Yetenekli Bay Şimşek (Engin Solakoğlu)
"Bay Şimşek de Akepe de yalnız değildir. Arkasında kimisi muhalif ve alternatif görünümlü koca bir düzen aparatı mevcuttur."
Bu hafta koyun üzerine yazacaktım. Öyle mecazi anlamda filan değil, bildiğimiz koyun olacaktı konum. Elinde kadeh 30 yıl kokteyl kokteyl gezmiş bir monşer eskisi ne anlar koyundan kuzudan diyeceksiniz. Haklısınız ama az buçuk iktisatçılığımla koyunun Anadolu’da nasıl olup da halkın erişemeyeceği bir ürüne dönüştüğünü ele almaktı niyetim. Bu seferlik olmadı. Koyun olmayınca da Abdurrahman Çelebi’ye yöneldim mecburen.
“Yetenekli Bay Ripley” 1999 tarihli bir film. Patricia Highsmith’in 1955 yılında yazdığı bir romandan uyarlanmış. Geçtiğimiz günlerde bir de dizisi yayınlandı “Ripley” adıyla. Romanı okumadım ama film ile dizi arasındaki en önemli fark ana kahramanın yetenek seviyesi gibi geldi bana. Birincisinde daha becerikli, ince hesaplar yapan bir Ripley izlerken, dizide biraz daha sakar ve kurtuluşu büyük ölçüde rastlantılara bağlı bir karakterle karşı karşıya kaldık.
Geçen yıl Ekonomi ve Maliye Bakanlığı’na atanan Mehmet Şimşek’in kullandığı bir ifadeye ilişkin tartışmanın bana ilk hatırlattığı bu oldu nedense. Şimşek öyle anlaşılıyor ki yetenekli ve zeki bir kişi. Yani filmde anlatıldığı gibi bir Ripley. Kürt asıllı, Türkçe’yi okulda öğrenmiş, sonra da Ankara Siyasal’ın İktisat bölümünü dereceyle bitirmiş. Cumhuriyetin halkın birikimleriyle oluşturulmuş en kilit kurumlarından biri olan Etibank’ın bursuyla yurtdışına, İngiltere’ye gönderilmiş. Exeter Üniversitesi’nde “Finans ve Yatırımlar” mastırı yapmış. Dönüşünde aldığı bursun karşılığını çalışarak öderken Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’ne transfer olmuş ve 4 yıl burada “kıdemli ekonomist” sıfatıyla görev yapmış. Daha sonra çalıştığı firma ve kuruluşların hiçbiri tesadüfen, sınavda kopya çekilerek, eş-dost torpiliyle ya da Akepe ilçe başkanı kartvizitiyle girilebilecek yerler değil. Union Bank of Switzerland, Deutsche Bank, Merrill Lynch, Dünya Bankası ve IMF. İnsan sayarken yoruluyor.
Kariyerine bakarken bir nokta dikkatimi çekti. Şimşek, Merrill Lynch’teki görevi sırasında Rusya’ya da ziyaretler yapmış, 1998-1999 yıllarında bu ülkedeki üst düzey yetkililerle görüşmeler yapmış. Rusya’nın uluslararası finansın koltukladığı Yeltsin ve etrafındaki Nemtsov, Chubais gibi liberal prensler ve oligarklar tarafından acımasızca yağmalandığı dönem. Benim de Moskova Büyükelçiliğinde çalıştığım, Rusya’nın merkezden uzak yörelerinde yaşayanların yoksulluğu geçtim özellikle kış aylarında açlıkla boğuştuğu yıllar.
O sırada yaşanan talan ve sefalet hakkında bir fikir vermek için hep kullandığım bir örneği anımsatayım. Rusya’nın doğusunda, nükleer silahların da bulunduğu bir askeri üste ayaklanma çıkmıştı. Askeri üs deyince aklınıza kışla gibi basit bir şey gelmesin. Askerlerin, subayların aileleriyle birlikte yaşadıkları orta büyüklükte bir kentten söz ediyorum. Ayaklanmanın sebebi halkın kış aylarında tüketmek zorunda kaldığı konservelerden zehirlenmeleriydi. Askeri, subayı, kadını, çocuğu hepsi açlık tehlikesiyle karşı karşıyaydı ve Yeltsin denen ayyaş haydut ile etrafındaki hırsız çetesi bir çok başka yere olduğu gibi bu üsse de “kaynak yokluğu” gerekçesiyle gıda göndermemişlerdi. Bıçak kemiğe dayanınca da isyan çıkmış, üsteki nükleer füzeler dolayısıyla konu uluslararası bir sorun haline gelmişti. ABD ve Avrupa panikteydi. Nükleer düğmeler aç parmakların ucundaydı ne de olsa. Dönemin etkili ismi ve Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı General Lebed üsse gitti, görüşmeler yaptı, gıda stoklarının yenileneceği sözünü verdi ve ayaklanma sona erdi. İzleyen haftalarda ABD’den binlerce ton donmuş tavuk yardımı geldiğine tanık olduk. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ardılı Rusya’nın finans ve finansçılar eliyle uğratıldığı felaketin kısa hikayesi olduğu kadar bir anlamıyla da “bir daha asla” diyen Rus devlet aygıtının Putin’i iktidara taşımaya karar verme sürecinin habercisidir.
Dönelim biz yetenekli Bay Şimşek’e. Bakan Şimşek geçen hafta ABD’deki temasları sırasında Türkiye’de enflasyonla mücadele konusundaki üstün başarılarını ana dili gibi konuştuğu İngilizce dilinde anlatırken bizlerden “locals” diye bahsetti. Yerliler, yerel halk diye de çevirebiliriz. Haklı olarak bayağı bir alındık. Hiç değilse “halk” diyebilirdi diye düşündük. Öyle ki, yandaş basın bile İngilizce metne sansür uygulama ihtiyacı hissetti. Sonra da zırvayı tevil çalışmaları başladı. İşin ilginç yanı bu çabalara sözde muhalif “ekonomist”ler öncülük ettiler. Bu teknik bir terimmiş, kullanılabilirmiş vs. Sonra da “zamanında İmamoğlu da söylemişti, Yavaş da kullanmıştı gibi saçma bir izahat demetiyle karşılaştık. O zevatı savunmak işim de değil derdim de ama dinledim konuşmalarını. Bağlamlar farklı.Geçelim.
Önce gönüllü avukatlardan başlayalım. Mehmet Şimşek iktisat okumuş sonra çok yetenekli bir finansçı olmuş. Bunlar da öyleler. Yanlış anlaşılmasın yeteneklerini kastetmiyorum. Onlar da finansçılar anlamında. Yalnız bazıları “ekonomist” olduklarını, biraz daha çekingen olanları ise “ekonomi yazarı” olduklarını söylüyorlar. Hepsi doğrudur ancak kesin olan bir şey var “iktisatçı” değiller. Rasyonel ve “Ortodoks” politikalardan yanalar.
Bunun Türkçesi “halkı daha da ezelim, özel teşebbüse kaynak aktaralım” politikasıdır. Yetenekli Bay Şimşek’e duydukları hayranlık buradan kaynaklanmaktadır. Aslında yaptıkları, çaplarına göre holdinglere, şirketlere ve en kötüsü de “ne yapsam da üç kuruşumu kaybetmesem” derdindeki halka muhalif kanallar aracılığıyla yatırım tavsiyesi vermekten, “dolar haftaya 80 lira olacak, altının onsu tavana vuracak, arabanızı satın Silkeler A.Ş. senedi alın” demekten ibarettir.
İktisatçı ile “ekonomist” görünümlü finansçının temel farkı budur. Gerçek iktisatçı üretim biçimlerini, kaynakların dağıtılma tercihlerini sorgular, denklemi emek-sermaye çelişkisi üzerine kurar, eşitliği arar. Finansçı var olan eşitsizlikleri “rasyonel” olarak sürdürmenin ve büyütmenin peşindedir. Bu yüzden Bay Şimşek ve destekçileri gibi finansçılar insan gibi yaşamak isteyen halk yoktur, kandırılması ve şirketlerin daha çok kazanması için ikna edilmesi, olmadı boyun eğdirilmesi, o da olmadı yerine başka bir kitlenin geçirilmesi gereken “locals” vardır. Finansçılar için halk, denklemde önemsizleştirilmesi, mümkünse “1(bir)” değerinde tutulması gereken bir katsayıdır.
Bu olaydan da gördüğümüz gibi Bay Şimşek de Akepe de yalnız değildir. Arkasında kimisi muhalif ve alternatif görünümlü koca bir düzen aparatı mevcuttur.
Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir. Ekonomiye iktisatçıların müdahil olamadığı yerlerde ise finansçıların eline düşersiniz. Bunlar size “rasyonel” diye diye açlığı ve sefaleti pazarlarlar.
Bu oyuna direnmenin ve halkı ezerek hayatta kalan bu çarkı kırmanın, bu konudaki kararlılığı göstermek için 1 Mayıs’ta meydanları doldurmanın tam zamanıdır.
/././
Çocuklarını seven ülke (Senem Doruk İnam)
Bu 23 Nisan’da Kübalı çocuklar bize önemli bir şeyi hatırlattı. Çocuklarını seven ülkenin ne demek olduğunu. Sosyalizmde eşit ve mutlu çocuklar var.
“Çocuklar, bugün 23 Nisan, 1920’de saltanata, padişahlığa son verilen, işgalcilere karşı mücadelenin taçlandığı, egemenliğin millete verildiği gün. Yeni Türkiye’nin kuruluş günü. 23 Nisan 1920’de açılan meclis Cumhuriyet’e, laik, egemen ve bağımsız bir ülkeye doğru atılan en ilerici adım.” İlkokul çağlarındaydık, 23 Nisan sabahı gösteriye çıkmadan önce beden eğitimi öğretmenimiz söylemişti bu cümleleri.
23 Nisanlar bahardır, öyle ki havanın sıcak olması beklendiği için genellikle kıyafetlerimiz şortlar, etekler ve kısa kollular olurdu. O 23 Nisan sabahından hatırladığım iki şey var; biri, 23 Nisan’da padişahlığa son vermek ve Cumhuriyet’i kurmak için bir Meclis kurulduğu, diğeri de bahar olmasına rağmen şort ve çiçekli bluzlarla çok üşüdüğümüz.
Cumhuriyet’in çocuklar ile ilişkisinin anlamı büyük. Bu anlamın bu ülkenin çocuklarına devrettiği şey de öyle. Bugün yine bir 23 Nisan, bu yazıyı kaleme alan ben ve 90’larda 23 Nisanları yaşamış çocuklar, büyüdük. Bugün kutlanacak bir gün yok. Biraz umutsuz gelebilir ama ne egemen ne de çocuklar için bayram olabilecek bir ülkede yaşıyoruz. “90’larda var mıydı” diye soranlar olduğunu duyabiliyorum.
Bu ülke kuruluşundan bu yana burjuva karakteri nedeniyle kuruluş değerlerini adım adım yitiren, kendi devrimine ihanet eden bir ülke. Kuruluş felsefesinde halk egemenliğine dayanan meclis, bugün yalnızca sermaye egemenliğini temsil ediyor. Halkın olan kaynaklar gasp edilip, sermayeye peşkeş çekiliyor, özelleştiriliyor. Kamusal alanlar başta yerel yönetimler olmak üzere sadece kârlılık hesabı yapılarak sermayeye açılıyor, her türlü kamusal hizmet piyasanın kurallarına tabi tutuluyor, dinci gerici vakıflar, tarikatlar kamu kaynaklarından beslenerek palazlandırılıyor. Emekçilerin köle gibi çalışmaya mahkum edildiği çalışma saatlerinden, alacakları üç kuruş asgari ücrete kadar tüm sömürü kararlarının altında, düzen partilerinin tümünün onayıyla, bu meclisin imzası var. Yani adlı adınca sermayenin imzası. 104 yıl sonra, adım adım, halkın egemen olduğu iddiasını taşıyan bu meclis sermaye egemenliği bayrağının dalgalandığı bir meclise dönüştü. Bugün TBMM patronların, saltanat ve hilafet özlemcilerinin doluştuğu bir yer.
Peki ya çocuklar?
23 Nisan çocuklara armağan edilmiş bir gün. Patronların, çok uluslu tekellerin, sömürünün, tarikatların olduğu yerde egemenlik aranmıyorsa çocuklara bir gelecek beklemek de mümkün değil. Hatta, böyle bir ülkenin geleceği olmayacağı gibi çocuklarının bugünü de tehlike altındadır.
Örneğin, bizim ülkemizin çocuk işçileri var. Henüz ilkokul çağında, çocuk bayramını kutlaması gereken çocuklarımız işçi. Birçoğu okul yüzü görmüyor, belki güneş yüzü bile. Erkenden büyüyorlar. Kayıtsız, korumasız çalıştırılıyor, sömürülüyor ve hatta ölüyorlar.
Bizim ülkemizde her çocuk eğitim göremiyor. Parası olan çocuğunu kreşe, özel okula gönderebiliyor, parası olmayanın çocuğu ise tarikatların kucağına itiliyor. Çocuklar o tarikatlarda karanlığın pençesine hapsoluyor, şiddet görüyor, istismar ediliyor, çocuk yaşlarında evlendiriliyor. Bizim ülkemizde çocuklar bilimsel eğitim alamıyorlar. Devlet okullarında bile para konuşuyor, bir de imamlar. Sanattan, spordan uzak, uyuşturucuyla tanışıyorlar daha küçücük yaşta. Tarikatlar ne kadar akıllarını hapsediyorsa uyuşturucu o kadar hapsediyor körpe bedenlerini. Bizim ülkemizde çocuklar açlıkla talim ediliyor. Deprem yaşamış, evlerini kaybetmiş çocuklar yeterli gıdayı alamadıkları için büyüyemiyorlar, gelişemiyorlar.
Çocuklarını aç ve sahipsiz bırakan, sömüren, çocuklarına çocukluğunu yaşatmayan bir ülkenin geleceği olur mu? Olmaz.
O zaman geleceği yeniden kurmaya ihtiyacımız var. 23 Nisan 1920’de açılan Meclis saltanat ve hilafetten kurtulmamızın ve laik Cumhuriyet’e ulaşmamızın en önemli adımıydı. Bugün halkımızın yeni bir meclise ve Cumhuriyet’e ihtiyacı var. Sömürünün olmadığı, eşit, laik bir Cumhuriyet için patronlardan kurtulmaya ihtiyacı var.
****
Geçtiğimiz hafta Küba Çocuk Tiyatrosu La Colmenita, “Küçük Arı’ları” İstanbul’da ağırladık.
Kübalı çocuk tiyatrosu topluluğunun uzun ve etkili bir hikayesi var. ‘Küçük Arılar’, Raul Castro’nun izledikten sonra “sırf bunun için, Sierra Maestra’ya çıktığımıza değer ve yine sırf bunun için, gerekirse yeniden çıkmaya hazır olmalıyız” dediği bir topluluk. Belli ki Küba’daki anlamı büyük.
Kalabalık bir ekiple 23 Nisan’da sahne almak için gelen çocuk tiyatro ekibi oldukça dikkat çekici. Geçtiğimiz hafta, yolu Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ne düşenler mutlaka kahkaha atan, aniden hep birlikte şarkı söyleyip, dans etmeye başlayan çocukları ve yetişkin eğitimcilerini görmüş ve gülümsemiştir.
Evet, çocuklar nasıl olsa diye düşünüyor olabilirsiniz; heyecanlılar, neşeliler, şarkı söyleyip, dans ediyorlar. Mutlu ve özgüvenliler… Bu mutluluğun ve özgüvenin nedeni yalnızca çocuk olmalarından değil. Yaşadıkları ve büyüdükleri ülke, o ülkede çocuğun anlamı ve değeri, o mutluluğun önemli bir kaynağı.
Birlikte kahvaltı yaptık, kahvaltıda onlara bizim ülkemizdeki çocukların sistem yüzünden eğitimden sağlığa ve beslenmeye kadar birçok sorunla karşı karşıya kaldıklarını anlattık. Yaşları 4 ile 17 arasında değişen Kübalı çocuklar şaşkınlıklarını gizleyemediler. Bir çocuğun eğitim ve sağlık problemi yaşaması aşina oldukları bir durum değil. Evet onların ülkesi abluka nedeniyle birçok başlıkta yoksunluk çekmek zorunda bırakılan, ekonomik zorluklarla boğuşan bir ülke ama yine de Küba’da çocuklar mutlu ve eşit. Sosyalizmde bir çocuğun eğitim, beslenme ve sağlık problemi olamayacağı gerçeğini o pırıl pırıl çocuklar yeniden hissettirdiler bize.
Sonra topluluğun kurucularından Tin “Komünizm çocuklar gibidir, dedi. Çocuk gibi temiz, çocuk gibi açık ve gülümseyen…”
Bu 23 Nisan’da Kübalı çocuklar bize önemli bir şeyi hatırlattı. Çocuklarını seven ülkenin ne demek olduğunu. Sosyalizmde eşit ve mutlu çocuklar var.
Bizim de ihtiyacımız olan çocuklarını seven bir ülke.
/././
Ve bu arada Kuvayı Milliye ve yerel kongreler (Serdar Şahinkaya)
Ülke tarihinde ilk defa olarak yerel ve ulusal önderlerle halk arasındaki yakınlaşma, kongreler döneminin bir ürünüdür...
1Bugün 23 Nisan. 1920’nin baharı bozkırın Ankara’sında toplanan Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 104. Yıldönümü. Kutlu olsun. Sonsuz olsun.
Geçtiğimiz günlerde kamuoyunda talihsiz bir biçimde Kuvayı Milliye, şeriatçı, köktendinci, ümmetçi bir terör örgütü olan Hamas ile karşılaştırıldı. Bu bir akıl ve vicdan tutulmasıdır. Zamanıdır diyerek antiemperyalist bir direniş örgütü olan Kuvayı Milliye’nin toplanma sürecine biraz daha yakından bakalım.
Görsel, kıymetli dostum Murat Sayın’a aittir. Kullanma izni verdiği için teşekkürlerimle.Nedir Kuvayı Milliye? Çok konuşulur ama mühim sorudur. Çok uzatmadan iki cümle ile tanımı yapılabilir. Top yekûn isyan eden bir milletin, her türden yoksunluk ve yoksulluğuna rağmen insan hak ve onuruyla millî bağımsızlığı için ayağa kalkışıdır. Kuvayı Milliye, topyekûn ölmeye karar vermiş bir halkı yok etmeye hiçbir gücün yetmeyeceğinin bir destanıdır2.
Attilâ İlhan, 'Kuvayı Milliye aslında XX. Yüzyılın gördüğü ilk ‘Halk Kurtuluş Ordusudur’ diye tarifler3. Ve yaklaşık bir asır sonra O’nu yani Kuvayı Milliye’yi tanımlamaya kalkan ne derse desin; hangi belgeden hangi kanıtı çıkarırsa çıkarsın, yaşanmışı yaşamış ölçüsünde algılayamaz. Farklı bir ifade ile “Bir ulusun topyekûn Ya istiklâl ya ölüm bilinci ve elinde çakaralmaz diz çöküp kurşun yağdırarak, çaresizliğin çaresinin ne olduğunu; halin ve geleceğin ne olacağını; neyin nasıl yapılması gerektiğini; ve hiçbir dayatma ve koşulda vatanın elden gitmeyeceğini hem yurtseverlere göstermesi hem süperlerin her türlü varlık ve gücüne karşın tarihin sahnesine yumruğu sıkılı, dişleri kenetli ve kan-ı revanda çıplak bedeni dimdik çıkıvermenin gizil gücüdür Kuvayı Milliye”4.
Kuvayı Milliye, yoksun, yoksul ve mazlum bir halkın ürettiği olağanüstü bir destandır demiştim. Bu destanı yaratan ve üretenlerin, direnişe kul olarak başlamalarına rağmen sonrasında yaman birer yurttaş; hilâfet ve saltanata taparcasına bağlı olanların sımsıkı cumhuriyetçi oluşlarının öyküleri yerel kongrelerde ve 23 Nisan 1920’de açılacak olan Büyük Millet Meclisi tutanaklarına adeta kazınmıştır. Meraklılar o tutanak ve zabıtlara mutlaka göz atmalıdır.5
Mondros’un metni karşılıklı askerî konumları saptayıp, donduran bir silah bırakma belgesi olmaktan çok, yeni paylaşımlara zemin hazırlayan, ilerisi için kalıcı sonuçlara yol açan siyasi belgedir. Bu belge ile Osmanlı İmparatorluğu, ruhunu teslim etmiştir.
Eğer Osmanlı İmparatorluğu’ndan 1923 Cumhuriyetine geçiş köprüsü TBMM’nin açılışıyla başlayan bir dönem ise bunun bir de prelüdü olmalıdır. İşte bu mayalanma ve hazırlanmadan oluşan prelüd aşaması olsa olsa Kongreler dönemi olarak adlandırılabilir.
Mustafa Kemal, vaktiyle İstanbul’daki iktidar çevresi dışında kalmış olmasından duyduğu hoşnutluğu şöyle dile getiriyordu: “Osmanlı Devleti, felâkete uğrayıp sarsıldıktan ve her şey çamurlar içine battıktan sonra dahi yapılan bu işlerde müspet hiçbir mana ve maksat yoktu. Esasen devirleri ayıran bir çizgi olmak gerekir. Şimdi çok memnunum ki, beni geçmiş işlere karışmaktan men etmişlerdir. Gerçekten insan yaşadığı, bulunduğu ve çalıştığı muhit içinde o devri sevk ve idare edenlerle hemhal ve bir kanaatte olursa aynı muhit ve devrin adamı olmaktan çıkmaz. Beni bu felaketten uzak kılmak (kalmak) için ellerinden geleni yapanlara teşekkür etmeği vazife sayarım”6. Mustafa Kemal Paşa’nın başka bir muhit ve devrin adamı olması ve ulusal tezleri netleştirmesi Anadolu günlerine rastlar. Burada temel belgeleri; Amasya Kararları ve Ta’mim7, Erzurum ve Sivas Kongre karar ve beyannameleri8 ve Mîsâk-ı Millîdir9. Son belgenin de Heyet-i Temsiliye ve Mustafa Kemal çıkışlı olduğu birlikte değerlendirildiğinde bu metinlerdeki esaslara Anadolu Programı denebilir. Bu programın ortaya çıkış günleri için Attilâ İlhan şu isabetli yorumu yapar: “Mustafa Kemal, Amasya Tamiminden itibaren, Osmanlı meşruluğunu reddetmiş, tarihsel meşruluğu önemsemiştir. Buysa ‘ihtilalin’ ta kendisidir”10.
Anadolu programında esas hedef; ülkenin, milletin ve devletin tam bağımsızlığı olarak saptanmıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bu tercihindeki hareket noktası ilk bağımsızlık bildirisi niteliğindeki Amasya Ta’miminde belgelendikten sonra, bölgesel kapsamlı oluşuna rağmen Erzurum Kongresi tarafından da benimsenmiş, Sivas Kongresi kararları ile Mîsâk-ı Millî metninde de istiklâl ve serbestî-i tammaye mazhar olmak üss-ül esâs-ı şeklinde tamamlanmıştır.11
Gelelim kuzey komşumuz Sovyet Rusya ile o dönemin ilişkilerine.
1917 Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet iktidarı, vaktiyle Rusya’nın taraf olduğu gizli paylaşım anlaşmalarını açıklamış ve tek yanlı olarak feshetmişti. 3 Mart 1918 tarihli Brest – Litovsk Antlaşmasıyla da Ardahan, Kars ve Batum Bölgelerinde Rus işgaline son verilmişti. Türk-Sovyet ilişkilerinde bu olumlu başlangıç havası ilerleyen yıllarda tam bir dostluğa dönüşecektir.12 Lenin’in Ankara hükümeti temsilcileriyle kurulan ilişkilerdeki bakış açısı bağımsız Türkiye hedefini paylaşmak şeklinde olmuştur. 1920’de Bakü’de toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı Türkiye’deki ulusal devrimci hareketi desteklediğini ilan eden kararını aldı. Sovyet yönetimi Türkiye’deki antiemperyalist savaşı ve dolayısıyla ulusal – bağımsız devlet tezini de kararlı bir biçimde destekledi. Bu durum İngiliz belgelerinde; Bolşevikler, medeniyet ile savaşta Türk Milliyetçileri ile işbirliği yapıyorlar şeklinde değerlendirilmiştir13. Ayrıca, Sovyet Rusya, tek ülkede sosyalizmin kuruluşu mücadelesinde, Mustafa Kemal Türkiye’sini İngiliz emperyalizmini Sovyetlere müdahaleden uzak bir etmen olarak görmüştür14.
Sovyetlerin pratik kaygı ve çıkarları da vardı. Türkiye’nin bağımsız ve egemen bir devlete kavuşması Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin yaşaması açısından büyük önem taşıyordu. Emperyalist kuşatma ve iç savaş sıkıntıları içinde bunalan genç sosyalist rejim, güney komşusu Türkiye’nin Müttefik (emperyalist) hegemonyasından kurtulup bağımsızlaşmasını istemekteydi. Her iki ülkenin düşmanları ortaktı; iş birliği gerekliydi.15 Sovyetleri, Mustafa Kemal’e odaklayan başka bir neden daha vardır. O da Mustafa Kemal Paşa’nın, Rusya’daki iç savaşın tarafı olan karşı devrimci unsurlarla teması reddetmesidir16. Öyle dönemler oldu ki, Bolşeviklerin kaybetmesi güçlü bir olasılık haline geldi. İşte bu kritik anlarda bile Mustafa Kemal’in, karşı devrimci generallere ve kara baronlara yüz vermediğini Lenin ve Stalin’in asla unutmayacaklarını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerekir17.
Mütareke dönemi Türkiyesi’nde önemli bir toplumsal ve siyasal canlanma görülmektedir. Dikkat çekici olgu Cemiyetler Kanunu’na göre kurulan, ama bölgelerinin ve hatta ülkenin siyasal kaderini belirleme amacı güden derneklerin çokluğudur. Bülent Tanör’e göre “Kongre deyimiyle kast edilen, temsilî güce sahip, ülkenin ya da bölgenin siyasî ve idarî geleceğiyle ilgili karar alan, bunların gerçekleşmesini sağlamak için gerekli yapıları kuran organizmalardır”.18
Kongreler listesinde Erzurum ve Sivas Kongreleri özel bir önem taşır. Birincisine Mustafa Kemal ve arkadaşları katılıp yönlendirici olmuşlar, ikincisi de doğrudan doğruya bunlar tarafından bir ulusal kongre olarak tasarlanıp düzenlenmiştir.
Kongreler tablosundan şu üç sonucu çıkarmak mümkündür.
1. Sivas Kongresi ile Afyon ve Pozantı Kongreleri dışındaki bütün kongreler yerel inisiyatiften doğmuştur. Bazı kaynaklarda Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından toplandığı ileri sürülen Erzurum Kongresi bunlardan biridir. Bu kongre, Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey henüz İstanbul’dayken ve hatta doğrudan pek tanınmazlarken Doğu Eyaletlerinin Milleti (Trabzon ve Erzurum Yerel Örgütleri) tarafından düzenlenmiştir.
2. Kemalist önderliğin girişimiyle toplanan Sivas Kongresi’nden önce yerel inisiyatife dayalı 15 kongre yapılmış olmasıdır. Bunun anlamı, örgütlenme hareketinin Mustafa Kemal’in önder konuma yükselmesinden önce başlamış olduğudur.
3. Sivas Kongresi gibi ulusal kapsamlı bir hareketten sonra bile hemen hemen, bu kongreden önce toplanan yerel kongreler sayısı kadar kongre yapılmış olmasıdır. Bu da Sivas Kongresi’ne karşın yerel kongreler düzenleme inisiyatifinin sürdüğünü göstermektedir. Üçüncü Büyük Edirne Kongresi’nin (9 – 14 Mayıs 1920) TBMM’nin açılışından sonra bile toplanmış olması yeterince düşündürücüdür.
Ülkede siyasal ittifaklar değişmiş ve yerel ve ulusal seçkinlerin halkı da kucaklayan birlikteliği ve güçlü bir siyasal kamuoyunun doğması şeklindeki gelişmeler, siyasal katılım alanını da genişletmiştir. Bir başka deyişle, ülke tarihinde ilk defa olarak yerel ve ulusal önderlerle halk arasındaki yakınlaşma, kongreler döneminin bir ürünüdür.19 Son yüzyılın gelişimine göz atıldığında şöyle bir sınıflandırma yapılabilir: Tanzimat ve aydınları Batı uydusu bir reformizmin; Genç Osmanlılar İslamcı bir reformculuk ve bağımsızlık; Jön Türkler, Türk – İslam sentezi bir radikalizm ve maceracılık içindeydiler. Kongreler dönemin yerel ve ulusal önderleri ve ideolojisi ise laik ve milliyetçi20 bir bağımsızlık çizgisinde olup Türkiyeci’dir21.
Kongre iktidarları yeni tipte iktidarlar değildir; bunlar, ulusal ve demokratik karakterli kurumlaşma örnekleridir. Böyle olmalarında da kuşkusuz savaşın niteliği rol oynamaktadır. Önceki savaşların yolcuları; tanrı, cennet, cihat, kutsal toprakların ya da imparatorluğun korunması, fiziki zorlama gibi dürtü ve ödüllerle yola çıkıyorlardı. Şimdiyse savaş kaçınılmazlaşmış ve başarı halkın iradesine bağlı hale gelmiştir. Savaşın bu ulusal ve haklı karakteridir ki onun halklı olmasını da zorunlu kılmıştır. Yerel ve ulusal kongre iktidarlarının temsil ve cezaya dayanan yaptırım gücü, onları meşru ve etkili kılan ulusal ve demokratik kaynaklardır. Bunlar bu sayededir ki yeni bir hukuk, ulusal ve demokratik karakterli alternatif bir hukuk üretebilmektedir.
Müdâfaa-i Hukuk hareketleri yeni devletin, yeni rejimin temel esaslarını oluşturmuştur. Bu aynı zamanda Türkiye’de milli demokratik devrimin de ön koşullarının gerçekleşmesi anlamına gelir. Yerel ve ulusal kongre hareketleri ister iktidarlaşma düzeyinde kalsın, isterse koşulların dayattığı ya da daha elverişli zamanlarda ve uç bölgelerde açıkça devletleşmeye kadar gitsin, Türkiye’de yakın bir gelecekte yeni bir devletin oluşacağını, bu devletin de ulusal, demokratik ve dünyasal (seküler) değerler üzerine oturacağını haber vermektedir.
Evet “gerçekten de, kongre iktidarlarının en büyük kurumsal mirası TBMM’dir. (…) Rejim olarak da TBMM dönemi, kongreler dönemindeki yerel ya da ulusal politik yapıların bir uzantısıdır”22.
***
Yazıyı noktalamadan bir küçük hatırlatmada bulunmama izin veriniz. Bugün yani 23 Nisan 2024 Salı akşamüzeri Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki Egemenlik ve Cumhuriyet Paneline tüm meraklı dostları bekliyoruz.
“Hazır muhalif medya İsrail işleriyle meşgul, fırsat bu fırsat, şu meseleyi halletmeliyiz.”
İran’ın Reşt kentinin baş mollası Resul Felehati, son cuma namazı sırasındaki vaazında böyle seslendi cemaate.
“Mesele”, İranlı kadınların epeydir başörtüsü yasağını deldikleri gerçeği.
Geçtiğimiz hafta soL’da Emre Alım, hemen kimsenin dikkat etmediği bir gelişmeyi haber yaptı. İran’daki molla rejimi, 13 Nisan’da sınırların ötesindeki İsrail’e, ertesi sabah sınırların berisindeki kadınlara saldırdı.
Eylül 2022’de İranlı Kürt Mehsa Amini, başörtüsünü usulüne uygun takmadığı için alıkonulduğu karakolda öldürüldü. Büyük protestolar oldu. O gün bu gündür çok sayıda İranlı kadın başörtüsü takmayı bıraktı. Ahlak polisi ortalarda görünmüyordu. Molla rejiminin meşruiyeti büyük darbe almıştı.
Beklediler. Reşt mollasının dediği gibi, fırsat kolladılar. “Nur Planı”ydı bekleyişin adı. “Tesettür ve İffet Kültürünün Teşvik Edilerek Ailenin Korunması Kanunu” yazıldı ama uygulanmaya başlanmadı.
Ta ki, soykırımcı İsrail devleti İran’a saldırıp, İran meşru askeri yanıtını verene kadar.
Mollalar sınır ötesinde elde edilen meşruiyeti, sınır berisinde yıpranmış meşruiyeti tahkim etmekte kullandı. 14 Nisan’dan beri ahlak polisi sokaklarda iffet avında. Kadınlar takip ediliyor, hakarete, dayağa maruz kalıyor, alıkonuluyor.
Kanun, başörtüsü kuralına uymayan kadınların “devlet hizmetlerinden mahrum bırakılması”nı öngörüyordu, nasıl uygulanacağı kestirilemiyordu, ilk örnekler de bu hafta ortaya çıktı: Başörtüsü dayatmasına karşı sesini yükselten kadınların cep telefonlarındaki internet hizmeti kesilmeye başlandı.
Beni bu yazıyı yazmaya itense, başka bir ayrıntı oldu: soL’da Emre Alım’ın haberinin yayımlanmasının ardından bazı tepkiler öyle tuhaftı ki…
“Bir komünist yayın düşünün, öyle veya böyle işgalci siyonist terör devletiyle ve onun ardında hizalanan kapitalist merkez bloğuyla karşı karşıya gözüken bir ülkeyi, tam da bu çatışma esnasında kamuoyuna kötüleyen bir haber girmeyi tercih etsin” diyen vardı…
“Siyonist medya durmaksızın çalışıyor” diyen bile oldu…
soL’a “siyonist” deme ayarsızlığının sebebi, taraf olmakla taraftar olmak arasındaki ayrım.
Taraftar, olan biteni tribünden izler. İsrail’e mi düşman, karşısında kim varsa ona tezahürat yapar. ABD’ye Rusya kafa tutuyorsa, Putin gözünde bir kahramana dönüşür. AKP gitsin istemekteyse, karşısındaki CHP dilerse AKP’nin kötü kopyasına dönüşmüş olsun umursamaz, toz kondurmaz. “Büyük takım” taraftarıdır, ötesi umrunda olmaz.
İsrail’e karşı çıktığı için İran’daki molla rejiminin kadınları boyunduruk altına almasını hoş görür taraftar. AKP’ye karşı çıktığı için CHP yönetiminin Türkiye’nin emekçi halkını yoksulluğa mahkum edecek Şimşek politikalarını benimsemesini normal karşılar.
Oysa taraftar değil, taraf olmak gerekir. Bizzat, bilfiil; yalnız sözle değil, eylemle. İffet yasasına karşı çıkmak, İranlı kadınların en temel hakkıdır. “Nur” diye pazarlanan gericiliğe kafa tutuşun, işçi sınıfının esas kurtuluşuna kapı aralaması, o en temel isyan hakkının hakça bir düzen kurma arayışına tahvil olması, taraf olmaya cüret etmekten geçer.
“İffet”, “affa”dan gelir. “Kaçındı, utandı” demektir.
Taraf olmaktan, iktidar kavgasından, dönüştürme iddiasından, yenisini kurma inadından kaçınmak, iffetli solculuğun özüdür.
Kavgadan kaçınan, “kötünün iyisi”nin suçlarına ortak olmaktan utanmaz.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder