17 Mayıs 2024 Cuma

Birgün KÖŞEBAŞI (17 Mayıs 2024)

 

Biz de yeşil pasaport isteriz! (Ozan Gündoğdu)

Oda ve borsa başkanlarına da yeşil pasaport verileceği duyuruldu. Ekonomiden adalete türlü skandallar olağan hale gelmişken, bu rejim nasıl rıza üretiyor? Belki de sorunun cevabı, hayvani içgüdülerimizle açıklanabilir.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan önceki gün Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin 80’inci Genel Kurulu’nda oda ve borsa başkanlarına da yeşil pasaport verileceğini duyurdu. Bu gelişme salonda yoğun alkışlarla karşılanırken, ortaya çıkan görüntü yeni rejime ilişkin de fikir veriyor. Sahi, ekonomiden, sağlığa, adaletten eğitime türlü skandallar olağan hale gelmişken, bu rejim nasıl rıza üretiyor?

Belki de sorunun cevabı, hayvani içgüdülerimizle açıklanabilir. Oxford Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. James Tilly’nin odaklandığı konu tam da bu. Tilly, seçmen davranışlarını analiz ederken, şempanze grupları ile benzerliklerimizi araştırmış. Buna göre Tilly, şempanze grupları arasında liderliğin nasıl rıza ürettiğini aşamalara ayırmış. Şempanze gruplarında lider korku duyulan ama sevilen bir karaktere sahip olmalı. Fakat liderin olmazsa olmaz özelliği “kaynak dağıtma tekeline” sahip olması. Şempanze gruplarında en uzun süre lider kalan şempanzeler, kaynakları kendi tekellerine alıyor ve bu kaynakları kendi liderliklerinin devamı için kullanıyorlar. Bir tür rüşvet mekanizması kuran lider şempanzeler, bu sayede düşmanlarını ehlileştirebiliyor, dostlarının sadakatini artırabiliyor. Eğer, şempanzelerin yaşadığı bölge kaynaklar açısından bol ise, bu bölgelerde şempanzeler daha kolektif bir hayat sürüyorlar. Kaynakların kıt olması ise liderleri daha önemli ve güçlü kılıyor.

Vize krizi ve yeşil pasaport sayılarındaki artış, benzer bir rıza üretme mekanizmasının Türkiye’de de oluştuğunu gösteriyor. Verilere göz atarak devam edelim.

T.C. PASAPORTU GÜÇ KAYBEDİYOR

Bir pasaportun gücü nasıl anlaşılır? Bu konuda çeşitli kriterler yaratmak mümkün ama bu kriterlerin en önemlisi, pasaport ile vize ilişkisi. Bir ülkenin pasaportunun gücü, o pasaportla kaç ülkeye vizesiz seyahat edebildiğinizle ölçülebilir. Varlıklı ailelere yatırım yoluyla vatandaşlık ve oturum hizmeti danışmanlığı veren küresel şirket Henley and Partners, 2016’dan bu yana dünya çapında ülke pasaportlarının gücünü kıyaslayan bir endeks yayınlıyor. 2023 verilerine göre 89’uncu sırada olan T.C pasaportu, 2024 yılı verilerine göre 93’üncülüğe gerilemiş durumda. Pasaportu en güçlü ülkeler sırasıyla, Fransa, Almanya ve İtalya. En güçsüz ülkeler ise Irak, Suriye ve Afganistan…

Bu haliyle, Venezuela, Kolombiya, Nikaragua gibi Güney Amerika ülkeleri Türkiye’den daha itibarlı pasaporta sahipler.

T.C pasaportunun gücünün azalmasında türlü nedenler sıralanabilir. Fakat bırakın vizesiz seyahati, artık umuma mahsus denilen bordo pasaportla özellikle Avrupa’dan vize alabilmek neredeyse imkansız.

Bu durum, hemen herkesin sorunu haline geldiyse, o halde birinin kaynakları etkin dağıtması gerekiyor. İşte tam bu noktada Cumhurbaşkanı devreye giriyor. Tüm meslek grupları, Cumhurbaşkanı’nın kapısını arşınlıyor. Talepleri vizesiz seyahat imkanı sunan hususi pasaporta ya da daha popüler ifadesiyle yeşil pasaporta sahip olabilmek…

YEŞİL PASAPORTLU SAYISI HIZLA ARTIYOR

 Yeşil pasaport, birinci, ikinci ya da üçüncü derece kadrolarda bulunan kamu görevlileri ve emeklilerine veriliyor. Haliyle kamu personeli sayısı arttıkça, yeşil pasaportlu sayısı da artıyor. 2007 yılında 2,9 milyon olan kamu personel sayısı, 2023 Eylül ayı itibariyle 5 milyon 101 bine çıkmış durumda. Nüfusun yüzde 21 arttığı bu 15 yılda, kamu personel sayısındaki artış yüzde 76!

Bu durum, yeşil pasaportlu sayısında da otomatik bir artışa neden oluyor. Fakat sadece bu değil, yıllar içinde vize krizi derinleştikçe yeşil pasaportun kapsamı da genişliyor. İlk olarak 23 Mart 2016’da yürürlüğe giren düzenlemeyle yıllık 1 milyon dolar ve üzerinde ihracat yapan firmalara yeşil pasaport hakkı tanındı. Aradan 3 yıl geçti, 1 milyon dolarlık ihracat limiti 500 bin dolara düşürüldü.

17 Ocak 2020’deki diğer bir düzenlemeyle yeşil pasaportun kapsamına avukatlar da dahil edildi. Bu düzenlemeye göre 15 yıl ve üzerindeki kıdeme sahip avukatlar da yeşil pasaport hakkına sahip oldular.

Vize krizi devam ettikçe, kaynak dağıtma tekelini elinde tutan Erdoğan’dan yeşil pasaport isteyen çevreler giderek arttı.

İçişleri Bakanlığı’nın faaliyet raporlarındaki verilere göre 2020 yılında yeşil pasaport başvuru sayısı 160 bin 734 iken bu sayı 2022 yılında 839 bin 718’e, 2023 yılında ise 1 milyon 196 bin 263’e yükseldi.

Yeşil pasaportlu ayrıcalıklı bir zümre, bordo pasaportlu sıradan T.C vatandaşlarının da Avrupa’da vize kuyruğunda beklemesine neden oluyor. Tüm bunlara yeşil pasaportlu bir takım kişilerin, Avrupa’ya iltica etmesi ve T.C bordo pasaportunun yabancılara parayla satılması da eklenince, bordo pasaportlular için Avrupa vizesi hayale dönüşüyor.

KAYNAKLARI AZALT, TEKEL OLUŞTUR

Yazının başında rejimin nasıl rıza ürettiğini sormuştuk. Türkiye’nin pasaport politikası bu sorunun cevabına ilişkin güzel bir örnek oluşturuyor. An itibariyle, T.C umuma mahsus bordo renkli pasaportuyla vize alınamadığına göre, yeşil pasaport kaynağını dağıtan kişi de Erdoğan olduğuna göre, böyle bir düzende kim Erdoğan’la ters düşmek ister? O halde, düzenin suyuna gidelim ve Erdoğan’a elimizi açalım;

Sayın Cumhurbaşkanı, biz gazetecilere de yeşil pasaport verir misiniz?  

                                                               /././

Müfredatın mimarisi (Ünal Özmen)

Eğitim biliminde öğretim programları (müfredat) eğitimin mimarisi olarak görülür. Mimarın fiziki yapıları mekâna uygun tasarladığı gibi eğitimcinin de öğretim programlarını mimar hassasiyetiyle ele alması beklenir. Mimar olmayanın elinde iyi yapı malzemeleri heder olur, iyi bir mimar ise kerpiçten kent yaratabilir. Aynı şey eğitim için de geçerlidir; ülkenin kültürel birikimi, kaynakları, teknolojisi, insan gücü, toplum beklentisi, kurum ve kuruluşları vasatın elinde heba olur gider.

Geçen haftaki yazımızda Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin, eğitimin iki temel yapısal unsurundan (dil ve bilgi) yoksun olduğunu göstermiştik. Eğitimin kavram ve bilgisine sahip olmaması, modelin tasarımına (mimarisi) ilişkin görüş belirtmemizi hem olanaksız hem anlamsız kılıyor. Oysa program metninde “Bütüncül Eğitim Yaklaşımı” gibi tartışmaya değer kavramlar da kullanılmaktadır. Hatta bütün anlamsızlıklar bu anlamlı kavramın üzerine inşa edilmektedir. 

Bütüncül eğitim, sadece iş becerisi kazandırmak, çocuğu geleceğe hazırlamak ve ona geçmişi aktarmaktan ibaret saymayan; eğitimi, sosyal ilerlemenin, demokratik toplumun bilinçli ve güvenli yolu olarak gören 19. yüzyıl eğitim felsefesinden türetilmiş modellerden birinin adı. Kavramsallaştıranların ve kullananların niyetini sorgulamaz, tanımı kavramın tam karşılığı olarak düşünürsek bütüncül eğitimin modern eğitimin ilk modeli olduğunu söyleyebiliriz. Bütüncül veya bütünsel eğitimin öğretim yöntemi, konusunu disiplinler arası ilişki bağlamında ele aldığı için  diyalektiktir. Eleştireldir, çünkü doğadaki her şey, bireysel ve toplumsal her ilişki bilinebilir bir nedene dayanır ve eğitim bu nedeni bilme ve analiz etme işidir. Denenebilir bilgi kullanmasından (deneysel olmasından) ötürü ayrıca materyalisttir.

John Locke’tan Rousseau’ya, Kant’tan Durkheim’e eğitimi felsefenin konusu yapmış; John Dewey’den Paulo Freire’ye eğitim politikaları geliştirmiş hiçbir düşünür insanı tek boyutlu ele almamış, bireyin bedeniyle, zihniyle, ahlakı ve duygusuyla bir bütün olduğunu, eğitimin insanı tüm yönleriyle geliştirmesi gerektiğini savunmuşlardır. Çünkü onlar demokratik toplumun, insan haklarına saygılı, evrensel ahlak kurallarını benimseyen, demokratik davranabilen laik yurttaşlar topluluğu olduğunu düşünüyorlardı. Hiçbir modern eğitim kuramı bireyi kendisiyle ve toplumla çatıştıracak öğretileri eğitimin konusu yapmaz. O nedenle, her ne kadar modern kavram ve tanımlara yer verilmiş olsa da bireyi yerel ve dini değerlere hapseden Türkiye Yüzyılı Maarif Modelini mimarisi (felsefesi) olan bir model olarak ele alamıyoruz.

Evrensel değer ve tutumlarla çatışan, sosyaliteyi reddeden ve eleştiriye tahammülsüz dini bir programın yazılı beyanında (Öğretim Programları Ortak Metni) bilimin yöntem ve kavramları neden kullanılır? Bu sorunun iki yanıtı var; biri meşruiyet ihtiyacı (Bugünden ziyade yarına dönük kamuyu ilgilendiren her programda dayanıklılık aranır, o nedenle dayanağın güçlü olması gerekir. Yazı ve söz gücünü genel geçerliliği olan kavramlardan alır.), diğeri işlevini yitirmiş, pratikte karşılığı olmayan kalıp düşünce ifadelerine anlam kazandırmak. Daha anlaşılır olması bakımından demokrasi kavramını Erdoğan'dan duyduğunuzda hissettiğinizi düşünün. Ya da akıl ve bilim dışı ekonomik programlarını felsefenin ve tıbbın kavramlarıyla anlatmaya çalışan Nebati’yi… Dinciler bunu hep yapıyor; baş edemedikleri fikirleri değersizleştirmek için o fikrin temel kavramlarını iğdiş ederek fikir sahiplerinin fikirlerinden kuşkulanmalarını sağlıyorlar. Aynı şeyi piyasacılar da yapıyor, aslına bakarsanız dinciler bu yöntemi piyasacılardan öğrendi (Sonraki yazıda da onların “Beceri Temelli Eğitim”i nasıl pazarladıklarına bakalım).

Mimarlık bilimi, yapıda ölçüyü, işlev ve estetiği esas alır; içinde yaşayacak canlının doğasını ve beklentisini gözetir; ona göre planlama yapar. Eğitimin mimarisi olan öğretim programları da bir plan dahilinde bireyle toplumun gereksinimini karşılamak amacıyla eğitim biliminin yöntemleriyle hazırlanır. Erdoğan yönetimi böyle bir program istemez, istese de hazırlayamaz. Bu iktidar kaldığı sürece eğitimde de onun yapı mimarisinde izlediği yoldan gidilecek, küçük bir zümrenin istek ve ihtiyaçlara yanıt vermeye çalışan, mimarisi olmayan, günübirlik eklektik planların biri bitmeden öbürünü tartışmaya devam edeceğiz.  

                                                            /././

Tasarruf (Yalçın Karatepe)

Tasarruf güzel bir sözcük. Muhtemelen duyanların hoşuna gider. Özellikle kamudan geliyorsa, bu kelimeye yüklenen anlam daha fazla ilgi çekiyor.

İşte bunu bilen iktidarın “Kamuda Tasarruf” konusundaki açıklaması Pazartesi günü büyük bir merakla beklendi. Sonuçta, kamu harcamalarında tasarrufa gidiyoruz demek hayat pahalılığı altında ezilen milyonlara “kendinizi kötü hissetmeyin, bakın biz de üzerimizi düşeni yapıyoruz” anlamına geliyor.

Mesaj olarak baktığımızda durumun bu olduğu açık da, sonuçları ne olacak diye baktığımızda hiç de öyle söyledikleri gibi bir durumun olmayacağı yapılan sunumdan anlaşıldı.

Devletin harcama ve gelir işleri ile sorumlu olan Hazine ve Maliye Bakanlığı gibi önemli bir kurumun “tasarruf” adı altında yapılan bir çalışmasının daha somut verilere dayanması, sonuçlarının, parasal boyutunun ve ekonomiye etkisinin neler olacağının açık olarak ortaya koyması gerekirdi. En azından bizim beklentimiz bu yönde idi. Çünkü her bir kamu harcamasının ne kadar olacağı Meclis’ten geçen bütçe kanununda ayrıntılı bir biçimde maddeler halinde yazılı.  Mesela; sunumda “Haberleşme Giderleri” diye bir başlık vardı. 2024 yılında tüm kamu kurumlarında haberleşme harcamalarının ne kadar öngörüldüğünün bütçe kanunun ayrıntılarına bakılarak hesaplanması mümkün. Yeni tedbir paketiyle, planlanan haberleşme giderlerinden ne kadarlık bir tasarruf yapılacağı somut bir biçimde paylaşılabilirdi. Ama yapılmadı. Benzer şekilde “personel servis hizmetinin” toplam maliyetinin ne olduğu ve ne kadarlık bir tasarruf yapılacağı da hesaplanabilirdi. Bu da yapılmadı. Bu listeyi uzatmak mümkün.

Peki, neden yapılmadı? Onu da tahmin edebiliyoruz. Eğer bunlar somut veriler ile ortaya konmuş olsaydı 11 trilyon liranın üzerinde olan 2024 bütçesi içerisinde çok önemsiz bir paya sahip olduğu görülürdü. Sanırım bunun görülmesi istenmedi. Daha önce Bakan Şimşek’in 100 milyar TL gibi bir ifadesi olmuştu. Bunu esas alacak olursak; yapılacağı söylenen tasarruf 2024 bütçesinde öngörülen kamu harcamalarının yüzde 0,9 kadar bir orana karşılık geliyor. Anlaşılması kolay olsun diye bir karşılaştırma yapalım. 17 bin lira asgari ücret alan ve eline geçen tüm gelirini harcayan, “ ben bu ay yüzde 0,9’luk bir tasarruf yaparak harcamalarımı kısacağım” diyen birisinin kesintiye gideceği harcamanın parasal büyüklüğü 154 lira 55 kuruş olur. Bu kadarlık bir kesinti, o ücretli çalışan için ne ise, bakanlığın önerdiği tasarruf da toplam harcamalar açısından bakıldığında işte o kadar. Bu nedenle “kamuda tasarruf” söylemlerine pek de itibar etmeyin.

Bence asıl üzerinde durulması gereken konu kamu kaynaklarının etkin ve verimli bir biçimde kullanılması olmalıdır. Yapılan harcamanın kamusal faydasının ne olduğu, bu harcamaların en uygun maliyetle yapılıp yapılmadığı ayrıntılı bir biçimde ortaya konulmalıdır.

Mesela, “Kamu yatırımlarını durduruyorum” demek yerine “kamu yatırımlarını uygun koşullarda, en düşük maliyetle yapılmasını sağlayacağım” demek daha önemlidir. Ama bunu diyemezler çünkü bu zaten yasal bir zorunluluktur. Bu yasal durumu esnetmek için Kamu İhale Kanunu’nda 200’e yakın değişiklik yaptılar. Kamu ihale kanununu rekabetçi hale getirmeden kamuda tasarruf nasıl sağlanacak? Kamu Özel İşbirlikleri projeleri üzerinden yapılan fahiş ödemelerden de hiç bahsetmiyorlar. İşe oralardan başlamak lazım.

BÜTÇE DENGESİ

Bütçe sadece harcamadan oluşmaz, bir de gelir tarafı vardır. İşte burada vatandaşa daha ağır bir maliyet yüklemekten geri kalmıyorlar. Size “ücret artışlarınızı beklenen enflasyona göre talep edin” diye telkinde bulunan iktidar, kontrolünde olan fiyatlara bekledikleri enflasyonun beş katı kadar zam yapmaktan geri kalmıyor.  15 Mayıs itibariyle köprü ve otoyol geçiş ücretlerine ciddi oranda zam yaptılar. Yılbaşında yapılan zamlarla birlikte değerlendirilince, köprü ve otoyollara yılın ilk beş ayında yapılan toplam zam yüzde 181,6 oldu. Böyle bir enflasyon verisi ne resmi olarak TÜİK tarafından açıklananlarda var ne de beklediklerinde.

Ama olsun, başka türlü bütçe disiplini nasıl sağlanır?

                                                            /././

Kabak tadı vermediniz mi? (Zafer Arapkirli)

Bile bile, “geliyorum” diye bas bas bağırarak sergilenen oyunlar, danışıklı dövüş tadında piyesler, dramalar, vodviller bir yere kadar kabul edilebilir. En azından izlediğimizde, hoşumuza gitmese de, iyi niyetle anlamaya çalışır ve analiz etmek için samimi bir çaba sarf edebiliriz.

Ama hep aynı berbat oyunu, hep aynı oyuncu kadrosu ile defalarca sahneye koyanlara tahammülümüz kalmadı artık.

Bugünkü siyasi iktidarın “Bakın. Tam bir şeyleri yoluna koyacağız, yine bir takım çevrelerin bize kurdukları kumpaslar, ihanet şebekelerinin arkamızdan hançerlemeleri, vesayetçi odakların önümüze takoz koymaları nedeniyle, elimiz kolumuz bağlı. O yüzden istediğimiz gibi yönetemiyoruz bu memleketi...” oyununun bilmem kaçıncı baskısı, kelimenin tam anlamıyla bıktırdı.

Biraz amiyane bir tabirle “yemiyoruz” artık. İzlerken midemiz bulanıyor.

Sen, on yıllardır açık seçik görünür biçimde her türlü şer odağı ile dans edeceksin. Dans etmenin de ötesinde, sofralar kurup (mecazi anlamda) kafaları çekeceksin. İyice “işi pişirip” af buyrun “halvet” olacaksın. Bunları yaparken, seni sürekli olarak uyaracağız. “Yapma etme. Devletin yönetiminde, bu ülkenin, bu devletin harcı ile uyumlu olmayan o unsurlarla arana mesafe koy. Bunlar dışarıdan güdümlü ve tehlikeli, zararlı unsurlar. Bu ülkeye zarar verirler” diye her defasında tehlikeye (senin için değilse de, ülke için) dikkat çekeceğiz. Ama dinlemeyeceksin.

Senin on yıllardır “askeri vesayet” ya da “bürokratik vesayet” diye adlandırdığın, bizzat devletin bünyesindeki “antidot” niteliğindeki güçler de, sürekli olarak aynı şeyi tekrarlayacak ve Şubat 1997’de yaptıkları gibi bu görüşlerini “MGK Bildirisi ile kayıt altına alarak” tarihi bir uyarıya dönüştürmüş olacaklar. Sen, bunu bir “darbe” diye nitelendirip uyaranları cezalandıracaksın. Hatta, bununla da yetinmeyip, “halvet olduğun” unsurlarla el ele kol kola, uyaranların köklerini kazımak için kumpas davaları süreçleri ile tasfiye edeceksin.

Daha bu tasfiye sürecinin dumanı tütmekte iken, “halvet ortakların” bu kez seni tasfiye etmek üzere “17’li, 25’li hamleler” yapacaklar.

Daha da ileri gidip, bu hamleleri de bahane ederek, toplumda bu konuda uyarı yapan kim varsa onları da süratle tasfiye etmek için, yargı içine bizzat kendi elinle yerleştirdiğin “halvet ortaklarınla” birlikte yaptığın anayasa değişikliklerini kullanarak “uyaranları” iyice boğazlayacaksın.

Gün olup devran dönecek, bu kez silahlı kuvvetlerin her kademesine inadına yerleştirdiğin ve bu milletin tankını, topunu, uçağını, helikopterini, füzesini vs. teslim ettiğin “halvet ortakların” sana karşı (aslında tüm ülkeye ve demokrasiye) darbe yapmaya kalkışacak.

Üstelik devletin içinde senin “yanı başındaki” çok üst düzey unsurların o darbe sürecinde ve gecesinde “ne yaptığı, ne yapmadığı, nasıl bir işlevi olduğu” konusunun üzerini özenle ve göz göre göre örteceksin. Yani bir yığın soru işareti “hâlâ, orada, öylece” duruyor olacak...”

Darbenin yarattığı ulusal - toplumsal korku ve endişe halini kurnazca kullanarak olağanüstü hal koşullarında yeni bir referandum yapıp, rejimi değiştirecek, “Tek Adam - Şahsım” rejimini bağırta bağırta getireceksin. Ardından yaptığın seçimleri kaybetmene rağmen, kanlı bir toz - duman ortamı yaratıp iktidara yapışmanın yollarını arayıp bulacaksın.

Aradan geçen 6 senede, işleri daha da berbat ettiğin yetmezmiş gibi on yıllardır yapılan uyarılar da “öteki kulağından çıkıp gitmişcesine” yine “halvetçileri ve yeni nesil halvetçileri” ortak edinip devletin tüm kritik noktalarına yerleştireceksin. Üstelik bunu 7 gün 24 saat yapılan uyarılara rağmen sürdüreceksin.

En baştan beri altına imza attığın binlerce, belki onbinlerce kamu görevine tayin ettiğin unsurların güç kavgası ile devlet “herkesin herkesi bıçaklamaya - boğazlamaya - tasfiye etmeye çalıştığı” bir kaos çiftliğine dönüşecek.

Bir gün, bir mafyacının yakalanması ve soruşturulması sürecinde istenmedik olaylar gibi görünen ama bal gibi yine “geliyorum diye bas bas bağıran” bir kavga patlak verecek. Devletin eski ve yeni bakanlarının ve kadrolarının birbirlerine karşı saflardan ateş etmeye başladığı, yargı aygıtı içinde “şucular bucular, o particiler bu tarikatçılar, şu cemaatciler” bir ortam oluşacak.

Ve sen yine eski ve kabak tadı veren feryadına başlayıp “Kuklacılaaaaar!.. Kumpasçılaaaaar! Bana kumpas kuruyorlaaaar!. İmdaaaat!.. Allahını seven bana yardım etsin!” diye bağırmaya başlayacaksın.

Yine, kim bilir kaçıncı kez.

Ve bütün bunları, yoksulluktan inim inim inleyen halkın gırtlağına çöktüğün bir zam ve zulüm dönemini gözlerden saklamak için yaptığını herkes bilecek. Yeni bir anayasa ile özgürlükleri daha da boğazlamak ve bu ülkenin kuruluş değerleri ile oynama çabalarının hız kazandığı bir dönemde yapacaksın.

Kusura bakma ama muhterem...

Bu sefer gerçekten “kabak tadı” verdin.

Senin durduğun o “yüksek” yerlerden o kadar mı küçük görünüyor beyinlerimiz?

İşgal ettiğin “tepelerden” o kadar mı salak gibi bir izlenim uyandırıyoruz, sende?

Yettin artık.

Köşeye sıkıştıkça daha fazla hata yaparak aynı oyuna devam ediyor ve hem kendine (orası senin sorunun ama) hem de halka ağır zararlar veriyorsun.

Aynı ucuz senaryoyu bir kez daha bu halka izlettirmene izin vermeyeceğiz.

Yeter.  

(BİRGÜN)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder