Laiklik nedir? (Ali Sirmen)
Mümtaz Soysal o enfes yazılarından birini şöyle bitiriyordu yıllar önce:
“Türkiye daha bu konuyu uzun süre hararetle tartışacaktır. Laiklik Türk demokrasisinin en kritik sorunudur.”
Haklıydı. Hele siyasal İslamın boy gösterdiği ülkelerde laiklik karşıtları alanı kolayca terk edecek görünmüyordu. Aslında tartışma yalnızca İslam toplumlarına ait değil. Demokrasi söz konusu olduğu zaman toplumun ortak yaşamından elini çekmesi gereken din buna bir türlü gönül rahatlığıyla yanaşmıyordu. Oysa demokrasi büyük ölçüde din ve vicdan özgürlüğü olan laiklik olmadan olamazdı. Laiklik demokrasinin olmazsa olmazıydı. Türkiye laiklik ilkesinin anayasasına kayıtlı olduğu üç ülkeden biridir. Mümtaz Soysal’ın da öngördüğü gibi uzun yıllarda tartışmanın odağı oldu. Ve olmayı da sürdürecek, şu anda da her şeyle tartışma konusu olan Cumhuriyetin en sıcak çatışma alanı.
***
Sanayi Devrimi’ni yakalayamamış olan Türkiye’nin ıskaladığı Rönesans, Reform ve Aydınlanmanın yaşanmadan gündeme girmiş olması egemen din faktörünün Cumhuriyete toplumsal yaşamın tümünü kontrol etmek itirazıyla karşı çıkması kaçınılmazdı. Bu durum hayatın tümünü denetlemek savında olan siyasal İslama özgü değildir ve hiçbir yerde din sivil hayat üzerindeki egemenliğinden vazgeçmeyi itiraz etmeden kabullenmemiştir. Kilise ile sivil toplumun yüzyıllar süren mücadelesinde kimi toplumlarda kilise dirençli çıkmış ve sivil otorite üzerindeki kontrolünden kolayca vazgeçmemiştir.
Burada yeri gelmişken bir aldatmacaya değinmek gerekir. Aralarında çok katı bir ast-üst ilişkisi olan dinsel kuruluşlar sivil toplum değillerdir. Nitekim Fransa’da sivil okuldan bahsederken laik okullar kastedilmektedir. O bakımdan laik olmayan eğitimden söz ederken tarikat ve cemaatleri “sivil olarak” nitelemek mümkün değildir.
Laiklik mevcut değilse bir yerde demokrasi de yok demektir. Demokrasinin özü, düşünce ve inanç özgürlüğü olduğuna göre laik düzen dinin temellerini ne yadsır ne de doğrulamaya çalışır. Dolayısıyla ladini (din karşıtı değil din dışı, dinle ilgilenmeyen, dinle her ikisinin de kendilerine ait sorumluluk alanlarıyla uğraşmak güdümünde olan) de değildir. O dinin varlığıyla ilgilenmez. Yalnızca kendi yetki alanına giren sivil yaşamın müdahalesine karşıdır. Yani laik düzen din ve vicdan özgürlüğünün savunuculuğunu herkes adına üstlenir. Eğer ibadet özgürlüğü sınırlanıyorsa orada laiklerin ciddi itirazlarıyla karşılaşması lazımdır. Yani “bir zamanların seçme saçma sorularından biri olan önce laiklik mi yoksa demokrasi mi” sorusunun bir anlamı yoktur. Eğer laiklik yoksa ve herhangi birisi tarafından yok ediliyorsa devletin derhal duruma el koyarak müdahalenin menedilmesini sağlamak görevidir laik düzenlerde. O açıdan bir zamanlar kimi sosyal demokratların, daha doğrusu demokratik sosyalistlerin şu ifadeleri akla geliyor: “Biz de laiklikten yanayız ama din ve vicdan özgürlüğüne saygılı laiklikten!” Sanki din ve vicdan özgürlüğüne saygısız bir laiklik olabilirmiş gibi... Din ve vicdan özgürlüğüne saygılı olmayan uygulamalar zaten laiklik değildir.
***
Laik düzende devletin dini inançların her birine eşit mesafede bulunması ve bunlar arasında birinin veya birilerinin diğerlerinin özgürlüğüne karışmasına izin vermemesi, yansızlık (nötarite) yalnızca buna saygı göstermek, inançların tehdit altında olması karşısında hareketsiz kalıp duruma müdahale etmemek, laik düzenin gereğini yerine getirmemek halinde laiklikten söz edilemez.
Bu durumda önde gelen isimleriyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu bizzat kendi kararıyla sabit bulunmuş olan AKP’ye karşı yaptırım olarak Hazine yardımının azaltılması gibi ihlal fiilinin ağırlığı ile orantılı olmayan ve herhangi bir caydırıcı yanı da bulunmayan kararlar verilen ülkelerde laikliğin gerçekten korunduğu söylenemez.
/././
Bir çocuğun yargıyla tanışması (Barış Pehlivan)
Cinsel suç mağduru çocuk sayısı, dokuz yılda yüzde 287 arttı. Ben demiyorum, o çok sevdikleri TÜİK söylüyor. Keza, okuduğum iddianamelerden ve cezaevindeki tanıklıklarımdan bile bu artışı gözlemliyorum.
Maalesef yine öyle bir dosya var masamda.
Ayrıntılara girip yeni bir mağduriyet yaratmayacağım. Lakin yazmam gerekenler var.
Ö.G. henüz 14 yaşında bir öğrenciydi. Şırnak’ta yaşıyordu. Okulundaki E.B. adlı edebiyat öğretmeninin kendisini istismar ettiğini söylüyordu.
O anları, tanık olan arkadaşı ve yazışmalarla kanıtlıyordu. Adli görüşme raporunda çocuğun beyanlarının samimi olduğu yazıyordu. Kaldı ki aksini gösterecek şekilde öğretmeniyle hiçbir husumeti de yoktu. Sanık öğretmen E.B. ise öğrencisinin suçlamalarını kabul etmiyordu.
İddianame yazıldı, E.B’nin “çocuğun cinsel istismarı” suçundan cezalandırılması istendi. Yapılan yargılama sonucunda da duruşma savcısı “sanığın eylemleriyle öğretici ve eğitici olmasının getirdiği kolaylıktan da faydalanılarak çocuğa karşı cinsel istismar suçunu işlediğine” dair mütalaa verdi.
Peki, Cizre 1. Ağır Mahkemesi’nde geçen hafta görülen duruşmada ne karar çıktı?
Yazayım: “Sanığın üzerine atılı suçu işlediğinin sabit olmadığı anlaşıldığından” beraatına karar verildi.
Lakin, savcının ceza istediği sanık için verilen bu beraat kararına mahkeme başkanının da itirazı vardı. Yani sanık E.B’yi kurtaran karar oyçokluğuyla çıkmıştı.
‘KANIT’ SORUNU
Bu dosyayı Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği adına takip eden avukat Arzu Sena Topuz’u aradım. Verilen beraat kararını şöyle yorumladı:
“Maalesef çocuğa yönelik istismar eylemlerinin her bölgede var olduğunu ve her meslek mensubu tarafından gerçekleştirilebildiğini görüyoruz. Bu kadar derin bir sosyal gerçekliğin karşısında ise maalesef böylesi suçların kanıtlanmasının zorluğu gerçekliğiyle karşılaşıyoruz. Her ne kadar cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda en esaslı kanıtın mağdurun beyanı olduğunu sürekli hatırlatsak da maalesef bu dosyadaki gibi daha fazla delilin talep edildiği mahkeme kararlarıyla da halen karşılaşmaktayız.
Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar zaten yapıları gereği kimsenin görmeyeceği şekilde işlenir. Cizre’deki dosyamızda ifadelere katılan pedagoglar tarafından küçüğün ifadelerinin çelişkisiz ve samimi olduğuna dair raporlar dosyaya sunulmuştur. Savcılık tarafından verilen mütalaada küçüğün, sanığa iftira atmasını gerektirecek herhangi bir durum bulunmadığı ve ifadelerinin tutarlı olduğuna dair değerlendirme yapılmıştır. Suçun varlığının bu denli açık olduğu bir dosyada delil yetersizliği sebebiyle verilen beraat kararı tam da yukarda anlatmış olduğumuz cezasızlık sistemini yaratacak türden bir karardır.
Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği olarak maalesef girdiğimiz her istismar dosyasında; istismarın delilinin beyan olduğunu, çocuğunun zaten halihazırda rızasının olamayacağını, çocukların istismar edildiklerinde korkudan tepki veremeyeceklerini, küçüğün eylem anında değil de biraz zaman geçtikten sonra uğradığı eylemin istismar olduğunu fark edebileceğini yeniden anlatmak zorunda kalıyoruz.”
Avukatlar Cizre’deki dosyada verilen karara itiraz edecek. Belki böylece istismar mağduru çocuğun adalete olan inancı yeniden yeşerecek. Takipçisi olacağım...
Murat Kurum kazanırsa aslında kim kazanacak? (Murat Ağırel)
Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhurbaşkanı seçiminin bitmesinin hemen akabinde partililere yaptığı konuşmada hedef olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kazanılmasını koymuştu.
Erdoğan’ın adayı Murat Kurum’un bakanlığı döneminde gerçekleşen bir dizi proje ve harcamayı inceledim.
Şaşıracağınız şeyler var. Kurum, imar affından yararlanan 7 milyon adet bağımsız bölüme “yapı kayıt belgesi”nin verildiğini, bunların 5 milyon 848 bin adedinin ise konutlardan oluştuğunu beyan etmişti.
Özür dilerim... Kurum bu kanuna “imar affı” değil “imar barışı” diyor. İmar barışını da “vatandaşımızın elektriğini, suyunu, doğalgazını alabilmesi amacıyla yapılmış bir düzenlemedir” diye savunuyor.
Oysa imar affı veya imar barışı ruhsata aykırı belge vermek demek. Ruhsata aykırı yapı ne demek? Mevzuata uygun olmayan veya yapı ruhsatlarına uygun olarak yapılmayan, tamamlanmayan yapılar belediye yahut valiliklerce ruhsata aykırı olarak kabul ediliyor. Bildiğiniz kaçak işler...
HER YERDE FERYAT
CHP İzmir Milletvekili Kamil Okyay Sındır, TBMM’de dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’a sunduğu soru önergesinde, Elazığ ve Malatya illerinde imar barışından sonra yapı kayıt belgesi verilen yapı sayısını sormuştu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Malatya’da toplamda 22 bin 329 adet yapı kayıt belgesi düzenlendiğini aktarmıştı. Cumhurbaşkanı 2019 yerel seçimleri sürecinde meydanlarda “Kahramanmaraş’ta imar barışı ile 144 bin 566, Hatay’da 205 bin Hataylının sorununu çözdük” demişti. Söz konusu afla birlikte 6 Şubat depreminin vurduğu 10 ilde Hatay’da 56 bin 464, Kahramanmaraş’ta 39 bin 58 olmak üzere toplam 294 bin kaçak yapının affedildiği ortaya çıktı. Aslında yurttaş kaçak yapısını adeta itiraf ve ihbar etmişti. Yapı kayıt belgesi verilmeden bu binalar kontrol edilebilirdi.
53 bin 537 yurttaşımız can verdi.
Yasa kimin döneminde çıktı, kim övüne övüne anlattı? Murat Kurum...
İliç Çöpler Altın Madeni için uzmanlar, yurtseverler haykırdı: “Maden zehir saçıyor.” Dinlemediler. Kimyasal atık dağları derelere karıştı. Göçükte kalan dokuz işçi halen aranıyor. Dinlemeyen kim? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı! Bakan kimdi? Murat Kurum.
Çorum’da 6, Manisa’da 4, İstanbul’da 3 yıldır TOKİ’nin teslim etmediği evler nedeniyle vatandaşlar feryat ediyor. Eski CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen yazılı önergesinde TOKİ’ye karşı açılan davaların sayısını sormuş Kurum da yanıt vermişti. 2002 ve 2019 yılları arasında TOKİ’ye karşı açılan dava sayısının 47 bin 424 olduğunu açıkladı. Kurum, bu davaların 25 bin 968’inin TOKİ Başkanlığı aleyhine sonuçlandığını ve 167 milyon 730 bin TL tazminat ödendiğini bildirdi.
İmamoğlu’nun göreve geldikten sonra yaptığı en iyi işlerden birisi vakıf ve dernek adı ile örgütlenen cemaat, tarikat ve siyasi yapılanmalara tahsis edilen kamu mallarını, nakdi yardımları kesmesi ve taşınmazları geri almasıdır.
Öğrenciler barınma sorunu yaşarken dinci vakıflara ve derneklere yurt binaları, taşınmazlar tahsis edildi, yetmedi tadilatları yapıldı.
İmamoğlu’nun belediyeden kamu malı tahsis etmediği tarikat ve cemaatlere ait vakıf ve dernekler, bu sefer tahsisi başka kurumdan yaptırdı: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan! O dönemde de bakan Murat Kurum’du.
2023 yılına bakalım. Başakşehir’de Hazine’ye ait 14 bin 305 metrekare taşınmaz 49 yıllığına ücretsiz olarak bakanlık tarafından İlim Yayma Cemiyeti’ne verildi. Devamla Arnavutköy’de yine Hazine’ye ait 17 bin 900 metrekare arsa Hayrat Uluslararası Öğrenci Derneği’ne 49 yıllığına ücretsiz tahsis edildi.
Bakırköy Şenlikköy’de 8 bin 419 metrekare taşınmazın üzerinde bulunan 925 metrekare öğrenci yurdu, 625 metrekare kültür merkezi, 49 yıllığına ücretsiz Türkiye Gençlik Vakfı’na (TÜGVA) tahsis edildi. Yahu üzerinde 324 yataklı 5 yıldızlı otel bulunan, 114 bin metrekare yüzölçümü olan Yassıada’yı aylık 360 bin TL’ye kiraya verdiniz. Bakın aylık diyorum!
Kentsel dönüşüm diye başlanan Fikirtepe projesi “rant tepesi” oldu. Kentsel dönüşüm adı altında 2-3 katlı evler yıkıldı; 15-20-30 katlı, estetiği olmayan, dip dibe kazuletler dikildi.
Gerçekten İstanbul’u kazanmanız halinde kamunun malını bu vakıf ve derneklere peşkeşe özür dilerim “tahsise” devam edecek misiniz?
Kentsel dönüşüm adı altında daha da nefes almayan İstanbul’a devam edecek misiniz?
Görüyoruz ki Murat Kurum kazanırsa İstanbul halkı için kayıp, rant peşinde koşanlar, tarikatlar ve inşaatçılar için kazanç olacak. /././
Koyunun yünleri hikâyesi ve Şimşek’in müthiş çaresizliği (Orhan Bursalı)
Cumhurbaşkanının açıklamasını anımsıyorsunuz. Emeklilere 7 bin TL seyyanen zam yapılmasının hesabını seçim konuşmasında yorumluyor ve mealen bu mümkün mü, “1.6 trilyon TL tutar ki bu para zaten Hazine’de yok” diyordu.
Özgür Özel’in basit hesabı: “3 Kasım 2002’de en düşük emekli maaşı 1.5 asgari ücretti. Bugünkü hesapla 25-26 bin lira olması gerekiyor. O gün en düşük emekli maaşı tam sekiz çeyrek altın alıyordu. Şimdi en düşük emekli maaşı 10 bin lira, 2.5 çeyrek altın bile almıyor.”
Kıyma hesabı: “2018’in bin lirası 22 kilo kıyma alıyordu, bugünün 3 bin lirası sadece 6 kilo kıyma alıyor. O günden bu güne emeklinin sofrasından 18 kilo kıymayı çaldılar.”
Sadece emekliler mi? Asgari ücret ile çalışan milyonlarca emekçi de aynı durumda. Trilyonlarca lira çalışanların cebinden yürütüldü.
Erdoğan ekliyordu: “Çalışacağız, çok çalışacağız, kazanacağız ve maaşlarınızı artıracağız...”
1.6 trilyon TL aslında emeklilerden eksiltilen paradır. Şüphesiz ki onların hakkıdır. Yoksulluk sınırı 16 bin TL olarak açıklanmışken en düşük emekli aylığının 10 bin TL’de tutulması için politikacının halk karşısında artık yüz kızarıklığına bile ihtiyaç duymadığının ve büyük bir eşik atladığının kanıtıdır.
KOYUNUN YÜNLERİ HİKÂYESİ
Erdoğan’ın ülkede yarattığı büyük yoksulluğa karşın sizi zenginleştireceğiz vaadi ise Nasrettin Hoca’nın fıkrasını çağrıştırıyor:
Adamın biri Nasrettin Hoca’dan borcunu istemiş.
Hoca: “Şu anda yok ama, çok yakında ödeyeceğim. Evin önüne çalı ektim! Koyun sürüsü geçerken yünleri çalıya takılacak. Bizim hatun bu yünleri toplayacak, yıkayacak, tarayacak, eğirecek, dokuyacak, ben de götürüp satacağım. Paranı o zaman öyle ödeyeceğim.”
Üstelik fıkradaki gibi halkın iktidara gönüllü verdiği borç da yok. Kötü yönetim, har vurup harman savurmak ve bilinçli olarak yaratılan yoksullaşma ve büyük eşitsizlik ile halkın emeği ile cebinden enflasyon, pahalılık ve ekonomik krizle yürütülen trilyonlar...
Yani bugünkü ortam siyasetin ve yönettiği devletin gücüyle yaratıldı.
MEHMET ŞİMŞEK’E İNANAN VAR MI?
Sabahleyin Mehmet Şimşek’in bir TV ekranından tek yönlü açıklamalarını dinliyorum. Seçim sonrası sürpriz vergiler vb. ile kimse karşılaşmayacak diyerek muhalefetin 1 Nisan’dan itibaren karşılaşacağı ekonomik zorluklar konusunda halkı ve seçmeni uyarıcı konuşmalarını yalanlamaya çalışıyordu.
Şimşek’in programı ayarladığı belliydi, yerel seçimlerde seçmenden sandığa yansıyacak büyük tepkiyi önlemek amaçlıydı.
Bu program bile iktidarın sandık korkusunu gösteriyordu.
Söylediği hep “Genel olarak... Genel olarak... Genel olarak” laflarıyla yeni vergileri reddediyordu.
Peki özel olarak? Fiyatlarını tamamen iktidarın belirlediği mal ve hizmetlerin fiyatları ne olacak: Benzin, doğalgaz başta olmak üzere tüketimi kısmak için özel vergiler vb.?
Şimşek, “Dünya ile görüşüyorum, seçimlerden sonra Türkiye’ye büyük yatırımlar girecek” derken inandırıcılığı dibe vuruyordu.
NEDEN ŞİMDİ DEĞİL DE SEÇİMDEN SONRA?
Seçimden sonra yabancı paraya ülkeyi dünyanın en dikensiz gül bahçesine, muazzam kazançlar sağlayacağı bir ortama dönüştüreceğiniz için olmasın sakın?
TÜİK ilk kez aylık enflasyonu doğru açıkladı, hatta ENAG’ın da üzerinde.
Mahfi Eğilmez yorum yaptı:
“Şeffaf bir enflasyon ile IMF için anlaşmanın ortamı mı yaratılıyor?”
Hiç şaşmam, krizden çıkabilmelerinin tek koşulu, halkı daha da yoksullaştırmak ve sonra da IMF’den 100 milyar dolar civarında alınacak borçla çarkları çevirmek...
Şimşek’in tek çaresi ve reçetesi bu olabilir.
Dünya laiklik günü (Özdemir İnce)
Çağının çağdaşı olmak çağına “layık” olmaktır. Karanlığı görmek yetmez, karanlıkta da göreceksin. Aklın gözüyle göreceksin. Layık sözcüğü, nitelikleri, özü, hareketleri, davranışları ile birlikte bir şeyi elde etmeye hak kazanmış olanı ifade eder. Yani bir kişiye uygun olan, “yaraşan” anlamına gelmektedir. Çağının çağdaşı olan (kişi, ulus, halk) 100 metre atletizm yarışında “çağ” adlı atletle birlikte ipi göğüsler ve en kötü olasılıkla birinciliği göğüs farkı ile kaybeder.
Çağının çağdaşı olmak için ilk koşul “laik düşünceli” olmayı gerektirir. Ama insanlık bu aşamaya gelmek için büyük acılar çekti, varlığı zaman zaman paramparça oldu. Toplumsal yönetimlerin ortaya çıkmasından itibaren devletin yönetim erkine sahip olan makam Tanrı’nın da temsilcisiydi. Bu cehennem ABD’nin kurulmasıyla, 1789 Fransız İhtilali’yle sona erdi. İnsan Hakları Bildirisi yayımlandı. Fransız İhtilali hem soylu sınıfa (aristokrasi) hem de kiliseye ve din adamı sınıfına (le clergé) karşı yapılmıştı. Fransa hükümeti din ile devlet arasındaki ilişkileri 31 Aralık 1905 tarihli bir yasayla tamamen ayırdı... Aslında dinler, din olarak zararsızdır. İktidar-din adamları ortaklığı topluma egemen olmak için dinleri kullanır. Ülkemizde, Cumhuriyet ve laiklik düşmanı olan, şeriat ve hilafet isteyen kitleyi yaratan ve yönlendiren tarikatlar, şeyhler, hocalar ve imamlardır. Çünkü Cumhuriyetin Devrim Yasaları ile sömürü ve istismar olanakları ellerinden alındı.
Laikliğin tam anlamıyla egemen olması için devlet ve dinin ayrılması yetmez. Laikliğin okulda ve yargıda ödünsüz uygulanması gerekir. Günümüzde laik yasaların yerine şeriat yasalarının ve Mecelle’nin uygulanması olanaksız. Yargıçlar kararlarında kayırmacı olabilirler ama şeriat dogmalarını ve Mecelle’yi yasanın yerine kullanamazlar.
AKP’nin laik Cumhuriyeti yıkmak için yoğun bir ön hazırlık yaptığı anlaşılıyor. AKP, TBMM, anayasa ve onun kurumlarını yıkmadan önce ilkin Öğretim Birliği Yasası’na aykırı olarak bir meslek okulu olan imam hatipleri genel lise haline getirip üniversite kapılarını açtı ve bu yolla meslekleri dinselleştirdi. Bu konuda bilgi için benim İmam-Hatip Saltanatı ve İmamokrasi (Tekin Yayınları, 2015) adlı kitabımın adını verebilirim.
Değerli okurlar, laikliğin ılımlısı, ılımsızı, az şekerlisi, şekerlisi, inançlara saygılısı falan filan yoktur; sadece gerçek laiklik vardır. Gerçek laiklik bireyi, toplumu, devleti ve devlet kurumlarını dinlerin, din adamlarının saldırısına karşı korur. Ama laik olmayan teokratik düzende devletin dini egemendir ve vatandaşlar arasında eşitlik yoktur; sadece egemen dinden olanlar ve ötekiler vardır. Öyle ki AKP düzeninde olduğu gibi din sonunda partileşir ve onun emrine girer.
Laiklik ile demokrasi yaşıttır, dahası ikiz gibidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasının 2. maddesinde “Cumhuriyet Devleti”nin temel niteliklerinden biri laikliktir, ayrıca 14 ve 24. maddeler de bu maddeye açıklık getirir.
Madde 24: Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.
Madde 14: (Değişik: 3/10/2001- 4709/3 md.) Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.
Bir de 1982 Anayasası’nda, eşitlik ilkesi vardır: 10. madde şöyle demektedir: “Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”
AKP ve İslamcı tayfa ile tarikatlar bu maddeye eşitlik ilkesi dolayısıyla son derece karşıdırlar. Bu ilkeyi yok etmek için laik okulları medreseye çevirmek, hak etmedikleri görevlere gelmek için sınav sorularını çalmak, mülakatlarda rakipleri ezmek için her türlü hileyi yaparlar.
Mustafa Kemal Atatürk ile kurucu babaların kurduğu Cumhuriyet çeşitli komplolarla, çevrilen fesatlarla henüz hurdaya çıkmasa da çokça hırpalanmıştır.
Onu korumak için, ona karşı ve düşman olanlar kadar cesur ve savaşkan olmak zorundayız. Dün, 4 Mart, Dünya Laiklik Günü idi. Kutlu olsun!
/././
Rant, yandaşa ihale, israf (Öztin Akgüç)
AKP’nin yönetim anlayışı, uygulaması rant, ihale, israf sözcükleriyle özetlenebilir. Rant, genel tanımıyla, emeğe dayanmayan, katma değer yaratmayan, bir anlamda havadan inme kazanç değer artışıdır. İktisat yazınında rant kavramı geniş bir anlam taşır. Ayrıca “üretici rantı”, “tüketici rantı” söylemleri vardır. Burada kastedilen, toprak rantıdır. Arazi, aynı konumda, aynı kalitede yeniden üretilemediğinden toprak sahipliği, değer artışı sağlar. Kentler büyüdükçe, nüfus arttıkça, kentin merkezi, ilk yerleşim yerleri rant yaratır. Toprak rantının oluşması olağan olaydır. Oluşan rantın, değer artışının da vergilendirilmesi yoluyla topluma kazandırılması hakça olur.
Toprak rantı, idari kararlarla da oluşturulmaktadır. Eleştiri konusu, etik olmayan idari kararla rant oluşturulmasıdır. İdari kararla, imara kapalı bir alanın imara açılması, bir alanının kamu yararı gerekçesiyle önce kamulaştırılıp ardından imara açılması; inşaat izinlerinde, önce verilen yapılaşma oranının daha sonra yükseltilmesi, sınırlı kat müsaadesinin artırılması, toprak rantı oluşturmanın örnekleridir. AKP yönetimi, idari kararlarda, tercihlerde doğal olmayan toprak rantı yaratmaktadır.
Kaygım İstanbul’da yeşil kalmış bölgelerin, askeri tesislerin şehir dışına çıkarılması sonrası, zamanla imara açılmasıdır. İstanbul’da, 4. Levent, İTÜ yerleşkesi arası ve paraleli Ayazağa gerçekten “kupon” değerlidir. Erdoğan’ın İBB ısrarının bir nedeni de kupon arazi olabilir.
Kamu kurumları, idareleri bir işi, hizmeti özel teşebbüsler, kişiler aracılığı ile gerçekleştirmede en uygun koşulları sağlayabilmek için başvurdukları bir yöntem, usul ihaledir. İhalede hizmetin, gereksinimin en elverişli biçimde zamanında, kamu yararına uygun maliyetle karşılanması amaçlanır. İhalenin rekabete açık, şartnamenin ve sözleşmenin nesnel ölçülerle hazırlanması, tekliflerin kamu yararı gözetilerek değerlendirilmesi gerekir. Ancak AKP döneminde ihale yöntemi, gerek merkez gerek yerelde yandaş müteahhide, siyasal yakınlarına kaynak aktarma düzeneği olarak kullanılmaktadır.
Oy-hizmet takası, “alınan oya göre hizmet söylemi”, yalnız siyasal etiğe değil, kamu görevi ve vergileme gerekçesine de aykırıdır. Kamu hizmeti, Erdoğan’ın iktidarın bir inayeti, ihsanı değil görevidir. Hizmetin bedeli de vatandaş tarafından vergi olarak ödenmektedir. Vergi kamu hizmetlerinden harcanmak üzere hükümetin, yerel yönetimlerin toplumdan yasalara uygun olarak topladığı paradır. Vergiyi haklı kılan, meşrulaştıran, kamu hizmetlerinin görülmesi için toplanması, harcanmasıdır. Vergi dairelerinde slogan da “Ödenen vergi, kamu hizmeti olarak geri döner”. Vergi, kamu hizmeti olarak geri dönmüyorsa, dönmeyecekse toplanan para devlet zoru ile alınan haraç olur. Gerçi AKP’nin yalnız oy vermeyene değil oy verene de hizmet götürdüğü de kuşkuludur. Kamu kaynaklarının önemli bir bölümü, gösteriş harcamalarına, algı yönetimine, yandaş desteğine ayrılmaktadır.
Günümüz dünya siyasal döngüsünde, Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığının giderilmesi, savunma sanayisini geliştirmesi önemli ve önceliklidir. Geçen seçimlerde “Karadeniz doğalgazı”, yerel seçim öncesi de havacılık sektörü ürünlerinin tanıtımı övgü kaynağıdır. Dünya ekonomisinin eksenini de oynatacağı söylenen Karadeniz doğalgazından sisteme ne miktar gaz verildiği, gereksinimin ne ölçüde karşılandığı konusunda kamuoyu aydınlatılırsa yararlı güven verici olur.
Algı yönetimi operasyonunda çok ileri gidildiğinde gerçek başarılarda inandırıcılık azalır. AKP, Ankara ve İstanbul’da, kendi başkanlık döneminde yaratılan sorunları çözeceğini savunmaktadır. İsmet İnönü’nün bu bağlamda vecizesi, “Kişi geçmişte ne yaptıysa gelecekte de aynını yapar”. AKP tarafından yapılacak rant yaratma, yandaşa kaynak aktarma, gösteriş ve savurganlığa engel olunması gerekir
/././
Yaşam için duvarlar yıkılır (Şükran Soner)
Bütün canlılar için geçerli yaşam güdümüz. İkili Almanya’nın birleştirilmesiyle toplumsal patlama sonrası yıkılan duvarın önünde anı fotoğrafı çektirmemek söz konusu olabilir miydi? Çok çelişkili olasılıkları üreteceği tartışmalarını ciddiye almak başka, yıkılmış upuzun duvarın önünde fotoğraf çektirmek coşkusuna katılmak çok başkaydı. Çocukluk arkadaşım, nükleer santraller karşıtı savaşımın da dünya çapında ünlülerinden, Dr. Ali Nadir Savaşer de içlerinde, Berlinli dostlarla fotoğraf çektirmenin ötesinde, öngörüleri paylaşmak anlamlıydı.
Özetle o tarihlerdeki verileri ile bile çok yüksek sayılarla işçi, aydınlarımızın yaşadıkları hızla birleşmekte olan ikiliden tekliye geçişin sonuçları üzerinden, kişisel kaygılar söz konusuydu. Kazanmak için çok bedeller ödedikleri haklar kazanımlarının sonrası için, Doğu’dan başlayan akımla gelecek kendi ırklarından çalışanların ürpertisi olsa bile... Yaşam içgüdüsü ile gelişecek sonuçların olumlu olacağı yargısı “Bizim 68’liler”, solcular arasında içgüdüsel gelişmiş bir kazanımdı.
Gençliğin eylemcilikteki patlaması, 15-16 Haziranlarla, işçi sınıfı üzerinden çok daha etkin bir yolculuğun, kazsanımlarının önünü açmıştı. Berlin’de yaşayan, birikimlerinin Türkiye’de edinilenlerine, Almanya’da katkı üzerine katkı yapmışlar, canlıları bütünlüğü içinde kucaklayan birikimleriyle, kaygıların olmadığı yaklaşımlarıyla beni de sarmalamışlardı. “Yaşam için duvarlar yıkılır” sezgilerim, o günlerden bu günlere pusulam olmakla kalmadı, güçlendikçe güçlendi. Duvarları yıkan, dipten gelen dalgaların yükselişini gözlemledikçe, gözlerimin içine ışıklar doluveriyor...
***
Seçimler çok yaklaştı ya... Bir yerlerden, çoklu tehditler patlatılıveriliyor ya... Kimi dostların kaçınılmaz içten bir ürperti yaşamamaları, elbette söz konusu değil. Biraz uzaktan bakıldığında, ürpertilerin yerine kaçınılamaz değişimin habercileri olarak da görülebilirler. Demem o ki en çok korkan canlı, en haksız, en çok can acıtandır da... Seçimlerin son günlerine doğru belli ki daha acımasız, bir o kadar da daha tutarsız, haksız tehditlerin patlamalarının altında kalacağız.
Bu ara bilemem ne kadar ayrımdayız. En ağır suçlular, suçlar ile, en insancıl en duyarlı hak arama savaşçılığının iç içe girdiği dizilerin yayımlandığı bir dönemin, kanallar arası yarışı var. Dizilerin gündemleri ile, ülkemizin, dönemin güncel sorunları arasındaki bağların sıcaklığı üzerinden geçmişten günümüze sayısız verilen örnekleri de siyasi tartışmacılıklar içinden de izliyoruz ya... Kimi istenmeyen dizilere yasaklamalar da geliyorken. Yargı eliyle, sansürün sayısız yolları ile günde birden çok olayla, yüzleşiyoruz ya...
Saray, tek adam rejiminin hiç çekilmeyen elinin sonuçları üzerinden artık çok sıkın ötesinde, günlere, saatlere sıkışmış yeni gelişmelerin, her koldan birden savaşları üzerinden haberciliğie geçişi yaşıyoruz. Parti başkanlarından, en iddialı adaylara, marka olmuş yazarlara, uzmanlara uzanan çıkışlarda, ortaya saçılan, flaş flaş flaş örnekler... Kalabalıklar zorunlu raylı sistemler üzerinden itiş kakış yolculuk yapabilmenin yarışında uzman kesilmişler. Daha fazla kazık yememek, oyuna düşmemek kaygısında gözlerini cep telefonlarından ayıramaz hallerde, bir diğerinin izlediğine takılıp oyuna, tufana düşmeme derdindeler...
Seçmen, oyunu daha büyük bir kazık yemeden kullanmaya kararlı. Yaşamını sürdürebilmenin tek çaresinin anahtarını keşfetmiş gibi duruyor. Haydi hayırlısı...
/././
Zehrinizi akıtmayın, din sömürüsüne son verin! (Zülal Kalkandelen)
Sosyal medyada bir video dolaşıyor. AKP’nin ittifak ortağı MHP’nin Arnavutköy ilçe başkanı Temel Bedir, bir seçim çalışmasında, “Biz Allah’ın resulu peygamber efendimizin yanındaki sahabeleriz. İki yolunuz var, ya Cumhur İttifakı’nın yol bellediği Allah’ın yolunda gideceksiniz ya da Ebu Cehil’in yolunda gideceksiniz” diyerek AKP’ye oy vermeyenleri kâfir ilan etmiş.
Siyasetçilerin önemli bir kesimi, yerel seçime doğru yine dini siyasete alet etmekten geri kalmıyor, inancı kullanarak yurttaşlar arasında ayrıma neden olacak söylemlerde bulunmaktan çekinmiyor.
Laik bir ülkede Temel Bedir’in sözleri suç unsuru oluşturur. Cumhur İttifakı’na oy vermeyenleri Hazreti Muhammed’e muhalefeti ve Müslümanlara karşıt olan davranışlarıyla tanınan Ebu Cehil’e benzetmek, halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu değil de nedir? Bedir’in toplantısında olan bir seçmen, seçimde Cumhur İttifakı’na oy vermeyecek birine saldırsa ya da gidip muhalif bir adayın toplantısını bassa, Bedir bu sözleriyle o kişiyi kışkırtmış olmaz mı?
Bedir’in sözlerini söyleyen muhalefetin bir adayı olsaydı, savcılar yine sessiz mi kalacaktı? Adalette çifte standardın alışılagelmiş bir durum haline getirildiği bir ülkede huzur ve barış olur mu?!
GENEL SEÇİMDE TÜRBAN SİYASETİ GÜNDEMDEYDİ
Din üzerinden siyaset yapanlar, bu ülkede hiç bitmediği gibi yakın zaman önce genel seçim sırasında da sahnedelerdi.
Hatırlayalım: 14 Mayıs genel seçimlerinden önce türban konusu siyasete hâkim olurken Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, Konya’daki üye katılım programında ne demişti?
“Sayın Kılıçdaroğlu bir teklif yaptı. Sayın Erdoğan bu yasa teklifine yaklaşımında bütün başörtülü kadınlarımızın izzet, onur sembolü olan başörtüyü gollük pas diye nitelendirdi, bir anayasa teklifi getirdi. Sayın Erdoğan şunu demeli: ‘Meclis, 400 milletvekilinin üstünde bir oyla başörtüsünü kabul ederse anayasa değişikliğini referanduma götürmeyeceğim.’ Çünkü referanduma götürürse, yüzde 10 bile, yüzde 20 bile Allah’ın emrine hayır oyu verirse, vebali Erdoğan’ın üstüne olur. İnsanları Allah’ın emrini reddeder pozisyona düşürmemen lazım Erdoğan.”
Davutoğlu, referanduma gidilmemesi için, açıkça muhalefetin AKP’nin anayasaya aykırı değişiklik teklifine evet demesi gerektiğini söylüyordu.
RAMAZAN ÖNCESİNDE SİYASETÇİLERE UYARI
O tarihte medyada Millet İttifakı’na yönelik eleştirilere sansür uygulanırken ben bu olayı, “AKP’nin türban teklifine karşı çıkmak, ‘Allah’ın emrini’ reddetmek midir?” başlıklı bir yazı ile bu köşeye taşımıştım.
Türban ve örtünme konusunda ilahiyatçılar arasında da farklı yorumlar yapılırken bunlar “Allah’ın emri” olarak nitelenmiş...
Türban “izzet, onur sembolü” olarak gösterilince onu kullanmayan kadınların onursuz olarak algılanmasına yol açılmış...
Ve böylece AKP’nin türban ile birlikte, çarşaf ve peçeye de kamuda serbestlik kazandırma sonucunu yaratacak anayasa değişikliği teklifine hayır oyu verenlerin, “Allah’ın emrine” karşı çıktıkları algısı yaratılmıştı.
Siyaseti bu tehlikeli söylemlerden arındırmanın tek yolu, dini konular üzerinden siyasi rant sağlamaya son verilmesi yani laikliğin anayasada yazdığı şekilde uygulanmasıdır.
İnanç ya da inançsızlık bireyin tamamen kendisinin karar vereceği bir konudur. Ramazan ayı öncesinde siyasetçilere bu hatırlatmayı yapmak yerinde olur: Zehrinizi siyasete akıtmayın, din sömürüsüne son verin, dilinize hâkim olun!
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder