12 Haziran 2024 Çarşamba

soL KÖŞEBAŞI - 12 Haziran 2024 -


Avrupa’ya üzülelim mi?(Cansu Oba)

"Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu istikrarsızlık ve kriz tablosu, işçi sınıfı adına siyaset yapanların 'yönetemiyorsanız bırakın biz yönetelim' iddiasıyla hareket edebileceği bir zemin sunuyor."

Ya da bir başka ifadeyle Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları bize ne hissettirsin? 

“Siyasi bir gelişmeyi hislere yaslanarak mı değerlendireceğiz” diyebilirsiniz. Biz değerlendirirken hislerden yola çıkmayalım elbette ama gelişmelerin ortaya çıkardığı ruh halinin ve yerini neye bırakması gerektiğinin biraz üzerinde duralım.

Özellikle Avrupa Birlikçi düşüncenin etki alanındaki toplumsal kesimler için sonuçların bir hezeyan boyutunun olduğu ortada. Özgürlükler ve demokrasi adına yüzlerin çevrildiği “kale”nin bu anlamda sarsıldığına ilişkin emareler uzun süredir vardı fakat bunun Avrupa’nın birçok ülkesinde faşizan bir söylemle hareket eden partilerin seçim başarısıyla da tasdiklenmiş olması ülkenin AB rotasından şaşmaması gerektiğini düşünenler ve o bize gelmiyorsa “en kötü ihtimalle biz gideriz” yedek planıyla hareket edebilenler için büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı kaynağı oldu.

Bu hezeyanın emekçilere doğru yaygınlaşmasını önlemek ve sonuçlara gösterdiğimiz tepkinin ortaya bir enerji çıkarabilecek boyutunu doğru yönetebilmek için bazı doğruları birlikte hatırlayalım.

Avrupa’nın tarihsel olarak faşizmin ortaya çıkışını, kendisiyle bağını unutmak ve unutturmak istediği bir ayıp gibi gördüğü malumumuz. Bugün meşruiyeti emperyalist merkezlerin kalbine doğru kalıcı bir biçimde yayılmış Filistin direnişiyle dayanışma için kurulan Filistin kamplarının Almanya’daki bir örneğinin hemen karşısında bir “İsrail kampı”nın da sakince varlığına devam edebiliyor olması Almanya devletinin İsrail’le gelişkin ilişkilerinin ve başından beri alınan İsrail yanlısı tutumun yanı sıra bu ayıbın diyetini ödeme psikolojisi ile anlamlandırılabilir sanırım. Oysa faşizmin teorize edilmesini olanaklı kılan ilk pratikler bu coğrafyada hayata geçti. Ve kaynağında Avrupa'yı Avrupa yapan evrensel değerlerden sapılması değil, sermaye egemenliğinin ihtiyaçları yatıyordu. Bu açıdan tarihsel faşizm bir anomali değil, kapitalist sistemin sürekliliği için sermaye-devlet-toplum ilişkilerinde ihtiyaç duyulan yeni formdu. 

Şimdilerde ise emperyalist sistemin süregelen hegemonya krizi emperyalist sistem içinde yer alan tüm aktörlere farklı şekilde yansıyor. Avrupa Birliği’nin iç ahengini uzun süredir korumakta zorlanması da bununla ilişkili. NATO ve ABD’nin önceliklerine tamamen angaje olmuş bir dış politikanın iç siyasetteki tetiklediği kriz dinamiklerinin giderek daha görünür olduğu ülkelerde siyasette hızlı yer değişmeler yaşanıyor. Savaşa, göçe, işsizliğe, sosyal devlete içkin tüm uygulamaların ve işçi sınıfının kazanılmış haklarının her gün daha da budanmasına tepkilerin mevcut siyasi aktörler tarafından kapsanması zorlaşıyor. Bu değişim bir kısmı ömrü çok kısa olan partilerle temsil olsa da bir bölümü siyasete daha kalıcı olarak tutunma eğilimi gösteriyor Almanya’da Sahra Wegenknecht Birliği partisi örneğinde olduğu gibi. 

Bu dinamizmin tek başına düzenin devamı açısından çok hayra alamet bir dinamizm olmadığını söyleyebiliriz. Kurumsallaşmış ve bir süreklilik arz eden partilerin ve siyaset kurumunun yerini çok değişken ve bazı açılardan öngörülemez bir tabloya bırakması krizin bir göstergesi. Kriz bu düzenin krizi. Tekil tekil bu ülkelerdeki burjuva iktidarların da ötesinde bir role sahip olan ve dünya düzeni açısından bu ağırlıklı rolü sürdürme ve kitleleri peşinden sürükleyebilme kabiliyeti sarsılan bir emperyalist merkezin derinleşen krizinden ne için endişeye kapılalım?

Ancak diğer yandan faşizm, kapitalist devletin sermaye sınıfının gündelik bazı çıkarlarının göz ardı edilmesi pahasına uzun vadede iktidarını koruyabilmesi refleksiyse, bu refleksin toplumsal aranışa daha fazla yanıt verir hale gelmesinden endişelenelim. Avrupa’da ve dünyanın diğer yerlerinde emekçileri endişelendirmesi gereken sermaye sınıfının krizini aşmaya dönük bir yönelim içine girdiğinin hissedilmesi olmalıdır. Konunun hoşumuza gitmeyecek bir diğer boyutu ise toplumsal tepki ve aranışın yolunun bir kısmı “bağımsızlıkçı” ve güvenlikçi söylemi öne çıkaran milliyetçi partilere, bir kısmı ise düpedüz faşist bir karakter taşıyan hareketlere çıkmasında, solun yukarıda sıraladığımız gerçek sorunlar alanını ya terk etmesi ya da tamamen liberal saiklerler hareket etmeye başlamasının doğrudan payının bulunmasıyla ilişkili. 

Sonuçta seçim sonuçlarının ortaya koyduğu bu istikrarsızlık ve kriz tablosu, işçi sınıfı adına siyaset yapanların “yönetemiyorsanız bırakın biz yönetelim” iddiasıyla hareket edebileceği bir zemin sunuyor. Ancak Avrupa’da komünist hareket ne yazık ki uzunca bir süredir bu iddiayı ete kemiğe büründürecek bir gövdeden yoksun. Daha geniş anlamıyla sol ise bu iddiayı zaten bir kenarıya bırakmış ve düzen değişikliği talebinden çoktan vazgeçerek bu talebi soyut bir demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesi ile ikame etmiş, birçok örnekte ise düzen içi bir unsur haline gelmiş durumda. Eğer ne yaptığını bilen komünist partilerden yalnızca kendi güncel gerçekliklerinden ve ölçeklerinden hareketle devrimci iddialarından havlu atmalarını beklemeyeceksek, “sol”un imajına her anlamda galebe çalan liberal etkiye karşı mücadeleyi güçlendirme ihtiyacının altını çizmek gerekiyor.

Nitekim bir süredir komünistleri ayırt eden siyasi öncelikleri silikleştirerek yaygın bir demokrasi mücadeleciliğine kendisini kaptıranların beklediklerinin aksine seçimlerde de sahip oldukları desteğin düşüş eğilimi içine girdiği görülüyor. 

Peki sol ittifaklar geriliyor, sol popülizm ve sosyal demokrasi mevzi kaybediyor, faşist hareketler güç kazanıyorken Yunanistan’ın köklü mücadele deneyim ve geleneğine sahip komünist partisinin bugünkü şartlarda aldatıcı bir biçimde mütevazi görülebilecek başarısını nasıl kutlayabildiğimiz soruluyor. Evet, Avrupa Birliği dağılıyor diye karalar bağlamıyoruz çünkü istikralı bir Avrupa Birliği’nden Avrupa ve dünya halkları adına bir beklenti içerisinde değiliz. Fakat belki bugün daha az tartışılan bir boyutuyla, bir bütün olarak batı emperyalizminin zayıflıklarına işaret eden bu tabloda doğan boşlukları dolduran siyasi hareketlerin sınıfsal karakterinden bağımsız bir analiz yaparak çıkan sonuçtan tatmin olma gafletine de kapılmıyoruz. Faşizmin sermaye düzenine rağmen değil sermaye düzeni için olduğunu hatırlatmışken, güçlü bir işçi sınıfı hareketinin yokluğunda bu zayıflıkları değerlendirerek iktidara gelen bir faşist siyasetin krizin aşılmasını sağlamasa bile yönetilmesine yardımcı olabileceğini ve bundan en acımasızca payı yine işçi sınıfının alacağını bu hatırlatmanın yanına ekleyelim.

Sadece komünistlerin emekçi halk adına değerlendirebileceği bir kriz tablosunda bir komünist partisinin istikrarlı bir biçimde oylarını artırması, yalnızca sahte solun emekçileri düzene bağlama yeteneğini zayıflattığı için değil, faşizmin yükselişinin önünde durabilecek yegâne güç işçi sınıfı hareketi olduğu için de anlam taşıyor. Avrupa Birliği masalıyla zihinlerin bulandırılmasının da, komünist hareketin etkisizliğinde emekçilerin faşizmin potansiyel kitle tabanı olmaya sürüklenmesinin de panzehiri işçi sınıfı siyasetinin bağımsız bir aktör olarak masaya elini vurmasında yatıyor.

                                                                   /././

'Türkiye’de aşırı sağ neden yükselmiyor?' (Fatih Yaşlı)

"Neoliberal çağdaki kapitalizm, radikal sağın yükselişinin arkasındaki esas dinamiktir ve bunu görmezden gelen merkez/makul siyasetin radikal sağın yükselişine dair konuşma hakkı yoktur."

Kimileri artık mevcut olmadığını iddia etse de siyasi kutuplaşmanın ana eksenini “sol” ve “sağ” belirler, belirlemeye de devam edecektir; çünkü modern siyasetin evrensel yasası tam olarak bu ayrım üzerine kuruludur. 

Son yüz yılda bu iki sözcüğün önüne birçok sıfat eklenmiştir ve “aşırı” da bunlardan biridir; “aşırı sol” ve “aşırı sağ” sözcüklerini bolca duyarız, bu sıfat ise bize siyasete dair önemli şeyler anlatır. 

Her şeyden önce herhangi bir sözcüğün önüne “aşırı” sıfatını getirmek, “makul” ve “doğru” olanın ne olduğunu bilmek, bunun bilgisini tekeli altına almak demektir. Buna göre solun da sağın da “makul”, yani kabul edilebilir olanı –ki bunu “merkez” sözcüğü karşılar- ve bir de “aşırı” olanı vardır; aşırı olan ise elbette ki her zaman sakıncalıdır, tehlikelidir.

İkincisi, “aşırı sağ” ve “aşırı sol”dan bahsetmek bunların ikisini de “makul” olan karşısında eşitler. Yani faşizm de komünizm de totaliter birer ideoloji ve rejim olarak eşitlenir, Hitler’le Stalin “diktatör” payesiyle bir madalyonun iki yüzü olarak görülür, Nazi Almanya’sı ne ise Sovyetler Birliği de odur vs.  

Ancak üçüncü bir hakikat daha vardır; merkez siyaset “aşırı sol” ve “aşırı sağ”ı teorik ve retorik düzlemde eşitlese de pratikte böyle bir eşitlik söz konusu değildir. 

“Aşırı sol” düzen açısından her zaman bir beka meselesidir, düşman olandır, tehdittir ve tehlikelidir, ona karşı sürekli teyakkuz halinde olunmalı ve onunla sürekli mücadele edilmelidir. “Aşırı sağ” ise bir alarm durumunda yardıma çağrılmak üzere düzen tarafından her zaman el altında bulundurulur, belli ölçüler içerisinde devlette ve devletin dışında örgütlenmesine izin verilir, maddi kaynaklarına çoğu zaman dokunulmaz, sadece kontrol dışına çıkabileceğinin düşünüldüğü zamanlarda bir balans ayarıyla hizaya getirilir. 

Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ortaya çıkan tablo “aşırı sağ”ı bir tartışma başlığı olarak tekrar hem dünya hem de Türkiye kamuoyunun önüne getirdi; makul, yani merkez sağ ve sol siyasetten, solun sosyalist ve komünist unsurlarına uzanan genişlikte bir tartışma başladı.

Peki bu yükselen dalgaya “aşırı sağ” diyebilir miyiz? Elbette ki sağ siyasetin en sağ ucunda yer alması anlamında bu tabir kullanılabilir; ancak az önce anlatmaya çalıştığımız üzere “aşırı” sözcüğünün siyasette kullanılmasının merkezi kutsayan, makul olanı tekeli altına alan bir yanı vardır. 

Peki bunun yerine ne kullanabiliriz? Batı’da buna dair çeşitli kullanım ve adlandırma biçimleri var: Sağ popülizm, neo-faşizm, yeni ırkçılık, radikal sağ vb. 

Kanımca sağ popülizmden neo-faşizme ve oradan da ırkçılığın yeni biçimlerine uzanan bir genişlikte, yükselen bu dalgayı “radikal sağ” başlığı altında ele almak ve daha sonra her bir parti ya da akım için nüanslandırmak daha faydalı olacaktır. Çünkü yükselen şey, farklı veçheleriyle, farklı partileriyle, farklı örgütleriyle olsa da bir bütün olarak radikal sağdır.

Peki radikal sağın yükselişinden söz ediyorsak bunun gerisinde hangi dinamikler bulunmaktadır? 

Horkheimer bir zamanlar “kapitalizm hakkında sessiz kalanlar faşizm hakkında da sessiz kalmalılar” diyerek kapitalizmle faşizm arasındaki varoluşsal ilişkiye dikkat çekmişti. Bu bugün de böyledir; neoliberal çağdaki kapitalizm, radikal sağın yükselişinin arkasındaki esas dinamiktir ve bunu görmezden gelen merkez/makul siyasetin radikal sağın yükselişine dair konuşma hakkı yoktur.

Son kırk yıldır neoliberal politikalar küresel ölçekte kamuculuğun karşısına piyasacılığı koymuş, her şeyi meta haline getirmiş, gelir dağılımını alt üst etmiş, sosyal devleti zayıflatmış, kamusal hizmetlere erişimi zorlaştırmış, işsizliği artırmış, emek hareketini zayıflatmış, kimlikçiliği desteklemiş ve çevre ülkelerden merkez ülkelere göçü tetiklemiştir. 

Bugün Batı’da radikal sağın yükselişinin temelinde sığınmacı/göçmen düşmanlığı vardır ama sığınmacı/göçmen meselesini ortaya çıkaran şey az önce anlattığımız tablodur; neoliberalizm çağında kapitalizm dünyayı eskisine nazaran çok daha eşitsiz, çok daha adaletsiz bir yer haline getirmiş durumdadır. 

Bu eşitsiz ve adaletsiz tabloya soldan ve sınıfsal bir perspektifle müdahale edebilecek bir ülke olmadığı gibi, ülkelerin kendi içinde de sınıf eksenli siyaset izleyen güçlü bir soldan söz etmek de -Yunanistan gibi birkaç istisna bir kenara bırakılırsa- mümkün değildir. 

Solun yokluğunda ise radikal sağ, alt-orta sınıfların düzene yönelik öfkelerini manipüle edebilmekte ve sözde düzen dışı bir söylemle onlar için bir cazibe merkezi haline gelebilmektedir. Bugün yaşanan tam olarak budur; Avrupalı alt-orta sınıflar emek hareketinin ve sosyalist solun zayıflığında/yokluğunda yaşanan krizin faturasını göçmenlere/sığınmacılara kesmekte, göçün arkasında bir “üst akıl” olduğuna inanmakta, bu yüzden de yüzlerini radikal sağa dönmektedirler.

Gelelim bize… 

Pazar gününden beri Türkiye’deki radikal sağ çevrelerde AP seçim sonuçlarından duyulan bir memnuniyet ve coşku var; farklı ülkelerin milliyetçileri, ırkçıları, faşistleri nihayetinde birbirlerinin de düşmanı olsalar da bu memnuniyet ve coşku halinin asıl nedeninin radikal sağın dünya ölçeğindeki yükselişinden buraya da bir pay düşmesi umudu olduğu açık. 

Bu sevinçli ruh hali radikal sağın sinik retoriğiyle birleştiğinde ortaya çıkan ve birkaç gündür sorulan soru ise şu: “Neden bizde aşırı sağ yükselmiyor?” 

Evet 2024 Türkiye’sinde bu soru sorulabiliyor; çünkü radikal sağı basitçe göçmen/sığınmacı düşmanlığı olarak kodlayan bizim radikal sağcılar Türkiye’de radikal sağın nasıl normalleştirilip merkezin içine doğru yerleştiğinin farkında dahi değiller.

Her şeyden önce, AKP iktidarı yıllardır bize özgü bir sağ popülizmin taşıyıcılığını yapıyor; İslamcılıkla bezenmiş bu popülizm, sağ popülizmin evrensel söylemine uygun bir şekilde kendisini elitlerin karşısında milletin temsilcisi olarak görüyor, dinsel bir kolektif kimlik inşa etmeye çalışıyor, yeni-Osmanlıcı emperyal hayaller peşinde koşuyor ve bir süredir de LGBT, sokak hayvanları gibi başlıklarda yeni düşmanlar icat ederek sağ popülist karakterini güçlendiriyor.

İktidar ortağı olan MHP’nin adını ise Almanya’daki AfD’nin ve Fransa’daki Ulusal Birlik’in yanına yazmakta hiçbir sakınca bulunmuyor; hatta güvenlik aygıtında örgütlenme, siyasal şiddet ve bir zamanlar üstlendiği paramiliter güç misyonu üzerinden bakıldığında bu partiler MHP’nin yanında adeta birer merkez sağ parti gibi kalıyor.

Benzer bir durum muhalefet için de geçerli; İYİP, Saadet Partisi, Refah Partisi, Büyük Birlik Partisi… Bu partilerin hepsi, söylem ve eylemleriyle, siyaset biliminin kriterleri açısından rahatlıkla “Türkiye’de radikal sağ” başlığı altında incelenip değerlendirilebilecek partiler. 

Batıda yükselen radikal sağın buradaki muadili ise elbette ki Zafer Partisi. ZP, bütün bir siyasetini göçmen/sığınmacı düşmanlığı üzerine kuran, Türkiye’nin bütün meselelerini göçmenlere/sığınmacılara bağlayarak toplumun düzene yönelik öfkesini manipüle eden, ırkçılığı bir performans olarak sergileyip normalleştiren, merkez partileri kendisini dikkate almaya mecbur bırakan hamleler yapabilen bir parti olarak duruyor karşımızda. 

Belediye seçimlerindeki alınan sonucu, bu partinin başarısızlığı olarak görmek ise kanımca yanlış; çünkü Türkiye’de radikal sağ sığınmacı/göçmen meselesi odaklı bir şekilde ve özellikle kentli, eğitimli genç kuşak içerisinde bir dip dalgası olarak yükseliyor ve çoğunlukla “çevrimiçi” bir karakter taşışa da yani kendini internet üzerinden var etse de yine de şu an Zafer Partisi mecrasına akmaya devam ediyor.  

Velhasıl, “Türkiye’de neden aşırı sağ neden yükselmiyor” sorusuna, “daha ne kadar yükselebilir ki” sorusuyla yanıt vermek gerekiyor. Türkiye’de siyaset 12 Eylül’den beri sistematik bir şekilde sağa çekiliyor, Türkiye toplumu belli bir plan, program doğrultusunda sağcılaştırılmaya çalışılıyor, iktidardaki sağcılığın karşısına alternatif olarak yeni birtakım sağ projeler konuluyor, o esnada sol öcüleştiriliyor, denklemin dışında kalması için her şey yapılıyor. 

Peki hem Türkiye’de hem dünyada radikal sağın yükselişi nasıl durdurulabilir, faşizmin günümüz versiyonu ile nasıl mücadele edilebilir? 

Bu sorunun çok basit bir yanıtı var: Kapitalizme dair sözü olmayanların faşizme dair de konuşamayacaklarını ve faşizme karşı mücadelenin aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele olduğunu söyleyen, anlatan, gösteren bir siyaset inşa etmek.

İnsanlık ya kapitalizmi ilga etmeyi ve eşit, adil ve özgür bir toplum kurmayı başaracak ya da Hollywood filmlerinde bile tahayyül edilmemiş bir distopyanın içerisine düşecek. 

                                                                    /././

Etki Ajanlığı yasasıyla da, 'sol'daki etki ajanlarıyla da mücadele etmeli (Yiğit Günay)

ABD hesap isteyecek, başka ülke isteyince liberalleri sokağa dökecek, sonra da emeği temsil etmeleri gerekenler emperyalizmin hedef haline getirdiği ülkelere “dikta rejimi” imasında bulunacak öyle mi?

Bir yandan farkında olup, diğer yandan yine de öfkelenmek… Sanıyorum devrimcilerin kaderi bu. Olup bitenin ayırdına varmak, yine de isyan etmek.

“Sol”daki çürümeyle hep mücadele ettik. Cephe hattımızda açılan gedikleri tahkim etmeye çabaladık, hep yenileri açıldı.

Sanıyorum, cephenin kimleri kapsadığını, kimlerin hattın bizim tarafımızda kaldığını cesaretle düşünmenin vakti bugün.

                                                         ***

Dün haber merkezimize düştü e-posta. Haber-Sen Genel Merkezi’nin basın açıklaması. Konu, “Etki Ajanlığı”ydı. soL’da çok üzerinde durduğumuz bir konu. Hemen açtım, okumaya başladım.

Konu şu: AKP, bir “etki ajanlığı” yasası çıkarmaya hazırlanıyor. Henüz ortada taslak yok. ANKA, “taslak metin” olarak bir metni paylaştı, ama doğru metin midir, bilmiyoruz.

Her durumda, AKP’nin mevcut veya olası tüm kanunları, işçi sınıfının mücadelesini baskılamak için kullanacağını biliyoruz. Anlamaya, kavgaya hazırlanmaya çalışıyoruz.

Yanıbaşımızda, komşu Gürcistan’daysa haftalardır kıyamet kopuyor. Geçen hafta meclis, “yabancı etkilerin şeffaflığı hakkında” yasayı kabul etti.

Ne diyor yasa? Eğer bir kurum (STK’lar, medya kuruluşları, siyasi örgütlenmeler vb) yıllık gelirlerinin yüzde 20’sinden fazlasını yabancı ülkelerden gelen fon ve desteklerle sağlıyorsa, bunları beyan edecek. Beyan etmezse? 9 bin 600 dolar para cezası ödeyecek.

Bu kadar.

Şeffaflık, hesap verebilirlik, demokrasi diye yırtınan Avrupa Birlikçi liberaller, “Evet sevgili halkımız, bilmek hakkınız, biz yurtdışından fonlanıyoruz” dememek için haftalardır Gürcistan’da taşlı sopalı eylemler yapıyor, Meclis’i basmaya, bir renkli devrim yapmaya çalışıyorlar. 

Argümanları ne?

Human Rights Watch’un Avrupa ve Merkez Asya Direktörü Hugh Williamson şöyle diyor: “[Gürcistan’daki] ‘yabancı ajanlar’ yasası, Gürcistan’daki geniş kamu çıkarlarına hizmet eden bağımsız, yabancı-fonlu bağımsız grupları ve medyayı marjinalize etme ve itibarlarını sarsma amacı taşıyor.”

Pardon, ne zamandan beri yabancı ülkelerden fonlanan medya grupları “bağımsız” oldu? Biz yıllardır “bağımsız medya” denilen liberal kavramla mücadele ediyorduk. Kamuya ait olunca “bağımlı”, Demirören’e, Albayraklar’a ait olunca nasıl “bağımsız” oluyor bu medya diye soruyorduk. Geçtik sermayeye bağımlılığı, dış devletlere bağımlılık bile “bağımsızlık” diye pazarlanır olmuş.

Sürekli “Rusya etkisi” propagandası yapıyor batılı güçler. Haber-Sen açıklaması ne diyor? “[AKP’nin gündeme getirdiği yasaya] benzer bir uygulamayı Rusya’da, Sırbistan, Kırgızistan ve Gürcistan’da da görmekteyiz.”

Sendikanın adı “Haber”-Sen, ama dünyadan haberi yok… Gürcistan Parlamentosu Başkanı Şalva Papuaşvili geçen hafta yasa taslağı Gürcü meclisinin önüne geldiğinde aynen şunları söyledi: “İki taslaktan biri ABD’nin Yabancı Ajanlar Kayıt Yasası’nın [FARA] birebir kopyası, diğeriyse FARA’nın daha az sınırlayıcı, liberal bir versiyonu”.

Gürcüler yasa taslağını doğrudan ABD’nin yasasından çevirdiler. “Daha liberal” ifadesinin propaganda olduğunu düşünüyorsanız, şöyle söyleyeyim: ABD’deki FARA, ülke dışından gelen paraları beyan etmeyenlere 5 yıla kadar hapis cezası öngörüyor, Gürcistan’da 9 bin 600 dolar öderseniz yırtıyorsunuz.

ABD’deki yasa ne kadar katı, kanıtını da verelim. AKP iktidarı, kendi halkına hiçbir şeyin hesabını vermiyor, Sayıştay’ı bile kadük hale getiriyor, tüm verileri saklıyor, değil mi? Peki ABD’de ne yapıyorlar?

Tıpış tıpış açıklıyorlar.

Buradan buyrun, resmi belgesi: 2022’de ABD’deki Türken Vakfı’nın beyannamesi. Türkiye’deki Ensar Vakfı’ndan giden milyon dolarlarca para, nereye ne kadar harcadıkları ayrıntılarına varana kadar rapor edilmiş.

Veya buraya bakın, 2023’te Türkiye kaynaklı olarak ABD’de harcanan paralar. Birincilik yine Ensar’ın, son sırada da CHP var.

ABD kuruşu kuruşuna hesap isteyecek, başka ülke isteyince liberalleri sokağa dökecek, sonra da emeği, işçi sınıfını temsil etmeleri gerekenler aynı önlemi almaya çalıştıkları için emperyalizmin hedef haline getirdiği ülkeleri bir torbaya doldurup “dikta rejimi” imasında bulunacak, öyle mi?

Emek mücadelesi ne ara emperyalizm karşıtlığından bunca uzaklaştı?

                                                             ***

Vaziyet o kadar içselleştirilmiş, yabancı fon almak kafalarda o kadar makbul hale getirilmiş ki, Haber-Sen, “araştırmacı gazeteciler”, sendikalar, kadın hareketi diye başladığı listeyi sanki bunları bir ve aynı şeymiş gibi “AB veya başka dış finansman kullanan dernekler”e uzatmakta bir beis görmüyor. Açıklamadan aktarıyorum:

“Yasa basın çalışanlarını, Sivil Toplum Örgütlerini, Kadın ve LGBT Hareketlerini doğrudan etkiliyor. Uygulanması halinde 3 yıldan 7 yıla kadar hapis cezaları kapıda!

Yasa ilk etapta araştırmacı gazetecilik, başta diplomasi olmak üzere uzman gazetecilik alanları, AB veya başka dış finansman kaynağı kullanan dernek ve Sendikalar ile yabancı medya mensupları-yabancı medyaya bağlı çalışan Türkiye'deki gazetecileri hedef alacak.

Sendikalar, Kadın hareketi, LGBTİ hareketi, çevre ve ekoloji hareketleri, ‘Aşı halk sağlığıdır’, ‘Kamu Hastaneleri verimsiz yatırımdır’ diyen sağlık çalışanları da yasadan nasibini alacak gibi görünüyor.”

AKP’nin siyasi baskılarına, işçi sınıfına saldırılarına karşı mücadeleden kaçmayız. Ama AKP karşıtlığı adına fonculuğu meşrulaştıranlarla mücadeleden hiç kaçmayız.

Almayın. Alıyorsanız, açıklayın. Herkes bilsin, karar versin.

Biz de “Ne var canım, para aldılar diye birilerinin borazanı mı oldular” diyenlere, Haber-Sen’in basın açıklamasını gönderelim.

Türkiye’deki sendikalar ne ara ABD’yi demokrasi, ABD’nin hedefindeki ülkeleri “dikta rejimleri” olarak görmeye başlamış, bunda fonların payı var mıymış, işçi sınıfı takdir etsin.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder