Göstermelik şirketlerle çarşaf satıp vurgun yaptılar: 'Enerji' dolandırıcılarına haciz iddiası (Aslı İnanmışık)
"Enerji üretimi" vaadiyle dolandırıcılık yapan şirketlerden birinin deposuna haciz işlemi yapıldığı iddia edildi. Diğer şirketin mağazalarıysa göstermelik çıktı.
Binlerce kişinin mağdur edildiği "enerji üretimi" vaadiyle dolandırıcılık vakasında yeni gelişmeler yaşanmaya devam ediyor.
Kainat Holding adıyla yapılan yaklaşık 600 milyonluk vurgunla ilgili henüz mağduriyetleri giderici bir adım atılamamışken İhya Holding ismiyle bir ponzi dolandırıcılığı daha patlamıştı.
Holdingin sitesinde "konkordato başvurusu" yapıldığına ilişkin bir bilgi paylaşıldı. Ancak bu bilginin doğru olup olmadığı henüz belli değil. Ticaret Sicil Gazetesi'nde yayınlanmış bir karar olmaması "zaman kazanmaya mı çalışıyorlar" sorusunu akıllara getirdi.
Konkordato başvurusu yapıldıktan sonra mahkeme tarafından bir karar çıkarılması ve bu kararın Ticaret Sicil Gazetesi'nde yayınlanması gerekiyor. Henüz yayınlanmış bir karar yok."Holding"in Instagram hesabından sitesine tıklayınca "olası dolandırıcılık" uyarısı çıkıyor.
'Holding'e bağlı kuruluşlar göstermelik çıktı
Düşük bütçeli sermayeyle kuruluş ilan edip kendilerini holding gibi gösteren şirket, çok sayıda yan sektörde de firma kurmuş hatta bazı yerlerde şubeler açmıştı.
Bunlardan biri "Goldistan Kuyumculuk"tu. Bakırköy'deki mağazanın etrafındaki esnaf, kuyumcunun yaklaşık 20 gündür kapalı olduğunu, kendileriyle pek iletişim kurmadıklarını, "kendilerinden sadece makas istediklerini" anlattı.
Kuyumcunun diğer mağazalarla pek iletişimi olmamış.İsmailağa'da çarşaf sattılar
Benzer bir durum "tekstil" firmaları için de geçerliydi. "Helal kazanç" diyerek "Umre hediyesi" veren dolandırıcılar, kadınlara ve erkeklere hizmet veren ayrı ayrı mağazalar da açtı. Üstelik kadın mağazası Fatih'te İsmailağa Sokak'ta bulunuyordu.
Ancak kadınlara çarşaf, ferace satan o mağaza da yaklaşık 10 gündür kapalı. Mağazalara ve şirkete telefonla da ulaşılamıyor.
Kuyumcu mağazasında olduğu gibi çarşaf satan "tekstil" mağazasında çalışanlar da etraftaki esnafla pek samimi olmamış. Dükkan şimdi satışa çıkarılmış, içinde ne kadar eşya olduğu ise bilinmiyor.Kainat Holding'in Silivri deposuna haciz iddiası
Topladığı 600 milyon lirayla kayıplara karışan Kainat Holding'e ait İstanbul Silivri'deki bir depo, önceki günlerde yurttaşlar tarafından basılmıştı. Güneş panelleri ve şirkete ait çeşitli dökümanların yer aldığı depodan eşya çıkarıldığını görenler polise haber vermiş, depodan Kainat Holding logolu motorların gitmesi engellenmişti.
Önceki gün aynı depo ikinci kez boşaltmaya çalışıldı. Gece gelen çalışanlar içerideki eşyaları yine çıkartmaya çalıştı.
Ancak ertesi gün depoya haciz işlemi yapıldığı iddia edildi.
Şirket, hâlâ Instagram hesabından Trendyol üzerinden satış yapıyormuş gibi görünmeye çalışıyor. Ancak sipariş verildiğinde ürün teslim edilmiyor./././
Mesele madem sınıfsal…(Cansu Oba)
Mesele sınıfsal diyorsak, en başa hayvan ticaretinin son bulması yazılmak zorunda. Herkes her şeyi tartışıyor ama sorunun gerçek sınıfsal köklerini görmezden gelenler bunu dile getirmekten çekiniyor.
Binlerce yıldır birlikteyiz. Biz bildiğimiz anlamda kalıcı olarak yerleşik yaşama geçmeden biraz önce önceye dayanıyor yakınlarımızda varlık göstermeye başlamaları. Üç aşağı beş yukarı 25 bin yıl diyelim. Bana göre çok keyifli bir zihin egzersizi niteliği taşıyan Ademden Önce romanında anlatıldığı gibi defalarca kesintilerle sekteye uğramış olması da mümkün bu sürecin. Belki de tesadüflerin rolünün sandığımızdan daha belirleyici olduğu bir çağda acıkan mağara insanının nefsine kurban gitti ilk evcil örnekleri Jack London’ın kurguladığı gibi ve birkaç yüzyıl daha ileriye attı tarihleri. Bu kısmını bilemiyoruz. Bir yerden sonra konumuz açısından da pek bir önemi yok. Türünün daha uysal olanları yöremize yakınımıza indiler, evcilleştirildiler, bazıları birlikte yaşadıkları insan toplulukları tarafından bir takım görevlerle yüklendiler, insan evladı tarafından bu doğrultuda eğitilediler.
Çok çok sonraları bir arada yaşayışın zamanla Anadolu’da Avrupa’dakinden farklı bir yön izlediğini biliyoruz. Osmanlı döneminde yolu Anadolu’dan geçen pek çok Avrupalı gezginin seyahatnamelerinde köpekler, kediler ve kuşlar başta olmak üzere sokak hayvanlarının ahalinin gündelik yaşamının nasıl doğal bir parçası olduğuna dair hikayeler, gözlemler çok. Bir kısmı için bunun şaşkınlık verici olması kayıtlara geçmesini sağlamış anlaşılan. Eh, adı imparatorluk da olsa feodalizmin tipik özellikleri orada duruyor. Merkezi devletin eli öyle imparatorluk topraklarının her yerine ulaşmaya yetmiyor. Sokak hayvanların bakımının kısmen vakıflar-cemaatler yoluyla üstlenildiği bilinse de merkezi bir planlamanın olmadığı yerde takipsizlik, kontrolsüzlük ve nihayetinde halk sağlığını ve hayvan sağlığını tehdit eden salgın dönemler de pek tabii yaşanıyor.
Şimdi bu gerçeklik çok boyutlu, acil bir sorun olarak karşımızda duruyor. AKP’nin yeni yasa tasarısı hazırlığına dair sızıntılar dolayısıyla tartışma giderek alevlendi. Haklı olarak.
Sorunun ne kadar köklü olduğunu anlatmak isterken “sokak hayvanları konusu bize ta Osmanlı’dan miras kaldı” diyenlere sık rastlıyoruz. Bu olgunun bu coğrafyada bir sürekliliği olduğu açık. Fakat ne Osmanlı döneminin idealize edilerek anılmasını mümkün kılabilecek bir mutlak uyumdan söz edebiliriz -ki bu anlamda uyum üzerine bir tartışmanın yürütülebilmesi için önce modernleşmeden söz etmemiz gerekir ki çevreyi koruma ve kullanma olgunlaşmış iki ayrı dinamik olarak karşımıza çıkabilsin- ne de sorunun gerçek köklerini görmezden gelen yüzeysel bir tartışma bizi çözüme götürür.
Sorun yeni değil. Özellikle son yıllarda sokak köpeklerinin saldırısı sonucunda yaşanan ağır yaralanmalar ve ölümler, barınaklardaki dehşet verici koşullar, sokaklara zehirli yiyecek bırakılarak öldürülen hayvanlar… Bu vakaların sayısının giderek arttığı malumumuz. Sayısı mı arttı farkındalığımız mı arttı tartışmasının bir anlamı yok. Bir sorun var ve karşımızda duruyor. Giderek çok daha fazla sayıda çocuğun, yetişkinin canını yakıyor.
Şimdi Avrupa modeli tartışılıyor. Yasa tasarısından yana olanlar da, hayvanların yaşam hakkını savunanlar da çoğunlukla yüzlerini Avrupa çevirerek onların meseleyi nasıl çözdüklerine bakıyorlar. İngiliz modeli, Almanya modeli, İsveç modeli…
Birçok halk sağlığı uzmanının ve uzman veteriner hekimin de dahil olduğu bu tartışmaların ciddiyetle ele alınması gereken boyutları var. Yaygın kısırlaştırmaya duyulan ihtiyaç örneğin. Bunun nesine itiraz edilebilir? Geometrik artışla hızla çoğalan popülasyonu kontrol altında tutabilmek için güvenilir bir izleme ve kısırlaştırma olmazsa olmaz.
“Uyutma” seçeneği sağlıklı ve rehabilite edilebilir hiçbir örnek için bizim açımızdan masada olamayacağına göre, diğer tüm önlemler alındıktan sonra sorunun akut halinin giderilebilmesi için tahmini olarak diyelim ki bir köpek ömrü süresince, yani yaklaşık 15 yıl için, barınakların ve oluşturulabilecek doğal yaşam alanlarının kapasitelerinin artırılması gerektiği ve koşullarının mutlak olarak iyileştirilmesi ve sistematik olarak denetlenmesi ihtiyacı da ortada.
Tamam ama yeter mi?
Bir tarafta sorunun altından akılcı bir planlamayla kalkamayıp çok boyutlu ve çok disiplinli şekilde ele alınması gereken bir meselenin düğüm haline gelmesinde rol oynayanlar var. Şimdi düğümü kesip atalım niyetiyle hareket ettikleri ve bir kez daha toplumun sinir uçlarını yokladıkları anlaşılıyor.
Kesip atılamaz. Yol açtıkları tablonun ve çözümündeki beceriksizliklerinin bedelini hayvanlara ödetecekler öyle mi? Bu toplumun vicdanında da çözümün reçetesinde de buna yer yok.
Fakat diğer taraftan çocuğunu ya da bir yakınını köpek saldırısı sonucunda kaybetmiş olan ve sayıları giderek artan yurttaşların karşısına “bir köpeğe siz nasıl davranırsanız o da size öyle davranır” naifliği ile çıkanları, insanların acılarını ve günlük yaşamlarında devam eden tehdit karşısındaki doğru-yanlış tepkilerini toplumdan tamamen kopuk bir biçimde liberal ideolojinin öteki-beriki teorileriyle yargılamaya çalışanları ciddiyete davet etmek zorundayız. Üstelik sorun artık bu boyutuyla da yalnızca kayıpların ya da yaralananların yakınlarının değil, toplumun büyük bir kesimin gururuna ve vicdanına dokunur hale gelmişken.
Kim bu saldırılara maruz kalanlar? Mutlak bir genelleme doğru olmaz elbette ama büyük oranda isabetli olacak bir tahmin yürütmek de o kadar zor değil. Her yerde yaşanıyor saldırı vakaları ama en çok da insanların korunaklı sitelerde değil mahalle yaşantısının içinde gündelik hayatını sürdürdüğü, kırsal alan bağı daha geniş olan, kent merkezlerinin çevresindeki mahalle ve ilçelerde, kentin varoşlarında, çoğunlukla da emekçi mahallelerinde… Köpek popülasyonunun dağılımından bağımsız olarak bu alanlarda yaya karşı karşıya gelişlerin sıklığından dolayı da biraz bu böyle.
Ana muhalefet lideri meselenin sınıfsal bir sorun olma yolunda ilerlediğine işaret etti geçenlerde. Sorunun pekala sınıfsal olduğu ortada. Bunu söylerken yukarıda bahsettiğimiz türden bir mekansal çıkarımdan hareket ettiği anlaşılıyor kendisinin. Bir sorunun farklı toplumsal sınıflar tarafından nasıl deneyimlendiğine bakarak sorunun sınıfsallığına dair çıkarımda bulunmak gayet tabii mümkün. Ülkede bazı sorunların yanından dolaşabilme özgürlüğünün parayla alınır satılır hale gelmesine yabancı değiliz. Parayla satın alınan laik eğitim, parayla satın alınan vaktinde tedavi, parayla satın alınan sokak güvenliği, parayla satın alınan her yere özel araçla gitme özgürlüğü… Ama madem meselenin sınıfsal olduğu bir kere ağızdan çıkmış, o zaman bu tespitin mantıki sonucuna işaret edelim. Öyle ya, bir sorunun sınıfsal olması, kaynağına ve dolayısıyla çözümüne dair doğru tespitte bulunmayı da beraberinde getirmek zorunda. Kalkıp ciddi ciddi “Köpek birine bakıp bunun parası varmış ısırmayayım mı diyor, benim de Bebek’te ısırılan arkadaşlarım var” sığlığı ile sınıfsal bakış açısını küçümsemeye çalışanlara gerekli yanıtı vermek için de bu böyle.
Mesele sınıfsal diyorsak, en başa hayvan ticaretinin son bulması yazılmak zorunda.
Evcil hayvanların açıktan veya örtülü ticareti sürüyor. Bütün yan kollarıyla büyük bir ekonomik sektör işlemeye devam ediyor.
Herkes her şeyi tartışıyor ama sorunun gerçek sınıfsal köklerini görmezden gelenler bunu dile getirmekten çekiniyor.
Amacımız çözümü yokuşa sürmek falan değil. Fakat çözüm için gerçekçi olmaya ihtiyacımız var. Hayvan ticareti devam eder cins köpek piyasası varlığını korurken bu sorunun gerçek anlamda çözülmesi ne yazık ki mümkün değil. Bir hevesle satın alınıp ardından sokağa bırakılan köpeklerin, sokaktaki köpek popülasyonundaki artışın en önemli nedenlerinden biri olduğu biliniyor. Bu hareketliliğin ortaya çıkardığı takibi ve kontrolü zor tablo kolaycılık değil bütünlüklü bir çözüm gerektiriyor. Sokağa bırakılan her bir köpekle doğaya yabancı yeni türler ortaya çıkıyor, zamanla onların çiftleşmesinden yenileri meydana geliyor. Hayvan davranışı zaten birden fazla parametreye bağlıyken buna hem genetik faktörler hem de her bir hayvanın travmatik olabilecek öyküsü eklenince bilinmezlik artıyor.
Çok sayıda gönüllü şimdiden yasa tasarısına karşı harekete geçerek farklı çözüm senaryolarında nasıl katkıda bulunabileceklerine dair bir tartışma yürütmeye başladılar. 10 milyona yaklaştığı söylenen köpek popülasyonunun, belediyelerin kapasitelerini dahi, hele de kaynaklarının büyük bölümünü rant yaratmaya ve dağıtmaya ayırdıklarını göz önünde bulundurursak, zorlayacağını tahmin edilebilir. Biz örgütlü bir topluma inanırız; akılcı bir organizasyon içinde, aynı hedef doğrultusunda kenetlenmiş bir insan topluluğunun neler yapabileceğini biliriz. Bunu layığıyla gösterdiğimiz zamanlar da oldu, önemli bir tanesinin yıldönümü yaklaşıyor…
Ancak şimdi bir kez daha tepkimizi sorunun muhataplarından duygusal olarak tamamen kopmuş, oldukça zor ve çok boyutlu bu sorunu besleyen somut koşullardan soyutlanmış bir romantizmden çıkarıp her sorununun müsebbibi kapitalizme yöneltme ve ayakları yere basan bir tartışma yürütme zamanı.
Bu tartışmada üç şeye yer olmamalı.
İnsan hayatına ve sağlığına yönelik tehdit oluşturan bir boyuta ulaşan bu sorunun küçümsenmesine,
Nefretin sokak köpeklerine yöneltilerek katledilmelerinin çözüm gibi sunulmasına,
Sorunun kökleri gizlenerek ve yalnızca bir yöntem sorununa indirgenerek toplumun uyutulmasına.
/././
Yahudiler, göçmenler, köpekler (Fatih Yaşlı)
Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada ya kitleler öfkelerini doğru yere yöneltecek ya da dünya ve insanlık kendi kıyametine doğru hızla sürüklenecektir.
Geçmişini Fransız devrimine kadar geri götürmek mümkünse de “kitle” adlı siyasi öznenin esas sahneye çıkışını 19. yüzyıla yerleştirmek gerekir; bu sahneye çıkış ise kapitalizmle ve onun yarattığı dönüşümle birlikte söz konusu olmuştur. Bu anlamda kitle modern bir olgudur.
Sanayileşme, kırdan kente göç, işçi sınıfı oluşumu, sendikalar, kulüpler, basın… Bunların hepsi birden siyaseti sarayların, şatoların dışına taşıyıp kamusal alandaki bir halk etkinliğine dönüştürmüş ve kitleleri siyasete dahil etmiştir.
O zamandan beri de kitle yönetici sınıflar açısından dikkate alınması, kontrol edilmesi, korkutulması, sindirilmesi ama aynı zamanda rızasının alınması, yani yönetilmesi gereken bir potansiyel tehdit olarak görülmüştür.
Düzen açısından kitlenin yarattığı tehdit elbette ki devrim tehdididir. Yıkıcı bir özne olarak kitle, potansiyel devrim tehdidini bağrında taşır; onun sokaktaki varlığı devrimin sokaktaki varlığıdır, kitle devrimin ete kemiğe bürünme potansiyelidir de diyebiliriz.
Sloganı “düzen ve kalkınma” ve kurucusu Auguste Comte olan pozitivizm, kitlelerin yıkıcı gücünü kontrol etme ihtiyacının, ilerlemeyi kitlelerin yaratabileceği kaos olmaksızın sağlamak arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Gustave Le Bon’un 1895’te yayınlanan “Kitleler Psikolojisi” adlı kitabı kitleyi bir tehdit olarak okuyan ilk bütünlüklü metindir. Bu kitap hem bireyin kitle içerisindeki davranışını hem de kitlelerin davranışlarını analiz etmek için yazılmış, kitleleri siyasete taşımayı hedefleyen devrimci güçler tarafından da karşı-devrimci güçler tarafından da okunmuş ve tartışılmıştır.
Kitle, devrimle karşı-devrim arasındaki bir mücadele alanıdır; devrimci güçler kitledeki devrimci potansiyeli açığa çıkarmaya çalışırken, karşı-devrim o potansiyeli bastırmaya, başka yerlere yönlendirmeye, manipüle etmeye çalışır.
Faşist ideoloji, kitlelerin devrimci potansiyelinin manipüle edilip karşı-devrimin hizmetine sokulması için icat edilmiş en etkili araçtır; faşizm “küçük adam”ın sınıfsal öfkesini, sınıfsal kinini alır, manipüle eder ve o öfkeyi esas yönelmesi gereken yerden başka yerlere yönlendirir.
Bayrak, marş, üniforma, silah, yeni topraklar fethetme, lidere tapma, ölme ve öldürme arzusu vs. işte tam da bu noktada devreye girer. Faşizm “küçük adam”ı kitleye bu arzuyla dahil eder, ona güçle özdeşleşmeye dair bir fantezi evreni sunar ve manipüle edilmiş kitleler faşizmin, yani karşı-devrimin tabanı haline gelir.
Ancak bu manipülasyon sürecinin bir olmazsa olmazı vardır; faşizm siyaseti “dost-düşman ikiliği” üzerine kurar ve sürekli hayali düşmanlar yaratır; ilkel toplumlardan beri devam eden “günah keçisi” bulup kabilenin birliğini yeniden kurmanın modern versiyonudur bu.
Yahudiler
Bu günah keçisi klasik faşizmde “Yahudi” olmuştur; 1930’lar Almanya’sında yaşanan çoklu kriz konjonktüründe Nazizm krizin müsebbibi olarak Yahudileri göstermeyi ve kitleleri Yahudi düşmanlığı üzerinden mobilize ederek iktidarını kurmayı başarmıştır.
Nazi retoriğinde Yahudi hem kapitalizmin hem komünizmin arkasındaki asıl faildir; dünyayı kapalı kapılar ardında Yahudiler yönetmektedir, Bolşevizm bir Yahudi akımıdır, Ekim Devrimi’ni Yahudiler yapmıştır, Yahudilik dinsizliği ve ahlaksızlığı yayar, kaos çıkarmaya çalışır, amacı ise tek bir dünya devleti kurmaktır.
Faşizm, bulduğu günah keçisini, yani iç düşmanı kitlelerin önüne atar ve krizden çıkışın onu kurban etmekten geçtiğini kitleye kabul ettirir. Burada kitlesel katliam pratikleri başlar, “düşman”a yönelik etnik arındırma ve soykırım, bozulan düzeni ve tehlikeye giren toplumsal birliği yeniden tesis edecektir.
Yahudiler, komünistler, çingeneler, zihinsel ya da fiziksel engelliler… Ölüm bir kere hükmünü icra etmeye başlayınca öldürülmesi gerekenler de çoğalır, siyaset ölüm siyasetine dönüşür, kitle de bu ölüm siyasetinin aktif ya da pasif ortağı olur.
Göçmenler
Günümüz faşizmi Yahudiliği günah keçisi olmaktan çoktan çıkarmış durumdadır, onun yerine ise göçmenler ve sığınmacılar ikame edilmiştir. Faşizm için güncel beka tehdidi göçtür; buna göre göç gizli güçler tarafından Batı medeniyetini yıkmak için kullanılmakta, belli merkezlerden yönetilmekte, demografiyi değiştirmek için teşvik edilmektedir.
Peki esas mesele nedir?
Neoliberal politikalar ve emperyalist askeri müdahaleler küresel gelir dağılımını alt üst etmiş, yoksul ülkeleri daha da yoksullaştırmış, dünyanın çeperinden merkezine doğru göçü hızlandırmıştır. Aynı neoliberal politikalar merkez ülkelerdeki gelir dağılımını da altüst etmiş, sosyal devleti aşındırmış, işsizliği ve yoksulluğu artırmıştır.
Böylece küresel ölçekte bir yoksulluk durumu ortaya çıkmıştır ve bunun sonucunda hem Batıya yönelik göç hem de göçmen ve sığınmacılara yönelik tepki artmıştır. Günümüz faşizmi, kitlelerin içinde bulundukları durumun müsebbibi olarak sistemi değil, göçmen ve sığınmacıları görmesini sağlamakta, yani kitlelerin düzene yönelmesi gereken öfkelerini manipüle etmekte ve kendisine buradan taban bulmaktadır.
Bu ise elbette ki kapitalizmin işine yaramaktadır; çünkü bir yandan kitlelerdeki devrimci potansiyel göçmen ve sığınmacı düşmanlığı üzerinden manipüle edilip karşı-devrim mecrasına akıtılarak etkisizleştirilmekte, öte yandan da faşizmin aşırılıklarının karşısına liberalizm tarafından “makul” olan konulmakta ve bu makul siyaset topluma “bakın bize oy vermezseniz, faşizm gelir” denilerek pazarlanmaktadır.
Köpekler
Bu noktada artık “köpekler” meselesine gelebiliriz. “Uyutma” denilerek yumuşatılmak istense de toplumun önüne konulan “nihai çözüm”ün köpeklerin sürüler halinde öldürülmesi olduğu, üstelik bunun işe yaramayacağı bilindiği halde çözüm olarak sunulduğu açıktır.
Bu çözüm değildir ama Türkiye çoklu bir kriz konjonktüründen geçmekte, toplum hızlı bir şekilde yoksullaşmakta, buna karşı son seçimlerin gösterdiği üzere bir öfke birikmekte, iktidarın yirmi yılı aşkın bir süredir inşa ettiği hegemonyada çatlaklar oluşmaya başlamakta, bunun da bir siyasi krize dönüşme ihtimali artmaktadır.
Hal böyle olunca kitlelerin biriken öfkesini manipüle edecek bir düşman icadına, bir günah keçisi yaratılmasına ihtiyaç vardır ve bulunan düşman şu an için sokak hayvanları ve köpekler olmuştur. Köpeklerin toplu olarak itlafında kitlelerin öfkesini başka yere yönlendirme ve soğurma arayışının olduğu açıktır. Faşizm ise her zaman bu tür sürek avlarının, toplu öldürmelerin, toplumsal histeri hallerinin üzerinde yükselir, iktidarlar gücünü hep böyle tahkim eder.
“İnsanlar evine ekmek götüremezken, kediyi köpeği lüks mamalarla besliyorlar” ya da “kendileri güvenlikli sitelerde otururken sokak köpekleri yoksul halkın çocuklarını parçalıyor…”
Burada söylem açıkça sınıfsaldır ama bu manipülatif bir sınıfsallıktır. Halkın, yoksulların, emekçilerin karşısına sahte bir düşmanı, yani köpekleri koymakla yetinmez çünkü; aynı zamanda sınıfsal kutuplaşmayı gerçek zemininden kaydırıp hayvanseverlik üzerine kurar, sahte bir sınıfsal karşıtlık inşa eder.
Oysa nasıl ki 1930’lar krizinin müsebbibi Yahudiler, Batı’nın bugünkü krizinin müsebbibi göçmenler ve sığınmacılar değilse, Türkiye’nin yaşadığı krizin müsebbibi de sokak hayvanları, köpekler ya da “mama lobisi” değildir.
Türkiye her şeyden önce bir bölüşüm krizi yaşamakta, yani halk tepeden bir sınıf saldırısına maruz kalmakta, faizler düşürülüp enflasyon yükseltilirken de faizler yükseltilip güya enflasyonla mücadele edilirken de emeğiyle geçinenlerden zenginlere bir servet transferi yapılmakta, zengin daha zengin, yoksul daha yoksul olmaktadır.
Ortada bir iş bilmezlik, beceriksizlik, cahillik yoktur; düzenin bekası ve sermaye sınıfının çıkarları adına bile isteye uygulanan sınıfsal politikalar, bile isteye uygulanan bir yoksullaştırma programı vardır. Yoksul halk çocuklarını köpekler değil bizzat bu düzen, bizzat bu politikalar yemekte, onların hayatlarını, geleceklerini paramparça etmektedir.
O halde bizde de dünyanın her yerinde de öfkenin asıl yönelmesi gereken yerin içinde yaşadığımız sefaleti bize reva gören bu sistem, yani kapitalizm olduğunu görmek, faşizmin sahte sınıfsallığının karşısına hakiki bir sınıf siyaseti koymak mutlak bir zorunluluktur.
Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada ya kitleler öfkelerini doğru yere yöneltecek ya da dünya ve insanlık kendi kıyametine doğru hızla sürüklenecektir.
/././
Seküler Milliyetçilik Hangi Boşluğu Dolduruyor? (Nazım Emre Yücetepe-GELENEK)
Öncelikle, burjuva ideolojisinin yeni çocuğu diyebileceğimiz seküler milliyetçiliğin tarihselliğini masaya yatırarak kolları sıvayabiliriz.Seküler milliyetçiliğin özellikle son birkaç yılda farklılaşmış bir milliyetçilik tipi olarak Türkiye siyasetinde ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Her ne kadar örgütsel karşılığı tartışmalı ve toplumsal izdüşümü muğlak olsa da bu ideolojinin toplumun belirli kesimlerinde etkili olduğu da bir gerçektir.
Bu ön plana çıkışıyla birlikte “seküler milliyetçilik”, etraflı bir tartışmayı gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla bu yazının temel hedefi seküler milliyetçiliğin düzen içerisinde konumlandırılmasına bir katkı niteliği taşımak ve zaten açılmış olan tartışma zeminini derinleştirmektir.
Peki nereden başlamalı?
Öncelikle, burjuva ideolojisinin yeni çocuğu diyebileceğimiz seküler milliyetçiliğin tarihselliğini masaya yatırarak kolları sıvayabiliriz.
Burada bir tür “tersine mühendisliği” akla getirmek mümkün. Nasıl insanın anatomisi nasıl maymunun anatomisini ele veriyorsa; seküler milliyetçiliğin anatomisi de pek tabii içinden çıktığı (Türk-İslam sentezinin) ülkücü milliyetçiliğin anatomisini ele verecektir. Ülkücü hareketin “farklı çehreli” bir çocuğu olan seküler milliyetçilik, milliyetçi harekette yaşanan yön değişikliklerine ve yol ayrımlarına ışık tutmaktadır.
Dolayısıyla, ilk hamle seküler milliyetçiliği temsiliyet iddiasındaki İYİ Parti ve Zafer Partisi’nin içinden çıktıkları MHP sarmalındaki tarihsel omurgayı ve işlevi bulmak olmalı.
27 Mayıs’tan 12 Eylül’e Milliyetçi Hareket
Milliyetçi hareket içerisinde MHP geleneğinden ayrışan farklı fertleri neyin ortaklaştırdığını ortaya koyabilmek için 27 Mayıs bir başlangıç noktası olarak seçilebilir.
27 Mayıs, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye’nin sürüklendiği ekonomik kriz ve onu takip eden siyasi krize bir müdahaleydi. “Darbe”nin iç-dış gerilimleri, taşıdığı ilerici-gerici boyutlar, sınıfsal aidiyet meselesi gibi başlıklar daha önce Gelenek’te üzerinde durulmuş başlıklardı.1 Bu kısım da yazının üzerinde duracağı alanı kapsamıyor zaten. Fakat darbeden sonra oluşan siyasi atmosfere damgasını vuran sınıf siyasetinin ve buna paralel olarak yükselen milliyetçi hareketin kritik bir önemi var.
Milliyetçi hareket ve 27 Mayıs dendiğinde akla ilk gelen isim elbette Türkeş oluyor.
Türkeş’le devam etmek gerekiyor. Öncelikle Türkeş’in ve milliyetçi hareketin içine doğduğu ve içinden doğduğu koşulların en kritik uğraklarını hatırlatmak gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın yeni bittiği, Soğuk Savaş’ın yeni başladığı 1945 yılından sonra Türkiye, ABD ile ekonomik-ideolojik yakınlığını giderek artırıyordu. Devlete pençelerini giderek daha çok geçiren sermaye sınıfı ipleri tamamıyla eline almaya hazırlanıyordu. Demokrat Parti’nin 1946 seçimlerinde gösterdiği başarı ve sermayenin seçeneklerinin artması; ‘‘demokrasinin inşası’’ bu süreci de hızlandırıyordu elbette.
5 Ekim 1947’de Genelkurmay Başkanı Salih Omurtak’ın bir heyetle beraber ABD’yi ziyareti etmesi ve hemen ertesinde 16 kişiden oluşan subay ekibinin ABD’de özel harp eğitimi alması (sonradan bu subaylardan çoğu Milli Birlik Komitesi’nde yer alacaktı) NATO daha kurulmadan kırpılan bir göz niteliği taşıyordu. Bu kişilerin arasında Alparslan Türkeş de vardı. ABD’nin ‘‘Sovyet tehdidi’’ karşısında savaş sonrasında kritik önem teşkil eden Türkiye toprağına siyasi-askeri tohumlar atması çok da şaşılacak bir şey değildi. Eğitime katılan subaylara anti-komünizmden tutun siyasi derinliğe kadar pek çok başlıkta dokunuşlar yapıldı. ABD Türkiye’de önce nereyi sağlama alması gerektiğini iyi biliyordu. 27 Mayıs’ın ABD tarafından bu denli soğukkanlı karşılamasının bir sebebine de bu yazılabilir; atılan tohumlara güveniliyordu. Örnek olması açısından dönemin ABD Büyükelçisi Warren şöyle aktarıyor:
“Görülmedik biçimde iyi organize edilmiş bir darbeyle Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs 04:00’te yönetimi ele geçirdi. Görünüşe göre ciddi bir karşı çıkış olmaksızın sadece 50 kişi yaşamını yitirdi. Cumhurbaşkanı Bayar, TBMM Başkanı Koraltan, Kabine üyeleri, Genelkurmay Başkanı Erdulhun koruma altına alındı. Ankara, İstanbul ve İzmir sessiz, gözle görülür örgütlü bir muhalefet yok. Bu noktada Büyükelçilik, isyanın tamamen iç kaygılardan kaynaklandığına inanıyor; Amerikan karşıtlığına dair hiçbir kanıt yok. Tam tersine, bu sabah Askeri Konsey üyesi bir subay Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD ile dostluğunu bildirdi ve başta NATO ve CENTO olmak üzere Türkiye’nin tüm uluslararası taahhütlerini yerine getirme arzusunda olduğu güvencesini verdi.“2
Bu rapordan ve çeşitli tarihsel kayıtlardan okuyabildiğimiz kadarıyla darbenin niteliğinde iki ölümcül hataya düşmemek gerekiyor. Esasen bu hatalar birbirinin zıttı bir yerde konumlanıyor. Birincisi, darbenin tamamıyla ilerici ve devrimci demokrat bir nitelik taşıdığı, emekçi sınıflara umut vadettiği sanısına kapılmamalı. Türkiye’nin o dönemki ekonomik-siyasi çizgisinin bütünlüğü bir kenara konularak saf bir inançla orduya bel bağlandığından sonrasında darbedeki ve ordudaki ilericilik-gericilik mevzusu Türkiye solunda çok derin açmazlar yaratıyor. Ordunun da düzenin bütününe içkin bir kurum olduğu ve ille de söylemek gerekirse son tahlilde hangi sınıfın yanında hangi sınıfa karşı duracağı unutuluyor. Yapının iç dinamiklerine saplanıp kalmak bütünü görmeyi zorlaştırıp solun gözlerini kamaştırıyor ya da başka bir tabirle ağaca bakılırken orman unutuluyor.
Sınıflar mücadelesinin siyaset sahnesindeki yansımaları hiçbir zaman kabalaştırılarak anlaşılabilecek bir şey olarak durmuyor. Çünkü düzen siyah-beyaz olarak değil bir tayf halinde dans ediyor. Elbette bu o dönemki ordunun içinde belirli bir kesimde devrimci demokrat eğilimler olmadığı anlamına gelmiyor. 27 Mayıs esasında Türkiye’nin geç kalmış burjuva devriminin karmaşıklığını içeriyor. Pek tabii burjuvazinin iktidara geldiği andan itibaren gerici bir konuma düştüğünü biliyoruz ama bir sınıfın kendi devrimini gerçekleştirdikten sonra devlet aygıtına hakimiyetinin hemencecik oturmadığını da biliyoruz. 27 Mayıs sırasında ordu, düzenin bütünlüğüne otursa da içerisinde hâlâ yerini aldığı karşı-devrimci DP iktidarına göreli olarak ilerici bir birikim (burjuva devriminin ilerici kalıntılarını) taşımaktaydı ve bu, sınıf mücadelesinden ayrı biçimde okunamazdı; darbedir denilip geçilemezdi. Tam da bu sebeple 27 Mayıs karmaşık bir doğaya sahipti. Kategorik olarak bir darbeydi. Solun önü açılırken aynı zamanda ABD’ye taahhüt verilebiliyordu. Bir parantez olarak, bu karmaşık doğası sebebiyle 27 Mayıs’ı ayrı bir yere koymak gerekiyor. Sonuçta düzenin yapısı siyah ve beyaz olarak okunmamalıdır, gri alanları saptamak ve renk tayfı içerisinde yerli yerine oturtmak gerekir.
Hatalardan bir diğeri ise komploculuk oluyor. Darbeyi başından sonuna ABD-NATO’nun tezgahladığı; orduyu ve siyaseti bir kukla gibi yönlendirdiği ve Türkiye’nin mutlak anlamda ABD güdümünde olduğu düşüncesi yine darbeyi ve atmosferi anlamada körlük yaratıcı etki yapıyor.
Bizim asıl ilgilendiğimiz kısım ise, 27 Mayıs’a dair farklı düşüncelerin ve komploculuğun Türkeş ile ilgili bir yanının olması. Türkeş ve çevresindeki milliyetçi asker kadroların (ondörtler) MBK içinden tasfiye edilmesi ve kimilerinin sürgüne gönderilmesi burada karşımıza çıkıyor. Çeşitli ABD raporlarına ve ülkemizdeki milliyetçi ideologların safdil yorumlarına bakılırsa Türkeş’in tasfiye edilmesi ve sürgüne gönderilmesi ABD karşıtlığı yüzünden. Hatta ABD ile hiçbir bağlantısı olmadığının kanıtı.
Az önce bahsettiğimiz komploculuk sanrısındaki semptomlar burada da gözlemleniyor. Düzenin ritmi kaçırılıyor veya görmezden geliniyor. Bütünün hareketinin fotoğrafı çekilerek ‘‘Bakın bu karede Türkeş ABD tarafından Nazi ilan edilmiş, bir ilişiği olamaz.’’ deniyor.
Bu fotoğrafı bir kenara bırakırsak, süreç bize ne söylüyor peki?
İkinci Dünya Savaşı sonrası muazzam bir prestij kazanan Avrupa’daki sosyalist devletler ve Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki siyasi ağırlığı unutulmamalı. Türkiye açısından da darbe sonrası mutlak bir Amerikancılık imkânsız görünüyor. Faşizmin alabildiğine meşruluk kaybettiği, Nazizm’in, ırkçılığın alabildiğine gayrimeşru hale geldiği bir siyasi atmosferi düşünebiliriz. Darbe sonrası henüz ortada büyük bir emekçi tehdidi de yokken bu derece radikal subayların öne çıkması Türkiye’nin egemenlerini (bir vade için de olsa) bu subayları sahneden çekmeye itmiş olmalıdır. Ordu içinde yaşanan eğilimler savaşı bir diğer etkendir. ABD’nin birlikte çalışacağı kadroları kör göze parmak sahiplenmeyeceği de ortadadır.
Buraya dair ilginç bir iddia örnek olarak verilebilir: MBK üyesi ve darbenin öncülerinden Madanoğlu Türkeş’i tasfiyenin ardından bir de kurşuna dizdirmek istiyor, eylem ABD Büyükelçiliği’nden gelen talimatla iptal ediliyor.3
Milliyetçi hareketin vaktini beklemesi gerekiyor.
Türkeş Yeni Delhi’de büyükelçi olarak sürgündeyken kendisiyle beraber tasfiye edilen on dörtlerle bağını hiç koparmıyor. 31 Mart 1965’te bu kişilerden bazılarının da aralarında olduğu bir ekiple birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne katılıyor. Partinin 1969 yılında ismi ve zaman içerisinde de doktrini değişiyor. Ele geçiriliyor, fakat içerideki saf Türkçü Atsız akımıyla birlikte.
Bu 4 yıllık süreçte Nihal Atsız ve çevresinin temsil ettiği Türkçülük yerini Türk-İslam sentezine bırakıyor. 1969 yılında gerçekleştirilen kongrede sembolizmden söyleme kadar bu sürecin etkileri gözlemlenebiliyor. Bozkurt üç hilalle bütünleşiyor, saf Türkçülük yerini “Tanrı Dağı kadar Türk’üz, Hira Dağı kadar Müslümanız.” söylemine bırakıyor.
Milliyetçi hareketin 1960’lı yıllarda yükselen sınıf siyasetine paralel olarak yükselmesi ise elbette bir tesadüf değildir. 1965 yılında yapılan seçimlerle TİP’in 15 milletvekili çıkarmasına cevap olarak, solun ve emekçi sınıfların yükselen sesini kısmak için ne erken ne de geç, tam zamanında bir sokak gücü sahaya sürülüyor. 1968 yılında CKMP’nin komando kamplarında binlerce genç, NATO tedrisatından geçmiş subayla “eğitiliyor”. Bu kampların kimisi açıktan kimisi yeraltından olmak üzere genç militanlarını “grev nasıl kırılır”, “komünizmle nasıl mücadele edilir”, “bir miting nasıl dağıtılır” gibi sayısız fiziki ve zihinsel eğitimden geçiriyor. Solun yükselen sokak ve ideolojik gücüne karşı bütün ülkenin gözleri önünde sermaye sınıfının ideolojik ve sokak gücü devlet-kontrgerilla-NATO eliyle yaratılıyor.
CKMP’den MHP’ye uzanan süreçte İslamcılık Türkçülüğe eklenerek ideolojik cephane genişletiliyor. Kamplarla on binlerce kişilik anti-komünist milisler yaratılıyor. Tam da bu yüzden Türkiye’de düzenin darbenin hemen sonrasında MHP’nin kadrolarını oluşturacak subayları yok etmemesi fakat aynı zamanda geri çekmesi kendi bütünlüğüne oturan bir hamle olarak şekilleniyor.
İslamcılık sosunun Türkçü ideolojiyle kaynaşmasını biraz daha deşmek gerekiyor. CKMP-MHP’nin ilk yıllarında milliyetçi hareketin giderek el yükselttiğini izleyebiliyoruz. 1960-1980 yılları arası Türkiye’de sınıf mücadelesinin giderek yükseldiği ve 77-78 yıllarında zirveye tırmandığı dönemlerdir. MHP’nin başta Türkeş olmak üzere kurucu kadroları ABD ve NATO ile sıkı bağları olan subaylardan oluşuyordu. MHP’nin karakterini en genel hatlarıyla bu yirmi yıllık süreçte bir emperyalizm projesi olması şekillendiriyor. Milliyetçi hareketin inşası belki de bir bütün olarak düzenin iradesinin en çok ön plana çıktığı olgudur denilebilir. Kontrgerilladan komando kamplarına kadar hedefte neyin olduğu çok net okunabiliyor. Fakat milliyetçi ideolojik formasyon yükselen ve güçlenen sınıf hareketine karşı sadece zor gücüyle yetinmiyor.
Yazının sonlarına doğru tekrar döneceğiz ama şimdi de açmak gerekiyor; milliyetçilik bir ideoloji olarak saf haliyle genellikle gözlemlenmiyor. Bunun bir sebebi burjuva ideolojilerinin birbirinden beslenmesi, bir diğeriyse burjuvazinin aristokrasiden miras aldığı dinin sınıf uzlaştırıcı gücüdür. Hedefte eğer komünizm varsa; saf milliyetçi hareketin daha fazla cephaneliğe ihtiyacı var gibi gözüküyor. Üstelik bu kaynaşmanın dünya ölçeğinde de bir bütünlüğü bulunuyor. Sovyetler Birliği’nde bulunan Azerbaycan SSC, Türkmenistan SSC gibi cumhuriyetlerde de en nihayetinde Türk çoğunluklu popülasyonlar bulunuyor ve bu ulusların tutkalını milliyetçilik değil sosyalist ideolojiyle yoğrulmuş sınıfsal irade oluşturuyor. Bu aynı zamanda küresel ölçekte Türk-İslam senteziyle sosyalizme karşı bariyer görme işlevi demektir. Elbette bu örnek çok boyutlu bu sentezin sadece bir boyutu olarak gösterilebilir fakat sınıfsal refleksleri kırmak adına Türkçülüğün yanına eklenen İslamcılık, milliyetçi hareketin bu işlevi yerine getirme görevinde çok büyük bir katalizör olarak işlevleniyor. Milliyetçiliğin nefesinin tıkandığı yerleri İslamcılık dolduruyor.
Ayrıca Türkiyede komünizme karşı yükselen tek hareket milliyetçilik değildi. 1948 yılında Zonguldak’ta kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin tarikat-cemaatlerle direkt bağlantısının olduğu biliniyor. Fethullah Gülen, Celalettin Ötken ve daha sayısız ismin bu kurumla dolaylı değil direkt ilişkisi bulunuyor. Düzenin ruhu iki sınıf uzlaşmacı düşünceyi baş düşmanlarına karşı aynı potada erimeye itiyor.
Peki milliyetçi hareket ne zamandan itibaren düzenin sadece sokak gücü olmaktan sıyrılıp iktidar ortaklığına oynamaya başlıyor?
MHP’nin bunun için de zamanını beklemesi gerekiyor…
Böylesi siyasi kırılmalarda net bir “an” aramak genellikle hatalı kavrayışlara yol açmaktadır; fakat MHP’nin tarihinde tayf halinde de olsa buraya oturan bir zaman dilimi pek tabii bulunabiliyor. Bu zaman dilimi birden fazla parametreye bağlı olarak şekilleniyor. Bununla birlikte 12 Mart sarsıcı bir tarih oluyor. 12 Mart ile Cemal Madanoğlu gibi devrimci demokrat eğilimlere sahip generallerin ordudan tasfiyesi sermaye sınıfına hem 1980’nin kapısını aralıyor, hem de karşı devrimin elini yükseltmek için alan genişletme rolünü üstleniyor. Darbenin hemen ertesinde ise DİSK ve TİP’in kapatılması, Balyoz Harekatı’nın başlatılması döneme sınıf mücadelesi açısından damga vuruyor. 1971 yılı, sermayenin sokak gücü ve devletle ilişkideki MHP’den devletli MHP’ye geçişin önemli bir uğrağı olarak şekilleniyor. Sol hareketlere yönelik saldırıların oranı da bu özgüvenle artıyor. 1975 yılında Demirel koalisyonunun bir parçası haline geliyor. MHP ve devlet eliyle 12 Eylül’e uzanan bu dokuz yıllık süreçte hem ideolojik saldırılarla hem de sokak gücüyle 12 Eylül’ün zemininin iç kargaşa bahanesi yaratılarak meşrulaştırılması için adımlar atılıyor. 12 Mart’ın devamı olan 12 Eylül’de bu süreç tamamlanıyor ve zamanın MHP Genel Başkan Yardımcısı Agah Oktay Güner’in mahkeme salonunda söylediği ünlü ‘‘Biz hapisteyiz ama fikirlerimiz iktidarda’’ sözü kazınıyor tarihe.4
Dediğimiz gibi 12 Mart’tan 12 Eylül’e uzanan süreçte MHP düzenin acil durum butonu olmaktan çıkıp, kuruluşundan itibaren sahip olduğu bağları derinleştirmiş, iktidar ortağı olmadığı dönemlerde de kendisini düzenin sürekli bir parçası haline getirmiştir, fakat asla tek başına değil, tam aksine devlet aygıtı da onu kendisinin bir parçası haline getirmiştir, ilişki karşılıklıdır. Partiler mezarlığı olan sermaye düzeninde MHP’nin temel partilerden biri haline gelmesini sağlayan; bitmeyen sınıf mücadelesi ve dolayısıyla sermayenin ihtiyacı olan sınıf uzlaştırıcılığıdır. Nitekim 12 Eylül’den sonra da iş bitmemiştir. Kolu kanadı kırılan solun ideolojik olarak süpürülmesi görevi 12 Eylül’ün çocuklarını beklemektedir: Özalları, Türkeşleri, kontrgerillayı… Özetle, ‘‘Sermaye sınıfının açtığı yoldan, ileri!’’ fikrinin vücut bulması gerekmektedir.
90’lı yıllara da bu şiarla MHP-mafya-kontrgerilla üçlüsü damgasını vurmuştur. Tüm ülkenin sol örgütlerden temizlenmesi, Kürt sorununun patlak vermesi; MHP’yi kirli işlerin baş aktörü konumunda tutmaktadır. Ta ki 90’lı yılların patlama noktası olan ve devlet-mafya-kontrgerilla ilişkisinin gün yüzüne çıkmasına neden olan ‘‘Susurluk kazası’’na kadar. Kazanın hemen bir yıl sonrasında dönemin ruhunu taşıyan olaylı MHP kurultayı yaşanmıştır. Türkeş’in ölümüyle genel başkanlık koltuğu boşalmış, tüm bu pisliğin üzerine meşruiyet devşirme sorumluluğu, ‘‘seçilecek’’ yeni genel başkan ve kadrolarına kalmıştır. Beyaz çorapların çıkarılması, bıyıkların ucundan kısaltılması gerekiyordur.
Bu süreç bir bütünlüğe sahipti. 12 Eylül’ün çocukları aradan geçen 17 yılda görevlerini öyle ya da böyle yerine getirmişti. Özelleştirme zinciri başlatılmıştı, emekçi sınıfların kolu kırılmıştı, Sovyetler Birliği çözülmüştü. Daha ne isterdi düzenin egemenleri! Hem dünyada hem Türkiye’de sermaye sınıfı tüm bu karanlığın üzerinde tepinirken zafer çığlıkları atıyordu. İşlevini tamamlayan devlet-mafya-kontrgerilla sarmalının yeniden yapılandırılması, ilişkilerin yeniden tarif edilmesi, meşruiyet şerbetinden kana kana içilmesi gerekiyordu. Bunu sağlamanın yolu düzen partilerinde ‘‘yeni’’ kadrolara yolun açılmasından; 2002’de bir proje olarak AKP’nin buyur edilmesinden geçiyordu. Artık radikalizmin düzenin sağlığı için de son bulması, siyasi krizlerin konsolidasyon projesiyle sonlandırılması gerekiyordu, Devlet Bahçeli sahneye çıkmıştı. Beyaz çorapları çıkarmak, ‘‘MHP eskisi gibi değil artık’’ dedirtmek ona ‘‘nasip olmuştu’’ ve tabii ki AKP iktidarına giden yolları döşemek de: 2002 yazında hükümeti iktidardan el çektirmeye ittirerek 3 Kasım’da seçimlere gidilmesi çağrısı yapmıştı. Hatta Ecevit ve partisinin bunu reddetmesi durumunda ‘‘Kasım ayına kadar yaşanacak krizden MHP sorumlu olmayacaktır, hükümetten çekiliriz’’ demişti Bahçeli. AKP projesinin siyasi start butonuna basan da yine MHP idi.
Önü açan da milliyetçi hareketti, 2017’de kurtaran da. MHP başından beri AKP ile koalisyondaydı. Sadece yine, yeniden zamanını beklemesi gerekiyordu…
Bağlayacak olursak, milliyetçi hareketin günümüze uzanan parçalı yapısında en temel genetik kodu anti-komünizm oluşturuyordu. Ek olarak, bir burjuva ideolojisi olarak milliyetçilik ‘‘radikal’’ bir doğaya sahipti. Birbirinden farklı çehrelere sahip liberalizm, sosyal demokrasi vb. akımlardan ayrı bir yerde konumlanmıyordu; ancak, farklı bir tona sahipti milliyetçilik. Hepsinin özünde sınıf uzlaşmacılığı olmasına rağmen bir ideoloji olarak milliyetçilik sınıf savaşımının radikalleşmediği, yükselmediği ya da başka ihtiyaçların açlığının çekilmediği anlarda egemenler için en işlevli halini belki de gösteremiyordu… Bu anlarda işlevsizdir demek saçma olmakla beraber sahaya “tam kadro” sürüldüğü süreçleri iyi saptamak gerekiyor.
Seküler milliyetçiliğin sahneye çıkışı
Her karşıtlık aynı zamanda uzlaşıya gebedir. Diyalektiğin doğasından ve doğanın diyalektiğinden biliyoruz.
Konumuza inceltmek üzere, Türkiye siyasetinde kendisine alan kapmış olan partilerin karşıtlık-uzlaşı diyalektiğini nasıl kurmalı?
Türkiye’nin yaklaşık son on yılına baktığımızda AKP’nin ideolojik yıkım-yaratım sürecini görüyoruz. Yeni-Osmanlıcılığın, karnı guruldayan Türkiye burjuvazisinin ideolojik yakıtı olduğunu görüyoruz. Elbette emperyalizmin büyük abisi ABD’den bağlarını kopartmadan fakat ondan görece özerk bir sömürü ağı yaratmak isteyen Türkiye sermaye sınıfı AKP ile bu hayallerini gerçeğe dönüştürme işine soyundu. Bunun için Türkiye’nin burjuva devriminden geriye kalan son ayak bağlarından kurtulması fakat bununla yetinmemesi gerekiyordu. Tarikat-holdingler ülkenin dört bir yanını sardı, meşru hale getirildi. Laiklik tamamen yok edildi, kırıntısı dahi bırakılmadı. Cumhuriyetin değerlerinin üzerinde tepinildi. Bu işin bir yüzü.
Peki ya diğer yüz? Bu süreçte düzenin bir başka partisi olan ve AKP’nin karşısına birinci sırada yazılan CHP ne yapmaktaydı. Uzlaşı mı? Karşıtlık mı? Sadece birincisini yapamayacağı çok açık. Fakat düzen içerisinde tam olarak nasıl işlevlendi?
Bir toplumun değerler setiyle oynamak siyasi iktidar için çok ince bir iştir. Yıkılanın üzerine yenisini kurmak çok büyük miktarda ve kendisini yineleyen meşruiyet kaynakları gerektirir. CHP, düzen için AKP’nin meşruiyet dinamolarından biridir. Sayısız örnek verilebilir: Ekmeleddin İhsanoğlu, 2017 referandumu, 2015 Haziran seçimleri, 2019’da tanınmayan İstanbul seçimi, parti içi dini referansların kanıksanması…
Sermaye sınıfı-AKP için değerler setiyle oynamanın en büyük handikapı geniş emekçi kitlelerin düzenin meşruiyetini sorgulama ihtimaliydi. Artırılan sömürü koşullarının öfkesini örtecek olan dinselleşme hamleleri, tarikatların yaygınlaşması ve bunları tamamlayan diğer hamlelerin, söz konusu değişimi kabullenmeyecek ve bunda diretecek emekçi kitleler yaratması düzen için tehlike çanları demekti. İşte bu kesim AKP’nin uzandığı ideolojik uzamın dışına taşıyordu, düzenin bütünlüğü seferber edilmeliydi, edildi de. İdeolojik uzamda kapatılan alanlar iç içe geçirilmeli, biçimsel karşıtlıktan gerçek uzlaşı doğmalıydı.
Düzenin dışına taşmadan yapılacak bir AKP karşıtlığı bulunmaz nimetti. CHP tam anlamıyla siyasal iktidarla, iktidarın meşruiyetini kaybettiği kitleler arasında tampon bölgeyi oluşturuyordu. CHP AKP’nin ayna görüntüsüne dönüşmüştü. CHP’nin “sol” yumruğu aslında AKP’nin “sağ” yumruğuydu.
Peki esas meselemiz milliyetçi cephede ne yaşanıyordu?
Düzenin yaşadığı krizler depremler gibidir, ideoloji uzamında gediklerin açılmasına sebep olur. Mevcut ideolojik cephaneliğin gücünün yetmediği yerde genellikle bu cephaneliğin başkalaşmış hallerine başvurulur.5
O zaman Türk-İslam sentezinden doğan seküler milliyetçilik neyin boşluğunu dolduruyor? Nasıl dolduruyor?
Biraz geriye gidelim.
AKP 2015 Haziran seçimlerinden zayıflayarak çıkmıştı, tek başına iktidar olabilecek yeterliliği sağlayamamış, düzen küçük çaplı bir krize takılmıştı. Kriz koalisyonun kurulamamasından sonra istikrar söylemleriyle ve muhalefetin de tampon rolünü oynamasıyla tekrar seçimlere gidilerek çözüme kavuşturulmuştu. AKP, kartları doğru oynamasının da yardımıyla tekrardan tek başına iktidar olmuştu fakat bu tablo artık AKP’nin ipi tek başına göğüsleyemeyeceğinin sinyallerinden biriydi. Yardıma MHP koşmuştu. AKP iktidarı bundan böyle değerler dönüşümünü, sistemsel dönüşümü, toplumsal müdahaleyi tek başına çözemezdi.
2017 referandumuna gidilecek süreci mümkün kılanlar da MHP’li milletvekilleriydi. Milliyetçi cephe iktidar ortaklığına oynuyordu. Zamanı gelmişti, kriz MHP’yi çağırmıştı, o da çağrıya icabet etmişti.
Fakat bunun bir bedeli olacaktı. Uzun iktidarının ardından emekçi kesimlerin belli bir bölmesinde nefret objesine dönüşmüş Erdoğan ve AKP ile ortak olmanın elbette bir çıktısı olacaktı.
Meşruiyet böyle bir şeydi. Düzen partilerinin bütünlüğünün özü tam da bu karşıtlık-uzlaşı diyalektiğinin dansındaydı, onların ideolojik bütünlükleri kurdukları biçimsel karşıtlıkta yatıyordu. Siyasi rotasını kıran her parti, kırdığı ölçüde belli bir bedelle karşılaşmak zorundaydı. Rıza mekanizmaları böyle işliyordu.
Öyle de oldu. Referandumdan bir yıl önce çatırdamalar hissedilmişti. MHP olağanüstü tüzük kurultayına gitti. Devlet Bahçeli’ye karşı öne çıkan isimler yine bilindik isimlerdi: Meral Akşener, Sinan Oğan ve Ümit Özdağ. Kongre olaylı geçmişti. Tüzük, delegelerin kararıyla değişmişti fakat daha sonra mahkeme kararıyla yapılan kurultay iptal edildi. Meral Akşener şunları söylüyordu: “Kongre iptal oldu. Tam 10 dakikada dava bitti. 10 dakika verilecek bir karar için bir yıl beklendi. 700 delegenin iradesi yok sayıldı. Adaletin ruhuna El Fatiha.”
Üçü de MHP’den ihraç edilmişti. 2023 seçimlerinde ‘‘siyasi tercihini Erdoğan’dan yana kullanan’’ Sinan Oğan ise olaylı kurultaya dair o günlerde şu açıklamalarda bulunmuştu:
“Bu karar göstermiştir ki, Türkiye’de adalet iktidarın emrindedir. Adalet hakimlerin vicdanları yerine hükumetin talimatıyla yapılıyor. Dün FETÖ’nün emrine giren adalet bugün AKP’nin emrindedir. Bugün en acil konu adaleti iktidar ve FETÖ tahakkümden kurtarmaktır. Adaleti tahakkümden kurtarmadan Türkiye normalleşemeyecek, ülkede demokrasi sağlanamayacaktır.”6
MHP’nin AKP’ye yaşam öpücüğü bahşetmesi pürüzlere yol açmıştı. AKP-Erdoğan nefretini siyasal İslamcılıktan ayırmak imkansızdı. Dolayısıyla MHP-AKP iktidarının kurulması, köken olarak milliyetçi fakat yönelim olarak muhalif ve AKP nefretiyle de temas etmiş kitlelerin belli bir kısmını siyaseten boşluğa ittiriyordu. Düzenin krizi ideolojik uzamında gedikler açıyordu. Fakat bu bilinçli yapılmıyordu. Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları iktidarı ve milliyetçi hareketi buraya sürüklüyordu. Boşluk önce sezildi. Sonra Akşener ve çevresi tarafından “Renan milliyetçiliği” hatırlandı.7 Sonrası malum, MHP’den de kopan bir kesimle İYİ Parti kuruldu.
Fakat, yazının başına dönecek olursak, bu gediği dolduran “seküler milliyetçiliğin” önündeki engel neydi? Ayrıca düzenin bütünlüğü içerisinde milliyetçi hareketin yeni parçalı doğası neyi işaret etmekteydi?
İlk soruyla başlayalım.
Seküler milliyetçiliğin partileşmesinin önündeki engellerden biri düzenin partilere verdiği görece yeni biçimle ilgili. Çokça söylüyoruz, artık partiler değil kişiler öne çıkmakta, sermayenin hareketinin zaman içerisinde giderek hız kazanması doğal olarak düzen siyasetini de hızlanmaya ittiriyordu, parti formu bu hızı düşürücü etki yapmaktaydı. Tek adama karşı anti-tek adamlar yaratılmakta, siyasetin hızlı akışı adına düzenin partileri silikleşmekte ve iç içe geçmekte. Ek olarak Türkiye’yi belirleyen hegemonik bir sınıf hareketi, örgütlü bir çıkış da henüz ufukta gözükmemekte.
Bu durumda siyasete sermaye sınıfı adına şekil verenler artık partiler değil onların yarattığı güçlü kişilikler olduğundan seküler milliyetçilik ideolojik uzamda kendisine bir yaşam alanı bulsa da bunun parti formuna yansımasında bazı güçlükler belirmekteydi. Keza yaşanan da bu oldu. AKP-Erdoğan nefretiyle, içi siyaseten boşaltılmış bir duygusal yakıtla kitleler ikna edildi. İmamoğlu ve CHP’nin oynadığı role de ‘‘herkesi kucaklamak’’ düşerdi zaten. İdeolojik uzamda kaplanan alanların girift yapısının ve iç içe geçmişliğinin de etkisiyle partiler arası sınırlar bulanıklaştırılmıştı. Yeni açılan gediğe seküler milliyetçilik yerleşse de rıza mekanizmaları ya CHP’yi ve İmamoğlu’nu-Mansur Yavaş’ı ya da Erdoğan ve AKP’yi gösteriyordu. Bir bütün olarak ideolojik uzamdaki tüm enerji dere gibi bu iki partiye akıyordu. Siyasete sınırlar ve ilkeler üzerinden değil, bütünleşme ve ne olursa olsun kapsama yeteneği üzerinden şekil verilmesi iki büyük kutup noktası ve büyük bir çekim gücü yaratmıştı.
Bir diğer faktörse yine üstünde durduğumuz milliyetçiliğin radikal doğasındadır. İYİ Parti’nin çizgisi hem bu radikalliği karşılamamaktadır hem de düzenin ruhunu takip ederek ‘‘herkesi kucaklayan’’ role bürünmeye girişmiştir, düzenin cevabı ise yaratılmaya çalışılan bu üçüncü kutbu kusmak olmuştur. İYİ Parti bir düzen unsuru olarak düzenin frekansına uygun hareket etmeyi becerememiştir. Veya zaten en başından beri bir geçişi yönetmek için tasarlanmıştır… Ümit Özdağ ve Zafer Partisi ise milliyetçi hareketin radikal doğasını bünyesinde tutmuştur. Siyasetin liderlere daralması açısından da bir tipoloji olarak “Ümit Özdağ” Akşener’e nazaran daha “iyi” iş çıkarmıştır.
Unutulmamalıdır, geçmişten bugüne söz konusu milliyetçi hareketin ortak karakterinde radikallik, sokak gücü ve anti-komünist tutum sabittir. MHP’den doğan bu iki parti arasından Zafer Partisi ilkini, İYİ Parti ise sadece anti-komünizmi tutabilmiştir. Dolayısıyla Zafer Partisi’nin İYİ partiye nazaran ortaya çıkan “radikal” boşluğa daha iyi yanıt verdiği söylenebilir. Özdağ’ın partiden tasfiyesiyle birlikte adına “seküler milliyetçilik” denilen yeri örgütleme iddiası partileşmeye doğru ilerlemiştir. Bunu ne kadar becerebildiği ve becerebileceği ise kuşkuludur.
İkinci sorumuz, düzenin bütünlüğü içerisinde milliyetçi hareketin yeni parçalı doğası neyi işaret etmektedir?
Fark edilmiştir ki CHP-AKP için geçerli olan meşruiyet yaratma mekaniği İYİ Parti-Zafer Partisi-MHP için de geçerli gibi gözükmektedir.
İYİ Parti ve Zafer Partisi her ne kadar Türkiye siyasetinde ortaya çıkan boşluk için mücadeleye girişseler ve belli ölçülerde farklılaşsalar da MHP’den kopan kitleleri ikna etme işlevini görmektedirler. Düzenin bütünlüğü tam olarak buradadır. Üstelik bu işlev sadece iki izole hat olarak AKP-CHP ve MHP-Zafer-İYİP için geçerli değildir. Tümü bir bütün olarak bu akışı sağlamaktadır.
Öte yandan başka bir soru daha kafamızı kurcalamaktadır. İdeolojik uzamdaki bu görece yeni boşluğu doldurma işine kalkışan seküler milliyetçiliğin “sekülerliği” nereden geliyor? Gerçekten seküler bir milliyetçilik mümkün mü?
İYİP ayrışma sürecindeyken bu iddiaya sahipmiş gibi duruyordu. Sonrasında eski AKP’li tarikatçı kadroların skandallarıyla çalkalanmıştı. Milliyetçilik-liberalizm-siyasal İslamcılık her biri sınıf uzlaşmacılığının birer yüzü olarak bütünleşme-ayrışma ya da uzlaşma-karşıtlık ilişkisini içermek zorundadır. Hele sınıf uzlaşmacılığında tarikat-holdinglerin işlevlendiği yer ortadayken bu kilit taşını yerinden oynatmak düzen partileri için birer seçenek olamaz. Milliyetçi hareketin partiler mezarlığında neden yerini almadığından bahsetmiştik. Cevabı en temel iki uzlaşmacılığı bünyesinde cisimleştirmesiydi. İYİP veya kardeşi Zafer Partisi bu uzlaştırıcılardan birini bünyesinden kusamaz. Milliyetçilik düzenin devamlılığını sağlayan diğer ideolojilerle simbiyotik ilişki içerisindedir.
Temelinde kendisini tarihin çarklarına çomak sokarak durdurmak üzerine kurgulamış her ideoloji önünde sonunda geçmişten, geri olandan enerji devşirmek zorundadır. ‘‘Biz Mustafa Kemal Atatürk çizgisinde milliyetçileriz’’ diyen Özdağ dönüp dolaşıp ‘‘her tarikat kötü değildir, suçu hepsine yıkmamalı’’ demek zorundadır.8 İsteyerek veya istemeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz, nesnelliğin dayatmaları ideolojilerin de sınırlarını çizmektedir. Karşımızda “seküler” olmayan ama dini referansları halı altına saklamış, düzen dışına savrulan kitlelerin radikalliğini ve öfkesini soğuran bir milliyetçilik vardır.
Bu doğası seküler milliyetçiliği içinden çıktığı ülkücü hareketle bütünleştirmektedir. AKP karşısında CHP ne kadar sekülerse, bu yeni tipteki ideoloji de ülkücü hareket karşısında özü itibariyle o kadar sekülerdir.
Türkiye’de son yıllarda düzen partileri içerisinde çokça ayrışmanın yaşanması kesinlikle tesadüf eseri değildir. Düzenin bütün unsurlarının seferber edildiği değerler setinin yeniden biçimlendirilmesi sürecinde ana aktör olan AKP-MHP koalisyonunun açtığı gediklere simbiyozları olan ve onların içerisinden çıkan partiler yerleşmiştir. Bir yandan belli bir toplamın radikallik taşıyan öfkesi yeni partiler aracılığıyla devşirilmeye çalışılmış; bir yandan da koalisyon iktidarıyla kurdukları simbiyotik ilişki üzerinden uzlaştırılmaya gayret edilmiştir. Seküler milliyetçiliğin sözde ‘‘seküler’’ niteliği bu simbiyozu yaratmanın ön koşuludur, sanıldığı üzere gerçek bir ayrışmanın sonucu değildir. Bir zamanların panik butonu olan MHP devletli niteliği kazandıktan yıllar sonra kendi panik butonunu kendi içinden yaratmıştır. Olaylı kongre çok çabuk mazide bırakılmış, Bahçeli, partisinin genel başkanlığından ayrılma kararı alan Akşener’e ‘‘Partisinin başında kalmalıdır.’’ sözünü söyler olmuştur.
Zafer Partisi-İYİ Parti-MHP sarmalının, yani bir bütün olarak milliyetçi hareketin dengesini Türkiye’nin Erdoğan sonrasına geçiş için döşenen taşları belirleyecektir. Zafer Partisi Türkiye’de birikmiş olan öfkeyi göçmen düşmanlığına kanalize etmesiyle, radikal doğasını muhafaza etmesi ve tersinden, kitlelerin sürüklendiği öfkeyi kendine devşirmesiyle sözde seküler milliyetçi uzamda yerini almıştır. Fakat Türkiye sermaye sınıfının sırtını yasladığı ve iktidarını üzerine inşa ettiği zeminin ayrılmaz bir parçası olan tarikatların kadim ortağı Türk-İslam sentezidir. MHP kısa sürede siyaset sahnesinden silinemeyecek derecede düzenin köklerine nüfuz etmiştir.
İYİ Parti ise “merkezciliğinin” sınırlarından kurtulamamış, başka bir biçimde söylenmek üzere düzen partilerinin altın kuralı olan uzlaşı-karşıtlık bütünlüğünü oturtamamış, siyasi olarak konumlanacağı yeri tayin edememiştir. Oysa bir düzen partisinin düzenle kurduğu simbiyoz ilişkiyi tarif eden şey emekçi kitleleri kendi özgünlüğüyle uzlaşıya sürükleyebilme gücüdür. Seküler milliyetçi maceraya atılacağım derken ideolojik uzamını fazlaca CHP’nin alanına kaydırması bütünleşme-ayrışma diyalektiğini ilk ucun lehine yıkmış; İYİ Parti’yi bozunuma uğratmıştır. Üçüncü kutbun düzen tarafından kusulması bu yüzdendir. İYİ Parti’nin bu yönelimleri hem parti içi krize sebep olmuş hem de siyasi konumsuzluk yüzünden tüm enerjisinin dört bir yana savrulmasına sebep olmuştur. Ya da, daha önce dediğimiz gibi, İYİP zaten belli bir geçiş döneminde işlevlenmenin, o geçiş döneminin ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir varlık iddiasına hiç sahip olmamıştır…
Sonuç olarak milliyetçi hareket artık daha parçalı ama kompakt bir yapıya bürünmüştür. Aynı anda hem her bir parçanın hareket alanı daralmış hem de bir bütün olarak kaplanan alan genişlemiştir ve bunda herhangi bir çelişki bulunmamaktadır. Çünkü milliyetçi hareketin ortak omurgası olan anti-komünizm ve kitlelerin öfkesinin düzen içi radikalliğe devşirilmesi hedefi korunmaktadır. Hareketin parçalanması MHP’yi belirli oranlarda zayıflatsa da siyaseten öldürmemiş, tam aksine bir bütün olarak milliyetçi hareket toplumsal muhalefetin dünyasına da nüfuz etmiştir.
Milliyetçi hareket karşıtlık-uzlaşı bütünlüğünü ayrışarak korumuştur fakat bu gerilimin bütünlüğü de unutulmamalıdır: Bu hassas dengeye sermaye sınıfı tarafından şekil verilmektedir. Türkiye’nin geleceğinde yükselecek olası bir kitlesel hareketlilikte düzen, diyalektiğini ‘‘karşıtlık’’ lehine bükecek ve karşısına da hep olduğu gibi bir bütün olarak solu ve emekçi sınıfları koyacaktır. Türk-İslam sentezinden savrulan ‘‘seküler milliyetçilik’’ iş sınıfsal karşı karşıya geliş olduğunda önünde sonunda yuvasına geri dönecektir.
- 1.https://gelenek.org/bitmeyen-tartisma-27-mayis/
- 2.https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1958-60v10p2/d364
- 3.Fatih Yaşlı, Anti̇komüni̇zm, Ülkücü Hareket, Türkeş, Türkiye ve Soğuk Savaş, İstanbul: Yordam Kitap, 2020, s.147
- 4.Sözün kaynağı kimi yerlerde Türkeş’e kimi yerlerde ise Agah Oktay Güner’e atfedilir. Bu durumda mühim olan kimin söylediği değil söylenenin neyi yansıttığıdır. Söz gerçekten de devletli MHP’ye uzanan yolun zaferini vurgulamaktadır. Düzenin derinlerine yerleştiğini ve meşruiyet kaygısıyla MHP’li kadrolarında içeri alınmasının bir önem arz etmediğini yansıtmaktadır. Gerçekten de öyledir. Bir sağdan astık bir soldan sözünü Kenan Evren dolayımıyla bağıran düzen yazıda çokça üzerinde durduğumuz biçimsel karşıtlık-gerçek uzlaşı ayarını yapmaktadır.
- 5.https://gelenek.org/siniflar-ve-siyasetciler/
- 6.https://www.gazeteduvar.com.tr/politika/2017/06/20/mhp-kongresi-iptal
- 7.https://mbdincaslan.com/index.php/koseyazilari/item/579-aksener-renan-m…
- 8.Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, katıldığı programda “Tüm cemaat ve tarikatları suçlamak, kapatmak doğru olmaz. Milli olan ve bu ülke için canını verecek tarikatlar, cemaatler de var” dedi. T24 Haber, https://www.dailymotion.com/video/x8ee56w
Donbass’ın hemen kuzeyinde ve aynı zamanda Rusya sınırında yer alan Harkov eyaletinin güney kesimlerinde Kiev Rejimi’ne ait ön savunma hatlarının son birkaç haftadır Rus birliklerince yarıldığı biliniyor. Aynı zamanda, cephe hattından gelen çok sayıda istihbarat bilgilerine göre, vilayetin aynı ismi taşıdığı merkezi şehri Harkov’un doğu ve güney yönündeki askeri savunma hatları sisteminin Rus kuvvetlerinin saldırılarını durdurmaya yetmediği de görülüyor.
Ukrayna ordusu, bu kısa zaman diliminde hâlihazırda 13 küçük yerleşim yerini kaybetti. Vilayetin doğusunda Rus sınırına çok yakın konumda bulunan Volçansk kasabası için mücadele halen devam etse de, buranın da Ukrayna güçlerince kaybedileceğine kesin gözüyle bakılıyor. Ukrayna ordusunun kayıpları en iyimser tahmin ve hesaplamalara bakıldığında dahi günde ortalama yüzlerce kişiyi buluyor.
Ukraynalı komutan ve politikacılarının yanlış hesaplamaları Harkov'da tehdidi doğurdu
Üç seneden fazla bir süredir devam eden savaş, Ukrayna ve Batılı müttefikleri için gittikçe daha fazla maliyete neden oluyor. Son dönemde Rus birliklerin cephede "daha avantajlı konumlara" geçerek Kiev'e doğru ilerledikleri görülüyor. Ukrayna'nın savunma hatlarını güçlendirilmesine yönelik geniş çaplı kampanya ise şimdilik başarısız olmuş gözüküyor.
Harkov Bölge İdaresine bağlı “Devlet Konut ve Toplumsal Hizmetleri” ile “Enerji ve Yakıt Kompleksi” departmanlarının Kiev Yönetimi ile 2024 Şubat’ında imzalamış olduğu “Askeri Tahkimat İnşaatı Sözleşmesi”nin detaylarına yakından bakalım. İlgili anlaşmaya göre, bölgede korunaklı alanlardan toplamda 448 adet olması ve bu alanların toplam 4,5 milyar grivnaya (111,5 milyon dolar) mal olması öngörülüyor. İlgili tahkimat çalışmalarının tamamlanması için 30 Ocak 2025 tarihi işaret ediliyor. İlgili tüm sözleşmelerde belirtilen bu konu, doğrudan Ukrayna resmi makamlarının ilgili sitesinde de yer alıyor.
Söz konusu bilgileri içeren sözleşmelerin on tanesi şu şekilde:
İmzalanan sözleşmelere göre, söz konusu askeri savunma hatlarının büyük kısmının ancak bir sene içerisinde hazır olması gerekiyor. Bu noktada, "Harkov kentine dönük bir kuşatılma tehdidi ortaya çıkmasının nedeni Ukrayna ordusunun ve Ukraynalı politikacıların dikkatsiz ve yanlış hesaplamaları mı?" sorusu doğuyor. Ancak meseleyi, bütçe fonlarını absorbe etmeye yönelik bilinçli ve kasti bir girişim ihtimali dışında bir şeyle açıklamak mümkün görünmüyor.
Devlet fonlarından 'yararlanmayı bilenler' için 20 milyon grivnalık 'yeni yıl hediyesi'
İhale dahi yapılmadan, yani doğrudan “Stroy UA - Limited Şirketi” ile imzalanan; tam 54,5 milyon Ukrayna grivnası tutarındaki en pahalı sözleşmeyi ele alalım mesela. Sözleşmede, Harkov'un askeri savunma hatlarına bir yıl zarfında toplam 34,2 milyon grivna harcanacağı taahhüt edilmiş. Ne var ki, sözleşmelere birazcık yakından bakıldığında yalnızca 2025'in ocak ayında 20 milyon grivna daha bütçe ayrıldığı belirtiliyor! Yani “bir ay içerisinde” tüm işlerin apar topar tamamlanması varsayılıyor. Bu ani ve ekstra “20 milyon grivnalık ek bütçe”, fon ve kaynakları kullanmada "ustalaşmış" olanlar için bir “yeni yıl hediyesi” olarak gözüküyor. Yukarıda adı geçen şirketin geçtiğimiz yılın tamamında elde ettiği kâr neredeyse 257 milyon grivnaya ulaşmış. “Stroy UA Limited”, askeri güçlendirme ve mühendislik çalışmaları çerçevesinde, Harkov Bölge İdaresi’ne bağlı “Devlet Konut ve Toplumsal Hizmetleri” ve “Enerji ve Yakıt Kompleksi” departmanlarıyla tam 325 milyon grivna değerinde toplam 15 adet sözleşmeye imza atmış!
Dnepropetrovsklu Didık Ailesi, tahkimatlar için ayrılan paraları nasıl hortumladı?
21 yaşındaki “başarılı girişimci” bir genç kadın ve “Stroy UA Limited Şirketi”nin sahibi olan Viktoria Didık’in ismini bu bağlamda anmadan geçmemek gerekiyor. Babası Vyaçeslav Didık, Dnepropetrovsk kentinin üst düzey çevrelerinde spor ve yelkenli yat kulübü "SİÇ"in sahibi olarak tanınıyor. Ayrıca, yasa dışı olarak Dinyeper Nehri üzerinde su havzasını işgal edip daraltmak suretiyle yani suya dolgu yaparak yeni rıhtımlar oluşturma suçlamasıyla hakkında soruşturma açılmasıyla da biliniyor.
Didık ailesinin şirketi “ŞİÇ” bir nevi kendilerinin “hayır kurumu” olarak işlev görüyor gibi gözüküyor, çünkü devletten aldıkları parayı onun aracılığıyla yasallaştırılabildikleri tahmin ediliyor. Ve sonuçta “askeri tahkimat” ön saflarda değil, ancak fiilen, büyümeye devam eden yat kulübünde gerçekleşmiş oluyor!
Ukraynalı gazeteciler arasında; Harkov'da askeri tahkimat için ayrılan paraların, yerel oligarkların kendisine sadakati ve bağlılığı karşılığında Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski'nin kendilerine bir tür minnettarlık bedeli olduğu yönünde yaygın bir görüş ve inanış söz konusu son zamanlarda. Bu şekilde de Ukraynalı lider, kendisini onların ihanetinden korumuş oluyor. Böylece, cephe hattındaki pozisyon ve inisiyatif kaybı artık ikincil bir mesele haline gelmiş oluyor.
/././
Hatay'da depremden sonra yapılan Harbiye Esenbulak Çarşısının elektrikleri kimseye haber vermeden sessiz sedasız kesildi. AFAD'ı sorumlu tutan depremzede esnaf çözüm istiyor.
Hatay'da 6 Şubat'ın ardından depremzede esnafa destek olmak için inşa edilen Harbiye Esenbulak Çarşısı'nın elektrikleri geçen sabah sessiz sedasız kesildi. Kesintiye dair daha önce bilgilendirilmediklerini ifade eden depremzede esnaf ise uygulamayı şaşkınlıkla izlediklerini ve mağdur olduklarını ifade ediyor.
Valilik sözünde durmadı
Konuya dair açıklamada bulunan Türkiye Komünist Partisi (TKP) Hatay Defne Belediye Meclis Üyesi Bedi Eskiocak, Harbiye Esenbulak Çarşısının depremzedelerin sorunlarını çözmek için yapılan en büyük çarşılardan biri olduğunu, 200'e yakın esnafın çalıştığını ve hepsinin elektriği kesildiği için büyük bir mağduriyet yaşandığını ifade etti.
Kesintinin AFAD'ın ödemediği faturalar nedeniyle Sabancı Holding'e ait Toroslar EDAŞ tarafından yapıldığını söyleyen Eskiocak, esnafın uğradığı zarara dikkat çekti:
"Bu çarşı yapılırken Valilik söz vermişti. İki ya da üç yıl kadar esnaftan kira, su ya da elektrik faturası gibi giderler konusunda bir ödeme talep edilmeyecekti. Ancak daha henüz birinci yıl dolmadan sabah saatlerinde yetkililer AFAD'ın ödemeyi yapmadığı gerekçesiyle elektriği kestiğini belirtti. Burada sağlık sektöründe, yemek sektöründe faaliyet gösteren birçok işletme var. Bu işletmelerde özellikle de sağlık sektöründe insan ve hayvan sağlığını doğrudan ilgilendiren soğuk depolarda beklemesi gereken ilaçlar ve aşılar var. Yemek sektöründe ise bozulacak gıdalar var. Habersizce elektriğin kesilmesi büyük mağduriyet yaratmıştır. Bu mağduriyetin bir an önce giderilmesini bekliyoruz."
Gerekirse sayaç taksınlar
Elektrik kesintisi nedeniyle mağduriyet yaşadıklarını ifade eden çarşı esnafı ise yaşadıkları soruna acil çözüm talep ediyor.
"Gerekirse bir sayaç taksınlar. Ama elektriğimizi tekrar bağlasınlar" diyen bir esnaf kamu yetkililerine seslendi:
"Sorumlu AFAD, elektriği kesen Toroslar EDAŞ. Şimdi kimi kime şikayet edeceğimizi şaşırdık. Eskiden depremzedeydik şimdi Valizade olduk, AFADzede olduk."
Enerji sektöründeki yağma soL'un belgeselinde ele alınmıştı
soL, enerji sektöründeki sömürü çarkını tüm ayrıntılarıyla "Kesinti" belgeselinde ele aldı. (https://youtu.be/itTE83XXN9M)
Belgesel, yıllardır suya erişimi kısıtlanmış olan Muş’un Bozbulut köyünün öyküsünden hareketle elektriğe, özelleştirmelere, AKP’ye, Sabancılara, beşli çeteye, Kazım Türker ve Cumhur Ersümer’e uzanıyor.
/././
Dışişleri Bakanlığı şirketleştiriliyor: 'Ticari yetkilerle donatılmış adeta bir süper vakıf' (Yalçın Çuğ)
Dışişleri Bakanlığı, kurulacak vakıf eliyle adeta şirketleştirilecek. Kanun teklifinin görüşüldüğü komisyonda yer alan CHP Milletvekili Rahmi Aşkın Türeli, soL’un sorularını yanıtladı.Geçtiğimiz haftalarda Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edilen Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı Kanunu Teklifi, bugün TBMM Genel Kurulu’nda görüşülecek.
Kanun teklifinin onaylanması halinde, devlet teşkilatlanması içerisinde benzeri bulunmayan bir yapılanma kurulmuş olacak. Söz konusu vakıf vasıtasıyla Dışişleri Bakanlığı adeta şirketleştirilecek ve serbest piyasada faaliyet yürütecek.
Kanun teklifinin görüşüldüğü Plan ve Bütçe Komisyonu’nun üyesi olan CHP Milletvekili Rahmi Aşkın Türeli, soL’un sorularını yanıtladı.
Dışişleri Bakanlığı şirketleştirilecek
95 AKP milletvekilinin imzasının bulunduğu Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı Kanunu Teklifi, geçtiğimiz haftalarda Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşüldü.
Kurulmak istenen vakfın temel amacı, “Dışişleri Bakanlığı teşkilatının faaliyetlerinin güçlendirilmesi ve personelin temsil kabiliyeti yüksek ve donanımlı yetiştirilmesinin desteklenmesi hedeflerine yönelik olarak kaynak üreterek katkıda bulunmak” ifadeleriyle tanımlandı.
Vakıf bu kapsamda her türlü taşınır ve taşınmaz almak, kiralamak, inşa etmek, gerektiğinde bunların kullanımını kısmen veya tamamen Bakanlığa bırakmak; her türlü taşıt aracı almak, kiralamak, gerektiğinde Bakanlığa tahsis etmek; Bakanlığa ait veya tahsisli taşınmazların Bakanlık yararına değerlendirilmesine yönelik çalışmalar yapmak; yükseköğretim kurumları kurmak; yurt içinde ve yurt dışında taşınır ve taşınmaz almak, satmak, kiralamak; ayni ve nakdi, fikrî ve sınai her türlü hak ve alacağı temin etmek; takas, trampa, ipotek tesisi ve benzeri tasarruflarda bulunmak; taşınmaz inşa etmek ve ettirmek; devlet iç borçlanma senetleri ve Hazine Müsteşarlığı Varlık Kiralama Anonim Şirketi tarafından ihraç edilen kira sertifikaları, şirket tahvilleri, hisse senetleri ve sair menkul kıymetler almak, satmak; şirket ve ticari işletme kurmak, işletmek, işlettirmek faaliyetlerini yürütecek.
Bakanlığın görev alanında bulunmayan bahse konu faaliyetler kapsamında, Dışişleri Bakanlığı şirketleştirilecek.
Vakıf, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın başkanlığını yapacağı ve üyelerini atayacağı mütevelli heyeti tarafından yönetilecek. Kurumu denetleyecek organın üyeleri de yine Fidan tarafından belirlenecek.
Aslında Dışişleri Bakanlığı tarafından yönetilecek olan söz konusu vakıf, bakanlığa kıyasla birçok denetim mekanizmasının da dışında kalacak.
'Bütün bunların hepsi ticari faaliyet'
Kanun teklifinin görüşüldüğü Plan ve Bütçe Komisyonu’nun üyesi olan CHP Milletvekili Rahmi Aşkın Türeli, soL’un sorularını yanıtladı.
Ticari faaliyetler yürütecek olan Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı, Dışişleri Bakanlığı’na gelir sağlayacak. Ancak Bakanlığın hâlihazırda bütçesi bulunuyor. Her ne kadar ticari faaliyetler vakıf üzerinden yürütülecek olsa da bir bakanlığın görevi, piyasada varlık göstererek kazanç elde etmek midir?
İlgili kanun teklifine baktığımızda iki amacın belirlenmiş olduğunu görüyoruz. Bunlar Dışişleri Bakanlığı teşkilatının faaliyetlerinin güçlendirilmesi ve personelinin temsil kabiliyeti yüksek ve donanımlı yetiştirilmesinin desteklenmesi olarak belirtiliyor.
Bununla birlikte, bu amaçlar kamu görevi niteliğinde olup, Dışişleri Bakanlığı'nın doğrudan görev alanına giren konular. Zaten Dışişleri Bakanlığı’nın bu tür faaliyetleri yapabilmesi amacıyla bütçeden bakanlığa ödenek ayrılıyor. Eğer Dışişleri Bakanlığı’nın ek kaynağa ihtiyacı varsa bütçesi arttırılır ve Bakanlık da buna uygun olarak faaliyetlerini yürütür. Devlet yönetimi bunu gerektirir. Söz konusu amaçların gerçekleştirilmesi için bir vakıf kurulmasını anlamak mümkün değil.
Diğer taraftan vakfın büyük ölçüde ticari işlerle uğraşacağını görüyoruz: taşınmaz ve taşıt almak, satmak; şirket kurmak ve işletmek, hisse senetleri ve kira sertifikaları almak, satmak… Bütün bunların hepsi ticari faaliyet. Bunu kabul etmek mümkün değil.
'Ticari yetkilerle donatılmış adeta bir süper vakıf'
Sizin de saymış olduğunuz bu faaliyetler Dışişleri Bakanlığı'nın söz konusu vakıf aracılığıyla şirketleşmesi anlamına mı geliyor?
Tabii ki. Zaten vakfın faaliyet ve gelirlerine ilişkin kısımda şirket ve ticari işletme kurmak, işletmek ve işlettirmek ifadeleri var. Şunu açık ve net olarak söyleyelim, ülkemizin kamu mali yönetim ve denetim sisteminde kamu kurumları için bu şekilde bir yapılanma yok.
Diğer taraftan, bütçenin en temel ilkelerinden biri Bütçe Birliği İlkesidir. Buna göre devlete ait tüm gelir ve giderler tek bir bütçede toplanır. Böylece kaynakların tek elde toplanarak harcamalarda saydamlığın sağlanması amaçlanır, bütçe disiplininden kaçışlar ve harcamalarda keyfiyet önlenir. Burada ise Bütçe Birliği İlkesidir deliniyor.
1980'li yıllarda bütçe dışı fonlar vardı. Yine aynı şekilde döner sermayeler vardı. Bunlar hep Bütçe Birliğinin dışındaydı. Bütçe Birliğinin dışında olduğu için de bunlar üzerinde Sayıştay denetimi de TBMM denetimi de yoktu. Bununla birlikte, 2000’li yılların başında Bütçe Birliği ilkesine dair önemi adımlar atıldı. Bütçe dışı fonlar tasfiye edildi. Döner sermayeli kuruluşlar azaltıldı. 2003 yılında ise 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu çıktı ve Bütçe Birliği ilkesi temel alındı. O dönem faaliyet gösteren birçok kamu vakfı vardı. 2004 yılında da o vakıflar kapatıldı.
Fakat bugün AKP iktidarı yeniden farklı birtakım alanlar yaratmaya çalışıyor. Önce Ajanslar kuruldu, şimdi de vakıflar kuruluyor. Bunların ciddi sıkıntılar yarattığını hep söylüyoruz ama en büyük sıkıntı kurulmak istenen Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı. Sorun var olan bütün ajansların ve vakıfların hepsinin ötesinde, ticari yetkilerle donatılmış adeta bir süper vakfın kurulmak istenmesi. Neden bu kadar çok ticari faaliyetle uğraşan bir yapıya ihtiyaç duyulduğunun ise açıklaması yok.
Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'nin en önemli teşkilatlarından birisidir. Türkiye'nin dış politikasını yürüten, ülkemizi yurtdışında temsil eden bir kurumun vakıf eliyle ticari faaliyetlere karıştırılmasını ve normalde bakanlık bütçesinden yapılması gereken harcamaların vakfa aktarılarak denetimsiz kılınmasını hiçbir şekilde kabul etmiyoruz. Bu durum hem Dışişleri Bakanlığı’na hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne büyük sıkıntılar getirir.
'Usul yönünden de ciddi eleştirilerimiz oldu'
Bu adımla birlikte ilerleyen süreçte başka bakanlıklar tarafından da benzer vakıflar kurulabilir. Bu da aslında devletin amaç ve faaliyetlerinde büyük bir değişime neden olabilir. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı bir başlangıç mı?
Öyle gözüküyor. Yarın İçişleri Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı veya herhangi bir bakanlık böyle bir vakıf kurmak ve ticari faaliyetlerde bulunmak isterse ne diyeceğiz.
Başka bir noktaya daha değinmek istiyorum. Vakfın amaçları arasında yer alan personelin temsil kabiliyetini yükseltmek ve donanımlı yetiştirilmesini desteklemek ifadelerini anlamak mümkün değil. Sanki Dışişleri Bakanlığı personeli bu açılardan eksikmiş gibi bir anlayış içerisine giriliyor. Bugün baktığımız zaman Dışişleri Bakanlığı'nda son derece nitelikli bir kadro var. Ayrıca Dışişleri Bakanlığı'nın bünyesi içinde Diplomasi Akademisi var. Dışişleri Bakanlığı personelinin yetiştirilmesini, hizmet içi eğitimlerini son derece yetkin bir şekilde yapan bir yapı bu. Bu yüzden de vakfın faaliyetleri arasında yükseköğretim kurumları kurmak ifadesi anlaşılabilir değil.
Ayrıca usul yönünden de ciddi eleştirilerimiz oldu. Kanun teklifinin tali komisyonu Dışişleri Komisyonu’ydu ve orada görüşülmedi. Hâlbuki Meclis İçtüzüğünde hem asli komisyon hem de tali komisyonlar vardır ve bu komisyonları teşkili uzmanlık alanlarına göre belirlenmiştir.
Bu çerçevede, kanun teklifinin önce Dışişleri Komisyonunda görüşülmesi ve bu komisyonun görüşünü oluşturmasının ardından Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmesi gerekirdi. Bu yapılmadı.
'Paralel ve ikili bir yapı oluşturulacak'
Vakıf, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın başkanlığını yapacağı ve üyelerini atayacağı mütevelli heyeti tarafından yönetilecek. Kurumu denetleyecek organın üyeleri de yine Fidan tarafından belirlenecek. Bu atamaların hangi kriterlere göre yapılacağı ise kanun teklifinde tam anlamıyla tanımlanmış değil. Bakanlıkla ilişkili olan bu vakfa dışarıdan kişilerin dâhil edilmesi, vakfın bir anlamıyla piyasaya teslim edilmesi anlamına gelir mi?
Sonuç itibariyle vakfın bir mütevelli heyeti var. Mütevelli heyeti, Dışişleri Bakanıyla birlikte 10 kişiden oluşuyor. Başlangıçta heyetin kimlerden oluşacağı belli değildi. Tartışmalar ve itirazlar üzerine 10 kişiden en az 5’inin bakanlık mensubu olması kararlaştırıldı. Bununla birlikte, bu organlara seçilecek kişilerin kimler olduğu belli değil. Bu kişilerin kimler olacağına Dışişleri Bakanı karar verecek. Mütevelli Heyet üyelerini Bakan belirleyecek ve Mütevelli Heyet Yönetim Kurulu ve Denetleme Kurulu üyelerini seçecek. Böyle bir keyfilik olabilir mi?
Diğer taraftan vakfın amaçları arasında sayılan işler Dışişleri Bakanlığı’nın görev ve yetkileri içinde. Vakıf kurduğunuz zaman da başkan Dışişleri Bakanı olacak ve adeta paralel ve ikili bir yapı oluşturulacak. Hangi yetkileri Dışişleri Bakanlığı kullanacak, hangi yetkileri vakıf kullanacak belli değil. Örneğin vakfa taşınmaz ve taşıt alma ve satma, kiralama gibi yetkileri Bakanlık mı, yoksa Vakıf mı kullanacak belli değil.
'Anayasanın maddelerini uygulanamaz hale getiriyor'
Aslında Dışişleri Bakanlığı tarafından yönetilecek olan bu vakıf, bakanlığa kıyasla birçok denetim mekanizmasının dışında kalacak. Bu durum bakanlığın denetlenebilirliğinin önüne geçmek anlamına gelmez mi?
Kanun teklifinde Dışişleri Bakanının, vakfın tüm çalışma ve işlemlerini her zaman denetleyebileceği belirtiliyor. Aynı zamanda mütevelli heyetinin başkanı olan Bakan, bir yandan da mütevelli heyetini atayan kişi. Vakfın içinde denetleme kurulu var ama oraya seçilecek kişiler de mütevelli heyeti tarafından belirlenecek. Yani karar verme, yönetme ve denetleme yetkilerinin hepsi bir biçimde mütevelli heyetinde toplanmış oluyor. Sonuç olarak burada ciddi bir denetim olmayacak. Dışişleri Bakanlığı’nın dışına çıkıldığı için de denetime tabii olmayacak.
Oysa olması gereken vakfın kamu kaynağını kullanacak olması nedeniyle kamusal denetime tabii olmasıdır. Ancak bu vakıf, kamu denetimine tabii olmayacak. 5018 sayılı yasa burada geçerli değil, vakfın faaliyetleri Sayıştay Kanununa ve Türkiye Büyük Millet Meclisi denetimine tabii değil.
Aynı zamanda vakıf, bağış ve yardım da alacak. Bunlar veraset ve intikal vergisinden, emlak vergisinden ve taşınmazlara bağlı her türlü harçtan muaf olacak. Normal şartlarda devlete gitmesi gereken birtakım vergilerin de muafiyet ve istisna yoluyla devlete gitmeyeceğini görüyoruz. Bir de tabi vakıf sadece bu yapı içinde mevcut faaliyetleri yapmayacak aynı zamanda şirket kuracak, ticari işletme kuracak, işletecek ve işlettirecek. Bunun için ortaklıklar yapılacak ve ortaklar da aynı şekilde vergi muafiyet ve istisnasına tabii olacak. Bu da Türk vergi sistemi açısından son derece yanlış gözüküyor.
Bütün bunların hepsi aslında ortada ticari bir yapının olduğunu gösteriyor ve Bakanlık için neden böyle bir kanun teklifine ihtiyaç duyulduğunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Neden böyle bir yapıya ihtiyaç var? Neden vakıf bu kadar çok ticari faaliyetle uğraşıyor? Vakıf adı altında bazı faaliyetlerin Bakanlık bünyesi dışına çıkarılması mı söz konusu? Sağlanmış olan bütün bu yetkiler ve bunun Dışişleri Bakanlığı bünyesinde yapılacak olması ciddi anlamda soru işaretleri ve rahatsızlık oluşturuyor.
Anayasada 161. madde çok açık ve nettir: Devletin ve kamu iktisadi teşebbüsleri dışındaki kamu tüzel kişilerinin harcamalarının yıllık bütçelerle yapılacağı hükme bağlanmıştır. Gene aynı şekilde 160. maddede de Sayıştay denetimi söz konusudur. Bu kanun teklifinde yer alan düzenlemeler anayasanın 160 ve 161. maddelerini uygulanamaz hale getiriyor.
Burada sıralanan faaliyetlerin bir kısmı ihtiyaç halinde Dışişleri Bakanlığı’na bütçeden ödenek ayrılarak yapılması gereken işler. Ama burada taşıt, gayrimenkul ve benzeri alım satımların ötesinde genişletilme var. Normal şartlar altında Dışişleri Bakanlığı hisse senedi alıp satamaz. Kira sertifikası almak, işletmeler kurmak gibi faaliyetler bakanlığın görevi değil, bunlar ticari işler. Ama vakıf ticari bir oluşum ve bu vakıf eliyle ticaret yapılacak.
Bu son derece çarpık bir yapı. Çünkü biraz önce söylediğim gibi yapılan iş kamu görevi ve Dışişleri Bakanlığı'nın görev ve yetkileri içinde kalan bir kısım işler vakfa aktarılmış, vakfa aktarılınca da genişletilmiş. Birtakım alanlar tamamen ticari faaliyete dönüştürülmüş ve bakanlık içerisinde yapılsa kamu mali denetim sistemine tabii olacakken burada herhangi bir kamusal denetim olmayacak.
'Otomatikman tasarruf genelgesinin delinmesidir'
Vakfa tanınan satın alma faaliyetleri kapsamında, geçtiğimiz haftalarda açıklanan tasarruf genelgesi delinmeyecek mi?
Tabii. Tasarruf genelgesiyle 3 yıllığına kamu kurumlarının bina, taşıt alması ve kiralaması yasaklandı. Ama vakıf bu faaliyetleri yapabilecek. Bir yandan tasarruf genelgesi çıkartıyorsunuz, hemen arkasından bu teklifi komisyona getiriyorsunuz. Bu otomatikman tasarruf genelgesinin delinmesidir.
Tasarruf genelgesinin ötesinde Türkiye'nin en önemli bakanlıklarından birinin faaliyet alanının vakıf eliyle tamamen ticarete dönüştürülmesi anlaşılabilir değil.
Yarın öbür gün burada bir kısım usulsüzlükler olduğu zaman ne olacak? Dışişleri Bakanlığı’na çok büyük sıkıntılar geleceğini düşünüyoruz. O yüzden Cumhuriyet Halk Partisi olarak ilgili kanun teklifini hem anayasa hem de kamu mali yönetim sistemi nezdinde değerlendirdik ve kapsamlı bir muhalefet şerhi yazdık. Genel kurul aşamasında da bunun yanlış olduğunu ve hiçbir şekilde yasalaşmaması gerektiğini ifade edeceğiz.
/././
Sedir ormanında mermer ocağı ısrarı!(Yusuf Yavuz)
Kaş'taki sedir ormanında mermer ocağı açmak isteyen firmaya 2 yıl önce olumsuz görüş verilmesine rağmen bakanlık, 4 Temmuz’da ÇED toplantısı yapılacağını duyurdu.Türkiye’nin doğal yayılış gösteren önemli sedir ormanlarının bulunduğu Antalya’nın Kaş ilçesinde yaklaşık 100 hektarlık orman arazisinde özel bir şirkete mermer ocağı ruhsatı verildi. Sedir, ardıç ve çam ormanlarıyla kaplı olan Çamlıova köyündeki arazinin verimli orman olması nedeniyle Orman Bölge Müdürlüğü olumsuz görüş bildirince 2022’de başlatılan ÇED süreci durduruldu. Proje sahibi şirketin ÇED sürecinin durdurulmasının iptali için açtığı dava ise mahkeme tarafından reddedildi. Ancak şirket sedir ormanında mermer ocağı açma ısrarından vazgeçmeyerek proje alanında değişikliğe gitti ve yeniden ÇED başvurusu yaptı. Proje alanına 200-250 metre mesafede çalılık ve kayalık alan olduğunu tespit edildiği savunulan başvuru dosyasında projeye bir de kırma eleme tesisi eklendiği belirtildi. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ise 4 Temmuz 2024 tarihinde projeyle ilgili ÇED Toplantısı (Halkın Katılımı) yapılacağını duyurdu.
Orman Bölge Müdürlüğü 2022'de olumsuz görüş verdi
Doğal sedir ormanlarına sahip olan Antalya’nın Kaş ilçesinde yaklaşık 100 hektarlık orman arazisinde mermer ocağı ruhsatı verildi. Çamlıova köyü sınırlarındaki ruhsat sahasının 24,90 hektarlık kısmında mermer ocağı açmak isteyen özel madencilik şirketinin projesi için Mart 2022’de ÇED süreci başlatıldı. Sedir, ardıç ve çam kızılçam ormanında oluşan proje sahasının verimli orman alanı içerisinde kaldığını belirleyen Antalya Orman Bölge Müdürlüğü, mermer ocağı açılmak istenen alanın ayrıca sedir tohum meşceresi sınırında olduğunu belirterek olumsuz görüş verdi.
Antalya Orman Bölge Müdürlüğü 2 yıl önce projeye olumsuz görüş vermişti.
ÇED süreci sonlandırıldı, şirket dava açtı, mahkeme reddetti
Biyolojik çeşitlilik açısından da zengin bir orman ekosistemine sahip olan bölgede mermer ocağı için başlatılan ÇED süreci bu olumsuz görüş üzerine sonlandırıldı. Bunun üzerine proje sahibi özel şirket, Antalya Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nün ÇED sürecini sonlandıran 07 Haziran 2022 tarihli idari işleminin iptali için Antalya İdare Mahkemesi’nde dava açtı. Davayı gören mahkeme, mermer ocağı açılması planlanan arazinin tamamının sedir, ardıç ve kızılçam gibi türlerin bulunduğu verimli orman olduğuna dikkat çekerek maden şirketinin açtığı davayı reddetti.
‘ÇED sahasının tamamı sık ve verimli orman içinde kalıyor’
Mahkemenin red kararında, “Dava konusu ocak sahasına komşu durumda olduğu belirlenen, ormancılık açısından oldukça önemli olan ve fidan üretimi amacıyla tohum temini yapılan tohum meşcerelerinin bulunduğu, 1970 yılında tefrik edilen 239 hektarlık kızılçam tohum meşceresi (194-196, 218- 220, 235-239, 249 nolu bölmeler) ile 1975 yılında tefrik edilen 155 hektarlık sedir tohum meşcerelerinin (228, 229 ve 230 nolu bölmeler) bulunması ormanın önemini arttırdığı, ÇED sahasının tamamı sık ve verimli orman içinde kaldığı, alanın flora ve fauna bakımından önemli bir biyoçeşitliliğe sahip yerlerden olduğu, ormanın bir bütünlük gösterdiği, çeşitli kullanımlar sebebiyle parçalanma göstermediği ve tüm ekosistemin oluşturduğu yaşam birliğinin önemli olduğu, 24,9 hektarlık kısmında, ÇED kapsamında ‘II-B grup maden (mermer) ocağı’ işletilmesinin, verimli orman alanlarına zarar vereceği, ekosistemi olumsuz yönde etkileyeceği, flora ve fauna bakımından bozulmalara ve kayıplara neden olacağı, çıkacak pasanın boşaltılması ve depolanması esnasında oluşacak tozun komşu orman alanlarına ulaşarak ağaçları olumsuz etkileyeceği ve dolayısıyla ormanlar ve ormancılık faaliyetleri bakımından olumsuz etkiye neden olacağı ve yukarıda detaylı açıklanan sebeplerle projenin uygun olmadığı, Antalya Orman Bölge Müdürlüğünün olumsuz görüşünün yerinde ve isabetli olduğu ortak görüş ve kanaatine varıldığı” ifadelerine yer verildi.
Şirket ısrarından vazgeçmedi, yeniden ÇED süreci başlatıldı
Orman Bölge Müdürlüğü’nün olumsuz görüş vermesine ve ÇED sürecinin sonlandırılmasına karşı açılan davanın reddedilmesine rağmen maden şirketi sedir ormanlarının kalbinde mermer ocağı açma ısrarından vazgeçmedi. Aynı ruhsat sahası içerisinde mermer ocağı açmak için yeni bir Proje Tanıtım Dosyası hazırlayan şirket, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne başvurdu. Şirketin hazırladığı dosyayı inceleyen kurum, ilgili yönetmeliğe uygun bulanan projeyle ilgili 21 Mayıs 2024 tarihinde ÇED sürecinin başlatıldığını duyurdu.
Türkiye'deki sedir ormanlarının büyük kısmı türe adını veren Toroslarda bulunuyor.Bakanlık 4 Temmuz’da ÇED toplantısı yapılacağını duyurdu
Bu duyurunun ardından, 28 Mayıs 2024 tarihinde ise sedir ormanı içerisinde açılması planlanan mermer ocağı projesiyle ilgili Temmuz ayında ÇED toplantısı yapılacağı duyuruldu. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın konuyla ilgili duyurusunda, “Şeyhmus Yavuz tarafından yapılması planlanan 201701049 ruhsat numaralı (ER:3358816) mermer ocağı ve kırma eleme tesisi projesi ile ilgili Çevresel Etki Değerlendirme süreci başlamış ve Çevresel Etki Değerlendirmesi Başvuru Dosyası halkın görüşüne açılmıştır. Söz konusu projeye ilişkin, halkı proje hakkında bilgilendirmek, görüş ve önerilerini almak amacıyla ÇED Yönetmeliğinin 9. maddesi gereğince 04/07/2024 tarihinde Halkın Katılım Toplantısı düzenlenecektir. ÇED Başvuru Dosyasını İncelemek isteyenler Bakanlık Merkezi’nde veya Antalya Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerinde duyuru tarihinden itibaren raporu inceleyerek, zamanlama takvimi içerisinde proje hakkında Bakanlığa veya Valiliğe görüş bildirebilirler. Halkın Katılımı Toplantısı yeri ve saati ile ilgili ÇED İzin Denetim Genel Müdürlüğü ve Antalya Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğünden bilgi alınabilir” ifadelerine yer verildi.
Çıkan malzemenin yüzde 5'i blok mermer, gerisi mıcır olacak
Sedir ormanında açılması planlanan mermer ocağıyla ilgili Bakanlığa sunulan Proje Tanıtım Dosyasında, 99,55 hektarlık ruhsat sahasının toplam 17,75 hektarlık kısmında üretim yapılacağı, yıllık üretimin ise 400 bin metreküp olacağı belirtiliyor. Çıkarılacak malzemenin yüzde 95’lik kısmının pasa olarak ayrılacağı belirtilen proje dosyasında, yüzde 5’lik kısmının ise blok mermer olarak değerlendirileceği, pasa olarak ayrılan malzemenin ise kırma eleme tesisinde işlenerek mıcır haline getirileceği belirtiliyor.
‘Çalılık ve kayalık alan tespit ettik’
Orman Bölge Müdürlüğü’nün olumsuz görüşüne rağmen ısrar edilen mermer ocağı projesiyle ilgili ÇED raporunda, proje alanına yaklaşık 200-250 metre mesafede çalılık ve kayalık alan olduğunun tespit edildiği savunularak şu ifadelere yer veriliyor:
“Sonuç olarak 2022 yılında yürütülen ÇED Sürecindeki proje alanı revize edilmiş olup, planlanan proje alanı için hazırlanan Mescere Haritası Ek.3.5’te verilmiştir. Proje alanı içerisinde 3 Kapalı Orman alanları ve verimli orman alanları yer almamaktadır. ÇED alanlarına ulaşım ve nakliye için kullanılacak servis yollarının tamamı tozuma engelleyici malzeme ile kaplanacağından nakliye sırasında herhangi bir tozuma oluşmayacaktır. Mevcut durumda Antalya Orman Bölge Müdürlüğü ve Antalya Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nün görüşleri doğrultusunda, 3 kapalı ve verimli ormanların tamamı çıkartılarak, ÇED alanı belirlenmiş ve prosese kırma Eleme Tesisi eklenerek, ÇED Başvuru Dosyası hazırlanmıştır. Faaliyet kapsamında mer’i mevzuat gereğince gerekli tüm önlemler alınarak, ormanlar ve ormancılık çalışmaları üzerine olası olumsuz etkiler bertaraf edilecektir.”
Proje alanının uydu görüntüsü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder