12 Haziran 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI - 12 Haziran 2024 -

 

“Yumuşama”: Muhalefet etme, talep ilet (Berkant Gültekin)

Birçoklarının merakla beklediği Erdoğan’ın CHP ziyareti dün gerçekleşti. CHP Genel Başkanı Özel ile Erdoğan, yerel seçimlerin ardından başlayan ve iktidarın “yumuşama”, muhalefetin ise “normalleşme” olarak isimlendirdiği süreç kapsamında ikinci kez bir araya geldi.

İlk olarak Özel, 2 Mayıs’ta AKP Genel Merkezi’ne giderek Erdoğan’ı ziyaret etmişti. Özel görüşmeye ilişkin yaptığı açıklamada, “Biz kamuoyunun gündeminde ne varsa hepsini Sayın Erdoğan'la görüşme imkânı bulduk” demiş, Erdoğan’ın ekibinin de notlar aldığını söylemişti. CHP liderine göre bu zirve, “Türkiye demokrasisi açısından önemli bir kilometre taşı” idi.

Erdoğan ise “yumuşama” kavramını ilk kez Özel’in bu ziyaretinin ardından telaffuz etmiş, “Bu adımın atılmasıyla siyasetin ülkemizde çok daha yumuşama dönemine girdiğini görüyoruz” değerlendirmesinde bulunmuştu.

Liderlerin görüşmesinin ardından kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadı. Medyaya yansıyan kulis bilgilerine göre Özel, Erdoğan’a, Gezi tutukluları, AYM’nin kararlarına uyulmaması, yaşanan çeşitli hukuksuzluklar, geçim sıkıntısı ve emeklilerin durumu gibi başlıklarda ülkenin temel sorunlardan bahsetti.

Özel’in ayrıca 28 Şubat davası nedeniyle cezaevinde bulunan askerlerin durumunu da Erdoğan’a ilettiği belirtilmiş, görüşmeden 2 hafta sonra askerlerin cezalarının hastalık ve yaş haddi nedeniyle kaldırıp tahliye edilmeleri, bir tarafın “yumuşama” diğer tarafın “normalleşme” dediği sürecin yansıması olarak yorumlanmıştı. Ancak Kobani davası, Hakkari’ye kayyum atanması, maarif müfredatının kabul edilmesi gibi gelişmeler, iktidarın yolunu-yordamını pek de değiştirmeyeceğini ortaya koymuştu.

İlk görüşmeden 40 gün sonra dün CHP Genel Merkezi’nde yapılan görüşmede de Özel, Erdoğan’a yine benzer şekilde ülkede çözüm bekleyen sorunları iletti. Ancak görüşmeye dair en dikkat çekici unsur, paylaşılan fotoğraflardaki ayrıntıydı. CHP tarafından servis edilen fotoğrafta Özel’in makam odasında asılı duran Gezi tablosunun bir kısmi görünürken, Cumhurbaşkanlığı için çekilen fotoğrafın kadrajında ise Gezi tablosu yer almadı. Böylece Erdoğan’ın Gezi’ye dönük kişisel hıncında herhangi bir yumuşama olmadığı bir kez anlaşıldı.

Erdoğan-Özel zirveleri, muhalefetin muhalefet etme biçimini iktidarın kabul edebileceği sınırların ötesine taşırmama eğiliminde olduğunu gösteriyor. CHP, ülkedeki ekonomik ve sosyal problemleri kitlesel bir halk muhalefetine dönüştürmek ve iktidarın üzerinde toplumsal tepkiden doğan bir siyasal baskı oluşturmak yerine, diyalog kanallarını önceleyerek Saray’a talep aktarma yöntemini benimsiyor. Bu tarz-ı siyaset, “yapıcı muhalefet” olarak nitelendiriliyor ve iktidar çevrelerinin de alkışını alıyor.

CHP bu yöntemi karşı mahalledeki önyargıları kırmak için bir taktik olarak mı yoksa en doğru muhalefet etme şeklinin bu olduğunu düşündüğü için mi kullanıyor, henüz cevap net olarak belli değil. Zaman geçtikçe cevap da netleşmeye başlayacak. Ancak en azından şimdilik Erdoğan’ın ivme kazanan muhalefeti istediği çerçeve içine sıkıştırdığını söylemek mümkün. “Yumuşama” denen şey de özünde buydu ve şu an tam olarak Erdoğan’ın istediği oluyor.

Denklem aynı zamanda mevcut anti-demokratik tek adam rejimini muhalefetin penceresinden meşrulaştırıyor. Saray’ı, bir “çözüm merci” olarak kabul ediyor ve anamuhalefeti halkın şikâyetlerini, taleplerini ve beklentilerini en tepeye iletme vazifesiyle sınırlıyor. Üstelik sanki iktidarın bu sorunlardan haberi yokmuş, hatta sorunlar bizzat iktidarın politikalarından kaynaklanmıyormuş gibi…

Muktedirin kamuoyu yapıcıları, söz konusu münasebeti öve öve bitiremiyor. Yıllardır kutuplaştırmadan beslenen Erdoğan’a toz kondurmayan yorumcular, şimdi de diyaloğun ne şahane bir siyaset enstrümanı olduğunu anlatmak için kendini paralıyor. Olan bitene mesafeli duran, “Bir gariplik var” diyen, Erdoğan’ın güç biriktirmek ve iktidarına bir koruma kalkanı yaratmak için yumuşama kartını masaya sürdüğünü söyleyenler ise süreci baltalamakla, gerginlikten beslenmekle suçlanıyor.

Oysa Türkiye tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşarken, toplumsal desteği zayıflayan, yerel seçimlerde önemli mevzileri kaybeden, ilk kez ikinci parti konumuna gerileyen ve halka sefaletten başka hiçbir şey vadedemeyen iktidarın, bir anda muhalefet ile el sıkışmaya, karşılıklı oturmaya gönüllü hale gelmesini tesadüf olarak görmek saflık olur.

Erdoğan’ın “diyalog”, “temas”, “istişare”, “müzakere” gibi kavramlara idealistçe değil, pragmatistçe yaklaştığını, ihtiyacı olmadığında bunların hepsini elinin tersiyle iteceğini unutmamak ve belki de en başta bu gerçeği görerek hareket etmek gerek. Ülkedeki sorunları çözmenin yolu, halkın memnuniyetsizliğini politikleştirerek görünür kılmaktan ve iktidarın milyonları yoksullaştıran siyasi programının hükümranlığına son vermekten geçiyor.

                                                                 /././

Hikâyede kalmasın (Kaan Sezyum)

Öyle bir ülke düşünelim ki, hayalde kalmasın, storide de kalmasın, içimizde de kalmasın. Öyle bir ülke ki diyelim ki dünyanın en güzel yerlerinden birinde. Medeniyetlerin çıktığı, binlerce yıllık tarihi ve bereketli doğası olan, taş bile ekseniz, topraktan taş ağacı çıkabilecek kadar verimli. Ormanlarında çeşit çeşit hayvanın, böceğin, mantarın yaşadığı bir yeryüzü cenneti. Dünyada başka yerde bulunmayan canlılara ev sahipliği yapan bir beşik. Serin hikaye değil mi?

Öyle bir ülke düşünün ki, ülkeyi bir tek fikir yönetiyor. Eğitimden, sağlığa, pek sevmediği bilimden ve sanattan, kültüre dair her şey hakkında bir akıl karar veriyor. Kararların herhangi bir tutarlılığı yok, günü kurtarma ve genelde cebi doldurma özelinde, o an nereden hangi rüzgar eserse, kimin alnı nereye değerse hemen onlarla el ele, iki gün sonra pasta paylaşılamayınca da hemen affediyor kendi kendini. Sadece bu kadar olsa iyi, bir de terso, tedirgin, vizyonu onyıllar öncesine ait, geleceğe kapalı, geçmişin gölgelerinde serin kalabileceğini düşünüyor. Öyle bir ülke düşünün ki olmayan bir tarih peşinde. Kendisine ihanet edenleri bile yüceltiyor, kendisine en büyük kötülükleri yapmışları ayakta alkışlıyor.

∗∗∗

Öyle bir ülke düşünün ki eğitime gerçekten zerre değer vermiyor. Eğitilmek istemiyor çünkü. İşin ilginç tarafı ise kendisi eğitilmek istemese de herkesi kendince “eğitmek” istiyor. Öyle bir ülke düşünün ki gazeteciler, öğrenciler, tivit atanlar anında paketlenebiliyor ama en büyük şehirlerinde bütün dünyanın aradığı suçlular birbirleriyle silahlı çatışmalara girebiliyor. Öyle bir ülke düşünün ki vatandaşlığını para karşılığı herkese verebiliyor.

Öyle bir ülke düşünün ki, ortasından dev bir fay hattı geçiyor ama hala dere yataklarına, fay hatlarına inşaatlar yapıyor, adeta betona tapıyor. Öyle bir ülke düşünün ki yaşanan depremde kaç bin canının kaybettiğini bile bilemiyor, çünkü önemsemiyor. Her vatandaşının canı bir sayı belki de o ülkenin. Her birimiz sadece istatiksel bir veriyiz ve öyle bir ülke ki ülkenin resmi istatistik kurumu bu verilerle de oynayıp, gerçeklerden kaçmak için adeta kendi matematiğiyle kafasını kuma gömüyor.

Öyle bir ülke düşünün ki sınırlarından içeri girmek, tiktok videosu çekmek kadar kolay ama nedense pasaportu dünyada pek de itibar görmüyor. Ülkeden çıkmak için başka ülkelere yalvar yakar dil dökmeniz, sayfalarca belge hazırlamanız gerekiyor. Öyle bir ülke düşünün ki, kendi evinde kiracı gibi takılıyor, toprağında yetişen yetişmeyen her şeyi dışarıdan alıyor. Kendi vatandaşını işsiz, topraksız, arazisiz, tarımsız bırakıp yerine betondan kuleler dikiyor. Kimsenin oturmadığı, otursa bile mutlu olmadığı, mulu olsa bile özgür olamadığı betondan kuleler ve betondan ormanlar…

∗∗∗

Öyle bir ülke düşünün ki memleketini işgal etmiş düşmandan bir çırpıda kurtulmuş, ekonomisini, sanayisini, bilim insanlarını yetiştirmiş, her şeye sıfırdan başlayıp medeniyetini ilan etmiş. Öyle bir ülke düşünün ki hala umudu var ama hala da umudunun yan etkisiyle her duyduğuna inanıyor, sürekli ağzı kulaklarında gülüyor ama hep kandırılıyor, hep üzülüyor. “Bal bal” demekle ağızının tatlanacağını düşünüyor. Öyle bir ülke düşünün ki, tüm yönetenleri ısrarla daha fazla yönetmek istiyor. Peki neden? Yıllardır “Sabredin” denile denile, artık yoksulluğun bir standart haline geldiği, hayatın normal tüketimlerinin bile lüks sayıldığı bir yer haline gelmiş bir ülke. Yönetenler ise hâlâ “Biraz bekleyin bakın süper” olacak diyorlar. Sanki bugüne kadar olmuş gibi. Yılmıyorlar, en büyük yalanları kendilerine söylüyorlar. Bir hayal içinde, dünyadan ve hayattan, gençlikten, insanlıktan uzakta hayalden devasa bir kalede, odaların içindeki odalarında hep daha fazla yönetmek istiyorlar. Bir bağımlı gibi sürekli en kötü zamanlarında biraz daha yönetmek istiyorlar. Bağımlılık da tabii kötü, şimdi birisini bıraksan bir başkasına başlayacaksın. Torun olur, çocuk olur, bir hayvan olur, bir çiçek olur. Belki de yazarın dediği gibi: Bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Peki nerede, nerede o insanlar? Şimdi de bunu düşünün.

                                                        /././

Soykırımlar çağında komünist olmak (Şükrü Aslan)

Soykırımlar çağı ifadesinden özellikle 20. yüzyıl olmak üzere bütün bir modernleşme sürecini kastediyorum. Daha önce bu köşede komünistlerin/sosyalistlerin, bilhassa etnisite ile ilgili 20. yüzyılda yaşanan sert ve şiddetli gerilimleri ve bunların uç biçimleri olarak kitlesel katliamları gerektiği gibi analiz edemediğini yazdım. Bundan dolayı komünist-sosyalist partilerin ve geleneklerin çoğu ülkede kitlesel kıyımlara karşı ciddi eleştirel bir tutum geliştiremediğini ifade etmeye çalıştım.

Sosyalist-komünist parti ve örgütlerin bu sorunlu durumu, kıyıma uğrayan etnisitelerden gelen komünistler için çok daha karmaşık ve dramatiktir. Zira kendi öyküsüne, bir tür yabancılaşma halidir. Dünyayı konuşmak ama kendi öyküsünden bahsetmemektir. Türkiye’nin sol-sosyalist geleneği bu açıdan herhalde daha fazla ve çarpıcı deneyimlere sahiptir. Bilhassa yönetim kademelerinde yer alan Rum, Kürt, Ermeni siyasi aktörler, ailelerinin de mağduru olduğu kitlesel etnik kırımlardan genellikle sözetmemişlerdi. Bu aktörler daha çok kitlesel kırım yapan güçlerin sınıfsal kimlikleriyle; özellikle de burjuva kategorileriyle ilgilenmiş; buna karşın kırıma uğrayanlarla neredeyse ilgilenmemişlerdi. Çünkü onlar zaten sömüren ya da sömürülen her sınıftandı ve sınıfsal kimliklerini ‘analiz’ etmenin fazla bir önemi de yoktu.

∗∗∗

Sosyalist-komünist siyasal geleneklerin kendi geçmişleriyle yüzleşme ihtiyaçları, sanırım en fazla bu dramatik durum nedeniyle önemlidir. Her üyesini ve hatta yöneticisini kendi doğasına yabancı kılan, zulüm görmüş aile üyelerinin öyküsünü bile bir yabancı gibi dinleyen veya hatta yeterince dinlemeyen bu durumla sahici bir yüzleşme zorunludur. Bu olmadıkça sözkonusu geleneklerin kendi geçmişlerine dair kuracakları her cümle ancak bir yarım doğru olabilir. Diğer yarısı, başka bir öykünün konusudur. Sanırım bu karmaşık durumun etkisiyle kitlesel kıyıma uğrayan ve büyük ölçüde tesadüflerin eseri olarak hayatta kalabilen, sonra da bir şekilde sosyalist-komünist siyasal geleneklerin birer neferi olarak hayatlarını feda etmeye hazır olan bireyler, derin iç hesaplaşmalar yaşamışlardır.

Bu tarihsel-sosyolojik vak’anın içine geçmiş bambaşka deneyimler de vardır elbette. Yakın zamanda Fransız devletinin, Pantheon’a (Fransa için ölüme gidenlerin toplandığı anıt mezar) taşımaya karar verdiği Misak Manuşyan’ın öyküsü tam olarak böyledir. Manuşyan, Osmanlı devletinde 20. yüzyılın başlarında nüfusunun yarısı kırılmış Ermenilerin yetim kalan binlerce çocuğundan biriydi. Adıyaman’dan Lübnan’a, oradan Fransa’ya geçebilmiş ve genç yaşında Fransa’nın özgürlüğü için hayatını vermiş bir ‘öteki’ komünistti. Fransız Komünist Partisinin bir gönüllüsü olarak Manuşyan’ın yolu, kendi ataları ile aynı kaderi yaşayan Yahudiler’le kesişmişti. Osmanlı’daki Ermenilerin kırımını ‘politik aklıyla’ organize eden Almanya’nın, Avrupa’daki Yahudileri kırmaya başladığı günlerde Manuşyan, sanki kırılan kimlikler arasında kurulan bağın sesi olmuştu. Nazi faşizmine karşı ‘öteki’ komünistlerin sesi!

∗∗∗

Fransa devleti iki kez başvuru yapmasına rağmen, vatandaşlık talebini kabul etmediği Misak Manuşyan, Nazi faşistlerinin işgaline karşı kıyıma uğrayan halkları savunmuş ve Fransa’nın özgürlüğü için mücadele ederken 1944’de katledilmişti. Fransa şimdi nihayet onu, vatandaşı olmayan bir ilk örnek olarak Fransa’nın özgürlüğüne hayatını adayanların toplandığı mekâna taşımış ve bütün hayat öyküsünün kritik dönemlerini içeren fotoğraf ve anlatıların yer aldığı ve şu sıralar devam eden bir sergiye de konu yapmıştır.

(BİRGÜN)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder