İyi insan (Ali Sirmen)
Yahudi kasabı” namıyla maruf Adolf Eichmann 1962 yılında İsrail’in gizli servisi Mossad tarafından kaçırılıp yargılanmaya başlandığı zaman Nazilerin zulmüne uğramış bir Alman kadın yazar, Hitler’in “nihai çözüm” planını yaşama geçiren bu soykırım makinesinin ardındaki kötülüğü, altından ne çıkacağını çok merak ederek kazımaya başlamıştı.
Sonuç hayret vericiydi. Milyonlarca Yahudinin ölümüne karar veren korkunç soykırım makinesinin ardındaki iblis değişik bir canavar değil, alelade biriydi.
Uğur Mumcu öleli 31 sene olmuş. Bu 31 yıl zarfında belki de 100 tane Uğur Mumcu yazısı yazmışımdır. Uğur’la 10 yılı aşkın süre çok yakın bir dostluğumuz olduğu için bu yazılarda hep okurun tanıdığı “Uğur Mumcu” kalıbının arkasında nasıl bir insan olduğunu anlatmayı düşündüm son zamanlarda hep. Çaba boşuna değildi. Uğur Mumcu görünüşünün aksine asık suratlı bir savcı, somurtkan bir iz sürücü, yüzünün çizgileri hiç yumuşamayan bir öğütçü değil; güler yüzlü, yufka yürekli, hassas, şakacı, humorunun oklarını kendine de yöneltmekten çekinmeyen; her dara, mahkemeye, hapse, hastaneye, düşenin ziyaretine koşan iyi bir insandı. Yani üstünü kazıyınca alttan çıkan insan Uğur Mumcu buydu.
Uğur Mumcu hakkında az araştırma yapıldı. Bence bunların en öğreticisi Bahçelievler Lisesi’nden sınıf arkadaşı fizik profesörü Önder Pekcan’ın “Uğur Mumcu’dan Mektup Var” adlı kitapta derlediği anılarıdır. Uğur Mumcu’nun Ankara Bahçelievler’deki lise ve çocukluk yıllarını anlatan, o dönemin sonradan meşhur olacak kişilerinin, arkadaşlarının, komşularının da izlerini taşıyan bu kitabı okuduğunuz zaman hayretler içinde kalıyorsunuz. Bir dönem ülkeyi saran, ne zaman nereden geleceği bilinmeyen ama geleceği kesin olan ölüme karşı pek de çare olmadığı bilinse de tabancasıyla gezen Uğur Mumcu, devrinin çoğu genci gibi futbola, kendisi kalede durduğu için Turgay’a hayran, Galatasaray takımının deplasman için her Ankara’ya gelişinde gidip Metin’i ve diğerlerini ziyaret eden o dönemin alelade gençlerinden biriydi. Bahçelievler’in bahçe duvarlarında vakit geçiren gençler arasında bir genç diğerlerinden daha zeki, mizahı keskin, sağlığı iyi, (burası çok önemli) siyasetle, sanatla, sporla, pop müzikle, kızlarla ilgili ama onlardan farksız bir genç. Uğur Mumcu’nun insan olarak sevecen yanı ve dara düşenin hep yanında yer alan tavrını dostları çok iyi fark etmişlerdi. Hastaneye, mahkemeye, hapse düşen herkes uzaktan ilişkisi bile olsa hemen Uğur’un ilgisine mazhar olurdu. Uğur’un bu yanı her dara düşenin yanında ona ve bütün dünyaya “Yalnız değilsin yanındayım” diye haykırışını gösteren, bütün insanları kardeş gören insancıl yanının bir sonucuydu.
Bir süre sonra ülkenin dört bir köşesinde adı parklara, mahallelere, kültür merkezlerine, toplantı salonlarına, okullara verilecek olan kahramanın üstündekileri kazıyınca altından saf iyilik çıkıyor. Tabii bu şaşırtıcı olay bir soruyu yine de aydınlığa kavuşturmuyor.
Başkentin Bahçelievler semtinin bahçe duvarları üzerinde oturduğu yerde ıslık çalan bu genci benzerlerinden ayıran neydi?
Bu özelliği daha derinlemesine anlatamadan “bilinç” olarak nitelerken sorunun “bu iyiliği devrimciliğe dönüştüren bilincin ne mene bir şey olduğu” şeklinde yeni bir soruya dönüşerek varlığını koruduğunu söyleyebiliriz. Uğur’un devrimciliği onda kendisine amacı ve çabası dolayısıyla bir öncelik yaratmazdı. Kitleleri aydınlatmak uğraşı onda illa liderlik tutkusu oluşturmamıştı.
Cumhuriyetin büyük kırılma döneminde birçok yerden kendilerinin bir gazete çıkarması için başvurularla karşılaşıyordu. Bir gün bir toplantı sırasında söz aldı ve şöyle dedi: “Arkadaşlar, son zamanlarda bana bir sürü başvurular yapılıyor. Ben görüşmeler yürütüyorum. Bütün bunlar sizi şaşırtmasın. Liderimiz İlhan ağabeydir (Selçuk). Toplanıyoruz, konuşuyoruz, uyarıları doğrultusunda hep birlikte karar veriyoruz. Benim görüşmeler yapmamın nedeni, yazılarımdan dolayı öne çıkmış görünmemdendir. Yoksa liderimiz odur.”
Uğur Mumcu’ya bakarken “salt iyiliğin” alelade bir genci nasıl devrimciye dönüştürdüğünün açıklamasını bulamıyoruz. Ama insanın tab’an kötü olmadığını görerek mutlu oluyoruz.
Uğur’u bu yönüyle de çok özlüyorum.
Sirmen‘in Uğur Mumcu için yazdığı son yazısı (24 Ocak 2024)
/././
Belediyelere para yetişmiyor (Murat Ağırel)
Sayıştay’ın yayımladığı “damıtılmış” raporların içinde yer alan bilgileri sizlerle paylaşmaya devam ediyorum. Damıtılmış diyorum çünkü eskisinin aksine raporları okuduğunuzda aslında artık olumsuz pek bir şey yazılmıyor.
Başlayalım...
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin 2022 mali yılı başlangıç bütçesi 6.5 milyar Türk Lirası. Bu para yetmemiş 5.2 milyar Türk Lirası daha ek bütçe verilmiş. Ödenek toplamı 11.7 milyar Türk Lirası’na ulaşmış.
Peki, gider ne kadar olmuş?
2022 yılı içinde 10.6 milyar TL bütçe gideri yapılmış. Belediyenin bütçe gideri toplamı 2022 yılında 2021 yılına göre yüzde 160.99 oranında artmış. Yapılan giderin içinde ne var mesela 874 milyon Türk Lirası faiz gideri olmuş. Sermaye transferleri yüzde 328.25 oranında, sermaye giderleri yüzde 174.71 oranında, mal ve hizmet alım giderlerinin yüzde 123.73 oranında ve cari transferlerin de yüzde 115.94 oranında artmış.
Klasik AKP belediyelerinde olan ve sadece raporlarda uyarı olarak yer alan bir durum daha var.
Büyükşehir belediyesi mülkiyetinde olan bazı taşınmazlar kanun hükümlerine aykırı olarak çeşitli dernek, vakıf ve spor kulüplerine tahsis edildiği anlaşılmış. Her ne kadar kamu idaresi cevabında dernek ve vakıflara direkt taşınmaz tahsisi yapılmadığını söylese de tahsislerin ilgili daire başkanlıkları tarafından belediye meclis kararına istinaden işbirliği protokolleri kapsamında yapıldığı anlatılmış.
Halbuki “Hiçbir şart altında dernek ve vakıflara taşınmaz tahsisi yapılması mümkün görünmemektedir” demiş Sayıştay raportörü...
Bir diğer belediyeye geçelim.
Kırıkkale Belediyesi’nin 2022 yılı sonu itibarıyla borç stokuna ilişkin yapılan hesaplamaya göre 2021 yılı sonu itibarıyla kesinleşen bütçe geliri 330 milyon Türk Lirası’dır. Bu tutara yüzde 36.20’lik yeniden değerleme oranı uygulandığında, 2022 yılının borçlanma sınırı 449 milyon Türk Lirası oluyor.
Belediyenin 2022 yılı sonu itibarıyla borç stoku 851 milyon Türk Lirası olarak açıklanmış. Borç sınırı 401 milyon TL aşılmış.
Bakın...
Daha beteri var mı diye her sorduğumda karşıma hep daha beteri çıkabiliyor.
Beyoğlu Belediyesi’ni anlatayım.
1 Türk vatandaşına karşı 4 sığınmacının görüldüğü, turistlerin İstanbul dendiğinde ilk aklına gelen ve ziyaret ettikleri İstanbul’un kalbi Taksim’in de sınırlarında yer aldığı yerden bahsediyorum.
Beyoğlu Vergi Dairesi kayıtlarına göre belediye sınırları içerisindeki ruhsata tabi aktif işyeri sayısı 13 bin 866, bu işyerlerinden 4 bin 937 adedi ruhsatsız şekilde faaliyetlerine devam ediyormuş.
Beyoğlu’nda işyeri açma ve çalışma ruhsatı alma zorunluluğu bulunmayan 5 bin 177 adet yer olduğu ve bu işyerlerinden 4 bin 282 adedinin çevre ve temizlik vergisi mükellefiyetlerinin tesis edilmediği de Sayıştay tarafından belirlenmiş. Diğer taraftan belediyeye ilan reklam vergisi beyannamesi veren toplam kişi sayısının 1084 adet olduğu tespit edilmiş. Yine Beyoğlu Vergi Dairesi kayıtlarına göre belediye sınırlarında ruhsata tabi aktif otopark işletme sayısı 107 adet, bu işyerlerinin 67’si ruhsatsız bir şekilde faaliyetlerini sürdürdükleri ve belediye tarafından işletilen bir otoparkın da yine ruhsatsız faaliyette bulunduğu belirlenmiş!
Bu rakamları neden veriyorum biliyor musunuz?
Dünyanın suç örgütlerinin cirit attığı, milyonlarca kaçak ve sığınmacının mesken tuttuğu Beyoğlu’nun halini görmenizi istiyorum. Mesela şehir içi güvenlik için çok büyük öneme sahip olan günübirlik kiralanan evler var. Turistlerin kalması için ve kayıt altında olanlardan bahsetmiyorum. Ancak her türlü suça bulaşmış kişilerin rahatlıkla barınmasını sağlayacak çok yer var Beyoğlu’nda...
Günübirlik kiralanan evler de işyeri açma ve çalışma ruhsatına tabi. Bu yerlerin her an ulaşılabilecek bir sorumlu işleticisinin bulunması gerekiyor, sorumlu işleticilerin bu yerleri kullananlara ilişkin kimlik ve gelişayrılış kayıtlarını genel kolluk kuvvetlerine anlık olarak bildirmesi gerekiyor. Gerekli bildirimlerin yapılmaması durumunda idari para cezası uygulanacağı ve ruhsat alınmadan çalıştırılan bu yerlerin tespiti halinde kapatılması gerekiyor.
İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’nden alınan kayıtlara göre idare sınırları içerisinde 1288 adet günübirlik kiralanan evin ruhsatsız şekilde faaliyette bulunduğu tespit edilmiş. Bakın bu rakam sadece ruhsatsız olanların sayısı.
Anlatmak istediğim açık. Türkiye’de elinizi nereye atarsanız atın, hangi belediyeyi araştırırsanız araştırın tek bir “kanun” var, o da kanunsuzluk. Herkes işin kendilerine göre olan tarafını okuyor. İşine geleni yapıyor. Böyle yaparak da gideceğimiz yer ancak Afganistan olur, Pakistan olur.
Halvette düzenlenen işret meclisleri (Özdemir İnce)
Osmanlı’nın dili Osmanlıcada “halvet” çok anlamlıdır, buradaki anlamı “özel olarak” anlamında, “işret meclisi” ise “içki meclisi” anlamındadır. Yani yazının başlığının anlamı şöyle olabilir: “Özel olarak seçkinler için düzenlenen içkili âlemler.” Yazıdaki alıntıya bölümünü okuyunca bunun böyle olduğunu anlayacaksınız.
Kaynağımız Halil İnalcık’ın Şâir ve Patron (Doğu Batı Yayınları) adlı ilginç kitapçığı. Osmanlı tarihinin duayeni İnalcık, 26 Mayıs 1916’da İstanbul’da doğdu. 1942-1972 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Osmanlı ve Avrupa tarihi derslerini okuttu. 1972- 1986 yıllarında Şikago Üniversitesi Tarih Bölümü’nde profesörlük yaptı. 1953-1993 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde Columbia, Princeton, Pensilvanya ve Harvard üniversitelerinde profesör olarak görev aldı. Amerikan Akademisi, İngiliz Akademisi, Türkiye Bilimler Akademisi, The Royal Historical Society, The Royal Asiatic Society gibi birçok yerli ve yabancı kurumun şeref üyesidir. İnalcık bugüne kadar 17 kitap ve 300’e yakın bilimsel makale yayımlamıştır.
Saray “has” bahçelerinde veya kasırlarda (köşklerde) “halvette” düzenlenen geleneksel işret meclisleri şair, mutrib (çalgıcı), hanende (şarkıcı) gibi sanatçıların hükümdar önünde kendilerini göstermek fırsatını elde ettikleri bir yarışma meydanı oluştururdu. Firdevsi, Şehname’de (1000 tarihlerinde) kadim İranlı hükümdar Hüsrev’in verdiği işret meclislerini uzun uzun tasvir eder (N. Lugal çevirisi; IV, İstanbul 1994, s. 194, 275-276, 299, 330, 332, 389- 390).
Bir zafer veya başka vesilelerle süslenmiş saray bahçe ve kasırlarında tertip olunan bu ziyafetler, üç gün üç gece, bazen bir hafta sürer, “nahiller dikilir, mis kokuları içinde güzel çalgıcılar çalarken peri yüzlü sakiler misafirlere yıllanmış şarap sunar”. Herkes sarhoş olur, zafer hikâyeleri dinlenir, şairler karşılıklı en güzel şiirlerini söyler, muşaara ederler. Firdevsi, böyle bir mecliste rakibi şairler önünde Sultan Mahmut’un takdirini kazanır. Selçuklu Sultanı Alaeddin’e kaside sunan Hoca Dehhani, “şahlar şahının çalgılı, içkili zengin bezmler”inden (toplantılarından) söz eder. Yine böyle bir işret meclisinde Anadolu Selçuklu sultanı bir kaside için şair Zahireddin’e beş nefer güzel kul bağışlamış, I. İzzeddin Keykavus (1210-1220) Sinop’un fethi üzerine düzenlenen bir işret meclisinde nedimlere ve şairlere “inamlar”da (bağışlarda) bulunmuştur. Osmanlı kaynakları, şairlerin çoğu kez bu gibi işret meclislerinde hükümdarın takdir ve lütuflarına eriştiklerini belirtir. Hükümdar hizmetindekiler arasında patrimonyal ilişkileri pekiştiren sosyal bir kurum olarak işret meclisleri, şölenler ve toylar; Avrasya Türk-Moğol devletlerinde hayati sosyal bir fonksiyona sahipti. K. Jettmar’a göre “en ince ayrıntılarına kadar düzenlenmiş içki âlemleri” hükümdarın şöhret ve prestijini yükseltmek için yapılan bir çeşit ayin (ritüel) hükmünde idi. Osmanlılarda haftalarca süren muhteşem sur-i hümayunlar (padişah düğünleri) bu geleneğin ne kadar önem taşıdığını kanıtlayan olaylar olup görkemli surnamelerde yaşatılmak istenir. Bu işret meclislerinin, hükümdarın ve sarayın hayatında nasıl hayati bir yer tuttuğunu ayrıntılı tasvirlerle İbni Bibi’nin tarihinde görüyoruz: “Alaeddin Keykubad’ın işret meclisi kuruldu... Lal şaraplarla ve dürlü dürlü nakiller (nahil) birle araste edüp (süsleyip) döşediler ve mutribler (çalgıcılar) hezar destan (bülbül) gibi elhan-i can-fezay birle surûda şuru kıldılar ve cam-i şarab (şarap kadehi) içmeye ve barbut (zar atarak) ve rubab (bir çalgı) istimâına (dinleyerek) meşgul oldular” (Yazıcızâde çevirisi, s. 170, sık sık yapılan bu işret meclisleri için keza bak. s. 140-151, 117).
Bir defasında sultan, meclis-i işrette “ber sebih imtihan heriflere (sanatkârlara) eyitti ki yerin adını (Kayseri ve Aksaray) ol beyitlere telfik etsun” dedi, münşi (yazar) Şemseddin’inkini çok beğendiğinden mansıbına (rütbe) ilave yaptı.
Bu işret meclisleri bazı sultanların sarayında sık sık toplanırdı. Bütün kaynakların “gayet mertebede ‘âyyâş’” olduğunda birleştikleri divan sahibi II. Murat, herhalde böyle bir mecliste sarhoşken şu Hayyamane kıtayı demiştir: (Sehi, 95)
Sâkî getür getür yine dünkü şarâbımı
Söyle dile getür yine çeng ü rebâbımı
Ben var iken gerek bana bu zevk bu safâ
Bir gün gele ki görmiye kimse türâbımı (s. 25, 26, 27)
Bir ‘anıt adam’: Ali Sirmen (Emre Kongar)
Aşağıdaki yazıyı 2017’de yazdım: Değerli bir insanı övmek için onun ölmesini beklemem ben... Dün de GÜNCEL’de, yine Ali’yi anmak için, onu öven bir başka eski yazımı yayımlamıştım.
İyi ki bu yazıları yazmışım...
İyi ki kendisi hakkında ne düşündüğümü öğrenmiş, bizi bırakıp gitmeden önce!
Bir insan ne zaman “Anıtlaşır”:
Bir fikri, bir görüşü, haklı ve doğru olarak, bıkmadan, usanmadan, her türlü zorluk ve olanaksızlık karşısında, tutarlı olarak savunduğu zaman!
Kimlik ve kişiliğine acımasız saldırılar yapıldığında, cezalandırıldığı, hatta hapse bile atıldığı zamanlarda, yılmadan, doğru olduğuna inandığı ve gerçekten de tarih ve bilim önünde doğru olan görüşlerinden sapmadığı, kıvırtmadığı, dönmediği zaman!
Kendi arkadaşlarının bile savundukları, çoğunluk tarafından benimsenen yanlışlara karşı, tek başına, sırf kendisine olan saygısından ve güveninden dolayı, ödün vermeden direnebildiği zaman!
Ve bütün bu tutum ve davranışlarını, kendisini yüceltmeden, övmeden ve hatta önemsemeden, kendisiyle matrak geçerek, mütevazı bir biçimde irdeleyebildiği, anlatabildiği zaman!
Bazı “Anıt İnsanlar”ın iyi konuşmak, iyi yazmak, duygu ve düşüncelerini çarpıcı ve esprili bir biçimde aktarabilmek gibi ilave özellikleri de vardır:
İşte Ali Sirmen bunlardan biridir!
Kendisini ilk kez, yıllar önce ben daha Hacettepe Üniversitesi’nde genç bir doçentken katıldığım, Uğur Mumcu’nun da konuşmacı olduğu bir açık oturumda dinlemiştim.
Bildiğiniz gibi Uğur Mumcu da bir “Anıt İnsandı”:
Üstelik, müthiş zeki, araştırmacı ve çok güzel konuşan, dinleyenleri adeta büyüleyen bir hatipti.
Ali Sirmen, Uğur Mumcu’dan sonra konuşuyordu ve Uğur konuşmasını tamamladıktan sonra, “Ali için ne büyük bir talihsizlik, şimdi ne söyleyebilir, kendini nasıl dinletir, salonu nasıl etkiler” diye düşündüğümü anımsıyorum.
Fakat Ali, belirttiği yeni fikirlerle yine dinleyenlerin müthiş ilgisini çekmiş ve çarpıcı esprilerle süslediği konuşmasıyla, Uğur’dan sonra salonu bir kez daha büyülemişti!
Bu satırları, son zamanlarda moda olan bir “Nehir söyleşi” kitabını okurken yazıyorum.
Ümit Aslanbay ile yaptığı ve “Bir Eski Cumhuriyet İçin” diye, bence yanlış bir isimle yayımlanan “Ali Sirmen Anlatıyor” adlı kitapta bakın, Mahmut Dikerdem ve sözde “İran Devrimi” için neler söylemiş:
“(Mahmut Dikerdem) ifadesi sırasında ‘şanlı İran devriminden’ söz etmişti. Ben de ifadem sırasında bu ifadeye katılmadığımı, fakat bunu söylemenin iyi bir şey olduğunu, çünkü bunun, Barış Derneği üyelerinin bir siyasi ve ideolojik bütünlük içinde olmadıklarını gösterdiğini söyledim.
O zaman ben İran’da bırakın ‘şanlı’, bir ‘devrim’ dahi olmadığını söyledim. Humeyni hareketi için bunları belirttim.
Daha önce de İran’a gitmiştim. Mahmut Bey de Tahran’da büyükelçilik yapmıştı. Ben, Humeyni İran’a geldikten on gün sonra oraya gitmiştim.
Doğrusu, Türkiye’nin AKP dönemine benziyordu. AKP ile de şu anda aynı şey oluyor.”
Ümit Aslanbay: “Humeyni’nin de ilk işi komünistleri ve kendisine destek olanları temizlemek oldu...”
Ali Sirmen: “Evet ama hak ettiler. Onlara, komünist olsalar dahi, İran’ın ‘Yetmez ama evetçileri’ demek daha doğru. Buranın ‘Yetmez ama evetçileri’ ile aynı akıbete uğradılar.” (İmge Kitabevi, Ankara, 2017, s. 95.)
10 Kasım doğumlu, ünlü besteci Sadi Işılay’ın torunu, Osmanlı döneminde dedelerinden birinin kurduğu vakıftan bir süre geliri olmuş Ali Sirmen’in maceralı hayatını anlatan bu söyleşiyi okuyunuz.
Sadece bir “Anıt İnsanın” meraklı serüvenlerini ve yaşamöyküsünü değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli ve çalkantılı bir dönemini de öğreneceksiniz.
Aramızdan ayrılırken bedeni hastaydı ama son yazısında bile laikliği savunacak kadar ruhu sapasağlam, bilinci ve zihni apaçıktı.
Onun dostluğuyla övünüyorum!
Barışın yılmayan savaşçısı: Ali Sirmen - (Enis Coşkun-Hukukçu)
Barış savaşımında yoldaşım ve 64 yıllık arkadaşımdı. 1960’ta İstanbul Hukuk Fakültesi amfilerinde başladı dostluğumuz. O kara 80’li yılllarda tutukluluk sonrasında Türkiye’de de zaman zaman politik göçmen olduğum Fransa’ya gelişlerinde de hep birlikteydik. Özeli bir kenara bırakacağım. Herkesin bir anısı vardır. Zaten çok geniş bir çevresi ve seveni vardı.
Onun “12’den 12”ye adlı kitabı bana göre yaşamını da simgeler.
Birinci “12”, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası sonrasıdır. Demokrat kalemiyle verdiği savaşım dikkat çekiyordu. Muhtıradan sonra General Madanoğlu, İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, Av. Orhan Pekey ve daha bir dizi üstelik çoğu emekli subayla birlikte tutuklanır. Askeri darbe örgütlenmesi ile suçlanmaktadırlar. O davada kendisinin avukatıydım. Sonunda davadan mahkûmiyet çıkmadı ama onlar tutuklanıp gasp edilen özgürlükleriyle kaldılar.
İkinci “12” ise 12 Eylül 1980 darbesidir. Bu kez darbecilikten değil, savaşa karşı barışı savunmak suçundan tutuklandı. O davada avukatı değil, suç ortağıydım(!).
1976 sonrasında uluslararası durumun ülkemizi de tehdit eden tehlikeli gelişmeleri karşısında İstanbul Barosu yönetiminin görevlendirmesi ile Türkiye Barış Komitesi’nin kuruluşu için hazırlık çalışmalarını yürütüyordum. İlk temasım, daha öncesinde avukatlık ve yazarlık yaptığım Cumhuriyet gazetesinin dış politika yazarı kadim dostum Ali Sirmen ile oldu. Bu görüşme sonunda ülkemizde de bir barış hareketinin örgütlenmesi konusunda görüş birliğinde olduğumuzu ve beni destekleyeceğini gördüm. Aslında bundan emindim. Savaşa karşı barıştan yana tutumunu yazılarında kararlıkla yansıtmaktan hiç çekinmezdi. Bu çizgisini komitenin kuruluşunda ve sonrasında da sürdürdü.
3 Nisan 1977’de İstanbul Barosu’nun örgütlü barış hareketi için düzenlediği konferansa aralarında Aziz Nesin, Can Yücel, Sadun Aren, Mahmut Dikerdem gibi isimlerin de bulunduğu ve yüzü aşkın ilerici, barışçı seçkin aydınların ve ilericilerin yanı sıra Ali de vardı. Seçilen kurucular arasında yer aldı. Geçici yönetim kurulunda yer aldı. Daha sonra 1980 yılında yaptığımız genel kurulumuzda genel yönetim kuruluna seçildi. Komitemizin birçok çalışmasında etkin katılımı oldu.
12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında Barış Komitesi sanığı olarak yargılandı. Askeri savcı Barış Komitesi’ni Komünist bir örgüt olarak suçluyordu. Mahkeme de bu yönde karar verdi. Sonuçta beraat etti ama bu arada Ali, 36 ay tutuklu kalmıştı.
Buluşmak üzere
Dava o kadar soyuttu ki Kafka’ya yeni bir roman daha yazdırabilirdi. Barışı savunmak, Moskova’nın dışişleri bakanlığının ve hatta Çar II. Petro’nun politikalarını desteklemek diye suçlanmaktaydı. Tam da burada ibretlik bir anımı paylaşmak isterim. Addis Ababa’da 14-17 Eylül 1978 tarihlerinde düzenlenen Asya-Afrika Halkları ile Dayanışma Konferansı’na katıldık. Katılmamız Dışişleri Bakanlığı’nın başkanımız Dikerdem’e teklifte bulunması ve komitemizin kararı sonucunda gerçekleşmişti. Tüm masraflarımız ve uçak biletlerimiz bakanlıkça karşılandı. Öykünün ibretlik yanı ise şu çelişkide ortaya çıkıyordu; Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın istemi ve desteğiyle o toplantıya gittik, sonrasında ise “Moskova Dışişlerinin destekçisi” olarak suçlandık.
Üçüncüsü ise 12 Eylül 2022 oldu. Her yıl özellikle tutukluk yaşamış olan arkadaşlar ile bir yemekli toplantı yapıyorduk; sonuncusunu o gün yapmıştık. Toplantının ardından kısa süre içinde Şefik Asan, Niyazi Dalyancı derken Orhan Taylan’ı kaybettik. Bu kayıplara çok üzülmüştük. “Her gün eksiliyoruz. Bekleme salonunda oturan yolculara döndük. Son bir yemekli toplantı daha yapalım. Benim evde de olur, ne kadar kaldık ki” demişti. Ben de biraz bekle, şu sağlık sorunları için Fransa’ya gidip döneyim. Sonra hatta bir teknede toplanır, boğaz ve Ada turu yaparız dediğimde ne kadar sevinmişti.
Ama bekleyemedi. Son kitabı “Cüppeli Vesayet”te savunduğu laiklik için ve savaşa karşı barış için birlikte onurla savaşım verdiği yoldaşlarını, bizleri o salonda bırakarak trenine binip gitti.
Barış güvercini kanatlarını şimdi senin için çırpacak kardeşim!
Bir Cumhuriyet aydını - (Mustafa Gazalcı- 16., 22. Dönem Mv. Öğretmen)
Cumhuriyet gazetesi yazarı, Barış davasından arkadaşım Ali Sirmen’i 17 Mart 2024’te yitirmenin acısı içindeyim.
Ali Sirmen, eşine az rastlanır bir laik Cumhuriyet aydınıydı. O aramızdan ayrılıncaya kadar yazdı. “Ağaçlar ayakta ölür” deyişi onun için geçerlidir. En son 6 Mart 2024’te Cumhuriyet’teki köşesinde “Laiklik Nedir?” adlı eşsiz ve unutulmaz yazısını okuyunca Laiklik Meclisi Sözcüsü Umut Kurunç’a, o meclisin bir üyesi olarak “Bu yazıyı değerlendirelim” dedim.
Ali Sirmen, Barış davasından cezaevinde yatarken Samim Lütfi takma adıyla yazıları Cumhuriyet’te yayımlandı. Çok az sayıda bilenlerin dışında herkes yeni, ışıltılı bir yazar doğduğunu sandı.
Her pazar günü köşesinde “Sevgili’ye” diye yazdığı, büyük bir olasılıkla çok sevdiği eşi Mine Hanım’a seslenerek kısa öykü tadında yazılar yazdı. O yazılarından sonra kimi zaman telefonla konuşur, “Ne olur bu yazıları sürdür” derdim. “Sağ ol Gazalcı” derdi. Sonra onları kitaplaştırdı.
Çok yönlü bir insan
Sevgili eşi Mine Sirmen’le evlenince mutluluğa erişti. Avukat olan Mine Hanım, sevecen iyi bir insandı. Eşi Ali Sirmen’i ve bizleri cezaevinde hiç yalnız bırakmadı. Sanki Ali Sirmen’in yaşam ve esin kaynağıydı. Mine Sirmen’in ölümü ve ardından geçirdiği ağır COVID onu sarstı. Ancak yeniden yaşama döndü, eşsiz yazılar yazdı.
Zaman zaman eski Barışçılar olarak onun da isteği doğrultusunda buluşurduk. Keskin zekâsıyla yaptığı esprilere kahkahalar patlardı. O toplantılarda acı, tatlı anılar anlatılırdı. Bir daha buluşalım derken birçok arkadaşımız gibi o da sonsuzluğa gitti.
Uğur Mumcu’nun çok yakın arkadaşıydı. İzmir’de Barış Derneği İzmir Şubesi’nin yaptığı 1 Eylül adlı toplantıda birlikteydik. 2020’de Eskişehir Tepebaşı Belediyesi, Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) Eskişehir Şubesi’nin düzenlendiği törende Uğur Mumcu Onur Ödülü ona verilmişti. Uzun uzun söyleştik.
Ali Sirmen çok yönlü bir aydındı. Türkiye ve Fransa tarihlerini çok iyi bilirdi. Yazarlığı da dış ve iç politikadan spora uzanırdı. Sait Faik âşığıydı. Kimi oyunlarda, dizilerde oynamıştı. Yeni kuşakların onun kitaplarını ve onunla ilgili kitapları okumasını öneririm.
Oğlu Devrim’e, yakınlarına, Cumhuriyet gazetesine, sağ kalan Barış davası arkadaşlarına, sevenlerine başsağlığı dilerim. Işıklar içinde yatsın.
Uğur Mumcu’nun can dostu...(Mustafa Balbay)
Cumhuriyet, büyük bir emekçisini yitirdi. İlgi duyduğu her alanda üreten Ali Sirmen, yaklaştığını bildiği, hatta karşılama hazırlıklarını tamamladığı ölüme, yaşamdan hiç kopmadan “merhaba” dedi.
Beyni, yıllara hep birikim gözüyle baktı ama bedeni ona ayak uydurmadı.
Kalemi, yüreği, beyni ve sesi hiç yaşlanmadı.
“Kalem” sözcüğünü bazı insanlar için “kale-m” diye yazmak gerekir.
Kaledir kalem.
Ali Sirmen, “Kalem benim kalemdir. Kimseye teslim etmem” diye yaşayanlardandı.
Demir parmaklıkların ardından yazarken, yazılarını yayımlamanın başka yolu olmadığı için, adını değiştirdi, düşüncelerini değiştirmedi.
Çok geniş bir açıdan baktı hep, olaylara, konulara, Türkiye’ye, dünyaya...
Köşesinin adı her şeyi özetliyor zaten:
Dünyada Bugün!
Ali Sirmen’le meslek büyüğümüz olarak pek çok kez bir araya geldik. Cumhuriyet’in toplantılarında, toplantı sonrası akşam buluşmalarında, gazetenin durumundan siyasete her şeyi konuştuk. Hep akıl, bilim ve Cumhuriyetten yana olurdu.
2019 yılı aralık ayında Uğur Mumcu’yu yazmak üzere saatlerce konuştuk Ali ağabeyle. Cihangir’deki kitaplarla ve anılarla yüklü evinde buluştuk. Uğur Mumcu, İstanbul’a geldiğinde Ali Sirmen’in evinde kalırdı. Oturduğu koltuk hâlâ yerinde duruyordu. 1964 yılında Ankara’da, o dönemin meşhur münazaralarında tanışmışlardı. Ali Sirmen İstanbul’dan gelmiş. Uğur Mumcu’nun ekibiyle karşı karşıya! İyi kapışmışlar. O gün başlayan dostluk Uğur Mumcu’nun alçakça bir saldırı sonucu öldürüldüğü güne dek kesintisiz devam etti.
Uğur Mumcu’yu o kadar yalın, o kadar gerçekçi ve bir o kadar övgü dolu anlattı ki...
“Uğur Mumcu bir Cumhuriyet ordusudur” dedi
“Uğur Mumcu’nun iradesi, inadı ve zekâsıyla kimse yarışamaz” dedi.
“Uğur Mumcu, Türkiye’nin tıkır tıkır işleyen laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olmasını istedi. Bu değerlerin üzerine titredi. Devleti tüm pisliklerden korumak için çırpındı ama devlet onu koruyamadı” dedi.
Uğur Mumcu’nun öldürülmesini yorumlarken de o acı, keskin, gerçekçi, mizaha bulanmış ifadesine büründü, şöyle seslendi:
“Uğur Mumcu çok yaşadı!”
24 Ocak 1993 sonrasında Güldal Mumcu’nun bütün kararlılığıyla Uğur Mumcu’yu yaşatma çabasının sonuç verdiğini, acıyı irade eyleyip Mumcu’yu kurumlaştırdığını görünce, Ali Sirmen şöyle demişti:
“Teröristler yanlış kişiyi öldürdük, diyecekler!”
Ali Sirmen, dünyayı çok iyi okuyan, Türkiye’nin yerini de akılcı irdeleyen bir aydındı. Türkiye’de karşıdevrimin aldığı yola ilişkin bir sohbetimizde, şöyle demişti:
“Fransız İhtilali’nin 200 küsur yıldır ayakta canlı kalmasının nedeni tartışılır olmasıdır. Cumhuriyet Devrimlerinin de gücü tartışılmasından gelir. Mesele devrimleri koruyacak ve yaşatacak güçlerin ne kadar sağlam olduğudur!”
Sevgili Ali ağabey,
Pazar yazılarında “Sevgili” diye başlayan cümlelerinden en sıcak konuyu bile tam ortasından tutan cesaretine kadar her şeyinle özleyeceğiz seni...
Yazılarını, anılarını okuyup bir nebze hasret giderebiliriz ama ya sesin!
En çok sesini özleyeceğiz...
Bazen yükseklerden inen çığ gibi...
Bazen kayaların arasından fışkıran akarsu kaynağı gibi...
Bazen opera sanatçısını bastıracak bir sahne alevi gibi...
Bu anlatmalar yetmez ki!
Ali Sirmen’in ardından (Orhan Bursalı)
Zor konu sevdiğin saydığın gıpta ettiğin bir arkadaşın ardından yazmak. Epeydir bir araya gelemedik. Ama sevdiği bir durum olunca telefonla araşır ve “bak bu bakış çok iyi” derdik. Ona “Keşke bu yazıyı ben yazsaydım, kıskandım” dediğim zamanlar oldu. Karşı iltifatını zamanı ve yeri geldiğinde esirgemeyen bir dobra ve gerçek insanı, Ali Sirmen’i kaybettik. Üzüntü ve keder var çevremde.
Üyesi olduğum zamanlarda yayın kurulu toplantılarındaki Ali Sirmen’i anımsıyorum, Cumhuriyet gazetesi ile sorunlarda katıksız bir Cumhuriyetçi var gözümün önünde, Ali Sirmen’i anımsadığımda.
Bu katıksız ve pür Ali Sirmen’i Atatürk, laiklik, Cumhuriyetin değerleri, Türkiye’yi Türkiye yapan devrimler de söz konusu olduğunda da hep gördük.
Diktalara, darbelere, kanlı milliyetçi cephelere, faşist eğilimlere karşı hep demokrasinin ve hukukun yanında saf tutan bir Ali Sirmen. Ve bunun bedelini hapishane ve mahkemelerde ödeyen.
Ali Sirmen güçlü bir kalem oldu her zaman. Salt dış haberler yazdığı zamanlarda da siyaset ve Türkiye’nin gerçeklerini kalemine dolandırdığı zamanlarda da. Duru ve anlaşılır bir dil, doğrudan konuya odaklı.
Anlattığı pazar hikâyeleri bir dönem Türkiye’nin sosyal ve entelektüel hayatı ve ilişkileri tam bir Ali Sirmen harmanlamasıydı ve başka kimse yazamazdı. Kırmızı Kedi’de yayımlanan Cüppeli Vesayet usta işi yazılarından bize kalmış ve içinde öğreneceğimiz çok şey olan iyi bir mirastır. 80’li 90’lı yıllarda yazdığı kitaplar da dönemlerin tarihsel belgeleri tadında yazılardı.
Çok yönlü bir yazarımızı yitirdik.
Bir kuşak bize elveda diyor. Sanatçısından yazarından edebiyatçısından...
Bu kuşak ülkenin entelektüel hayatına çok şey katmış ve ülkenin aynı zamanda kendi mesleklerinin yanı sıra demokrasi ve hukuk savaşını üstlenmek zorunda kalmış yiğit bir kuşaktır.
Ali Sirmen’in her ne kadar yazılarını hep arayacak olsak da görevini fazlasıyla yerine getiren insanlarımızdan.
Bu bir teselli olabilir mi?
Cumhuriyet ailesinde Ali Sirmen ile paylaşılmış acı tatlı anılar...(Şükran Soner)
Çok kalabalık olan dostları, en azından toplumsal bir etkinlikle buluşmuş olabilenleri yakından bilirler. Ali Sirmen, yaşamı seven, çok neşeli kişiliği, üst düzey zekâsı, mizah yeteneği ile çevresinde yaşayanları öylesine etkili bir mutluluk duygusuna çekebilir ki... Bulunduğu yer fark etmez, çevresindeki dinleyiciler çemberi olabildiğince büyür. Acının da bal eylendiği kahkaha seslerinin yükselmesi kaçınılmazdır. “Çeşnici Başı” lakabıyla yemek yazılarından, sinema oyunculuğuna bir ucundan uzanmasına kadar anlaşılmıyor mu?
Özelimizde başına çorap örülmesinde suçlu olduğum yadsınamaz. Törelerimiz gereği, rastlantısal dönemin ünlü MİT görevlisinin evinin üst katında kiracı olunca, yan yana olmakla keyif alacaklarını düşündüğüm dost büyüklerimi gruplar halinde sofrada buluşturmak istemiştim. Sonrasında 12 Mart’ın ünlü Madanoğlu davasında ağır bedeller ödenmesinde kolaylaştırıcı olabileceğimi nereden bilebilirdim? İlhan Selçuk ağabeyimizin yanına, Ali Sirmen, Raif Ertem, Cengiz Ballıkaya.. içlerinde bir grup oluşturmuştum.
Ne rastlantı ama, aynı gün Ahmet Ketenci’den bizim yemekten haberli olarak, Mahir Kaynak’ın evine Cemal Madanoğlu Paşa ile yaveri Talat Turan gitmek istemişler. Ben işten gecikmeli, yemeklerin dolapta Ketenci’nin sofrayı kurmuş olabileceği umuduyla merdivenleri koşturarak tırmanırken yolumu Mahir Kaynak kesti. “Telaşlanma, tesadüf aynı çevrenin insanlarında bana da paşalar gelmişlerdi, senin yemekleri bize taşıdık. O kadar erkek arasında adaşın Şükran’la bizim iki kız (Biri sonradan ünlü Prof. Dr. Ülkü Arıboğan olacaktı.) şık durmayacak. Sen konuklarına hoş geldin için uğra, sonra iki Şükran kızlarla sizin kata çıkarsınız” demişti.
***
Çok bozulmuş, elbette hiç uyanamamıştım. İşte o yemek o günün bugünlere göre ilkel teknolojisinde, herhalde apartmanın diplerine saklı yerleştirilmiş bir araçtan dinlemeler. Sonrasında bilinçli montajlamalarıyla “Gizli örgütün ilk önemli kanıtı, bant bir delil oluvermişti. Bize de 12 Mart dulları olarak, Raif Ertem’in çiçeği burnunda kavak gibi uzun boylu yeni avukat Mübeccel Ertem ile bendeniz, oğlum karnımda, İlhan Selçuk’un cezevinden talimatıyla, Ali’nin oğlu gibi, cinsiyeti ne olursa olsun Devrim olacak, “Lourel Hardy” ikilisi. Akşam saatlerinde Ankara trenine zor yetişen sigortacı avukatımız Mine Sirmen üçlüsü... Her hafta Ankara’nın göbeğinde, Madanoğlu kimliğinin korkusu ile kışlanın ortasında bir binaya yerleştirilmiş toplu Madanoğlu davası sanıkları için, çuvallarla sipariş edilmiş kitaplarla, yiyecek torbalarını taşıyıp durduk.
İstanbul’dan Erol Toy, Ankara’dan Sakıncalı Piyade Uğur Mumcu, ziyaret hakları olmadan kapı önüne gelir, elimizdeki listeleri iki şehirli dostlarıyla paylaşır, ertesi haftaya yenileri için gocunmadan, bir selam alışverişi havasında gelip dururlardı. Sonradan öğrendiğim Mine Sirmen’in bir çılgınlığını da paylaşmalıyım. İlhan ağabeyin Ziverbey’deki ağır işkencesi sayesinde tarihe kazıldı. Mine Ali’nin, bizimkiler gibi, yol masrafları kendilerince karşılanarak yanlarında görevli Emniyetçiler götürülmemesinden kaygılanmış. Ablasının eşi ile Selimiye kapısına dayanmış.
Gecenin ilerleyen saatlerinde nöbeti bırakmamasına canı sıkılan görevliler, sorguda, işkencede olmadığına inandırabilmek için, “Korkmuyorsan bize görünmeden parmaklıkları atlayın alt kattaki karanlık tutuklular koridoruna girip ismiyle seslenin” deyivermişler. Mine durur mu? Eniştesi tanık olarak ölümün ardından anlatmıştı. Dikenli telleri karanlıkta atlarken, bacakları kan içinde kalmış. Sesini duyup sabah aynı yöntemle Ankara’ya gönderileceğini öğrenince rahat nefes almış.
Ali’nin Erdal Atabek ile paylaştığı, bol gülmeceli, Barış davası cezaevi günleri öyküleri de aktarmalı bir o kadar neşelidir. Elbette Nadir Nadi’nin yazarları ile şaşmayan haftalık yemek buluşmaları hepsinde renkli.. Anılarıyla çevremizde, Cumhuriyet ailesinin içinde hep ışık saçacak...
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder