16 Mart 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI - 16 MART 2024 -

Düzen cephesinde de seçim sadece seçim değil (Aydemir Güler)

Bu düzende seçim bir büyük ekonomidir. Bugün Türkiye’de hallice bir ilçe belediye başkan adaylığı birkaç on milyonluk bir metadır!

Seçime giderken havada, açıklanan ve açıklanmayan anketler uçuşur. Önce “kazanacak aday” belirlemek için anketler yapıldı, o geçti. Bu aralar, rekabetin parçası olarak düzenlenen manipülasyon anketleri ortalıkta.

Siz siz olun, öyle bir “araştırma haberi” görünce, gerçeğe yaklaştığınızı zannetmeyin. Anket, rekabetin parçası çünkü.

Yani, adaylardan birinin kazanacağına dair önden bir kamuoyu oluşturulabilirse, bu karşı tarafın motivasyonunu kıracak; burada gerçeğin ne olduğu değildir önemli olan. Veya yerine göre, örneğin anketlerin hiçbir biçimde kazanma şansı tanımadığı adaylar toplumun ilgi alanının kenarına itilebilecek, ana akımlardan olmayanların seslerini kısmak için gerekçe olacak. Ana muhalefet kıl payı kaybediyor gösteriliyorsa “aman denecek, oylar bölünmesin.”

Her şeyin alınıp satıldığı bir düzen, bu içinde yaşadığımız. Kamuoyu araştırmaları da öyle. Aday adayını “kazanacak aday” çıkartan anketin belli bir bedeli olur, haliyle. Belediye başkanlığını bir yatırım olarak düşünün. Aday adayı anketi de, yatırım sermayesinin bir kalemidir. Tabii işin içindekiler bu mekanizmaların iç yüzünü gayet iyi bildiklerinden, başka kalemler de olmak zorundadır. Düzen partilerinin genel merkezlerinde bu büyük piyasanın yönetildiği masalar kurulur…

Aday belirlenmesinden asıl seçim aşamasına geçildiğinde piyasa yeterince kızışmış olur. Kamuoyunu yönlendirme aleti olarak anket, bir meta olarak bu aşamada çok daha değerli hale gelir.

Elbette bir de, düzen partilerinin karargâhlarında saklanan ve gerçekten de seçim stratejilerini etkileyen anketler var. Ama sıradan insanlar bunlara ulaşamaz. Bu düzende, alınıp satılır mal olma kuralına karşı herhangi bir bağışıklığı olmayan “bilgi”, para ettiği yerde ortaya dökülür. Bilgi aydınlanmak, anlamak için değildir! Bilgi egemenlerin ayrıcalığıdır, para kazandırır. Halka karanlık veya aldatılmak kalır.

Seçim sadece seçim değildir, demiştik geçen hafta ve bizim için ne olduğunu konuşmuştuk. Bu düzende seçim bir büyük ekonomidir. Bugün Türkiye’de hallice bir ilçe belediye başkan adaylığı birkaç on milyonluk bir metadır!

Hani, seçim ekonomisi diye bir kavram vardır, seçim öncesi iktidarların popülist politikalar izlemesinden söz edilir ya. İşçiye, emekçiye verilen zammış, emekliye dağıtılan bahşişmiş, bunlar düzen partilerinin seçim pazarının ekonomik büyüklüğünün yanında devede kulak kalır!

Geçerken not edelim; konumuzun ticaret olduğunun alenen ilan edilmesini Erdoğan’a borçluyuz. Memleket idaresinin şirket yönetimine benzediği, iyi siyasetin “tüccar siyaset” olduğu, kayıtlara yıllar önce geçti. Ancak bu bir kez söylendi diye, hizmet lafının koca bir palavra olduğu, toplumun bilincine taşınmış olmuyor. Aslında, tüccar siyaset sloganının atılabilmiş olması da, kalabalıkların bunu duyunca bir şey yapmayacağına emin olduklarını gösteriyordu…

Kalabalık olmak beraberinde bilinci ve dolayısıyla bilinçli tepkiler vermeyi getirmiyor. Yalnızca örgütlü halk bunu yapabiliyor. Türkiye yeterince örgütlü değil. Hatta özetle söylenecekse örgütsüz!

Düzen partileri bunun sonsuz rahatlığıyla seçimi, basit bir görevlendirme mekanizması olmaktan çıkarıp, karmaşık bir piyasaya düşürmüş bulunuyorlar. Bu işleyişi, her zaman bir yerlerde var olan, ama istisnadan öteye geçmeyen “namuslular” değiştiremez. Onlar ya istisnadır, ya da fazlasıyla kuşatılmışlardır. Kaderleri çoğunlukla teslim olmak veya harcanmak veya etkisiz kılınmaktır. İşleyişi kırmak, genel olarak piyasacılığa, her şeyin alınıp satılabilirliğine karşı durmakla başlar. Ve ancak halkın örgütlenmesi tabloyu değiştirir.

Soyut bir şey değil bu. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de bir belediye bütün gelir ve giderlerini yazıp binasına asmıştı. Elbette bir komünist belediyeydi bunu yapan. Rastlantı değildi böyle olması. Şeffaflıksa, yani halktan saklayacak bir şey olmayacaksa, bu, ta 1848’de Komünist Manifesto’da yazıldığı gibi, “komünistler işçi sınıfından ayrı çıkarlara sahip olmadığı” için komünistlere ait bir özelliktir.

Soyut bir şey değildir ve örneğin ne yapıp ne yapmadığına duvarına asacak kadar güvenen birkaç belediyenin varlığı, piyasanın egemenliğin kırılmaya başlaması demektir. Bir dizi belediye meclisinde bütün gördüklerini halkla paylaşan komünist üyeler varsa yola çıkılmış demektir. Bunların gerçekleşmesi, olsa olsa halkın örgütlenmeye başlamasıyla mümkündür. Parayla alınıp satılamayacak bir şey varsa, o örgütlü halktır.

Peki, düzen partileri arasında fark yok mu? Elbette var. Ama beş parmağın birbirinden farklı olması, birlikte aynı elin işini gördükleri gerçeğini değiştirmiyor. İşin esası ise alıp satmak…

                                                              /././

Neden ABD kuyrukçuluğu: Almanya ve Türkiye (Erhan Nalçacı)

Emekçi halkımız adına söyleyelim, büyük kapitalist şirketler arasındaki bir paylaşım savaşına katılmayacağız. Türkiye’nin bir emperyalist savaşa dâhil olmasına izin vermeyeceğiz.

Bir süredir Türkiye dış politikasının ABD’ye yaklaşmasını izlemeye ve anlamaya çalışıyoruz.1 Geçenlerde kısa aralıklarla MİT Başkanı Kalın ve Dışişleri Bakanı Fidan’ın yaptığı resmi ABD ziyaretleri sonrası olası yol haritası çok daha netleşmiş oldu.

Ancak Türkiye sermaye sınıfı ve onun temsilcisi siyasetler, hatta AKP’nin kendisi dış politikada bütünlük göstermez, çelişkileri içinde barındırır. Sermaye sınıfı üyelerinin farklı yatırım alanları vardır ve çıkarları farklılaşır, siyasiler onları izler. Ayrıca emperyalist devletler siyasileri kendilerine bağlayacak müdahaleler yapar.

Bu nedenle şu anda direksiyonun ABD’ye kırılmasını temkinlilikle karşılıyoruz, son 10 yılda çok salınım oldu. Buna rağmen ABD’ye ve NATO’ya yanaşmanın birçok belirtisi hızlıca ortaya çıktı.

Ancak ortaya çıkan bu eğilimi Almanya’nın durumu ile karşılaştırırsak daha iyi anlaşılacak.

Şüphesiz Almanya ve Türkiye farklı gelişim çizgileri izleyen farklı ülkeler. Hatta Türkiye’nin 20. Yüzyılın ikinci yarısında Batı emperyalizmine Batı Almanya üzerinden bağlandığını söyleyebiliriz. İki ülke arasındaki tarihsel süreç farklılıklarının incelenmesi bu yazıya sığmaz. Bu nedenle emperyalist hegemonya krizinde ABD’nin kuyruğuna takılma konusundaki benzerliklerine bakalım sadece.

Batı Almanya 2. Dünya savaşından sonra ABD işgal bölgesinde kalmış, soğuk savaşın bütün kirini içermişti. Ancak Sovyetler Birliği çözüldükten sonra ABD’nin düzeltici emperyalist savaşlarına çoğunlukla çekingen kaldı. Irak, Suriye, Libya operasyonlarına katılmadı. ABD’nin itmesine rağmen askeri harcamalarını artırmadı ayrıca.

Yeni oluşan dünya dengeleri içinde Rusya ve Çin ile ticari ilişkiler kurdu. Özellikle bu sanayi devi ucuz enerji kaynağı olarak Rus doğalgazını kullanıyordu. Aşağıdaki haritada Rusya’dan doğrudan Almanya’ya doğalgaz taşıyan ve ortak yatırım olan Kuzey Akım Hatları görülüyor. Bu şekilde doğalgaz Almanya’daki istasyonlardan Avrupa’ya dağılacağı için Almanya’nın ayrıca yararınaydı.

Rusya’dan Almanya’ya doğalgaz taşıyan boru hatları olan Kuzey Akımı 1 ve 2 görülüyor. Eylül 2022’de ABD tarafından denizaltına yerleştirilen patlayıcılarla sabote edildi.

Almanya’da da sermaye ve uzantısı siyasiler Almanya’nın kendi için bir emperyalist güç olması ile ABD kuyruğunda bir emperyalist devlet olması arasında çelişki yaşıyorlardı.

Fakat sonra ne olduysa, ABD taraftarları galebe geldiler. Ukrayna kışkırtmasına ABD ile birlikte katıldılar. Rusya’dan gaz taşıyan boru hatları ABD veya uzantıları tarafından sabote edilerek bu yatırım ortadan kaldırıldığında bu aşağılanmayı sindirerek itiraz bile edemediler.

Almanya şimdi ABD’den gemilerle taşınan sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) alıyor. Enerjinin pahalanması ve doğal ekonomik saha içinde bulunduğu Rusya ile ticaretin kesilmesi nedeniyle ekonomik durgunluğa girdi.

Şimdi Türkiye’ye bakalım. 2008’den sonra Türkiye sermayesi NATO üyesi olarak kalmasına rağmen Rusya sermayesi ile ekonomik ilişkiler geliştirdi. Hatta Ukrayna savaşından sonra bile bu ilişkiler gelişmeye devam etti. İki ülke arasındaki ticaret hacmi arttı, yeni ekonomik projeler belirdi. Nükleer enerji yatırımları dışında aşağıda görülen boru hatları ile Türkiye görece ucuz olarak Rus doğalgazından yararlandı. Hatta Türk Akımı’na bağlı olarak Trakya’da Avrupa’ya doğalgaz sevkiyatı sağlayacak bir istasyon kurulması söz konusu oldu.

Avrupa sermayesi Avrupa’da ırkçılığa varan bir Rus düşmanlığı ile Çaykovski’nin eserlerinin bile çalınmasını engellerlerken bu yıl Türkiye’de aynı sezonda Şostakoviç’in 7. ve 5. Senfonilerini dinlemek mümkün oldu.

Şimdi ABD’de yapılan görüşmelerden Rusya’dan Türkiye’ye gelen doğalgaz yerine ABD’den Atlantik’i aşarak gelen ABD sıvılaştırılmış doğalgazının daha çok kullanılması, hatta buna dayalı Avrupa’ya bir dağıtım istasyonu kurulmasının söz konusu olduğunu anlıyoruz. Rusya tarafından inşa edilen nükleer santral yerine ise ABD yapımı küçük mobil reaktörler öneriliyor.

Haritada Türkiye’nin doğalgaz gereksinimi önemli ölçüde karşılayan ve ortak yatırım olan Rusya ve Türkiye arasında doğalgaz boru hatları görülüyor.

Almanya’nın ABD’de büyük yatırım alanları ve 200 milyar Avroya yaklaşan bir ticareti bulunuyor. ABD buradan Almanya sermayesini yakalamış olabilir. Ayrıca emperyalistler arasında dışa yansıtılmayan anlaşmalar, tehditler, öneriler olur. Ukrayna’nın kendisinin paylaşım savaşının konusu olduğu düşünülürse Almanya’ya pastadan büyük bir parça önermiş olmalılar.

Bir borç ödeme krizi yaşayan Türkiye’ye ise ticaret hacminin 30 milyar Dolardan 100 milyar Dolara yükseltilmesini öneriyorlar. Afrika’da güya IŞİD ve şeriatçı çetelere karşı birlikte savaşmayı teklif etmişler. Bu açıkça Afrika’da alan kaybettikleri Rusya ve Çin’e karşı ittifak teklifi anlamına geliyor. Afrika’nın paylaşım savaşında araç olarak kullandıkları Cihatçı çetelere karşı güya birlikte savaşacaklar.

Muhtemelen Ukrayna için de kayıt dışı teklifte bulunmuşlardır, “inşaat sektörü sizin” diye örneğin. Veya savaşı kaybetmiş bir Rusya’dan bir pasta dilimi.

Karadeniz güvenliği dedikleri şeyin Karadeniz dibine döşeli doğalgaz hatlarının sabotajını içeriyor olmalı.

Alman yüksek subaylarının Kırım Köprüsü’nü imha etmek için yaptıkları zihin egzersizi basına sızdı geçenlerde. Türkiye tarafında ise, o zaman MİT başkanıyken, “bahane arıyorsanız, karşı taraftan iki tane roket attırırım” diyen Fidan bulunuyor.

Dünyanın içinde bulunduğu ve barışın pamuk ipliğine bağlandığı bugünlerde bu gelişmeler kaygı uyandırıcı.

Emekçi halkımız adına söyleyelim, büyük kapitalist şirketler arasındaki bir paylaşım savaşına katılmayacağız. Türkiye’nin bir emperyalist savaşa dâhil olmasına izin vermeyeceğiz.

                                                                                  /././
Solun CHP’si (Orhan Gökdemir)
Sahadayız. Sahada iki heyula dolaşıyor. Düşmana korku salan ilki komünizm heyulasıdır. Hüzün verici ikincisi kurucu parti hayaletidir.

Sahadayız. Sahada iki heyula dolaşıyor. Düşmana korku salan ilki komünizm heyulasıdır. Hüzün verici ikincisi kurucu parti hayaletidir. Birincisi eşitlik fikrini düşürüldüğü yerden aldı, ayağa kaldırdı. Yüzü tartışmasız hayata, geleceğe dönüktür. İkincisi kurucusu olduğu laik cumhuriyet fikrini cami avlusuna bırakıp kaçtı, yıkıcı partinin bir eki-uzantısı haline geldi, geçmişte kalmış bir ölüden ibarettir. Doğal olan, sahada, yan yana değil karşı karşıya gelmeleridir. Sahanın, gördüklerimizin, özeti budur.

***

Kurucu parti dini siyasete alet etmekte AKP ile yarışıyor haliyle. Zavallı, artık acınası bir hayalettir. Belediye başkan adayları halka seccade ve “zikirmatik” dağıtıyor, öyle oy istiyor İstanbul’da. Ankara Keçiören’deki adayı, Nakşibendi şeyhi Abdülhakim Arvasi’nin mezarında verdi ilk fotoğrafını. Oradan Abdurrahim Karakoç üstadının mezarında aldı soluğu. Defne adayı Sezai Karakoç şiirleriyle duygulandırıyor seçmenlerini. Kurucu partinin yeni çıkış noktalarıdır.

Nakşi-Halidi şeyhi Abdülhakim Arvasi Menemen kalkışması sanığı. Bu cumhuriyet düşmanı şeyh, 1930’da, İzmir Menemen’deki gerici ayaklanma sonrası tutuklandı ve Divan-ı Harp'te yargılandı. Adaylardan birinin “şiirini” okuduğu gerici şair İlhan Selçuk’a sövdüğü, Hitler'i ve Usame bin Ladin’i övdüğü yazılarıyla hatırlanıyor. Sezai Karakoç’u soL’da yazdım, isteyen bulup bakabilir, özetle biraz şiir üzeri bol İslami dirilişten ibarettir.

Sahadaki münferit hadsizlikler değildir bunlar. NATO’cu, piyasacı, Amerikancı olanın tarikatçı, islamcı olması kaçınılmazdır. Hayaletin hayali olur mu? NATO’cu, piyasacı, Amerikancı, tarikatçı ve islamcı olanın solculuk iddiası ise imkansızdır.

CHP Grup Başkan vekili Gökhan Günaydın NATO’ya evet dedikleri günün ertesinde solculuk yapmaya kalkıştı mesela. Bir gün önce yaptığını unutup “Uğur Mumcu’yu anlamadan anmak anlamsızdır. Neden öldürüldü? Katilleri neden bulunamadı? Tuğlayı çektirmeyen Türk gladiosunu kim kurdurdu? NATO’nun yeşil kuşak projesinde görev alanların uluslararası bağlantıları nedir? Tüm bu çerçeveye karşı tutumumuz anlama düzeyimizi belirler!” dedi. Önüme düştü, “Partiniz dün NATO'ya onay verdi. Mumcu'nun katilleriyle neden iş tutuyorsunuz” dedim diye, beni kaderimle baş başa bırakıp evine kaçtı.

Uğur Mumcu’yu NATO beslemeleri öldürdü evet. Laik Cumhuriyeti de Nakşi-Halidi şeyhleri, islamcı şair taklitleri ve Amerikan donanmasının 6. filosunun bekçileri ile işbirliği yapan patronlar yıktı. Biliyoruz, NATO’culuk ve piyasacılık yıkım ekibinin alamet-i farikasıdır. Ve “sosyal demokrasi” de artık bu yıkım ekibinin parçasıdır.

Hakkını yemeyelim, “Kürt sosyal demokrasisi” de benzer bir yolculukta. Siirt’ten seslendiler birkaç gün önce, Şeyh Sait’in yanına Sad-i Nursi’yi eklediler. Akrabalık iddiaları var, üçüncü kuşaktan torunları oluyorlarmış.

Laikliği ve cumhuriyetçiliği cami avlusuna terk etmekten kastım bu. İlerici aydınlanmacı olandan vazgeçtiler, sırtlarını döndüler ışığa. Bunca yobazlığın arasında bir de sola sinyal vermelerinin sebebi ise sığınmak istedikleri sağda bir türlü kendilerine yer bulamamaları. Tayyiban rejiminin biçare sığınmacılarıdır.

***

Sahadayız, sahada iki heyula dolaşıyor. İlki baştan aşağı direniştir, ikincisi baştan aşağı teslim oluş.

Dün koşup cami açılışı yaptılar elbirliği ile. Dedi ki kurucu partinin görünüşteki başkanı, “Aylar önce Yılmaz hocam (Büyükerşen) bana, ‘Camiyle, namazla aran nasıl?’ diye sordu. Ben de ‘Bayram namazına giderim, cumaya giderim’ dedim. ‘Ramazan’ın ilk cumasını bana ayırır mısın?’ dedi. ‘Tabii dedim, ne yapacağız?’ ‘Bir cami açacağız, son olarak onu açıp Eskişehir’e 100. Yıl Camii’ni emanet edip, ondan sonra görevimi teslim edeceğim’ dedi. Şimdi oku yazan kapıdan içeri girip Ramazanımızın ilk Cuma namazını hocamızla birlikte kılacak olmanın huzuru ve mutluluğu içindeyiz. 100 yıl önce bu ülkeyi kurtaranlar bu ülkede Diyanet İşleri Başkanlığını kurdular. İlk Diyanet İşleri Başkanı dönemin Ankara Müftüsü Börekçi’dir… Atatürk, din ve devlet işleri birlikte doğru şekilde yürütülsün diye, insanların ibadet özgürlükleri, inanç özgürlükleri için Diyanet İşleri Başkanlığını kurduğunda ilk Diyanet İşleri Başkanlığı'na dönemin Ankara Müftüsü Börekçi hocamızı getirmişti. Hepsine Allah gani gani rahmet eylesin.”

Bunlar budur. Cumhuriyet bunlar için Diyanetten, camiden ve cemaatten ibarettir. Şurası artık açık, Diyanetle dini kontrol edemezsiniz. Cami açmakla laiklik arasında derin bir uçurum var. Din ve devlet işlerinin birlikte yürütülmesi imkansızdır. Tarikatlar varsa laiklik yoktur. İnanç özgürlüğü inanca özgürlük değil inançtan özgürlüktür. Diyanet’i kapatmadan laiklik imkansızdır. Ve cami üzerinden siyaset yapan her kimse tartışmasız gericidir, laiklik ve cumhuriyet düşmanıdır.

***

Peki saygı duyacağımız bir “davaları” var mı? Hatay’da aradılar taradılar Lütfü Savaş’tan daha iyisini bulamadılar. Atık AKP’lilerden daha iyisini bulamazlar, arayışları bu. Kurucu partinin gerçek başkanı da bir ANAP’lı sonuçta, Turgut Özal’ın siyasi soyundan geliyor. “Tilavet”le miting açıyor, makamına imam üfürüğü ile oturuyor. Cuma çıkışında basına açıklama yapıyor, türbede fotoğraf veriyor. Ayrıca hem patron hem patron-sever. Laikliği cami avlusuna bırakıp kaçan sermayenin “eko”su duyduğunuz.

Gelenin gideni arattığı bir düzenek bu. Sağcıları, dincileri, faşistleri bulup danışman yapmaktan ibaretti gidenin tek başarısı. Sol, taktik sanıyordu ama apaçık sağcılıktı. İşbirliği yaptığı sağcılar kadar sağcıydı; Karamolla kadar dinci, Akşener kadar ülkücü, Bebecan kadar piyasacı, Davutoğlu kadar İhvancıydı. Tek numarası vardı: Cumhuriyetçi ve laik halkımızı ülkeyi Tayyip Erdoğan’dan kendisinin kurtaracağına inandırması. Solun CHP’si işte bundan ibarettir.

İstanbul’da iki müteahhit, Ankara’da iki ülkücü yarışıyor şimdi. İzmir’e Cengiz’in adamını yerleştirdiler, tartışma başından bitti. Müteahhitlikten başka meslek, sermaye birikiminden başka birikim tanımıyorlar artık. AKP ile CHP arasındaki fark kapanmıştır. Sadece laikliği değil, laik cumhuriyetçi halkımızı da cami avlusuna bırakıp kaçtılar. Tayyiban rejimine teslim olmayan, direnen halkımızın çaresizliği bu.

Bunlardan medet umanlar kendini sol sanan güruhtan ibaret. Mahir Çayan’ın yerine Ekrem İmamoğlu’nu, Deniz Gezmiş yerine Özgür Özel’i yerleştirmişler, çıkmaz yollarda kurtuluş çaresi arıyorlar.

Dukalıklar dağıtıldı, uzlaşılar ayarlandı o sırada. CHP’nin kurucusu olduğu şeyden nefret edenlerin tamamı CHP listelerinden aday. Ankara’nın ülkücüsü kaybetmesin diye aday göstermeyen sol bile var.

Biliyoruz, tarihinin herhangi bir anında sola bulaşmışlar asla soldan emekli olmuyor. Onlar hep solcu, hep ilerici kalıyor. Eski solculuk, tuhaf bir meslek artık. Kahvehanede pişpirik oynarken bile en radikal tutumlarını takınmayı ihmal etmiyorlar; CHP’ye oy veriyorlar.

***

Sahadayız. Sahada iki heyula dolaşıyor. İkincisi kurucusu olduğu laik cumhuriyet fikrini cami avlusuna bırakıp kaçtı, yıkıcı partinin bir eki haline geldi, geçmişte kalmış bir ölüden ibaret. Bir de yüzünü onlara, arkasını gerçeğe dönenler var. Ölüdürler. Sahada gördüğümüz yürüyen ölüler koalisyonudur. Ölüler ölüye oy veriyor, ölüler birlikte geçmişe yürüyor.

Biz ise, sahada, yan yana değil karşı karşıyayız. Devrimciliğimizi, solculuğumuzu ölülere bakarak hizalıyoruz. Meslekten solcular, kaçkın kurucular rahatsızsa doğru yoldayız, biliyoruz.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder