29 Mayıs 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI (29 Mayıs 2024)

 

Öldür gitsin! (Berkant Gültekin)

Sokak hayvanları meselesi Türkiye’nin üzerine eğilmesi gereken başlıklardan biri olsa da bugünlerde dönen tartışmanın iktidarın ince siyasi mühendislik hesaplarının bir parçası olduğuna şüphe yok.

Medyanın da etkisiyle sokak canlıları hadisesi, olduğundan daha büyük boyutta bir tehlike olarak kamuoyuna anlatılıyor. TV kanalları ve gazeteler, hayvan saldırısı vakalarını abartılı ifadelerle haberleştirerek toplumun psikolojisini, kavrayışını şekillendiriyor. Sanki sokaktaki her köpek insanları parçalıyormuş, kimse yolda yürüyemiyormuş, nüfus kuduzdan kırılıyormuş gibi bir hava estiriliyor. Kurgulanan melodramlarla ölen insanlara da saygısızlık ediliyor. Temel argüman da insan canını, sağlığını korumak... Oysa mesele insan canıysa, veriler bize başka konuları öncelik haline getirmemiz gerektiğini anlatıyor.

Hayvan saldırıları sonucu hayatını kaybeden insanların sayısına ilişkin net bir veri yok ama Türkiye’de AKP iktidara geldiğinden bu yana iş cinayetlerinde 32 binden fazla işçi öldü. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin rakamlarına göre 2023 yılında en az 1929 emekçi, çalışırken hayatını kaybetti. Sadece geçen Nisan ayında bile en az 163 işçi, iş cinayetleri sonucu yaşama veda etti. Sokak hayvanlarının yol açtığı tehditlere dair tek geçerli veri ise kuduz vakaları. Sağlık Bakanlığı’nın kayıtlarına göre 2023’te sadece iki (2) kuduz vakası tespit edilmiş. 2013’te 186 bin olan kuduz riskli temas sayısının geçen yıl 437 bine çıkması ise biraz bu konudaki farkındalığın doğurduğu müracaat biraz da medya köpürtmesiyle ilgili.

Dert insan canıysa, neden 22 yılda bir stadyumu dolduracak kadar emekçinin toprak altına girdiği Türkiye’de, iş cinayetlerinin önüne geçilmesi için esaslı bir gündem oluşturulmuyor? Neden Meclis hayvanlar meselesinde olduğu kadar kararlı bir şekilde bu konuda elini taşın altına koymuyor? Neden insan canını önemsediğini iddia eden siyasi partiler, sermayeyi, patronları karşılarına alarak ortalığı ayağa kaldırmıyor? Neden TV kanalları, gazeteler bu yakıcı meseleyi günlerce, haftalarca hatta aylarca masaya yatırmıyor? Ama normal olan yatırmamaları zaten; çünkü onlar zaten patronların, holdinglerin, bu cinayetlerin faillerinin sesi. Esas vahşi olan da hayvanlar değil, işte bu zihniyetin ta kendisi.

***

Bir de bu konu tek taraflı şekilde ele alındığından ortaya pek sağlıklı olmayan bir tartışma ortamı çıkıyor. Medyanın da sığ bakış açısının ve manipülatif yaklaşımının etkisiyle, sorun sadece “insanın köpeklerden zarar görmesi” olarak tanımlıyor. Ancak konunun doğrudan insanla ilgili olmayan yönleri de var. Genelde insanların sahip olduğu haklar çok savunulduğu için (ama sadece bu meselede) biz hayvanların yaşadığı sorunlardan bahsedelim.

Sokak yaşamı çoğu yerde köpekler için de bir işkence. Gerçekler bükülmeye çalışılsa da insanın hayvana verdiği zarar, hayvanın insana verdiği zarardan daha fazla. Öldürme, sakat bırakma, yaralama, işkence ve hatta cinsel istismar… Bununla birlikte, belli semtlerde gözetilseler de hayvanlar genelde aç, susuz kalıyor. Bu da alan/kaynak kavgası nedeniyle birbirlerine daha fazla hasar vermelerine yol açıyor. Trafik kazalarında sayısız hayvan can veriyor ya da sakat kalıyor. Hayvanlara sağlık kontrolleri yapılamadığından pek çoğu tedavi edilebilir hastalıklardan hayatını kaybediyor.

***

İktidarın hazırladığı taslak bu haliyle yasalaşırsa, “başıboş hayvanlar” olarak nitelendirilen sokak köpekleri, bir ay süresince sahiplenilmemeleri durumunda öldürülecek. Öldürme işlemi iğne ya da ilaçla yapılacağı için bürokratik dilde buna “uyutma” deniyor. Sanki cinayet silahı değişince sonuç değişiyormuş gibi… Bu çağdışı akla, medeniyetin kaidelerini içselleştirmiş duyarlı kamuoyu sert tepki gösteriyor.

Peki nasıl tedbirler alınabilir? Avrupa’da farklı uygulamalar söz konusu. AKP’nin taslağını savunanlar, sahiplenilmeyen hayvanları uyutan İngiltere’yi referans alıyor. Bu yüzden taslakta öngörülen sürece “İngiltere modeli” ismi de veriliyor. Ancak başka yollar da mevcut. Örneğin İtalya 30 yılı aşkın süredir “uyutma” işlemini uygulamıyor. Almanya da kesinlikle bu yönteme başvurmuyor. Bu ülkelerde devletler, sahipsiz köpeklerin bir yuvaya kavuşuncaya kadar bakımını üstleniyor. Bilhassa Almanya’daki sistem oldukça iyi. Köpek barınaklarında hayvanların boyutuna göre barınma alanı sağlanıyor. Yavrular varsa alan daha da genişliyor. Barınaklarda hayvanlara ait bahçe ve ısıtmalı iç alan bulunuyor. Ayrıca köpeklere akupunktur, masaj ve fitness türü olanaklar da sunuluyor.

***

Özetle tek Avrupa yok. “İngiltere modeli” denilip sanki uygar dünyanın tamamı katletme seçeneğine başvuruyormuş gibi bir algı yaratılmak istense de önümüzde bir de hayvanların yaşam hakkını belirli standartlarla koruma altına alan Almanya modeli var. Her ne çözüm bulunacaksa (öldürme asla bir çözüm değil) bu, Türkiye’nin özgün şartlarına uygun olmak durumunda. Çünkü Avrupa ülkelerinde neredeyse sokak hayvanı yok ve hiçbirinin tanımlı bir “sahipsiz sokak hayvanı sorunu” bulunmuyor.

Elbette cinayetin azı çoğu olmaz ancak Türkiye’de “uyutma” uygulaması, milyonlarca köpeğin öldürülmesi anlamına gelecek. Buna karşılık Almanya standartlarındaki köpek barınakları da yine sayı fazlalığından dolayı Türkiye’ye pahalıya patlayacaktır. Ancak imkânlar ölçüsünde bunun altyapısı oluşturulup sokakta yaşayan köpeklerin barınabileceği modern tesisler kurulabilir. Gerek hükümet gerekse de yerel belediyeler, reklam ve tanıtıma daha az bütçe ayırarak köpekleri yaşatmak ve kısırlaştırmak için gerekli kaynağı bulabilir.

Öncelikle etik açıdan çözümün öldürmede değil yaşatmada olduğunu anlamak gerekiyor. Hedefi her ne olursa olsun, katliam ve imha, faşizmi faşizm yapan metotlardır ve bunları “çözüm” olarak gören toplumlar, uygarlaşma yolunda bir arpa boyu yol gidemezler.

                                                                   /././


Küresel ‘savaş rejimi’ gelişiyor (İbrahim Varlı)

Ergin Yıldızoğlu: Kapitalizmin kriz dinamikleriyle beslenen ‘emperyalist rekabet’ yeni vekâlet savaşları ve “büyük savaş” olasılığını güçlendiriyor. Prof. Dr. İlhan Uzgel: Kapitalist sistem, çatışmaları sisteme entegre olmayan bölgelerde çıkarır. Kapitalizm içsel gerilimlerini büyük savaşlarla atabilir.

Ukrayna’dan Yemen’e, Libya’dan Filistin’e eş zamanlı yaşanan savaş ve çatışmaların yanında Hint-Pasifik’teki gerilim büyük jeopolitik kırılmaların göstergesi. ABD liderliğindeki kolektif emperyalizm ile Rusya ve Çin arasındaki hesaplaşmanın nereye evrileceğini konunun uzmanları yazar Ergin Yıldızoğlu ve Prof. Dr. İlhan Uzgel’e sorduk: Kapitalizmin kriz dinamikleriyle beslenen “emperyalist rekabet” yeni vekâlet savaşları ve “Büyük Savaş” olasılığını güçlendiriyor mu?, Aynı anda yaşanan savaş ve çatışmalar kanıksatılıyor mu?


REKABET ŞİDDETLENİYOR

Kapitalizmin kriz dinamikleriyle beslenen “emperyalist rekabetin” yeni vekâlet savaşları ve “Büyük Savaş” olasılığını güçlendiriyor mu?

Bu soruya cevap verebilmek için kapitalizmin ve küresel düzenin andaki dinamiklerini kısaca gözden geçirmek yararlı olabilir.

1. Kapitalizmin yapısal krizinin aşırı birikim (karlı olarak yatırılabilecek olandan fazlası), aşırı üretim (talep yetersizliği) sorunu, sermayenin değerlenmesine (bu fazlayı, almaya) uygun yeni pazarlara, mekanlara, kaynaklara ulaşma gereksinimini arttırdı. Gazze’de soykırımın istimlak (mekan düzenleme) ile el ele gitmesine ABD’nin, İngiltere’nin İsrail’e silah transferine bir de bu açıdan bakalım.

2. Diğer taraftan eşitsiz ve birleşik gelişim yasasının bir ürünü olarak yeni ekonomik siyasi güç merkezleri, “güçler” yükseldi. Yerleşik hegemonya düzeni (egemen ideolojinin “kurala dayalı uluslararası düzen” olarak tanımladığı şey) dağılmaya başladı.

3. Aşırı birikimin bir ürünü olarak hem finansal spekülasyon yoğunlaştı, talep yetersizliğin krediyle yönetme eğilimi daha da güçlendi. Hem finansal piyasalar iyice kırılganlaştı hem de gelir diliminin en üstünde varlık birikimi hızlandı, gelir dağılımı daha da bozuldu.

Bu üç gelişmeyi bir araya koyduğumuzda;

1. Ülkeler içindeki gelir dağılımın bozulmasına paralel halkın yönetici seçkinlere (egemen sınıfların temsilcilerine) olan öfkesini artıyor. Halkın, istihdamı, uluslararası rekabet karşısında üretimin korunmasına (iflasların, verimsiz kapasitenin tasfiye almasının önlenmesine), göçmenlerin gelmesinin engellenmesine yönelik talepleri artıyor. Yönetici seçkinler de bu talepler karşısında iktidarı koruyabilmek için, korumacılığa, sanayi politikalarına, hatta yabancı düşmanlığını körükleyen politikalara yöneliyorlar.

2. Yerleşik düzenin seçkinlerinin ideolojik kurumsal özellikleri bu taleplere cevap vermelerini geciktirdikçe, gelişen “sürtüşme krizleri” içinde yeni liderler yeni - çoğu kez popülist olarak adlandırılan- siyasi hareketler gelişmeye başlıyor. Sosyalist seçenek zayıfladığı oranda, bu yeni akımlar, ırkçı, yabancı, kadın, LGBTQ+ düşmanı, çevreci politikalara karşı, faşizme doğru eviriliyorlar, bir “süreç olarak faşizm” başlıyor.

3. Emperyalist ülkelerde, egemen sermaye, sorunlarını (kapasite fazlası, üretim fazlası, finansal birikim) başka ülkelerin ekonomilerine doğru dışlaştırarak yönetmeye çalışırken giderek artan oranda devlet politikalarını devreye sokmaya başlıyor: “Benim ülkemdeki kapasite fazlası imha olacağına, işsizlik artarak siyasi sorunlar yaratacağına, senin ülkendeki imha olsun işsizlik artsın, piyasasını ben değerlendireyim”.

4. Yeni ekonomik siyasi güç odakları kurulu düzenin kurallarını kendi gelişme özelliklerine göre yeniden şekillendirmek isterken  kurulu hegemonya düzenini tehdit etmeye başlıyorlar.

5. Ekonomik sürtüşmeler, kaynak paylaşımı alanında siyasi sürtüşmelere.   Kaynak coğrafyalarında, potansiyel kullanım coğrafyaları üzerinde, siyasi manevralar (rejim değişikliği, darbe vb.,), vekalet savaşları, kısacası emperyalist rekabet/sürtüşme giderek hızlanıyor.

Tüm bu etkenlere ek “büyük savaş” olasılığını artıran bir eğilim daha var: Hegemonyacı güç ile rakipleri arasında başlayan askeri-teknolojik rekabet sermaye için ek bir değerlenme alanı olarak, kendini besleyen bir döngü yaratıyor. Bu döngüye bağlı olarak, askeri projelerle sermaye yapılarının iç içe geçmeye başlamasına paralel küresel çapta bir “savaş rejimi” gelişiyor. Devlet yönetim, güvenlik politikaları, jeopolitik tanımlamalar üzerinde askeri-sınai-bilişim kompleksinin yönlendirici etkisi artıyor.

Savaş araçları ticareti sermaye birikim süreci içinde giderek önem kazanıyor. Örneğin: Küresel silah harcamaları, 2001’de 1.1 trilyon dolardan, 2023’de 2,5 trilyon dolara yükselmiş. ABD savunma bütçesi, 2015’de 633.8 milyar dolardan 2022’de 876 milyar dolara yükselmiş. ABD’de doğrudan devlet siparişleri, 2001’de 12,5 milyar dolardan 2023’de 80 milyar dolara yükselmiş. Rusya ve Çin Üzerine güvenilir kaynak bulmak olanaklı değil ama Almanya’nın, halkına kabul ettirebilirse, savunma bütçesini %100 artırmaya kararlı olduğunu görüyoruz.

Sonuç olarak, evet, kapitalizmin kriz dinamikleriyle beslenen “emperyalist rekabetin” yeni vekâlet savaşları ve “Büyük Savaş” olasılığını güçlendirdiği söylenebilir.

KAPİTALİST GERÇEKLİK

Ukrayna, Suriye, Yemen, Libya… Aynı anda büyük savaş ve çatışmalar yaşanırken bunlar kanıksatılıyor mu?

Günümüzde, teknolojik gelişmelerinde katkısıyla, halkların son derecede kapsayıcı bir “gösteri toplumu” içinde, yaygın denetleme rejimleri ve son derecede gelişkin bir kültür endüstrisi altına yaşadıklarını unutmayalım. Bu ortamda halk kapitalizm dışında bir seçenek olduğunu bilmeden “kapitalist gerçekçilik” içinde yaşıyor. Bu bizi, “gösteri toplumunun” ekranları nasıl delinir, siyasi çalışma, yaygın denetleme rejimi altında nasıl yürütülebilir, kültür endüstrisinin etkisi nasıl kırılabilir, ya da en azından zayıflatılabilir sorularına getiriyor. Bu sorular;

1. Kültür savaşlarının

2. İşçi sınıfının teknolojik gelişme, ekonomik gücü (sermaye birikim sürecini ülke çapında aksatabilme kapasitesi) en yüksek, kültür üretimi açısından en yetkin kesimlerinin

3. Bunları kapsayan örgütlenmelerin

4. Bu örgütlemeye, teknik ve kültürel olarak en uygun kadroları biriktirmenin, eğitmenin

5. Esnek, gelişmeye yatkın ve özgürleştirici örgüt yapılarını düşünmenin önemine getiriyor. Sanırım bu sorunun cevabı da burada yatıyor.

∗∗∗

ÇATIŞMALAR ARTACAK

İlhan UZGEL - Prof. Dr.

Uzun süren her savaş ve çatışma bir süre sonra sıradanlaşıyor. Önemli bir gelişme ya da çatışmanın gidişatında bir kırılma noktası yaşanmadıkça dünya kamuoyunun ilgisi azalıyor. Bunu uzun süren Lübnan iç savaşı ya da sekiz yıl süren İran-Irak savaşında da gördük. 1945 sonrasında her on yıllık zaman diliminde en az bir bölgesel savaş yaşandı. Küresel sistemde yaşanan çatışma, yerel ve bölgesel savaşların birden çok nedeni vardır, küresel sistemin işleyişi açısından zaman zaman sahip olduğu bazı işlevler vardır. Bazen çatışma büyük güçlerin ihtiyaçlarının uzantısı olarak çıkarken, kendi dinamikleriyle çıkan çatışma ve savaşlar da büyük güçler tarafından manipüle edilir.

KAPIŞMALAR ÇEVREDE

En genel ifadeyle, kapitalist sistem çatışmayı kapitalist olmayan bölgelerde tutar. Merkezi kapitalist ülkeler arasında çatışma, yoğun silah kullanımı yoktur. Çatışma kapitalizme entegre olmayan bölgelerde çıkar/çıkarılır. 1945 sonrasında kapitalizmin merkezindeki sorunlarda silah kullanımı ve şiddet düzeyi sınırlıdır. Örneğin, uzun yıllar sürmüş İrlanda ve Bask sorunlarındaki insan kaybı hem çok sınırlıdır hem de sorunlara çözüm bulunabilmiştir. Son Ukrayna savaşına kadar, ki onun dinamiklerine aşağıda değineceğim, 1945 sonrası bütün çatışmalar kapitalist ilişkilerin yeterince nüfuz etmediği, küresel kapitalizmin üretim, tedarik ve tüketim alanlarının dışında kalan bölgelerde seyretmiştir. Ya ABD gibi merkezi kapitalist bir devlet Vietnam, Afganistan, Irak gibi ekonomik açıdan geri kalmış ülkeleri işgal etmiştir ya da kapitalist sisteme tam eklemlenmemiş ülkeler arasında savaşlar yaşanmıştır, Hindistan-Pakistan, İran-Irak gibi.

ABD ve ona eşlik eden müttefiklerinin bütün askeri müdahale ve işgalleri coğrafi olarak Kuzey’den Güney’e, sanayi ve sanayi ötesi ülkelerden sanayi öncesi ya da rantiye ülkelere yönelik olarak gerçekleşti. Irak (1991, 2003), Somali (1993), Bosna (1995), Yugoslavya (1999), Afganistan (2001), Libya (2011), Suriye (2015), Yemen (2023); Fransa’nın Afrika’da Sahel bölgesindeki askeri operasyonları. Bunlardan Bosna ve Miloseviç Yugoslavyası modernleşmelerini kısmen tamamlamış olsalar da, sosyalizmden çıkıp küresel kapitalist sisteme tam olarak entegre olamamış ya da Miloseviç örneğinde, olmak istememişlerdir. Miloseviç Batı ekonomik sistemine tam açılmak yerine Rusya ve Çin’e dayanarak küreselleşme sürecinin dışında bir ara model denemek istemiştir. Örneğin, özelleştirme yaptığında bunu Rus firmalara vermiş, Çin’i Balkanlara sokmaya çalıştı. Bunun bedeli Yugoslavya’nın bombalanması ve Kosova’nın bağımsızlığını kazanarak bölgede ABD’ye en yakın ülke haline gelmesidir.

Batı merkezli sistem, en azından görünürde dahli olmadığı çatışmalara karşı genellikle üç temel pozisyon belirler. İlki çatışmanın çevrelenmesidir. Daha geniş bölgelere yayılmaması için bazen silah ambargosu, yaptırım, savaşan taraflara telkin, tehdit gibi araçlarla çatışmaları sınırlandırırlar. Bunun bir uzantısı olarak çatışmanın küresel sistemin işleyişine engel olmayacak halde tutulması önem kazanır. Ulaşım hatlarına zarar vermemesi, kesintiye uğramaması gibi kaygılar öne çıkar. Örneğin, 1994’te yaşanan ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararıyla soykırım olarak tanımlanan Ruanda Katliamı’na küresel sistem sessiz kaldı. Öyle ki, ne uluslararası medyada yeterince yer aldı, ne bir askeri müdahale yaşandı. Ruanda örneğin, Bosna-Hersek’ten farklı olarak kapitalist merkezlerden uzak, bir üretim, tüketim merkezi olmayan, küresel ticaret yollarının uzağında bir ülke olmanın sonuçlarını yaşadı. Dolayısıyla, özellikle Batı sistemi açısından Ruanda o dönemde ve belki hala, gözden çıkarılabilir, enerji, para, personel harcanmasına gerek olmayan bir ülkeydi. Batı müdahalesi çok daha maliyetsiz olan, katliamlar yaşandıktan sonraki hukuki sürecin işletilmesiyle geldi. Yine, her birinde yaklaşık 300-400 bin insanın hayatını kaybettiği Sudan ve Yemen iç savaşları, benzeri nedenlerle ne küresel sistemin gündemine oturabildi, ne de Yemen’de ticaret gemilerine saldırılar oluncaya kadar anlamlı bir müdahale geldi. İnsanlar kendi kaderlerine terk edildi.

Batı’nın üçüncü pozisyon alışı, yaşanan çatışmaları kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmesidir. Bosna-Hersek’te, Libya’da Suriye’de bunun bolca örneği görüldü. Hatta Batı içinde bile ayrışmalar yaşanabildi. Bosna-Hersek’te İngiltere, Fransa bir tarafta, ABD, Türkiye karşı tarafta yer alabildi. Libya’da Türkiye İtalya ile yakın dururken, Fransa Rusya ile ortak hareket etti.

ÇİN VE RUSYA’NIN TAVRI

Bütün bu bölgesel çatışma dinamiklerinde Rusya ve Çin ya sınırlı dahil oldular ya da uzakta durdular. Rusya, Bosna-Hersek (ki Srebrenitsa Uluslararası Mahkeme tarafından soykırım olarak tanımlandı) ve Kosova’da Sırpların, Libya’da Hafter’in, Suriye’de Esad yönetiminin yanında yer aldı. Son dönemde ise paralı asker şirketi Wagner aracılığıyla Afrika’da Sahel bölgesinde, daha çok Fransa’nın nüfuzunun olduğu ülkelerde bir seri askeri darbeyi destekledi.

Çin ise genelde bölgesel çatışma ve savaşların yaratabileceği küresel sorunlar konusuna öncelik verdi. Pekin yönetimi ABD’nin kurduğunu iddia ettiği “kurallara dayalı” ve “uluslararası liberal düzen”e itiraz ederken ve çok kutuplu bir dünya düzenini savunurken, bölgesel çatışmalar konusunda şimdiye dek çekingen bir tutum sergiledi. Son Gazze katliamı dahil, küresel sistemde kendini koyduğu yer ve söylemiyle paralel olmayan bir tutum içinde olduğu anlaşılıyor. Öyle görünüyor ki, Çin henüz dünyadaki yerel çatışmalara doğrudan taraf olacak, müdahil olacak bir rol ve konumu kabullenmekten uzak.

ABD bir ülke işgalini en son 20 yıl, bir ülke bombalaması ve rejim değiştirmeye yönelik müdahaleyi 10 kusur yıl önce gerçekleştirdi. 2011’de başlayan Pivotu Asya’ya kaydırma stratejisiyle 2017-18’de Hint-Pasifik’e yöneldi. Küresel stratejisinin merkezine Çin’i çevrelemeyi koydu, ittifaklarını buna göre belirlemeye başladı. ABD dikkat ve enerjisini son on yıldır, bölgesel çatışmalarda harcamaktan kaçınıyor.

Bundan sonra küresel sistemde yaşanacak çatışmalar, yerel/bölgesel nitelik taşısa bile, artık hedef olarak daha makro seviyede, daha çok ABD ile Çin ya da Rusya gibi küresel aktörlerin konumuyla ilgili olacak. Ukrayna savaşı bu tarzda, küresel siyasetin, rekabetin, çekişmenin doğrudan bir parçası olan bir çatışma. ABD’nin Rusya’yı Ukrayna topraklarında zayıflatma stratejisini hayata geçirdiği, Ukrayna topraklarında yürütülen bir vekalet savaşı. Götürdükleri getirdiklerinden çok fazla olan bir tuzaktı Ukrayna.

GERİLİMLER ARTABİLİR

Sonuç olarak Rus ekonomisi zayıfladı, Batı’ya satamadığı petrol ve doğal gazı neredeyse yarı fiyatına Çin ve Hindistan’a satmak zorunda kaldı, Avrupa ABD’ye başta enerji olmak üzere daha çok bağlandı, İsveç ve Finlandiya NATO üyesi oldu, Almanya askeri gücünü artırma kararı aldı, Japonya silahlanmaya hız verdi.

Bundan sonra küresel sistemde gerilimler artacak. Küreselleşme mantığı, bir malı özellikle stratejik bir nitelik taşıyorsa en ucuz yerden almak yerine en güvenilir yerden almak, önce çıkacak. Artan korumacılık, devletçi ve güvenlikçi yaklaşımları görünür kılacak. Küreselleşme tartışmalarının yerini jeopolitik eksenler, artan silahlanma, ABD, Rusya, Çin gibi güçlerin belli bölgelerde birbirlerini kolladıkları, sınadıkları gerilimleri daha çok yaşayacağız. Kapitalizm içsel gerilimlerini büyük savaşlarla atabilir. Bu ihtimal ve potansiyel hep var.

                                                        /././

Aydınlığa kapalı, karanlığa açık (Kaan Sezyum)

Zamanda ileri giderken, medeniyette geriye gitmek mümkün mü? Bizim için çok da zor olmayan bir soru. Cevap belli tabii ki mümkün. Siz sadece ne kadar geriye gitmek istediğinizi söyleyin yeter. İşin güzeli bu geriye gidiş sadece bizde değil, dünyanın çoğu yerinde de yaşanıyor. Cep telefonları yeni modellere geçiyor, işletim sistemleri yenileniyor, yapay zeka ile bir çok şeyi halledebiliyoruz ama insanlıkta geriye doğru gidiyoruz. Önce yerelden başlayıp, iğne ve çuvaldız şeklinde ilerleyeceğim, buyrun sohbete.

Eğitim konusunda ne kadar geriye gitmek isterdiniz bilmiyorum ama biz son 22 senede gerçekten güzel geriledik. Dört işlemi bile zar zor yapan çocuklar yetiştirdik. Kısa zamanda birçok müfredat ve bakan değiştire değiştire iyice eblehleştik. Bir zamanlar dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz diye ağlayanlara müjdemi isterim. Artık hiçbir şey okuyamayan nesillerle geleceğe şuursuzca bakar hale geldik. Acı ama gerçek, apartman üniversitesi açmakla eğitim ilerlemiyor.

∗∗∗

Daha da güzeli gerilemek için elimizden ne geliyorsa yaptık. Yani bir ülkeyi düşman işgal etse, her şeyi yakıp yıksa daha az zarar verirdi. Aslında bu düşmanca tavır ülkemizde birçok alanda var. Mesela ormanlarımız, doğal zenginliklerimiz, yeraltı kaynaklarımız, denizlerimiz adeta ülkeye düşmanlar tarafından yok ediliyormuşcasına kirletiliyor ya da yok ediliyor. Hoş zamanında ülkemizdeki istilacılar bile güzel gördükleri tarihi eserleri yakıp yıkmamış, kendi ülkelerine kaçırmışlar. Bizde o vizyon da yok. Sadece satıştan, pazarlamadan, ranttan ve zevksizlikten zevk alan bir anlayış hakim. Vizyonsuzlukları ve zevksizliklerinin de farkında olup, kendilerini herhangi bir konuda geliştirmeyip ısrarla cahilce bir hayatı tercih eden bu ayrıcalıklı zümre zaman içinde elini derelerimize, ağaçlarımıza, zeytinliklerimize ve en sonunda da ruhlarımıza ve hayatlarımıza uzattı. Bakın zalimi öldür, hakkını yeme; o konuda da pek bir başarılı oldular. Halkının hayatını hiçe sayan, gerekirse onbinlerce vatandaşını adeta Marvel evrenindeki deli süper kahraman Thanos’un parmağını şıklatmasıyla yok edebilen bir güce sahip oldular. Daha fazla güç daha fazla çılgınlık, daha fazla halktan uzaklaşma ve daha fazla acı getirdi. Getirmeye de devam ediyor, hala gelecek olan deprem için neredeyse çivi çakılmadı… Şimdi çivi çakılmadı desek de yalan olur, deprem toplanma alanlarına AVM’ler yaparak hepimizin tabutlarına o çok pahalı çivileri itina ile çaktılar. Ellerine sağlık.

Bir de yaş problemimiz var… Yaşlandık, ülkeyi yönetenler de yaşlandı. Hele Bahço Bey artık iyice muhallebi gibi oldu. Çok şeker bir insan oldu. Ne dediği pek anlaşılmasa da öyle böyle gidiyor işte. Zaten Kırmızı Pazartesi 2023 versiyonu çekilen cinayetten dolayı da dertli. Onların da işi zor tabii.

Bir otobüsle şehirler arası yolculuk yaptığımızı düşünelim. Otobüsü 70 yaşında bir şoför kullansın ister misiniz? Ya da 76 yaşında deneyimli, başka bir şoför? Yaştan dolayı tabii uykuya fazla ihtiyaçları olmaz ama belli bir noktada da artık dedelerin bizi rahat bırakıp torunlarıyla, sevdikleri hobilerle zaman geçirmesi gerekmez mi? Peki ya dedemin hobisi ülke yönetmekse?

Hayat pahalılığını geçtim, her şeye alışıyor insan. Gıda enflasyonun bizden en kötü olan ülkenin durumundan neredeyse 10 kat daha kötü olduğu bir yerde, artık beslenmek bile lüks haline geldi. Simit 10 lira. Yanına ayran aldım 25 lira. Lükse girdim büyük 300 cl’lik ayran aldım. 35 liraya sahilde insanları izledim. Neyse ki oturduğum banka para vermedim. Simit çay hesabı yapanlara kötü haber.

∗∗∗

Bir kötü haber de gençlerimize. Bizi yöneten parlak zihinlerin adeta kendisi gibi olmayan ateşler içinde yansın diye düşündüğü, bir cemaatten vazgeçip başka iki cemaate yanladığı şu güzel ülkede gençlerin durumu çok kötü. Alkole bindirilen ceza gibi vergiler yüzünden genç nesil biraz da olsa “eğlenmek” için maalesef, en olmayacak maddelere, en kötü alışkanlıklara, en karanlık çukurlara giriyor günden güne. Ülkemizin global anlamda büyüdüğü ve nam saldığı ender gelişmelerden biri de uluslararası suç örgütlerinin yöneticilerinin cirit attığı, aynı gökdelende birbirleriyle çatışmaya girdiği, bir baronlar yuvası olması. Adeta mafya babalarına “-Hey sen! Dünyada seni fellik fellik arıyorlar mı? Türkiye’ye gel, biz sana bakarız.” diyen, misafirperver bir yer haline geldik.

Efendiler, bunlar sizin eseriniz.

                                                                 /././

Bahçeli’den CHP ve AKP’ye mesaj (Nurcan Gökdemir)
Siyasetin kurnaz figürü Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma ile iktidar ortağını uyardı. CHP’de ‘normalleşme’ sürecinin kesilmesini isteyenlere de ellerini güçlendiren malzemeyi verdi.

CHP Lideri Özgür Özel, 31 Mart yerel seçimlerinden sürpriz bir şekilde birinci parti olarak çıkmalarından sonra siyasetini “Normalleşme” ekseninde revize etti. Bununla hem Saray rejimine “Artık beni muhatap almadan yol yürüyemezsin” mesajı vermek, hem iktidar üzerinde baskı kurarak bazı sıcak sorunlarda sonuç alıcı olmak, hem de kucaklayıcı bir görüntü ile partisine yönelen emanet oyları kalıcılaştırmak amaçlanıyordu.

Bu doğrultuda bazı ziyaretler yapıldı, iade-i ziyaretlerin sözleri alındı. Özel’in “Normalleşme” dediği yeni yola sıcak baktığı mesajları veren Erdoğan’ın siyasi karakterini iyi bilenler “Aman dikkat” dedi. Erdoğan’ın “Yumuşama” olarak nitelendirdiği durumun kendi elleriyle kurduğu baskı rejiminin ruhuna aykırı olduğunu ifade edenlerin tüm uyarılarına karşın seçimlerden sonra geçen yaklaşık iki aylık dönem bu söylemin etkisinde şekillendi.

OYLAR DÜŞÜYOR

MetroPoll araştırma şirketinin Mayıs ayı Türkiye’nin Nabzı anketinde CHP’nin Nisan ayında yüzde 23,8 olan ham oylarının yüzde 22’ye gerilediğini şirketin yöneticisi Özer Sencar da gazeteci Murat Yetkin’e anlattı. Bunu “seçmenin uyarısı” olarak niteleyen Sencar’ın değerlendirmesini CHP Genel Merkezi’ne ulaşan diğer araştırmalar da doğrular nitelikte…

Araştırmalar halkın da bu siyasi tercihten memnuniyet duymadığını CHP Genel Merkezi’ne gösterdi. Bu sonuçlar ve partinin yetkili organlarında da dillendirilen görüşlerin etkisiyle CHP “Bizim önceliğimiz halkın sorunları” dediğini göstermek için planlanan mitinglerin hayata geçirilmesine hız verdi, yenileri için de çalışmalara başlandı.

“GÜÇLENEMİYORSAN RAKİBİ ZAYIFLAT”

Tüm bu süreç “Kurnaz bir siyasetçi” olduğu bilinen Erdoğan’ın kendi güçlenemiyorsa muhalefeti zayıflatma stratejisi ile iktidarını koruma alışkanlığını sürdürme peşinde olduğunu bir kez daha gösterdi. CHP’ye yapacağı ifade edilen iade-i ziyaretin Haziran ayının ortalarına bırakılmasının da bu tercihin bir yansıması olduğu değerlendirildi. CHP Genel Merkezi’nde ve parti örgütlerinde, giderek Erdoğan’a geçen bu yeni dönemin dümenini ele almak ve süreci “uygun bir şekilde” bitirerek ülkenin gerçek gündemine dönmek gerekliliği yüksek sesle de dillendirilmeye başlandı. Bunun için -yapılmazsa da sürpriz olmayacak- iade-i ziyaret tarihinin milat olması gerekliliği parti liderliğine iletildi.

AKP’nin CHP ile kurduğu yeni diyalog sürecinden, AKP’nin samimiyetsizliğini en iyi bilen olmasına karşın MHP Lideri Bahçeli’nin rahatsız olduğu herkesin bildiği bir gerçek. MHP’den gelen açıklamalar bu görüşü tüm açıklığıyla gösteriyor.

Erdoğan ile Bahçeli arasındaki ikili görüşmelerde de gündeme geldiği bilinen bu konu ile ilgili Bahçeli, dün partisinin grup toplantısında tutumunu bütün açıklığıyla gösteren bir konuşma yaptı. Bahçeli bu konuşmasıyla sürece olan tepkisini dillendirmekle kalmadı, bundan sonrasını şekillendirmesini sağlayacak adımları da attı.

AKP ile CHP arasındaki diyalog sürecinden CHP’ye oy verenlerin rahatsız olduğunu görecek siyasi deneyime sahip olan Bahçeli, bu kesimlere “Bitsin” talebinde bulunmalarını cesaretlendirecek malzemeyi verdi.

Özel’in “Normalleşme” dediği sürece ayak uydurmanın önceki dönemin “Anormal” olduğunun itirafı anlamına geldiğine dikkati çeken Bahçeli, ortağına “Türkiye’de anormal bir şey yok” hatırlatması yaptı. Erdoğan’ın kurduğu, kendisinin de büyük katkı sağladığı bu rejimin “normalleşmesine” katkı vermenin birlikte yürüdükleri yolun inkarı olacağını göstermek isteyen Bahçeli, iktidar ortağına şu mesajı verdi:

“Bir şeyin normalleşmesi için evvelemirde anormalliğinin kabulü müttefiken sağlanmalıdır. Hâlbuki Türkiye’de anormal bir şey yoktur. Ülkemizde normal olmayan sadece siyasi tellallar, istismar tellakları, inkar ve ihanet taraflarıdır.”

SUÇLAMALARIN HEDEFİ KİM?

Özgür Özel’i hedef alan bu sözlerin bir başka adresinin daha olduğunu söylememek mümkün değil. Erdoğan’ın, Özel’e  “normalleşme” yerine “yumuşama” diyerek de olsa el uzatmasının ne anlama geldiğinin altını çizdi Bahçeli, bu sözlerle…

AKP’ye ciddi bir hatırlatma olduğu görülen şu sözlerin ikinci bölümünü Bahçeli’nin çoğu zaman anlamsızlığa varan belagat çabasının yeni bir örneği olup olmadığını okuyucuların yorumlarına bırakalım ama konuşmadaki Cumhur İttifakı vurgusunun AKP’ye bir mesaj olduğu çok açık:

“Normalleşme ve yumuşamayı, bilhassa Cumhur İttifakı’nın süngü düşürüp mücadelesine sünger çekmesi temelinde planlayanlar…”

Bu konuşmanın etkilerini çok da uzun olmayan bir vadede yaşananlar gösterecek elbette. Ama kesin olan şu ki yakın siyasi geçmişte çok kritik roller üstlenen Bahçeli, hem kendine hem ortağına hem de siyasi rakiplerine yeni pozisyonlar tarifleme peşinde...                                       

                                                        /././

Bir devrimciyi sonsuzluğa uğurlarken… (Şükrü Aslan)

Türkiye’nin politik tarihinde ‘devrimci’ olmak özellikle 1970-1980’li yıllarda, muhalif olmanın en ilgi çekici ifadesiydi. ‘Komünist’ ya da ‘sosyalist’ olmaktan daha etkili bir politik tutuma işaret ediyordu ve daha kapsayıcıydı. Her meslekten, çevreden, sınıf ve gelenekten devrimci olmak mümkündü. Aynı şekilde ‘devrimci pratiklerin’ sınırları da oldukça genişti. Yine de bir politik gruba ve dolayısıyla o gruba ait bir dergi-gazeteye ‘sempatizan’ olmak herhalde hem daha özel, hem de bir tür ortak tanımlayıcı nitelikti.

Devrimci gazete-dergiler o sürecin en ilgiyle izlenen ve örgütlerin de önüne geçen örneklerdi. Bir gazete-derginin sempatizanı olmak, kendi başına örgütten daha fazlasını anlatırdı. Ayrıca profesyonel yöneticileri olmadığı halde, her yerde bulunabilen tirajı yüksek yayınlardı. Yasal zorunluluklar nedeniyle her birinin ‘sorumlu yazı işleri’ müdürleri’ ve ‘sahipleri’ vardı ama klasik patronları yoktu. Üstelik bu gazete sahipleri ve müdürleri politik tehdit altındaydılar ama yine de bu işler için nöbetleşe görev alıyorlardı.

Bu gazetelerin gelenekten devrimci ‘resmi’ yöneticilerinin tehdit altında olması, karşı karşıya kaldıkları davalardan kaynaklanıyordu. Her haber ya da yazı, ilgili kanunlara göre ‘suç unsuru’ iddiasıyla cezai karşılık buluyordu. Bu da gazete ve/veya dergi sorumlularının bazen yüzlerce yıl hapis cezası almasıyla sonuçlanıyordu. 1980 darbesi geldiğinde onların büyük bir bölümü cezaevindeydi, kalanlar da kısa sürede aynı mekânlara konulmuştu. Suçlamalara konu olma nedenleri sorumlu oldukları gazetelerdeki haber veya yorumlarda hükümet ya da devlete karşı yer verilen ifadeler, yani gazetecilikti. Ama karşı karşıya kaldıkları muamele bunun çok ötesindeydi. Her biri korkunç eziyete maruz kalmışlardı. Hücre hapsine mahkûm edilen de vardı, işkence edilerek öldürülen de.

∗∗∗

Nuri Akyol da o gazeteci-devrimcilerden biriydi. Devrimci Halkın Birliği adlı muhalif politik gazetenin sahibiydi. Diğer örnekleri gibi bu ‘sahiplik’ bir mülkiyet ilişkisi değildi. Dahası mülkiyet ilişkileri bir yana, hayatını da feda etmek anlamına geliyordu. Nitekim o da diğer ‘meslektaşları’ gibi ömrünün genç ve en dinamik zamanlarını kimi zaman çok ağır koşullarda, cezaevlerinde geçirdi. 12 Eylül darbesi günlerinden başlamak üzere Aydın Kapalı Cezaevi, İzmir Buca Cezaevi,  Şirinyer Askeri Cezaevi, Çanakkale Özel Tip Cezaevi ve Gaziantep Özel F Tipi Cezaevlerinde kaldıktan sonra 1991 yılı Ağustos ayında tahliye olabildi. Bu yıllar içinde çoğu kez dışarıdaki tüm ilişkilerinden, gazete-kitap okuma haklarından, beslenme ve sağlık imkânlarından mahrum bırakıldı. Başvurmak zorunda kaldığı açlık grevlerinin sayısını kendisi de hatırlamıyordu. 

On yıldan daha fazla hapis yatmak zorunda bırakıldığı için o da diğer arkadaşları gibi hasarlı bir bedenle çıktı cezaevinden. Gündelik hayatın kalabalık-kaotik ortamına yeniden tutunmak hiç kolay değildi. Gazeteciliği de denedi bu süre içinde, başka işleri de. Aynı kaderi paylaştığı arkadaşları gibi ülkesinde öteki olduğunu derin şekilde hissetti ve ülke dışına gitmeyi denedi. Bir zamanlar uğruna canını bile verebileceği ‘yeryüzünün tek sosyalist ülkesi’nden geçerken başka acılar duydu. Bu zorlu yolculuğu İsviçre’de tamamladı. İltica etti ve bu ülkenin başkenti Bern’de yeni bir hayat kurdu. Kendisi ile aynı kaderi paylaşan onlarca arkadaşı ile bu ülkede karşılaştı. Çünkü kendi devrimci kuşağının neredeyse tamamı Avrupa’ya gelmişti. Nurten’le ve çocukları Ege ve Helin’le hayatını burada kurdu. Memleketini ve geride kalan sevdiklerini ancak zaman zaman ziyaret edebildi.

∗∗∗

Türkiye’nin devrimci kuşağı 78’lilerin müstesna bir üyesi olarak Nuri Akyol, işte bu ülkede, geçtiğimiz cumartesi günü hayata veda etti. Kendi ülkesinde yerden bir çakıl taşı alıp başka birine atacak kadar bile şiddetten uzak insanların, yıllarca hapis yatmaya devam ettiklerini görerek, düşünerek, izleyerek... Dünyaya geldiği, çocukluk yıllarını geçirdiği ve hayatında derin iz bırakan mekân olarak tanımladığı Dersim coğrafyasındaki Karakoçan’ın Paş köyüne, binlerce kilometre uzakta ama çok sevdiği memleket öykülerini ailesiyle ve kuşağının devrimcileriyle konuşarak hayata gözlerini kapadı.

(Birgün)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder