12 Nisan 2024 Cuma

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 12 Nisan 2024 -

 

Sahi kim bu Metin Cihan? (Barış Pehlivan)

Doğduğunda takvim yaprakları 1979’u gösteriyordu. Tunceli’de aynı evde yaşayan dokuz kardeşten biriydi. Ev hanımı annesini ilkokuldayken kaybetti. Dokuz yaşındayken, sekiz kardeşiyle İstanbul’a göçtü. Çok zeki bir çocuktu. Özel bir fen lisesini bursla kazandı. O yıllarda babası da hayata gözlerini yumdu, oğlunun Boğaziçi Üniversitesi’ne girdiğini göremedi. Bilgisayar programcılığı bölümünde okurken siyasete de ilgi duydu. Dönemin Sosyalist İktidar Partisi’nde (SİP) önemli görevler üstlendi. Okuldan sıkıldı, yeniden sınava girdi. Bu kez tek tercihi olan İstanbul Üniversitesi fizik bölümünü kazandı. Artık öğrenci hareketlerinin kalbi olan Beyazıt’taydı. Fakülteye en erken giden ve oradan en geç ayrılan öğrenci olmasına rağmen ülkeyi sosyalizmle tanıştırma hayali derslerinin önüne geçti. Bir daha Boğaziçi ve sonra yine İstanbul Üniversitesi derken toplam 24 yıl lisans öğrencisi oldu. Hep okumasına ama bir türlü üniversite mezunu olamamasından dolayı kendisine “öğrenim görevlisi” yakıştırmasını yaptı.

Bankada da çalıştı, özel ders de verdi, tercümanlık da yaptı. Gün geldi...

Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığı sürecinin uzatılmasına karşı çıkan SİP bildirisini dağıttığı için tutuklandı. Evet daha 21 yaşındayken “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla hapse girdi. Bir ay sonra tahliye oldu ve beraat etti.

BİR MESAJLA DEĞİŞEN HAYAT

Yıllar içinde evlenmişti, bir oğlu vardı...

Gezi Direnişi hayatının kırılma noktalarından biri oldu. Parka giden ilk 50 kişiden biriydi. Tam ümidi kesmişken Türkiye’ye yeniden inanmaya başladı...

2014 yerel seçimlerinde Yenikapı’daki AKP mitingini izlemeye gitti. Eski bir telefonla çektiği fotoğrafla mitingdeki kalabalığın gösterilenden daha az olduğunu sosyal medyadan yayımladı. O paylaşımı çok konuşulunca “doğru yerde ve zamanda bir şey yapmanın” hazzını yaşadı. Yurttaş haberciliğini Karadeniz’deki çevre direnişlerine katılarak sürdürdü. Gün geldi, herkesin aradığı “Çiftlik Bank tosununu” Uruguay’da buldu.

2019’da ise gelen bir özel mesaj hayatını değiştirdi. Giresun’da yaşayan bir genç, 11 yaşındaki Rabia Naz’ın şüpheli ölümünü araştırmasını öneriyordu. Bütün gününü o çocuğun ölümünü araştırmakla geçirdi ve bulgularını sosyal medyadan paylaştı. Dosya onun sayesinde Türkiye’nin gündemine girdi. Öyle ki Adalet Bakanlığı bile aracılarla “Birkaç polisin ihmali olarak kapatsak” diye öneriler gönderiyordu. O ise “Bunu da duyururum” diye o kirli teklife rest çekti.

Başına geleceklerden habersiz, şüphelerini cesurca dile getirmeye devam etti. Önce Gezi dönemine dair bir soruşturmayla kapısı çalındı.

Boşanmıştı. Hayatını bir sırt çantasına sığdırarak ve pansiyonlarda yaşayarak geçirmeye başladı. Bir gün oğluyla Türkiye’yi gezerken kaldığı pansiyonun sahibi aradı. Polisler pansiyona gitmiş ve onun aslında bir “terörist” olduğunu söylemişti. İşte o an hayatının en zor kararlarından birini verme aşamasına geldi: Oğlu ile hapiste mi yurtdışında mı görüşecekti?

Vizesiz seyahat edebileceği yerleri araştırdı. Sırasıyla Ukrayna, Moldova, Belarus, Sırbistan ve Bosna Hersek’te kaldı. Bir yandan sürgün hayatı yaşıyor diğer yandan sosyal medyadan ifşalarda bulunuyordu.

Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü onu buldu ve Almanya’da bir burs programı hakkı tanıdı. Onlara “Ben gazeteci değilim, başıma gelen şeyler çok tuhaf” diyordu hep... Orada eğitimini aldığı araştırmacı gazeteciliğin “gizli gerçekleri açığa çıkarma” olduğunu okuyunca artık kabul etti. “Evet, ben artık bir gazeteciyim” dedi.

Türkiye’nin İsrail’le ticaretini ifşa eden ve politika değişimine gitmesini sağlayan Metin Cihan’ın öyküsünü okudunuz.

Şimdi Berlin’de tek odalı 25 metrekare bir evde yaşıyor. Geçinemiyor ama direniyor..

Metin’e hayalini soruyorum telefonda, “Türkiye’ye dönmeyi çok istiyorum” diyor. “Geçen yılki seçimlerden sonra dönebileceğimi düşünüyordum ama olmadı. Gurbet şiirleri boşuna yazılmıyormuş, onu anladım” diye ekliyor. 

                                                    /././

Sanki düşman işgali (Özdemir İnce)

Televizyonda izlemiştim. Şimdi bir kez daha kontrol ettim. Doğru anımsıyorum. Yıl 1994. Yerel yönetim seçimleri yapılmış, İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığını, solun aymazlığı yüzünden, Refah Partisi’nin yüzde 25.19 oy alan adayı Recep Tayyip Erdoğan kazanmış.

Refah Partisi’nin genel başkanı Necmettin Erbakan daha seçim sonuçları resmen açıklanmadan R.T. Erdoğan’ın elinden tutarak İstanbul Büyükşehir Belediye başkanının kapısına dayanmış. Ama ellerinde seçim kurulunun mazbatası yok!

Televizyon yayınından o sahne: Necmettin Erbakan ile R.T. Erdoğan bu beklenmedik devlet kuşunun etkisiyle gülümsemekte... Hâlâ makam sahibi Prof. Dr. Nurettin Sözen güler yüzlü, rahat! “Madem öyle, Sayın Erdoğan Seçim Kurulu’na gider mazbatayı alır gelir, biz de devir teslimi yaparız!” diyor. Bu ne uygar zarafet!

Cumhuriyet devletini kuran CHP ile bu anıt yapıyı yıkmaya kalkışan AKP’nin 31 Mart 2024 yerel seçimlerinden sonra yaptıklarını karşılaştırınca aradaki uygarlık farkı açıkça görülmekte. Sanki bir ülkeyi düşman istila etmekte ve yenilgiye uğrayanlar havaalanlarını, limanları, köprüleri havaya uçurarak imha etmekte, değerli belgeleri yakmakta... Bunları yapan kimler? 1994 yılında SHP’li Nurettin Sözen’in kapıdan kovmayıp saygıyla makamına aldığı “Milli Görüş” simsarları...

Seçim kaybeden AKP belediyelerinin, belediye başkanlarının yaptıklarına bakın. AKP’nin adayı Murat Kurum, seçim çalışmaları kapsamında Kadıköy Rıhtımı’nda kurduğu iftar çadırını seçimden sonra kaldırmış. Oysa seçim sonuçlarına bakmayıp devam etselerdi gülünç olmazlardı. Nasıl olsa hesabı yeni belediye ödeyecekti. AKP nedense bu türden incelikleri düşünemiyor...

Benim her derde deva olan, geleceğin “gerçekleşecek” falına bakan kitaplarım vardır. 2016 yılının haziran ayında Tekin Yayınevi tarafından yayımlanan Din İman Masa Kasa da bunlardan biridir. Aslına bakarsanız, 19 Temmuz 1983 günü kurulan Refah Partisi ile 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan AKP İslamcılığının özet tarihi, din ve imanı kullanarak masa (iktidar) ve kasayı (parayı) ele geçirme kavgasının öyküsüdür. Din İman Masa Kasa’nın bir bölümünün adı “Ver Türbanı Yağmala Kasayı”dır ki bu öykünün anafikrini oluşturur.

İslamcı siyasetin “yağmacı” zihniyet dünyasına giriş yaptıktan sonra adını andığım kitabımın önsözünden alıntı yapmamak olmaz:

“Din ve imanın masa ve kasa ile bir araya gelmemesi gerekir ama din adamları ile siyasetçiler işe karışınca, bir araya gelmenin ötesinde din ve iman, masa ve kasanın hizmetine giriyor. Şimdi sözünü ettiğim yazıyı okuyalım:

7 Ağustos günü yayımlanan ‘Sünni Din Bezirgânları Artık Özgür’ başlıklı yazımı okuyan bir okur ‘Sünni madrabazların CHP’nin tek parti döneminde uğradığı zulmün (!) ne menem bir zulüm olduğuna açıklık getirdi:

Bir toplantıda din madrabazlarından biri CHP’nin tek parti döneminde uğradıkları zulmü konuşmacıya laf atarak hatırlatmış. Bunun üzerine konuşmacı laf atana sormuş:

‘Hangi ibadeti yapmak istedin de yapamadın? Namaz mı kılamıyordun, hacca mı gidemiyordun?...’

Madrabaz, konuşmacıyı yanıtlamış: ‘İbadeti yasaklamaya gücünüz yetmez. Siz bizi masadan ve kasadan uzak tutuyorsunuz.’

Müthiş bir yanıt. Hiç duymamıştım. Okur devam ediyor:

‘Yani tüm dertleri masaya ve -özelikle de- kasaya yanaşmakmış. Bunu yapamadıkları için gerçekten de ‘zulüm’ gördüklerine, acı çektiklerine inanıyorum. Düşünsenize, kasa orada, başkaları yanaşmış (örneğin ANAP, DYP) ama bunlar yanaşamıyor. Bu zulüm değil mi, onlar açısından?’”

Monarşik ve teokratik Osmanlı’nın iktisat anlayışı, İslam öncesi ve sonrasının baskın, yağma ve ganimet üleşmek yönteminin devamı olarak değerlendirilebilir. Mekke döneminin kutsal savaşları kervan basıp ganimet paylaşmaktan ibarettir ki üleşmenin yöntemi kutsal metinlere bile girmiştir.

Arap-İslam töresine göre Müslümanlar tarafından yönetilen İslam ülkesi  darülislam olarak adlandırılır. Kâfirler tarafından yönetilen ve halkı gavur olan memleketlere darülharp denir ki malı mülkü yağmalanabilir, insanları köle yapılabilir. Kadınları ise ister köle diye sat, ister hareme al. Hepsi helaldir!

Günümüzün siyasal İslamına göre üçüncü bir durum vardır: Kendisinin iktidarda olmadığı her yer darülharptir. İktidara geçince artık her şey helaldir. 1994’ten bu yana iktidar olan AKP belediyelerinin milyonlarca liralık leblebi, çekirdek faturalarına şaşmak gerekmez!

                                                              /././

Helalleşirken mağdur etmek (Zülal Kalkandelen)

Kemal Kılıçdaroğlu, üç gün önce sosyal medya paylaşımlarıyla, Cumhuriyet değerlerine aykırı söylemleri yaygınlaştırdığı CHP genel başkanlığı dönemini ve Erdoğan’ın bir beş yıl daha iktidarda kalmasına yol açan 6’lı masayı savunmak için birçok görüş açıkladı. Kendisi CHP’yi ortanın sağına çekerken laikliğin de hançerlenmesine yol açtığı için epeydir eleştiri oklarının hedefinde.

Açıkladığı görüşlerde eleştirilecek çok husus var ama ben bugün yıllardır 28 Şubat’ı diline dolamasının üzerinde durmak istiyorum.

“Darbelerle, 28 Şubatlarla, faili meçhul cinayetlerle, idamlarla yüzleştik” cümlesini kurmuş Kılıçdaroğlu. Geçmişte yaşananları tam olarak bilmeyen bir genç bunu okusa, 28 Şubat’ı darbe sanır, faili meçhul cinayetlerle ve idamlarla dolu bir süreç gibi düşünür.

28 Şubat 1997, bir darbe tarihi değil, başbakan olarak Refah Partisi (RP) Genel Başkanı Erbakan ile başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak Tansu Çiller’in de katıldığı Milli Güvenlik Kurulu toplantısının tarihidir.

28 ŞUBAT KARARLARI NEDİR?

Kısaltarak temel önerileri yazarsak...

  • Laiklik ilkesi titizlikle uygulanmalı.
  • Devrim Yasalarını ihlal eden dergâhlar kapatılmalı.
  • Anayasanın 163. maddesinin kaldırılmasının yarattığı hukuki boşluklar, irticai akımların ve laikliğe aykırı tutumların güçlenmesine yol açmıştır. Bu boşlukları telafi edecek yasal düzenlemeler getirilmeli.
  • Eğitim politikalarında yeniden Tevhidi Tedrisat Kanunu ruhuna uygun bir çizgiye gelinmeli.
  • Temel eğitim sekiz yıla çıkarılmalı.
  • Toplumsal ihtiyacın fazlası olan imam hatip okulları, meslek okullarına dönüştürülmeli. Köktendinci grupların kontrolünde olan Kuran kursları kapatılarak Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda düzenlenmeli.
  • Devlet dairelerinde ve belediyelerde köktendinci kadrolaşmanın önüne geçilmeli.
  • Cami yapımı gibi dini konuları siyasi amaçlar için istismar etmeye dönük olan her türlü davranışa son verilmeli.
  • Pompalı tüfekler kontrol altına alınmalı ve gerekirse pompalı tüfek satışları yasaklanmalı.
  • İrticai faaliyetlere karıştıkları için TSK’deki görevlerine son verilen subay ve astsubayların belediyelerde istihdam edilmelerinin önüne geçilmeli.
  • Tarikatların denetimindeki finans kuruluşları ve vakıflar aracılığıyla ekonomik güç haline gelmeleri dikkatle izlenmeli.
  • Laiklik aleyhtarı yayın çizgisi olan TV kanalları ve özellikle radyo kanallarının verdikleri mesajlar dikkatle izlenmeli ve bu yayınların anayasaya uygunluğu sağlanmalı.
  • Milli Görüş Vakfı’nın bazı belediyelere yaptığı usulsüz para transferleri durdurulmalı.

NE DARBEDİR NE MUHTIRA 

RP ile Doğru Yol Partisi (DYP) koalisyon hükümeti, bu MGK toplantısından yaklaşık beş ay sonra istifa etti. Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, Erbakan’ın istifası üzerine yeni hükümeti kurma görevini Çiller’e vermedi, hükümet bu nedenle düştü.

TSK’nin 28 Şubat döneminde baskı uyguladığını düşünebilir ve bunu eleştirebilirsiniz. Ancak bazı gerçekleri de dile getirmeniz gerekir: 28 Şubat, Soğuk Savaş döneminin Türkiye’de sona erdirilmesinin sonucudur. O dönemde komünizmi şeytanlaştırarak Ortadoğu’da yayılmasını önlemek isteyen ABD, karşısına siyasal İslamı koymuş, tarikatları destekleyip dinci siyasetin önünü açmıştı. Soğuk Savaş’ın SSCB’nin yıkılmasıyla sona ermesinden sonra, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nden komünizmin baş tehdit olmaktan çıkarılıp yerine irtica ve bölücülüğün koyulmasının nedeni budur.

28 Şubat ne darbedir ne de muhtıra. Alınan kararlar hukuk düzeni içinde kalmış, darbelerde olduğu gibi tutuklamalar, siyasi davalar olmamıştır.

Kılıçdaroğlu, “28 Şubatçıların açtığı yaraları kapatıp helalleşeceğiz” derken, Türkiye’de 80 yaşını aşkın ve ağır hastalıkları olan komutanlar, sahte delillerle açılan 28 Şubat kumpası yüzünden 968 gündür hapiste ölümü bekliyor; elverişsiz sağlık koşullarına karşın hakkında “cezaevinde kalabilir” raporu verilen emekli Korgeneral Vural Avar hapiste can verdi.

Birileriyle helalleşirken başkalarını mağdur etmemek ve gerçekleri çarpıtmamak gerekir.

(Cumhuriyet)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder