Rüzgardan rant çıkarmak: Karaköy-Kabataş hattında İstanbul Boğazı (Efe Ardıç-soL/Görüş)
Karaköy ile Kabataş iskeleleri arasındaki kıyı hattı boyunca yürürseniz, aşağı yukarı 100 adımlık alan haricinde boğazı görebildiğiniz, rüzgarını hissedebildiğiniz bir alan kalmadığını göreceksiniz.Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi. İlginçtir, Türkiye’ninki gibi üniversite adlarının sık geçtiği bir yakın politik tarih yazımında adına pek de sık rastlanmayan bir kurum.
İnsan hayret ediyor. 100 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca hiç mi dert edinmemiş bu akademinin öğrencileri memleket meselelerini? Hiç mi yüreklerinde hissetmemişler aydınlık bir Türkiye arzusunu? Ya da hiç mi isyan etmemişler çini mürekkebine, tuval fiyatlarına gelen zamlara?
Durum böyle değil tabii ki. İstanbul’un göbeğinde, ülkenin genel politik atmosferinden izole kalabilen bir kampüs, binasının da eski Meclis-i Mebûsan binası olduğunu hesaba katarsak, hayli trajikomik bir durum olurdu.
Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri de özellikle 1960 ve 1970’lerin güçlenen yurtsever ve aydınlanmacı damarından pek tabii nasiplerini almışlardır.
Az iş midir akademiyi faşist saldırılardan korumak? Ya da kampüs önünde, Meclis-i Mebusan caddesinde trafiği kesip Amerikan bayrakları yakmak?
Hem derdini geniş kitlelere anlatmak isteyenler için eli sanat işlerine yatkın olanların özel bir önemi vardır. Akademi öğrencileri hiç uykusuz kalmamış olabilirler mi teksir makinalarının başında bildiri çoğaltılan gecelerde? Pankart boyarken atölyeyi kaplayan boya ve tiner kokusundan hiç yanmamış olabilir mi gözleri?
***
1960’ların sonlarına geldiğimizde o öğrencilerden biri de Ferhan Şensoy’du. Taşkışla’da öğrenci forumlarına katılan, eylemlerde Türkiye’nin tam bağımsızlığı için haykıran, bildiri ve afişleri hazır etmek için dernek odalarında sabahlayan bir Akademi mimarlık öğrencisi.
O öğrenci 12 Mart Muhtırası ardından bir sabah, kapısında polislerin, askerlerin beklediği akademinin damına çıkıyor.
Kendisinden iki sene önce Türkiye’nin ilk pandomim sanatçılarından olan Ergin Kolbek’in çıktığı ve cebindeki ödenememiş senetleriyle birlikte atlayarak intihar ettiği dam.
Şensoy çıkıyor ve tam da Kolbek’in kendini boşluğa bıraktığı noktadan elindeki Dev-Genç bildirilerini savuruyor gökyüzüne. Bildiriler boğaz rüzgârı ile savruluyor. 12 Mart karanlığını delip ulaşıyor İstanbul’a. Tabii o zamanlar, İstanbulluların hâlâ daha bir boğaza sahip olduğu zamanlar.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı***
Bugün Güzel Sanatlar Üniversitesi'ni de içinde barındıran Karaköy İskelesi ile Kabataş İskelesi arasındaki kıyı hattı boyunca yürürseniz, Karaköy iskelesinden çıktıktan sonraki aşağı yukarı 100 adımlık alan haricinde boğazı görebildiğiniz, rüzgarını hissedebildiğiniz bir alan kalmadığını göreceksiniz. İskeleden çıktıktan kısa bir süre sonra karşınıza lüks Peninsula oteli, hemen ardından üniversiteye kadar olan alanın tamamını kaplayan dev AVM Galataport çıkıyor.
Galataport projesi neredeyse AKP iktidarı ile yaşıt. Beyoğlu ve çevresini turizm ve kâr ekseninde dönüştürmeyi hedefleyen geniş bir talanın parçası. Projenin önü Beyoğlu Kentsel SİT Alanı Koruma Amaçlı İmar Planı ile açılmıştı. Aynı plan Taksim Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası’nın yeniden inşasının zeminini de oluşturan plandır. Haliyle pek de cevapsız bırakılmış bir talan değildir bahsettiğimiz.
Beyoğlu ve çevresi diyoruz, Galataport AKP’nin kötü şöhretli Beyoğlu Kültür Yolu projesinin başlangıç noktası olarak tarif ediliyor. E kötü şöhretli diyoruz çünkü Atatürk Kültür Merkezi'ne kadar uzanan yol, geçtiği yerlerde kentin kültürel mirasının yıkımına yol açtı.
GalataportGalataport da farklı değil. AVM’nin yapımı için tarihi Karaköy Yolcu Salonu ve Paket Postanesi yıkılmıştı. Yıkılmayanlara da el koydu Galataport. Tophane-i Amire Sancak Kulesi mesela artık AVM sınırları içerisinde kalıyor, boğazın havasıyla birlikte…
“Aman canım sen de” demeyin, “boğaz havası almak isteyen girer Galataport’a alır havasını”. Öyle olmuyor işte. Konu kentin doğal akışında boğazın kapladığı yer ile alakalı zaten.
İnsan hissediyor nerede misafir olup olmadığını. Kamuculuk o yüzden de gerekli ya zaten, insan kendi şehrinde misafir hissetmesin diye. İki güvenlik kontrolünden geçerek alınan boğaz havası ne İstanbul’a aittir ne de İstanbullulara. Ait olmadığını da hissettiriyor zaten. Hiçbir şey değilse evinden kendi semaverini getiren amcaların yokluğu işkillendiriyor insanı.
***
Kültür yolundan bahsetmişken Galataport’un sahipleri de pek memnun yaşattıkları kültür-sanat deneyiminden. İstanbul Modern’e ek olarak İstanbul Resim Heykel Müzesi (İRHM) de AVM’nin bünyesinde bulunuyor.
İstanbul Resim Heykel MüzesiİRHM ülkenin önemli müzelerinden. Yönetimi pek gergin. Güvenlikleri daha gergin. Müzenin nerede bittiği, AVM’nin nerede başladığı belli değil. Turist kafilelerinin AVM’nin kahvecilerinde otururken müzenin içine bıraktıkları yığınla çantalardan, AVM’ye ulaşmak için müzenin içinden geçen ayaklara… AVM’nin en ulaşılabilir tuvaletinin müzenin içinde olması da pastanın üzerindeki çilek! Müşteriyi mi memnun edeceksin? Müzedeki koleksiyonunu mu koruyacaksın? Gergin olmamak elde değil. Müzecilikle AVM'cilik pek de uyuşmuyor birbirine.
***
Galataport’un sınırları üniversiteye varınca bitiyor. Buraya kadar olan AKP’nin hikayesi. Üniversiteden sonra Kabataş’a doğru devam ettikçe İmamoğlu’nun hikayesi başlıyor. Üniversitenin hemen bitişiğinde avuç içi kadar bir park ve bu “turizm coğrafyasıyla” uyumlu lüks bir kahvaltıcı bulunuyor. Yolun kalanında size üstü İmamoğlu afişleri ile kaplı tahta şantiye duvarları eşlik ediyor. Sonunda iskeleye varmadan önce yeni açılan Kabataş Meydanı’na varıyorsunuz. İlk bakışta Kent Lokantaları ile kamucu bir düzenleme gibi gözüken meydan, bölge için tasavvur edilmiş turizm tasarımından kendini koparamıyor. Boğaz’ın kentten koparılmasının bir diğer adımı oluyor sadece. Meydan düzenlemesinin parçası olarak yükselen yapıya tırmanmadan boğazı göremiyorsunuz.
Tırmanıp boğaza bakabildiğiniz alan dar bir alan. Uzun vakit geçirebileceğiniz bir alan değil. Ancak yükseklik daha güzel bir manzara sağlıyor. Yani yapı, boğazı kentten kesip turistik bir fotoğraf çekilme alanı olarak bizlere geri sunuyor. AKP de CHP de aynı sermaye aklı ile kenti elden geçiriyor.
***
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı KampüsüHiç şaşmaz, her eğitim-öğretim yılının başında Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde Fındıklı Kampüsü'nün taşınacağına dair dedikodular çıkar. Dedikodular ne kadar asıllıdır bilmesi zor. Ancak kıyı hattına dair belli bir doğrultu gözlemlenebiliyor.
Boğaz birilerinin turizm üzerinden edeceği kâr için, İstanbul’un bu bölgesinden koparıldı. Artık Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencileri için de kampüslerinde bulunan rıhtım, içinde yaşadıkları kent bütünlüğünün bir parçası değil, ondan kopuk bir ayrıcalık olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.
***
İstanbul, emekçilerine bir kent yaşantısı sunmayı her geçen gün daha da beceremez hale geliyor. Ortak yaşam-eğlence, kültür sanat alanlarının pahalılıktan erişilemez hale gelmesi, iş/okul ile evler arasındaki mesafelerin gittikçe artması…
Sabah işe gitmek için “şehre inen”, okuldan çıkınca uyumaya “köyüne dönen” milyonların şehri artık İstanbul. Yüksek konut kiralarından fahiş tiyatro ücretlerine, temel sorun kent yaşamının kimin çıkarına göre planlandığı. İstanbul’da çalışan-okuyan milyonlara göre mi? Yoksa boğaz havasından bile elde edecekleri kârı hesaplayan patronlara göre mi? Bu temel soru kapıya dayandığında ne bu örnekte ne de kentin kalanında muhalefet, iktidardan farklı bir duruş sergileyemiyor.
/././
Hepsi parayla birbirine bağlı: Cemaatlerin kontrolündeki dernekleri Diyanet mi denetleyecek? (Aslı İnanmışık-soL/Özel)
Diyanet'in stratejik planında yer alan "Cami dernekleri Diyanet’e bağlanmalı" sözleri, cemaatlerin güdümündeki yapıların, idari ve mali açıdan kontrol altına alınmak istendiği yorumlarına neden oldu.Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), 2024-2028 Stratejik Planı'nı geçtiğimiz günlerde yayımladı. Planda pek çok konuda Diyanet'in durumu tespit edildi, yeni "hedefler" belirlendi.
Raporda skandal ifadelere yer verildi.
Sekülerleşmenin "toplum üzerinde olumsuz etkisi" olduğunun iddia edildiği ve bunun bir risk olarak değerlendirildiği raporda, "Seküler anlayışın toplum üzerindeki etkilerinin geleneksel değerlerimizin gelecek nesillere aktarılmasında olumsuz yansımaları olmaktadır" denildi.
Diyanet'in strateji planında eğitimin dinselleştirilmesine yönelik adımlar öne çıktı. Daha fazla çocuğa dini eğitim vermeyi, daha fazla Kuran kursu ve öğrenci yurdu açmayı hedeflediğini açıklayan Diyanet, 4-6 yaşları arasındaki 1 milyon 322 bin 388 çocuğa dini eğitim verildiğini ve bu sayıyı 3 milyon 122 bin 388'e çıkarmayı hedeflediklerini de ilan etti.
'Cami dernekleri Diyanet’e bağlanmalı'
Planda dikkat çeken başka bir bölüme daha yer verildi. Cami derneklerinin Diyanet’in denetimine açık olmamasının "problemler yaşanmasına neden olduğu" belirtildi. “Cami ve Kuran Kursu dernek, vakıf ve teşekküllerinin yürüttüğü iş ve işlemlerin denetiminin Başkanlığın yetkisinde olmaması” bir tehdit olarak değerlendirildi. Planda, “Cami derneklerinin de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olması ve idari ve mali açıdan Başkanlıkça denetlenmesi hususunda gerekli mevzuat çalışmalarının yapılması gerekmektedir” ifadeleri kullanıldı.
Diyanet'in 2024-2028 Stratejik Planı'nda konuya böyle yer verildi.Cemaatler 'kurumsallaşarak' zenginleşti
Diyanet'in bu açıklaması akla cemaatleri getirdi. İktidardan aldıkları destekle Gülen Cemaati'nden boşalan yerleri yıllar içerisinde dolduran pek çok cemaat giderek güçlendi. Tarikatlar, AKP'nin kendilerine sunduğu imtiyazlarla kurumsallaştı.
"Eğitim kurumu" açmalarının önü açıldı. Çoğu, doğrudan bağları olduğunu kabul etmediği dernekler eliyle yaygınlaştı. Bu derneklerin bir bölümü "kamuya yararlı" statüde sayıldı, vergiden muaf oldu. Vakıf kuran cemaatler kağıt üzerinde nüfuzlu hale gelmekle kalmadı; yayınlar, medya kuruluşları, şirketler yoluyla bağış toplayarak zenginleşti. Bu kuruluşlara bağlı şekilde her kentte açtıkları "eğitim kurumları" için izin alma gereği bile duymadan yurtlar, konaklama alanları inşa edildi. Çocukları gerici zihinlerinin kıskacına aldılar.
Söz konusu derneklerin bir bölümüyse doğrudan cami dernekleri.
Cemaatler kendi camileri ve onlara bağlı dernekleriyle anılıyor
Bugün pek çok cemaat, kendi camisi ve ona bağlı dernek-vakıflarıyla anılıyor. İsmailağa, İskenderpaşa en bilinen örneklerinden.
Binlerce kişiyi kontrol eden cemaatlerin kapısı seçimlerde de iktidar temsilcileri tarafından sıkça çalınıyor.
Erdoğan ve AKP’nin yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan Murat Kurum, seçimden bir gün önce İsmailağa Cemaati'ni ziyaret etmişti.Ancak özellikle son seçimde bazı tarikatların doğrudan AKP'ye ya da Cumhur İttifakı'na destek açıklamaması, seçim sonuçlarındaki başarısızlığın tarikatlara da yüklendiği yorumlarını beraberinde getirmişti.
Hakimler ve Savcılar Kurulu, AKP’nin oy kaybında ve bazı yerlerde belediyeleri kaybetmesinde etkili olduğu iddia edilen Süleymancılar’la fotoğraf veren başsavcıya soruşturma açmıştı.
'Cami dernekleri Diyanet'e bağlanamaz'
Cami ve Kuran Kursu Dernekleri Federasyonu Başkanı Recep Kıyak'a planda yer alan ilgili bölümü sorduk. soL'a konuşan Kıyak "Cami dernekleri Diyanet'e bağlanamaz" dedi. Diyanet'in yalnızca imamlardan sorumlu olduğunu, derneklerin İçişleri Bakanlığı'nın Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüklerine bağlı olduğunu söyledi.
Söz konusu kararla ilgili adım atılmasının büyük tepki çekeceğini belirten Kıyak, "Her yıl gelir ve giderlerin hepsi fatura karşılığında yapılır. Her yıl sonunda il valiliklerine beyanname veririz. Böyle bir adım atılması tepki çeker" ifadelerini kullandı.
'Diyanet, dernekleri doğrudan doğruya kendisine bağlamak istiyor olabilir'
İlahiyatçı yazar Cemil Kılıç ise dini alanda faaliyet gösterdikleri için bu derneklerin zaten fiilen denetlenmediğine dikkat çekti. "Diyanet de denetlenmiyor mali açıdan" diyen Kılıç şöyle konuştu:
"Öyle anlaşılıyor ki, cami dernekleri üzerinden maddi anlamda bir takım kanunsuz işler yapılıyor. Bu açıklama böyle bir şüphe doğuruyor. 'Bazı yolsuzluklar mı yapılıyor acaba' sorusunu akıllara getiriyor. Konu bir bu açıdan önemli, bir de bu cami dernekleri genellikle çeşitli cemaat ve tarikatlar tarafından kurulup yönetiliyor. Cami Diyanet'e bağlı olsa da cami dernekleri cemaatlerin kontrolünde olabiliyor. Diyanet, dernekleri cemaatlerin kontrolünden, güdümünden çıkarmak istiyor, doğrudan doğruya kendisine bağlamak istiyor olabilir."
Bazı cemaatler içerisindeki pastadan pay kapma kavgalarının su yüzüne çıktığı, Menzil, İsmailağa gibi önemli tarikatların bölünmeyle karşı karşıya olduğu bu dönemde mali gücü sürekli gündeme gelen Diyanet'in ve başkanı Ali Erbaş'ın söz konusu adımı atıp atmayacağı belirsiz ancak açıklama şimdiden tartışma yaratmış gibi görünüyor.
/././
Esas yargı krizi burada: Savunma, sefalet tarifesine karşı yürüyor (İrem Yıldırım-soL/Özel)
Avukatlar sokaklarda savunmanın adalet arayışı için ses yükseltirken yalnızca kendileri için değil, yurttaşın savunma hakkını da koruyor.Verilen eğitimin niteliği, kötü çalışma koşulları, ücret tarifesinin harcanan emeğe kıyasla düşüklüğü, mesleğin itibarsızlaştırılması için her şeyin yapılması, güvenlik kaygısı yüksek bir şekilde yerine getirilen görevler, patronların sömürüsü…
Türkiye’de herhangi bir meslekte çalışan herkes için benzer sorunları sıralayabilmek mümkün. Son dönemde bu sorunları ağır biçimde yaşayan meslek gruplarından biri de avukatlar.
Bu sebeple de “savunma” bugün Ankara’da "Büyük Savunma Mitingi”nde bir araya geldi. Türkiye Barolar Birliği (TBB) çağrısıyla düzenlenen miting “Şiddete ve angaryaya karşı meslek onurumuzu ve emeğimizi savunmak için buluşuyoruz” şiarıyla düzenleniyor. Yani savunma, kendi hakları için bir kez daha ses yükseltiyor.
81 baro katılıyor: Bir meslek grubunun sesini yükseltmek için buradayız
“Şiddete ve angaryaya karşı meslek onurunu ve emeği savunmak için” düzenlediği Büyük Savunma Mitingi öncesinde, Türkiye Barolar Birliği önünde toplanan avukatlar, Anıtpark’a doğru yürüdü.
“CMK ücretleri AAÜT'ye eşitlensin”, “AYM kararları uygulansın”, “Adli yardım ödeneği artırılsın”, “avukata şiddete hayır”, “genç avukatlara güvence”, “demokratik, laik, mücadeleci baro” gibi taleplerin yer aldığı yürüyüşe 81 baro katılım sağladı.
Yürüyüş sırasında açıklamalarda bulunan TBB Başkanı Erinç Sağkan, “Bugün uzun zamandır itibarsızlaştırılmaya çalışılan, yoksulluğa itilen, görevini yapmasına engel olunan bir meslek grubunun sesini yükseltmek için buradayız” dedi.
Avukatlar, yürüyüşte sık sık “Savunma susmadı, susmayacak”, “Eşit işe eşit ücret”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganları attı.
Binlerce avukatın kaldığı mitingde konuşan TBB Başkanı Erinç Sağkan, “Biz hukuk devleti diye haykırırken kanun devleti bile olmaktan uzaklaşılıyor, anayasasızlaşmaya doğru yol alınıyor. Ülkemizde bağımsız yargının, adil yargılanma hakkının, hukukun üstünlüğünün en güçlü savunucusu her zaman biz avukatlar olduk. Yine bugün de hukuk devleti için, yargı bağımsızlığını savunmak için buradayız” dedi.
CMK ücretlerine değinen Sağkan, “Meslektaşımın eline geçen net ücretleri veriyorum: Soruşturma aşamasındaki görevlendirmelerde 1.528 TL, Asliye Ceza görevlendirmesinde 2.640 TL, Ağır Ceza görevlendirmesinde 4.700 TL..! Öyle her ay cebine havadan giren paradan değil, yıllarca sürecek, maddi manevi yükü olan bir dosya için meslektaşımızın emeğinin karşılığı olarak reva görülen miktardan söz ediyoruz. Peki, aylık olarak ödenen en düşük Bağ-Kur primi ne kadar? 6.900 TL! Bugün biz, bu sefalet ücretlerinin ayıbını üstlenmeyeceğimizi göstermek için buradayız! Ailelerimizle, çocuklarımızla, sevdiklerimizle geçireceğimiz zamanlardan feragat ederek adalet adına üstlendiğimiz onurlu görevin karşılığının bu olamayacağını haykırmak için buradayız!” ifadelerini kullandı.
Ücret tarifesi tepki çekmişti
TBB Başkanı Erinç Sağkan talepleri özetlerken, “Avukatın güçlendirilmesi, sosyoekonomik olarak güçlendirilmesi, hukuk fakültelerinin akreditasyon kriterlerinin YÖK tarafından belirlenmesi suretiyle niteliğin artması yönünde somut taleplerimiz var. Bir diğer unsur, avukata dönük şiddet vakaları son yıllarda inanılmaz derecede artmış durumda” diyor.
Hükümetin Ocak ayında Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) 2024 Ücret Tarifesi'ni açıklamasının ardından aslında ilk işaret fişeği atılmıştı ancak fişek cılızdı, ışık hızla söndü. Avukatların yaşadığı hem hukuki hem ekonomik hem de siyasal problemler çok uzun süredir bilinen bir gerçek. Ocak ayında belirlenen ücret tarifesi de avukatların büyüyen sorunlarının üstüne tuz biber oldu.
Avukatlar arasında kısaca "CMK" denildiğinde genellikle kanun değil, bu kanun kapsamında savunma hakkı için avukat tutacak parası olmayan vatandaşlara devlet ödemesiyle avukat atanması sistemi kastediliyor. Türkiye'de halkın adalet sisteminden faydalanması için en kritik unsurlardan biri, bu sistem. Uzun yıllardır devletin avukatlara verdiği CMK ücretleri düşüyordu, bu yıl enflasyonun çok altında bir zam yapılması bardağı taşırdı.
Ücret tarifesinin açıklanmasıyla TBB tarifenin iptali için dava açmış, bazı barolar bu tarifenin meslek onuruna ve emeğe saygısızlık olduğunu belirterek CMK atamalarını bir aylığına durdurma, yani bir nevi grev kararı almıştı. Ki bu eylemin sonucunda da AKP-MHP iktidarının hukuk alanına müdahale ve meslek örgütlerini güçsüzleştirme adımlarından biri olan “çoklu baro” uygulamasının meyvesi olan Ankara 2 No’lu Barosu, grev kırıcılığa devam edeceğini açıklamıştı. Bu uzun süre tartışılan bir başlıktı.
‘Olumlu ancak geç bir adım’
Avukatlar için her sene yenilenen ve benzer bir söylemin çıktığı ancak bir sene sonra yine çok düşük CMK ücret tarifeleriyle karşı karşıya kaldıkları bir döngü bu. Öyle ki avukatlar yoksulluğa, yurttaşlar da adaletsizliğe terk ediliyor. Doğal olarak koşulların iyileştirilmemesi savunma hakkının devamlılığına hasar vermekte.
Yurtsever Hukukçular adına avukat Mert Doğan “Bugün yapılan miting olumlu bir adım ancak, geç atılan bir adım” değerlendirmesi yaptı.
Av. Doğan, bugün Yurtsever Hukukçular'ın da miting alanında avukatlara adalet için yerlerini aldığını söyledi. Geç kalınmışlığın arkasında yatan sebepleri şöyle açıkladı:
“Barolar uzun zamandır sokakta bir mücadele örgütleme güçlerini kaybetti. Bu sebeple de ya basın açıklamalarıyla kamuoyu oluşturmak ya da hukuki yolları tercih ederek bir yol izlemeyi tercih ediyorlar. Baroların CMK tarifeleri açıldıktan sonra bir eylemlilik kararı almamış olması bir eksiklik. Bugün yapılan miting olumlu bir adım ancak, geç atılan bir adım. Ücret tarifesi duyurulduktan sonra bir ihtar eylemi olarak gerçekleştirilebilirdi oysa ki. Ocak ayı yerine Nisan ayına bırakılan bu mitingin avukatlar nezdinde de katılımı azaltmış oluyor, kamuoyunda da etkililiği azalıyor. Baroların avukatları harekete geçirebilme, hukuk mücadelesini sokağa taşıma kabiliyeti son derece azaldı. Bu zayıflama da avukatların yani savunmanın güçsüzleşmesine neden olan etkenlerden en önemlisi.”
‘Baro yönetimleriyle avukatlar arasında sınıfsal bir açı var’
Savunmanın güçsüzleşmesi aslında yurttaşın da güçsüzleşmesine neden oluyor. Yargıya zaten siyasal baskının ve müdahalenin arşa çıktığı, yüksek mahkemeler arasında çıkan krizlerin ortasında savunmanın da hem hukuki hem siyasal hem de sınıfsal krizi var. Av. Doğan o sınıfsal krizi anlatırken meslek odalara dikkati çekiyor:
“Artık Türkiye’de baro yönetimleriyle avukatlar arasında sınıfsal bir açı var. Yönetimlere bakıyoruz, hepsi patron avukatlar. Avukatlar arasında sınıfsal farklar hep vardı, ama son dönemde değişen şey avukatların çoğunluğunun işçileşmesi oldu. Avukatların sorunları da işçi sınıfının sorunlarıyla eş değer bir şekilde başkalaştı. Artık baro yönetimlerinin hem geçmişte meslek odası oldukları için karşılaştıkları sorunların yanı sıra sınıfsal bir farklılaşma nedeniyle var olan sorunları anlayamadıkları bir tabloya dönüştü.”
Mücadele sokaklarda varlık göstermeli
Mesleğin niteliksizleşmesi eğitimin niteliksizleşmesiyle ilintili. Savunma bugün tüm sorunlarını haykırmak için zaten Ankara sokaklarında. İşin sınıfsal kısmına geri dönecek olursak yine ücret tarifelerine değinmek gerekiyor. Ocak ayında bir aylığına başlayan CMK grevinin neden etkisiz olduğu önemli bir soru, şöyle yanıtlıyor:
“Genç avukatların büyük bir çoğunluğu CMK ücretleri üzerinden hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Serbest çalışan avukatlar, CMK işlerini almak zorunda. Avukatların bu denli yoksullaştığı bir durumda tek gelir kaynakları olan CMK grevinin sürdürülebilirliği sağlanamaz. Çünkü, ‘Ben nasıl geçineceğim o zaman?’ sorusuna bir cevap veremeyiz. Bu da bu grevin temel çelişkisiydi. Grev zaten 1 ay süreyle yapılmıştı.”
Sorunlara karşı hem siyasi hem de hukuki bir mücadele verilmesi için adliyelerden sokaklara çıkan bir varlığın gerekliliği apaçık bir gerçek olarak karşımızda. Avukatlar bugün sokaklarda savunmanın adalet arayışı için ses yükseltirken yalnızca kendileri için değil, yurttaşın savunma hakkını da koruyor.
/././
İzmir kitap fuarında Kürtçe kitaplara keyfi engelleme: 'Kitaplar gözaltına alındı' (Özkan Öztaş-soL/Özel)
İzmir'deki kitap fuarında Kürtçe kitaplara yapılan engellemeler gündemde. Sorunlara maruz kalan PirkukaKurdî sorumlusu ve kitabın yazarları soL'a konuştu.19 Nisan'da başlayan ve 28 Nisan'a kadar sürecek olan İzmir kitap fuarında Kürtçe kitapların yer aldığı PirkukaKurdî standına yapılan polis baskını gündem olmuştu. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından bandrollenmiş, mevzuata uygun kitaplar adeta yangından mal kaçırılır gibi toplatıldı ve bir stant görevlisi de gözaltına alındı.
PirtukaKurdî koordinatörü Bawer Berşev ve kitabı toplatılan araştırmacı yazar Sedat Ulugana yaşananları soL'a değelendirdi.
'Kitaplar tehlikeli olabilir'
Geçen hafta cumartesi günü yaşananlar hakkında soL'a konuşan Bawer Berşev, yasal ve bandrollü kitaplar için "terör kitapları" denilerek standa polislerin geldiğini ifade ediyor:
"Geçtiğimiz hafta Cumartesi günü sabah erkenden iki-üç polis standımıza gelip, 'Hakkınızda şikayet var terör kitapları satıyorsunuz' dedi. Biz de bahsettikleri içerikte bir kitap satmadığımızı, kitaplarımızın yasal bandrollü olduğunu kendilerine ilettik. Sonra, kitaplarımızı incelemek istediler. İncelediler, kitapların fotoğraflarını çektiler. Daha sonra da gittiler. Akşama doğru yine bu sefer beş-altı polis birden geldi. Gün içinde sürekli gidip geldi polisler. Her seferinde de sayıları arttı. Son örnekte 12 sivil polis standımıza geldi ve 'Kürdistan Hükümeti' adlı kitapla ilgili toplatma kararı olduğunu söylediler. Standımızda duran arkadaşımız kitabın yasak olması ile ilgili kendilerinde bir bilgi olmadığını ama bununla ilgili ellerinde resmi bir yazı varsa kaldırabileceklerini söyledi. Ardından polisler diğer kitapları da tek tek incelediler. Düşünün, 3 saat boyunca 12 tane polis standımızı işgal etti ve satış yapmamızı engellediler. Amaçları elbette korkutmaktı. Amed'e (Diyarbakır) geri dönmemiz için baskı kurdular. Daha sonra yasaklı dedikleri kitap dışında, kitapların adında ya da içinde Kürdistan kelimesi geçen iki kitabı daha tehlikeli olabilir düşüncesiyle incelemek bahanesiyle topladılar. Tüm nüshalarını aldılar. Hiçbir alakası olmamasına rağmen stant görevlisi arkadaşımızı da Terörle Mücadele birimine götürdüler."
'Daha önce böyle bir sorunla karşılaşmamıştık'
Daha öncesinde de defaatle İzmir'deki kitap fuarlarına katıldıklarını belirten PirtukaKurdî koordinatörü Bawer Berşev, böyle bir uygulama ile İzmir'de ilk kez karşılaştıklarını anlatıyor:
"İzmir kitap fuarına üçüncü ya da dördüncü katılışımız bu. Daha önce hiç böyle bir şey yaşamadık. Yani sıkıntı olacağını da hiç düşünmemiştik açıkçası. Bu tür vakalarla ilk defa karşılaşıyoruz. Ancak Kürt yayıncıları Bursa'da, Kocaeli'de, İstanbul'da benzer sıkıntılar yaşadı. Özellikle bazı Kürt yayınevlerine ekstra bir baskı uygulanıyor. Aram Yayınları buna bir örnek. Ama biz ilk defa böyle bir şeyle karşılaştık."
Siyasi iklime göre tarife: Aynı kitaplar bir yasaklı bir serbest
Bawer Berşev, kitapların bazen yasaklı bazen serbest olduğundan, bazen dolaşımına ve dağıtımına engelleme geldiğinden bazen ise teşvik edildiğinden bahsediyor. Anlaşılan o ki siyasi iktidarın iklimine göre kitaplar da etkileniyor.
Bawer Bey bu süreci şu sözlerle anlatıyor: "Konjonktürle alakalı bir durum. Bundan 7-8 sene önce, yani çözüm süreci zamanında, Abdullah Öcalan'ın kitapları bile çok rahat satılabiliyordu. Hiçbir problem yoktu. Hatta cezaevlerine, yayınevleri ya da kitapçılar, setlerini dahi gönderebiliyordu. Hiçbir problemle karşılaşmıyorduk. Ancak çözüm süreci bittikten sonra kitaplara ekstra sansür uygulanmaya başlandı. Bundan Kürtlerle ilgili, Kürt tarihi ile ilgili, Kürdistan ile ilgili kitaplar daha çok etkileniyor haliyle. Özellikle de Aram Yayınları'nın bu süreçten daha çok etkilendiğini söyleyebilirim."
Kürtçe kitaplar serbest, Türkçeler yasak: Anlayabildiklerine yasak koyuyorlar
Bawer Berşev yapılan yasaklamaların belli bir içerik, konu, ya da teknik nedenlerden değil, o an ilgili memurun dikkatini çeken içerik üzerinden gerçekleştiğine dikkat çekiyor:
"Kitapların Kürtçe olmasının hiçbir önemi yok. Hatta Kürtçe kitaplar neredeyse daha az yasaklanıyor diyebilirim. Çünkü bilmiyor, içeriğini anlamıyorlar. Bilmedikleri için de Kürtçe yasaklanan kitap sayısı Türkçe yasaklanan kitaplardan çok daha az. Hatta bazen kitabın kapağındaki bir görsel ya da tasarım yüzünden bile yasaklayabiliyorlar. İçeriğine bakmadan, sırf kitabın kapağında onlar için siyasi bir içerik var diye yasaklanabiliyor kitaplar. Yasaklanan kitapların yüzde 90 siyasi, yüzde 10'u da Kürt tarihi ile ilgili kitaplar."
88 yıl önce yasaklanan kitap bu sefer toplatıldı
Kitapları toplatılan yazarlardan biri de Kürt tarihçi Dr. Sedat Ulugana. Paris'te araştırmalarına devam eden Ulugana, Kürt tarihi ile ilgili ortaya çıkardığı belgelerle ve araştırmalarıyla biliniyor.
Sedat Ulugana'nın kaleme aldığı "Dêrsim'in İmdadına Giden 'Kürdistan Fedaisi' Muşlu Hilmi Yıldırım" kitabı da keyfi toplatılan kitaplar arasında. Konuyla alakalı soL'a konuşan Ulugana, kitabın teknik olarak "gözaltına alındığını" ifade ediyor. 88 yıl önce yasaklanan kitabın yazarı hakkında yapılan araştırmanın aradan geçen neredeyse 100 yılın ardından toplatılmasına tepki gösteriyor.
Ulugana konuya dair düşüncelerini şu sözlerle anlatıyor:
"2018’de Fransa’nın Nantes arşivinde doktora tezim için araştırma yaparken Osmanlıca kaleme alınmış olan bu iki kitap ile tesadüfen karşılaştım. Kısa bir süre sonra her ikisini de Latinize ettim. Ekseriyetle kendisine 'Kürdistan Fedaisi' diyen Muşlu Hilmi Yıldırım’ın hikayesinin peşine düştüm. Hikayesini kitap haline getirdim. Kitabın adı da haliyle 'Dersim’in imdadına giden Kürdistan Fediaisi Muşlu Hilmi Yıldırım' oldu.
Kitap çok kısa bir sürede tükendi. İkinci baskı için biraz beklemek zorunda kaldım çünkü hikayenin bazı hususları hâlâ belirgin değildi. Sağ olsun sayın Mahmut Akyürekli, Sayın Selim Temo ve Sayın Orhan Kaya'nın arşivlerinden ve Hilmi Yıldırım'ın yakınlarından edindiğim belgeler sayesinde bu muğlak hususlar netleştirildi ve ortaya daha nitelikli bir çalışma çıkmış oldu.
Velhasıl kitap geçen haftalarda tekrar baskıya verildi ve birkaç gün önce de İzmir Kitap Fuarı'nda satışa sunuldu. Lakin kalabalık bir sivil polis grubu, kitabın bulunduğu Dara Yayınevi standını basarak hiçbir hukuki ve yasal gerekçe göstermeden kitabın bütün nüshalarına el koydu. Gerekçeleri ise 'Tehlikeli ve zararlı olabilir' idi... Zira kitabın isminde tırnak içinde 'Kürdistan Fedaisi' sözcüğü geçiyordu.
Kürdistan kelimesini görünce adeta kırmızıyı gören boğaya dönüşen cenah şunu unutmamalı ki, Kürdistan coğrafi ve idari bir terim olarak en az bin yıldır kullanılıyor. Şayet künyesinde Kürdistan bulunan kitaplara el koyacaklarsa, 1020'li yıllarda yazılan Edesalı Matheus’un tarih kitabına (ki Türkçesi Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilmiştir), yine aynı yıllarda yazılan ve Türkçe’nin ilk dilbilgisi kitabı olan Divan-ı Lügat'it Türk'e, Yavuz’dan Vahdettin’e kadar bütün Osmanlı padişahlarının bazı ferman, beraatlarına, Mustafa Kemal’in Nutuk’una ve İlk Meclis’in tutanaklarına da el koymalılar.
88 yıldan bahsediyoruz… 88 yılda Türkiye'de Kürdoloji'ye dair tavırda hiçbir şeyin değişmemiş olması son derece üzücüdür. Ekseriyetle tek parti dönemini eleştiren, bütün kötülüklerin anası olarak gördüğü tek parti rejiminin yasakladığı kitabı 88 yıl sonra tekrar toplatan günümüz siyasi iradesi bu şekilde kendisi ile çelişiyor.
Öte yandan, bir kurban olarak Hilmi Yıldırım'ın yegane mirası olan bu kitaplara karşı sorumluluk hissediyorum. Adorno'nun da dediği gibi 'Katledilenleri unutmak, anımsamamak onları tekrar katletmektir'.
Benim Hilmi Yıldırım'ı tekrar katletmeye niyetim yok."
Yaşanan benzer olayların Kürtçe ve Kürt tarihi ile ilgili üretim yapan yayın evlerini doğrudan etkilediğini ifade eden Bawer Berşev bu tür örneklerin, kitapların okuyucuya ulaşma süreçlerini de kötü etkilediğini söylüyor. Kürt okurların kitaplara daha çok sahip çıkası gerektiğini ifade eden Berşev, daralan okur kitlesine ek olarak yasaklamaların süreci zorlaştırdığını belirtiyor.
/././
Demonte: Parçaların bütününden fazlasıdır hayat (BUĞRAHAN AYDIN-sol/kültür)
“Demonte”, hayatın montajına dair sorular soruyor.Daha önce “Güzel Son” oyunuyla Afife Tiyatro Ödülleri'nde Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü'ne layık görülen Hakan Tabakan’ın kaleme aldığı, Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği, Nilay Erdönmez ve Cem Zeynel Kılıç'ın sahnelediği Demonte, Fişekhane’de izleyicileriyle buluşuyor.
"Parçaları bir araya getirmek zannettiğimiz kadar kolay olmayabiliyor veya kurduğumuz, arzuladığımızla benzer bile olmaz ya da insan insanın kurgusu bile değildir" diyen oyun, gerçekçiliği ve iyi oyunculuk performanslarıyla, evli bir çiftin hikâyesi üzerinden kurduğumuz ilişkileri ve bu ilişkilerde neleri yapıp neleri yapmadığımızı sorgulatıyor.
Oyunda otuzlu yaşlarının sonunda olan Aliye ile Yalçın, o gün ve akşamında, hatta gece boyunca çok eğleneceklerini düşünerek yeni taşındıkları evlerine demonte mobilya alıyorlar. Oyun boyunca bir araya getirmeye çalıştıkları parçalar, ilişkilerinin derinine indikçe bir araya gelmemekte inat etmeye başlıyor.
Demonte’de hamile Aliye’nin monte etme arzusu ve çabasını, Yalçın’ın beceriksizliklerini izliyor, kurmaya çalıştıkça dağılan demonte mobilyaların aslında bir eve sıkışmış hayatları olduğunu görüyoruz. Hayatın her zaman demonte mobilyaların olduğu gibi bir kullanım kılavuzunun olmadığını, birbirimizden çok farklı olduğumuzu düşündüğümüz noktalarda karşımızdakiyle aslında aynı sayfada olabileceğimizi Aliye ve Yalçın'la birlikte hatırlıyoruz.
Oyunun iddiası, Woody Allen’ın dediği gibi, “bütün cevaplarınıza sorularının olması”. Demonte'nin 3 Mayıs ve 24 Mayıs tarihlerinde Fişekhane'de ilişkilerimizi oluşturan dinamiklere, yargılarımıza, peşin algılarımıza dair izleyicilerine sunduğu soruları var.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder