan N.K. Zeybek’in sonunda benim bulunduğum saflara katılması çok mutlu etti beni. Artık yan yana yol alıp ilerleyebiliriz.
N.K. Zeybek’in genel başkanı olduğu ATA Partisi, AKP’nin kapatılması için ÇEDES girişimini yeterli görüyor. N.K. Zeybek, R.T. Erdoğan’ın AKP’nin kuruluş yıllarında “Biz İslamı referans alan siyasi bir partiyiz” dediğini anımsatıyor ki AKP’nin kapatılmasına bu bile yeter.
Ben kendimi bildim bileli parti kapatılmadan yana oldum. Hürriyet ve Aydınlık gazetelerinde araştırma yapanlar bu yazıları bulur. Ama benim bir örnek vermem iyi olacak. Yazı 18 Nisan 2008 günü Hürriyet gazetesinde yayımlanmış. Yazının adı “Parti kapatmak kolaylaştırılmalıdır”:
“Parti kapatmak zorlaştırılmalıdır klişesine karşı çıkacak birini umutla bekledim. Boşuna! İş gene ‘tamirci’ye düştü! ‘Parti kapatmak zorlaştırılmalıdır’ demenin ‘Sürücü belgelerinin iptal edilmesi zorlaştırılsın’ demekten farkı ne? Bence hiçbir farkı yok! Bir siyasal parti neden kapatılır? Anayasa ve yasalar tarafından saptanmış ‘kurulu düzen’i (‘müesses nizam’ı) değiştirmeye kalkıştıkları için kapatılırlar.”
AKP’nin kapatılma davasını anımsayalım: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, iktidarda bulunan AKP hakkında “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle, partinin kapatılması amacıyla açılan dava 31 Mart 2008 günü kabul edilmiş ve 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan açıklamada, partinin temelli kapatılmaması, fakat Hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesi kararına varılmıştır. 6 üye kapatılması, 5 üye kapatılmaması yönünde oy kullanmışken, Hazine yardımının kesilmesi hakkındaki oylamada 11 üyenin 10’u kesilmesi yönünde oy kullanmıştır.
Yani şu anda iktidarda bulunan AKP ve bazı yöneticileri Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda yazılan kararına göre resmen sabıkalıdır. Ancak bu parti buna karşın kesinlikle ıslah olmamış ve anayasa ve özellikle Devrim Yasalarını çiğnemeye inatla devam etmiştir:
AKP’nin, genel başkanının, hükümetinin ve sorumlu mensuplarının eylemleri, aykırılık bağlamında, şu hususlarda değerlendirilmelidir: Anayasanın başlangıç ilkeleri + Madde 1. Devletin Şekli. + Madde 2. Cumhuriyetin Nitelikleri + Madde 4. Değiştirilmeyecek hükümler + Madde 6. Egemenlik + Madde 7. Yasama Yetkisi + Madde 8. Yürütme Yetkisi + Madde 9. Yargı Yetkisi... Anayasa uzmanları AKP ve başkanının anayasaya aykırı davranışlarını çoğaltabilirler.
AKP, genel başkanı ve hükümetleri iktidara geldiğinden bu yana, anayasamızın 174. maddesi tarafından korunan sekiz Devrim Yasası’na göre yargılanabilir: 1. Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), 2. Tekke, zaviye, türbe ve tarikatların kapatılmasıyla ilgili kanun. Veee Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulamamak! TBMM’de Hatay milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi.
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder