7 Mart 2024 Perşembe

Avrupa’nın çiftçileri: Can çekişen bir toplumsal tabakanın umarsız direnci - CEMİL FUAT HENDEK / soL-Görüş

 

Ne var ki, artık tekellerin doymak bilmez iştahı karşısında yok olup gitmekten kurtulamayacaklar. Ve tarih boyunca düşmanı oldukları emekçi kitlelere karışacaklar.

Avrupa’nın en batısında, Portekiz ve İspanya’da traktörleriyle sınırları kapatanlardan, Polonya’da Ukrayna sınırında furgonlardan Ukrayna buğdaylarını boşaltıp, yerlere saçanlara dek… Avrupa bir kez daha can çekişen orta ve küçük çiftçilerin direnişleriyle sarsılıyor. Tarihte sokaklara taşan toplumsal direnişlere Avrupa’da en son katılan Almanya’da bile traktörleriyle yolları kestiler. Traktörleri, pullukları, romörkleriyle Berlin’e yürüdüler. Son on yılda bu kaçıncı kez...

Geçenlerde, Almanya’daki bir çiftçi örgütünün, “Serbest Çiftçiler”in başkanı Alfons Wolff şikayet dolu bir serzenişte bulunmuş ve “Bizi anlamanız için aç kalmanız mı gerekiyor?” diye sormuştu.

Bu direnişleri engellemeye çalışan hükümet çevreleri Serbest Çiftçiler’i, örneğin Schleswig Holstein’da 250 bin avro para cezası ve altı ay hapisle tehdit etti. Çitçilerin federal sözcülerinin buna karşılık savunması şu oldu: “Federal yasalara ve düzene karşı bir şey yapmıyoruz. Sadece tarımda daha adil düzenlemeler talep ediyoruz.”

Böylece tabutlarına çakılacak son çivileri neden engelleyemeyeceklerini de ifade etmiş oldu. Yani bu çiftçiler aslında düzenin devamı için yeminliler. Ve bu yemini bozmadıkları sürece teker teker yok olacaklar. Çünkü bu düzenin hem ekonomik, hem de hukuksal yasaları onları yok etmek üzere işlemekte. 

Gelin şimdi çoktan tabuta yatırılmış küçük ve orta çiftçilerin kaçınılmaz yok oluşuna bakalım:

Önce tarihsel yasallık

Tarih boyunca her yeni toplumsal düzen ve onun yarattığı ekonomik ilişkiler yeni sınıfları tarih sahnesine çıkarırken, eski bazı sınıfları da ortadan kaldırdı. Kapitalizmin tarih sahnesine çıkışıyla ve burjuvazinin iktidara gelişiyle birlikte feodalizmdeki alt sınıfların ortadan kalkışı ve işçi sınıfının toplumda yerini alışı da aynı yasaya bağlı olarak gerçekleşti. (Burjuvazi iktidara geldikten sonra devrim için yedeğine aldığı emekçi halk yığınlarına ihanet etti. Feodal üst sınıflarla yeni baştan işbirliğine gitti. Birçok ülkede krallara ve asillere dokunmadı. Klerikallerin (ruhban sınıfının) varlıklarını başkaca yapılar içinde devam ettirmesine göz yumdu. Onun için sadece “alt sınıflar” dedim.)

Kapitalizmin gelişim sürecinde topraksız köylüler başta olmak üzere zanaatkârların, küçük üreticilerin de adım adım konumlarını kaybederek işçi sınıfına katıldığına şahit olduk. Kimi büyük dönüşümler ve krizler de bu sürece hız verdi. Böylesi dönemlerin, bir anda yüz binlerce insanın konumlarını yitirmesine, “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan” işçi sınıfına katılmasına neden olduğunu biliyoruz.

En temel suçları yasal kılan “özgürlük”

Büyük bir aldatmaca peşinde olan burjuva ideologlarının savunduğu “özgürlük”, birçok alanda insanlığa karşı işlenen korkunç suçları gizlemek için yayılan bir örtü. Bu suçlardan biri de, sürgit ekonomik alanda işlenmekte. Çünkü bu düzende en temel özgürlük, “başkalarını sömürme, gücünün yettiğini ezme, mal ve mülkünü kendi eline geçirme özgürlüğü”dür.

Bu, aslında önüne geçilemez bir yasanın, Sermayenin Yoğunlaşma ve Merkezileşme Yasası’nın dayattığı bir durumdur. Dolayısıyla kapitalist devletlerin hukuk yasalarında da ifadesini bulur. Olan biten, tümden yasalara uygundur. (Kartel yasalarının varlığı ve bunların ekonomideki hareketleri gözlemleme yalanına aslan kanılmamalı. Bulundukları bütün ülkelerde bunların en temel görevi finans sermayesinin genel çıkarlarını savunmaktan ibarettir. Yoksa ne sermayenin yoğunlaşmasına, ne de merkezileşmesine karşı bir engel oluştururlar.)

Serbest rekabet yok, büyük balığın küçük balığı yutması var!

Bu yalanın bir uzantısı da pazarda “serbest rekabet” olduğu iddiasıdır. Burada “rekabet” denen mücadele, aynı pazara mal sunanlar arasında kıyasıya süren bir savaştır. Bunlar arasında, ortak tek bir hedef ve üzerinde anlaştıkları tek bir tutum dışında hiçbir ortak değer bulunmaz. Yeri geldiğinde birbirlerinden bilgi ve deney çalmaktan, önemli uzmanlıkları olan işçileri ayartmaktan, pazarları ve hammadde kaynaklarını ele geçirmek için rüşvetler dağıtmaktan tutun da, bizim gündelik yaşam ufkumuzun almayacağı her türlü etik dışı eyleme dek her yola açıktırlar. (Tabii yasalara uygunluğuna dikkat etmek ya da onları by-pas edecek yollar bulmak koşuluyla.)

Tek ortak hedefleri, herkesin tahmin edebileceği gibi, mümkün olan en yüksek kârı elde etmekten ibarettir. Dikkatle üstünde durdukları tek ortak tutuma gelince: İstihdam ettikleri işçilere verilecek ücret ve haklardır. Yani sömürü oranlarında aralarında farklar olmaması için büyük dikkat sarfederler. Bundan gerisine gelince; Gücü gücüne yetene...

Büyüdükçe yırtıcılaşan, yırtıcılaştıkça büyüyen balıklar

Demek ki, bu vahşice ve acıma bilmez savaşta, balıklardan birinin bir diğerini yutması kaçınılmazdır. Yutan balık doğal olarak diğerlerine nazaran büyümekte, güçlenmekte ve giderek daha çok sayıda küçük balıkları yutmaktadır.

Bu yasa işlemeseydi, kapitalizm tekelci kapitalizm aşamasına yükselebilir miydi?

Sembollerle konuşmayı bırakalım. Olayın adını koyalım: Bu gelişme yeni de değil. Marks’ın ölümü ardından Engels’in “rekabetçi kapitalizmin, yerini sermayenin merkezileşme eğilimine bıraktığını” ilan ettiğini biliyoruz. Birinci Dünya Savaşı öncesinde bazı ekonomistlerin  tekeller ve kartellerin oluşumunu haber verdiğini de biliyoruz. Lenin’in 1916’da İsviçre’de kaleme aldığı “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm” tezinde de temelleri ayrıntılarıyla işlenmiş bir sürecin bugün vardığı yerdeyiz.

Günümüzde kapitalist dünyada tarım ve hayvancılık da tekellerin hâkimiyeti altına düşmüş bulunmaktadır. Ve bu tekeller, doğaları gereği küçük ve orta çiftçileri boğmakta, teker teker ortadan kaldırmakta. Büyük sermayenin temsilcisi partiler ve kurdukları hükümetler de ellerinin altındaki devletin gücüne dayanarak bu süreci hızlandırmakta.

Tekelleşme sürecinin gözlerden kaçan bir gayretli destekçisi

Konu açılınca hemen geleneksel burjuva partileri düşünmek doğal. Ne yazık ki, bu tekelleşme sürecine çok belirleyici katkıları olan bir parti gözlerden kaçıveriyor: Yeşiller! Bunlar aslında çevre sorunlarına hassasiyet göstererek siyasete girdiler. Ne var ki, bu sahneye basan ayakları sağlamlaştıkça çevre dostu olmaktan çok, tekelci sermaye yanlısı bir liberal parti oldukları ortaya çıktı. (Barış yanlısı görünürken, birdenbire Atlantik’in öte yakasının temsilcisi ve savaş sevdalısı oldukları gibi.) Bunlar, çevre koruması için sanayide yerinde dönüşümler dayattılar. Ama devletin bu amaçla tekellere desteği için de titizlik göstermeyi ihmal etmediler. Nitekim filtre sistemleri, üretim süreçlerinde kullanılan kimyasal maddeler, atık sorunlarının çözümü ve daha bir dizi yenilenme için hükümetler sanayi tekellerinin arkasında durdu. Kendisini nasıl yenileyeceğini, binlerce işçiye nasıl yol vereceğini kara kara düşünen demir-çelik endüstrisinin modernizasyonu, kömür madenlerinin kapanması, enerji alanındaki dönüşümler devlet kasalarından akan milyarlarca Mark olmaksızın başarılabilir miydi? Doğrudan yardımlar da yetmedi, büyük vergi indirimleri de yapıldı. Bunların hepsinde Yeşillerin başından itibaren yoğun etkisi vardır. 

Peki, ya tarım ve hayvancılıkta uygulamaya konan, küçük ve orta üreticiyi nefessiz bırakarak kırıp geçiren yasalar ve kurallar manzumesi? 

Onların da altında Yeşiller’in henüz kurumamış, kapkalın imzaları yatıyor.

Şimdi çabuk unutulan yakın geçmişe bakalım

1970’lerin sonlarından itibaren dünya çapında hızla yükselen bir neo-liberal saldırıyla karşı karşıya kaldık. Kimya ve gıda endüstrisindeki tekeller zaten çoktan ortaya çıkmış, dünya pazarlarının büyük kısmını ellerine geçirmişti. 70’lerin ikinci yarısından itibaren birbiri ardına gelen ekonomik krizler her zaman olduğu gibi küçükleri ezdi. Hayatta kalabilenleri de sakat bıraktı.

Ardından 1986’da saptanan deli dana (BSE) salgını küçük çaptaki çiftçileri saran yangına benzin döktü. Avrupa’da milyonlarca büyükbaş hayvan telef edildi. 2001’de Almanya’da alınan tek bir kararla öldürülenlerin sayısı 400 bindi. Hükümet, zorunlu olarak öldürülen her hayvan karşılığında çiftçilere 1000 Alman Markı tazminat ödedi. Ne var ki, küçük yetiştiriciler bütün mevsim için tüm hayvanlarını yitirmiş oldular. Ellerinde ne süt ineği kaldı, ne de kesip kasaba satacakları mal. O yıl, AB bütçesinde bu salgınla mücadele ve tazminat olarak geçen yıla nazaran yüzde 50 artışla tam 14 milyar Alman Markı ayrıldı. Ne var ki, o da daha çok ilaç, kimya tekellerine ve büyük çiftliklere yaradı. Zaten hemen salgın ardından gelen ek yaptırımların çoğu küçük çaptaki kocabaş hayvan yetiştiricilerinin sırtına altından kalkamayacakları yükler bindiriyordu. İşte o ve onu izleyen yıllar birçok küçüğün sonu oldu. Yüzlercesi çiftliklerine kilit vurarak pazardan çekilmek zorunda kaldı.

1993‘te kurulan Avrupa Birliği (AB)’nin kuruluşunun hemen ardından uygulanmaya başlayan tarım yasaları ve yaptırımlar da önce küçük çiftçileri vurdu. AB’nin “globalleşen” dünya ticaretine uygun yasa ve kararnameleri, tarım subvansiyonlarının kısıtlanarak pazarın acımasız rekabet kurallarına terk edilmesi, tarım ürünlerinin uluslararası ticaretini destekleyen bir dizi anlaşma Avrupa tarımında da tekellerin tamamen piyasaya hâkim olmasını sağladı. Bunlardan binlercesi çiftliklerini kapatmak ve emekli olmak zorunda bırakıldı. Milyonlarca insanın açlıktan öldüğü, çocukların gıdasızlıktan gelişemediği bu dünyamızda tereyağı dağları eritildi, tarım ürünleri çöpe atıldı.

Derken 2006’da ilk kez Almanya’da doğadaki kuşlarda rastlanan kuş gribi kümeslere de sıçradı. Doğaldır ki, bu da yüz binlerce kanatlı hayvanın telef edilmesine neden oldu. Salgınla birlikte hayvanları kümeste muhafaza etme zorunluluğu kondu. Kümes düzeni ise küçük yetiştiricilerin altından kalkamayacağı koşullara bağlıydı. Sadece her ay hayvanların veteriner kontrolünden geçirilme zorunluluğu bile tek başına taşınabilecek bir yük değildi. 

Öte yandan, sürekli özendirmeler sonucu, arazide serbest dolaşan tavuk yetiştirmeye girişen küçük çiftlikler birdenbire -deyim yerindeyse- ayazda kaldılar. 2021’e dek zaman zaman saptanan bu hastalık da küçük çaptaki kaz, hindi ve tavuk çiftliklerini tamamen ortadan kaldırdı. Örnek vermek gerekirse, hastalığın saptanmasıyla birlikte Almanya’da sadece Kasım 2016’dan 2017’nin ocak ayına dek 545 bin kanatlı suda boğularak yok edildi. Artık Almanya’da kanatlı hayvan çiftlikleri dev işletmeler haline dönüşmüş bulunuyor.

Sayı mı isterdiniz? 1992’de Almanya’da 80 bin tavuk yetiştirilen çiftlik varken bu sayı 2020‘de 3 bin 160’a düştü. (Son üç yıl içinde bir miktar daha azaldığından yola çıkabilirsiniz.) Üstelik bu çiftliklerin bir kısmı da zorunlu olarak  PHW-Grubu, Rothkötter ya da Sprehe-Grubu gibi büyük tarım işletmelerinin kontratı altına girmiş bulunuyor. 

1992’de çiftlik başına hayvan sayısı ortalama 455 iken, bu sayı da günümüzde 29 bini aştı. Haydi bir sayı daha verelim: 

Almanya’da yetiştirilen tüm kanatlıların yüzde 60’ını oluşturan 55 milyon hayvan sadece Aşağı Saksonya eyaletinde bulunuyor.

Hep birlikte küçükleri tabuta yatırdılar

Tarım ve hayvancılıkta sadece büyüklerin taşıyabileceği kurallar değil küçükleri ezen. Dev tarım tekellerinin ezici rekabeti sadece, ülke içinde ürettikleri mallarla sınırlı kalmıyor. Bunlar aynı zamanda işgücünün ve arazilerin pek ucuz olduğu ülkelerde kurdukları dev çiftliklerde ürettiklerinin ya da o ülkelerde pek ucuza kapattıkları ürünlerin ithaliyle de küçükleri eziyorlar.

Fakat sadece bu kadar da değil. Küçük ve orta çiftçiler çepeçevre başka dallardaki tekeller tarafından da kuşatılmış bulunuyor:

Tohumu, gübreyi, tarım ilaçlarını ve hayvan yemini elinde tutanlar tarıma ve hayvancılığa hâkim olur! Binlerce yıldır kendi tohumunu kendi ürününden ayıran çiftçi şimdi bundan da mahrum kaldı. Artık tohum üreten tekellerin ürünlerini kullanmak zorunda. Üstelik bunlardan elde ettiği ürünlerin hiçbirini tohumluk ayırması da mümkün değil. Kaldı ki, bunların bir kısmı da patentli ürünler sınıfına girmekte. Dolayısıyla, çiftçiler her mevsim başında tekel fiyatlarının dayatmasıyla karşı karşıya kalıyor.

Bu arada gübre ve her türden tarım ilaçlarının da dev kimya işletmelerinin tekelinde olduğunu düşünürsek çiftçinin ne denli abluka altına düştüğünü kavrayabiliriz.

Benzer bir kuşatma da hayvan yetiştiricileri için geçerli. Her türden yem, vitamin, aşı ve ilaç da bir elin parmaklarını bulmayan tekellerin depolarından alınmak zorunda. Bu durumda ister eti için beslesin, ister sütü için… Küçük ve orta çaptaki hayvan yetiştiricilerinin yüzünün gülmesi geçen yüzyıl sonlarında tarihe karışmış bulunıyor.

Bir başka dert de daralan pazar! Aslında yanlış anlamaya neden olmayayım. Daralan genel olarak pazar değil. Üreticinin gereksindiği toptancı müşteri çevresi. Kendi mütevazi çiftliğinde on süt ineği olan bir çiftçinin bile günlük elde ettiği sütü götürüp pazarda satacak hali yok ya. Zaten pastorizasyon yasası bile buna engel. Dolayısıyla kendisine büyük alıcı bulmak zorunda. Serbest Çiftçiler’in sözcüsü, “Beş büyük süper market zinciri bütün perakende pazarlarına hâkim” diyor. “Bunlar bir yandan ‘yerli üretimi teşvik edeceğiz’ diyorlar, öte yandan bize de nefesimizi kesen fiyatlar dikte ediyorlar“ diye şikâyet ediyor.   

Ne tarafa bakarsanız bakın; Agravis, BayWa, DMK, Westfleisch... Kısacası, üretiminden ve gıda maddelerinin işlenmesinde başlayarak, süpermarketlere dek Almanya’daki gıda zincirinin tüm halkaları borsada işlem gören tekellerin avucunun içinde. Tabii bunlara tarım makine ve aletlerini üreten ağır sanayii de eklemeyi unutmayalım.

Artık zayıflara yaşama hakkı yok!

Başta dediğim gibi, Serbest Çiftçiler bu şirketleri görüyor. Taa süpermarket zinciri Aldi’ye dek tüm tekellere saydırıyorlar, ama bunları yaratan sisteme gelince iki gözleri görmez, beyinleri işlemez oluyor. Neden? Çünkü kendilerinin kapitalizmin vazgeçilmez bir sınıfı olduğunu varsayıyorlar. Tarihte de kaç kez ezildiler, horlandılar, ama en can alıcı anlarda büyük burjuvaların kanatları altına sığınıp, namlularını işçilere emekçilere doğrulttular. 

Ne var ki, artık tekellerin doymak bilmez iştahı karşısında yok olup gitmekten kurtulamayacaklar.

Ve tarih boyunca düşmanı oldukları emekçi kitlelere karışacaklar.

CEMİL FUAT HENDEK / soL-Görüş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder